Quantcast
Channel: Demir'den Kapılar
Viewing all 945 articles
Browse latest View live

Türk Sosyalistleri Kendi Cenazelerini Kaldırırken - Halkların Demokratik Kongresi Üzerine Notlar (1)

$
0
0
Roj TV’de seçim gecesi, gece yarısından sonra çıktığımız programda moderatör, seçimlerden sonra Bloğun ne olacağını ve sosyalistlerle bir birlik olup olmayacağını sormuştu.
Yanlış hatırlamıyorsam, aşağı yukarı şöyle demiştim: “Türk sosyalistleri hayatiyetini yitirmiş bir ceset gibidir. Bu bakımdan Kürt Özgürlük Hareketi, Türk sosyalistlerine pek fazla bel bağlamamalı. Ama bundan Türk sosyalistleriyle bir araya gelmemeli gibi sonuç çıkarmamalı. Özgürlük Hareketi, Türkiye’deki demokratik muhalefeti, Türk sosyalistlerine havale etmeyi bırakmalı, bunu kendi örgütlemeye ve birleştirmeye çalışmalı. Türk sosyalistleri bunu başlatmak için bir işlev görebilir. Eskiden tulumbalar vardı su çekmek için. Ama su çekebilmek için, bu tulumbalara bir kaç maşrapa su dökmeniz gerekirdi. Elinizde bir tulumba, kuyuda su olsa da, pis de olsa bir maşrapa suyunuz yoksa, suya ulaşamaz onu yukarı çekemezdiniz. İşte Özgürlük Hareketi sosyalistleri böyle, Türkiye’nin demokratik güçlerine ulaşmak ve onları örgütlemek için, bir maşrapa su gibi değerlendirmelidir. Sosyalistlerin bir hayatiyeti yoktur. Sadece fiziki olarak güçsüz değiller; entelektüel olarak, teorik olarak da tükenmiş durumdalar.
15-16 Ekim’de Ankara’da toplanan, “Kongre Girişimi” kurdunun “Halkların Demokratik Kongresi” kelebeğine dönüştüğü bir koza işlevi gören toplantı, özünde seçim akşamı ifade ettiğimiz beklentinin bir gerçekleşmesiydi.

Kürt Özgürlük Hareketi Türkiye’nin batısındaki muhalefeti örgütlemeyi bir görev olarak önüne koymuş; Sabahat Tuncel ve Gültan Kışanak gibi nitelikleri niceliklerinin çok üstündeki iki vekilini bu işle görevlendirmiş ve bunun ilk meyvesi de bu Kongre olmuştu. Türk sosyalistleri bu Kongre’nin toplanmasında bir maşrapa su olmuş ve işlevlerini yitirmişlerdi. Ama henüz bunun bilincinde değillerdi ve alkışlayarak selamladıklarının, uğurladıkları kendi cenazeleri olduğunu bilmiyorlardı.
Evet, Kürt Özgürlük Hareketi gerçekten, Türkiye’deki demokratik muhalefeti birleştirmeye ve örgütlemeye karar vermiş ve bu göreve doğrudan kendisi soyunmuş bulunuyor. Türk Sosyalistlerinin oluşturduğu yuvarlar ve bir kısım genel olarak “Yeni Sosyal Hareketler” bağlamında tanımlanabilecek girişim ve örgütler, bu yeni kıtaya ayak basmayı sağlayacak küçük köprü başları oluşturuyorlar.
Yıllardır Öcalan tarafından hep bir amaç olarak ortaya koyulmasına ve gündemde tutulmasına rağmen, Kürt hareketi bunu acil bir görev olarak benimsemeyi çok bilinçli de yapmadı. Bu yönde yoğunlaşma ve girişim biraz da olayların zorlamasıyla oldu. Yoksa önceki Çatı Partisi ve Demokrasi İçin Birlik Hareketi gibi dostlar alışverişte görsün türünden yapılan ruhsuz ve heyecansız bir girişim olarak kalabilirdi.
İhtiyaçlar yaratıcı yapar” diye bir söz vardır. KCK  ve diğer tutuklamalar bağlamında neredeyse legal siyasat yapacak kimsenin kalmaması; Hükümetin yeniden savaşı ve saldırıyı başlatması karşısında, bu saldırıları olabildiğince geniş güçlerle karşılamak ve tecrit olmamak zorunluluğu, Kürt Özgürlük Hareketini Türkiyeli Sosyalistlerle ve diğer demokratik güçlerle bir an önce bir araya gelmeye zorladı. Bu zorunluluk, uzun yıllar politik mücadelenin kazandırdığı tecrübe ve esneklikle de birleşince, başlangıçta “Çatı Partisi” girişiminin yeni bir baskısı olarak başlayan süreç; temaslar sırasında Türk sosyalistlerinin gettosu dışına çıkıldığında, Kongre gibi daha geniş, esnek ve sosyalistlerin dışındaki güçlere daha çok hitap edecek bir biçim aldı. Bu esneklik ve yeni biçimin kendisi de yepyeni güçlere, çevrelere, örgütlere ulaşma ve onların da katılması olanağını ortaya çıkardı. Başlangıç noktasında 17 “bileşen”den oluşan ve Kongre’nin kökeninde bulunan Blok,  toplatıya gelindiğinde 21’i “siyasi yapılar” (“sosyalist yuvarlar” da denebilir, diplomatik değil de sosyolojik olarak tanımlandığında) olmak üzere 38 “bileşen”e ulaşmıştı. Yani yüzde yüzü aşkın bir artış. Ve bu yükselişin neredeyse tamamı da “siyasi yapılar”, yani sosyalist yuvarlar dışından.
Saldırıyı bir an önce, yapayalnız ve çıplak olarak değil de daha geniş güçlerle karşılama gereği ve saldırının şiddeti bu sürecin adeta yıdırım hızıyla ve aceleye getirilerek yürümesine  neden oldu. Ama başka yol da yoktu. Hele bir yola çıkılsın, “kervan yolda düzülür”dü elbette. Özellikle aydınların katılımının pek görülmemesi, onlar üzerindeki liberal etki; tevkifatların ürkütmüşlüğü ve uzak durma ihtiyacı kadar, bu süratin de bir sonucuydu[1].
Ancak, bütün bu aceleye gelmişliğine rağmen, bu süreç 2008 sonunda, Bilgi Üniversitesi Kuştepe Kampusu’nda yapılan “Çatı Partisi” toplantısında olduğu gibi bir fiyaskoyla veya daha sonra 2009 Haziranında Ankara toplantısındaki “Demokrasi İçin Birlik Hareketi” gibi ölü doğmuş bir bebekle sonuçlanmadıysa, bunun nedeni ortaya çıkan yepyeni koşullar ve eğilimlerdi. Bunların başlıcaları şöyle sıralanabilir.
Birincisi, Türk sosyalist yuvarların Kürt Özgürlük Hareketine eskisi gibi naz yapacak, koşul öne sürecek zerrece güçleri kalmamasıdır. Kürt Özgürlük hareketinin adeta “ikili iktidar” denebilecek türden örgüt ve mücadele biçimlerini (“Sivil Cumalar” örneğin) başarıyla kullanması ve özellikle de seçimlerde kazandığı başarı Türk sosyalistlerini iyice silahsızlandırmıştı, gözler artık hayranlıkla Kürt Özgürlük Hareketine dikiliyordu.
İkincisi, şehir orta sınıfları ve Alevilerdeki büyük bir tektonik kaymanın başlamasıdır. Onlar “artık bu ordu bizi koruyamaz, Kılıçdaroğlu da fos çıktı, bunlarla etse etse Kürtler baş eder”deyip, yavaş yavaş Kürt hareketine gözlerini dikiyordu. Aslında kendileri de büyük ölçüde bu kesimlerde derin kökleri bulunan ve onların daha politize bir kesimini temsil eden Türk sosyalistlerinin Kürt hareketine yakınlaşması tam da bu derinden işleyen sürecin bir görünümüydü[2].
Üçüncüsü, askeri bürokratik oligarşinin, egemenilğini yeniden kurmak için çok uzun vadeli bir strateji değişimine gitmesiydi. Bu bağlamda giderek Kürt hareketine kimi kanallar açıyor ve yakınlaşıyordu. Şehir Orta sınıfları ve Alevilerdeki kayış, bizzat buradan açılan kanallardan da besleniyordu[3].
Dördüncüsü, Kürt Özgürlük Hareketi’nin bizzat kendisi, kendisiyle yakın bir işbirliğine giren sosyalist ve demokratları hızla dönüştürüyordu. Bu dönüşüm, sadece sosyalistlerle de sınırlı değildi, birçok demokratik ve liberal eğilimleri yansıtan gazeteci bile (Nuray Mert, Hasan Cemal, Cengiz Çandar vs.) Kürt Özgürlük Hareketi’ni yakından tanıdıkça tutum ve konumlarını epeyce değiştiriyordu[4]. Keza bu değişim de yine o tektonik kaymanın bir ifadesi olarak da görülebilirdi.
Sosyalistelerin Kürt harektine en yakın duranları ve Kürt hareketiyle bir nedenle yakın ilişkiye geçenleri de hızla değişiyordu.
Bu değişim, en dramatik biçimde, bizzat Kongre’de çok güzel bir açış konuşması yapan ve konuşması esnasında bizzat bu değişmi sürecini de ifade eden Ertuğrul Kürkçü’de görülebilir.
2008 sonunda Bilgi Üniversitesi’ndeki toplantıda, burada sınıfsal, emekten yana, sosyalist talepler yok, biz buna imza atmayız diyerek toplantının bir fiyaskoyla sonuçlanmasına yol açan; Kürt hareketine koşullarımızı kabul ettirdik diye o toplantıyı yorumlayan[5]; Kürt hareketini etnik temelli siyaset yapmakla eleştiren; o toplantıya, şimdi ÖDP’nin geldiği noktada, “aktif gözlemci” olarak katılan; esas çıkış perspektifini diğer sosyalist yuvarlarla kuracağı veya TKP’den hiç bir programatik ayrılık gerekçesi göstermeden ayrılmış Haluk Yurtsever adına bağlı çevre ile birliklerde gören Ertuğrul Kürkçü[6], özellikle Mersin’deki seçim çalışmalarında Kürt hareketiyle yakından ilişkiye geçtikçe, hızla ve çok olumlu bir değişim geçirmeye başladı. Öyle ki, altı ay sonra Kongre Girişimi’nin “Halkların Demokratik Kongresi”ne dönüştüğü toplantısının açış konuşmasını yapıyordu. Ve bu konuşmada, Kürt Özgürlük Hareketine, “bizleri” değiştirip dönüştürdüğü için teşekkür ediyordu. Değiştiğini artık inkar etmiyor ve bundan utanmıyor, yetmişimizde de öğreneceğiz, değişeceğiz diyordu. Konuşmasındaki vurgular artık demokrasiyeydi. Hatta çok dikkatli gözlemcilerin dikkatinden kaçmayacağı gibi, sadece kapitalizmden de değil, “kapitalist uygarlık”tan söz ediyor, bir paradigma değişiminin işaretlerini de veriyordu.
Önceki toplantı ve kongrelerde Kürt hareketine Emek ve Sınıf diyerek Türk sosyalistlerinin demokratik görevlerden kaçmak olan tavrının daha rafine bir örneğini sürdüren Kürkçü; şimdi sosyalistlere demokratik görevlerini hatırlatıyor: "Kürdün, Arabın, Rumun, Ermeninin hakları için savaşmayana sosyalist denmez."; “Tekçi hakimiyet rejiminin toprağın altına ittiği her şey yerinden çıkıyor. Bu dinamiklerle buluşuyoruz.” Diyordu.
Ve en çarpıcı olarak; iki yıl önce “Kürtler ve Türkler İçin Ortak Bir Dil: Emeğin Dili” diyerek Kürt hareketine “Emeğin dilini”öğretmeye kalkan Kürkçü, şimdi sosyalistlere bir sosyalist olarak, demokrasinin dilini öğrenmeleri çağrısını yapıyor; sembolik olarak da Kürtçe, Arapça yaptığı selamdan sonra, “şimdilik bunları öğrenebildim; diğerlerini daha öğreneceğiz” diyordu.
Lenin’in Ne Yapmalı’da anlattığı ve unutulmuş olanlar tekrar hatırlanıyordu: Sosyalistin görevi, emekten, işçiden söz etmek demokratları emek ve işçiler için mücadeleye çağırmak değil; işçileri tüm gayrı memnunları toplayacak demokratik haklar için mücadeleye çağırmaktır.
Ama tarihin en ilginç ironisi şuydu ki, 2009’da etnik siyasete karşı “sınıf eksenli”, “emek eksenli siyaset” gibi sözleri dilinden düşürmeyen, o toplantıların ve Türk sosyalistlerinin genel eğilimlerini yansıtan Ertuğrul Kürkçü, Türkiye tarihinin gördüğü, en “etnik temelli siyaset” yapılan Kongre’nin hazırlayıcılarından biriydi, açış konuşmasını yapıyordu ve formülasyonlarıyla bu kongrenin yıldızıydı.
Yükselen Kürt hareketi ile ilişki içinde değişmiş olan yeni Ertuğrul Kürkçü orada eski, iki yıl önceki Ertuğrul Kürkçü’yü gömüyordu. Ertuğrul Kürkçü’nün konuşması, yeni Ertuğrul Kürkçü’nün eski Ertuğrul Kürkçü’nün ardından yaptığı bir cenaze söyleviydi.
Evet Ertuğrul değişti ve yeniden doğdu; seçimlerden önce yazdığımız yazıda da belirttiğimiz umutlarımıza uygun olarak, gericilik döneminde körelmiş bütün yetenekleri tekrar gün yüzüne çıkıyor.
Ama o “Siyasi Yapılar” denen sosyalist yuvarların önemli bir bölümünün böyle bir değişim; ya da en azından ölümden sonraki diriliş (reenkarnasyon, basübadelmevt) yaşayacağına dair pek az ipucu var. Bu belirtileri, bu Kongre değerlendirmesinin diğer hazırlıklar, tüzük ve program bölümlerinde ele alacağız.
Aslında bu toplantıda, Türk sosyalistleri kendi cenazelerini kaldırdılar. Ertuğrul, eski Ertuğrul’un cenazesindeki söylevini yaparken, aslında Türk sosyalist yuvarlarının cenazesini kaldırıyordu. Kongre’nin mesajı, Kürkçü’nün “Tekçi hakimiyet rejiminin toprağın altına ittiği her şey yerinden çıkıyor. Bu dinamiklerle buluşuyoruz.” diye selamladığı ama Sosyalistlerin şimdiye kadar “sınıf ya da emek eksenli değil”; “etnik” veya “mikro milliyetçi” diye damgaladıklarının kendi alfabelerinde ve dillerinde yaptıkları selamlardı özünde.
Ve o sosyalistler, dün reddedip aşağı gördüklerinin damgasını vurduğu bu kongrede, “burada Etnik temelli siyaset yapılıyor, bizim burada yerimiz yok” diyecek tutarlılık ve cesaretten bile yoksun bir şekilde; yanlış da olsa kendi iç tutarlılığı içinde saygıyla anılmayı hak edecek bir şekilde bile ölmeyi başaramadılar. Seslerini bile çıkaramadılar. Ve işin kötüsü, aslında gerçekten Kongre’de “etnik temelli siyaset” yapılıyordu, bildiğim kadarıyla da Türkiye’de ilk defa.
Tarih günlük gelişmelerin peşinde koşanlarla, derin bir teorik analiz sonucu ulaştığı sonuçlara uygun olarak, tecrit olma pahasına sağlamca durmayı beceremeyenlerle böyle alay eder ve onlardan onurlu ve yiğitçe bir ölümü bile esirger. Maalesef Türk sosyalist yuvarları onurlarıyla ve yiğitçe ölmeyi bile beceremediler.
Evet Türk sosyalistleri kendi cenazelerini kaldırdı. Ama öylesine kavrayış güçlerini yitirmiş bulunuyorlar ki, zafer diye kutladıklarının bir cenaze merasimi olduğunu ve bu cenazenin de kendi cenazeleri olduğu bile görmüyorlardı. Kongreyi bir başarı olarak olumlayan ve selamlayan sosyalistler aslında kendi ölümlerini kutluyor ve selamlıyorlardı.
Vurulan bir hayvanın daha bir süre koşmaya devam etmesini anlatırken Afrikalılar “daha öldüğünü anlamadı” derlermiş.
Türk sosyalist yuvarları da “daha öldüğünü anlamadı”.

Demir Küçükaydın
20 Ekim 2011 Perşembe


[1]“Aydınların fiziki katılımı düzeyinde bir darlık, görünmezlik var. Fakat burada olmayanların büyük bir çoğunluğu hareketle zaten irtibatlılar. Her şeyin aceleye gelmesinden, kaçınılmaz protokol işlerinin biraz savsaklanmasından doğan bir sorun var ortada. Düzenlemede bir beceriksizlik ve telaştan kaynaklanıyor. Ben, fikri ve manevi katılımın çok daha yüksek olduğunu biliyorum.” E. Kürkçü, “İyimserlik, Cesaret ve İhtiyat”, Ekmek ve Özgürlük, söyleşi
[2]Özellikle ÖDP, EDP, TKP, EMEP ve hatta Halk Evleri’nde görülen Kürt hareketine yakınlaşma eğilimleri, örneğin ÖDP’nin şimde SEH (Sosyalist Emek hareketi) ve Kürkçü’nün 2008 sonunda bulunduğu “aktif gözlemci”lik noktasına gelmesi; TKP’nin son bildirilerinde açıkladığı Kürt hareketine sempati gülücükleri dağıtan tavırlar; eskiden EDP’nin aman Alevileri ve tabanımız olan orta sınıfları ürkütmeyelim diyerek özellikle Kürt hareketinden uzak duruştan en sadık ve tutarlı bir partner haline gelmesi vs. bu kıta kaymasının habercisi öncü sarsantılar olarak görülebilirler
[3] Bu destek en açık biçimde seçimlerde televizyon kanallarında Blok vekillerine, özellikle Türk kökenlilere (yani sosyalistlere) bolca yer verilmesinde ve haberlerin tonunda vs. görülmektedir.
[4] Nuray Mert, henüz Çatı Partisi’nden Kongre hareketine dönüşümün ilk aşamalarında, Türk sosyalist yuvarlarının konuşmalarının saatleri aldığı bir toplantıyı izlemiş ve sonunda söz alıp, sosyalistlere aşağı yukarı şunları söylemişti. “Elbet şu zor zamanda Kürt hareketinin yanında yer almak, onları yalnız bırakmamak önemli. Ama daha da önemlisi, bu hareketle yan yana duruş, beni değiştirdiği gibi, sizleri de değiştirecektir.”
[5] "Kürt emekçilerini “kimlik” taleplerinin ötesine taşıyan “sınıf mücadelesi” dinamiklerini hesaba katan aşağıdaki sonuç bildirgesi, diğeri masadan kaldırılmadan yazılamazdı. Bunun gerçekleşmesine katkıda bulunmuş olmamız önemli." Ertuğrul Kürkçü
[6]O yüzden ben Kürt sosyalistlerinin, Kürt devrimcilerinin bu meselenin tamamen farkında olarak, şimdi vurguyu giderek artan bir şekilde emeğin hakları, emeğin mücadelesi, emeğin kurtuluşu, Türk ve Kürt emekçilerinin ortak mücadelesi eksenine yerleştirmeye gayret etmelerinden, bunu kavramsallaştırmalarından ötürü son derece memnunum.”
Bu bağlamdan da doğrusu hoşnutum, çünkü demokrasi tartışmasını bir toplumsal bağlamda, toplumsal eşitsizliklerin kendisini ifade ettiği ve sonuca bağlandığı bir genel politik çerçeve olarak algılayan ve bunu emeğin, ezilenlerin, yoksulların, dışlananların, olduğu yerden yorumlayan bir yaklaşımın giderek genel geçer yaklaşımın yerini aldığını görmekten ötürü son derece mutluyum. Bunda küçücük de olsa bir payım olduğunu düşünüyorum. Kimilerine göre bu "ortalığı dağıtmak"tı. Ben ise bu müdahalelerin ne kadar derli toplu düşünmemize yardımcı olduğunu gördükçe, daha çok seviniyorum.” Ertuğrul Kürkçü

Kongre’yi (HDK) Bekleyen Tehlikeler - Halkların Demokratik Kongresi Üzerine Notlar (2)

$
0
0

Türk sosyalistleri Kendi Cenazelerini Kaldırırken” başlıklı ilk yazıyı okuyan kimi okurlar, burada kastedilenin mantıksal anlamda; soyut anlamda bir cenaze kaldırma olduğunu anlamayarak, Türk sosyalist yuvarlarının hiç de öyle yazıda söylendiği gibi ölmediği itirazını yapıyorlar.

Bu arkadaşlar bir düşünce ve davranışın tarihsel ve toplumsal anlamı ve bunun mantıki sonuçlarıyla; bu mantıki sürecin tarihsel süreçte gerçekleşmesinin (hatta gerçekleşmemesi durumunda tersinden doğrulanmasının) farklı şeyler olduğunu görmüyorlar.
Bu farkı görüp ayıramayış, biraz da Marksist gelenekleri ve düşünce sistemini bilmemek ve unutmuş olmakla ilgili.
Marksizm'de, mantıksal ve tarihsel hareketdiye bir ayrım vardır. Mantıksal hareket, tarihsel hareketin gerçek tarihteki çarpılmalarından arınmış hareketidir, soyut harekettir.
Örneğin Marks, Kapital’de sermayenin hareketini mantıksal olarak, soyut olarak, gerçek tarihteki çarpılmalarından soyutlanmış olarak inceler. Ve tem de bu nedenle, kapitalizm geliştikçe, kapitalizm Marks’ın Kapital'de ele aldığı kapitalizme daha çok benzer. Eserin tükenmez tazeliği de bundandır. Kapitalizm yok olmasa bile o kitaptaki öngörüleri tersinden doğrular.
Bir başka örnek. Ulusal devletler, en azından yirminci yüzyılın başlarından beri  ömrünü doldurmuştur. Örneğin emperyalist savaşlar üretici güçlerin gelişme düzeyine artık ulusların ve ulusal devletlerin bir engel olmasının bir sonucudur. Ama bu ulusların gerçekte hala var olduğu; hatta görünüşte daha da güçlendiği gerçeğiyle çelişmez. Hatta tersi bir sonuç bile doğrular mantıki süreci.
Örneğin eğer dünyada sosyalizm kurulmaz ve insanlık bir ABC savaşı veya ekolojik katastrof sonucu yok olursa, ulusal devletlerin ömrünü doldurmuşluğu gerçeğiyle çelişmez, hatta onun tersinden doğrulanması olur.
Biz de cenazeden bu mantıksal anlamıyla söz ediyorduk, yani somut tarihteki çarpılmalarından soyutlanmış anlamda. Yoksa elbette biliyoruz, Türk sosyalist yuvarların var olmaya devam ettiğini ve varlıklarını dişleriyle tırnaklarıyla savunacaklarını. Zaten Kongre’ye ilişkin analizimizin bundan sonraki bölümleri tam da bu direnişi ele alacaktır. Ve onların kendi cenazelerini kaldırdığından söz etmemiz aynı zamanda onların bu direnişlerine karşı somut bir mücadeledir de.
*
Bu mantıksal ve tarihsel ilişkisi, doğa bilimlerindeki, matematiksel ve mantıksal olanın, yani mümkün olanın bir gün yeni keşiflerle muhtemelen fiziksel gerçek olarak karşımıza çıkmasına benzer.
Ne demek istiyoruz?
Bir üçgenin üç açıları toplamı 180 derecedir  önermesi bir postulattır. Postulat, yani kanıtlanamaz kabul, olduğuna göre pek ala bu postulatı kabul etmeyen bir geometri de kurulabilir teorik olarak. Kurulmuştur da, Riemann ve Lobaçevski geometrileri, bir üçgenin iç açıları toplamının 180 dereceden büyük ya da küçük olduğu aksiyomuna dayanırlar. İlk bakışta saçma gibidir. Ama işler arazi ölçümlerinden çıkıp da astronomik boyutlara geldiğinde, çok daha doğru olarak ortaya çıkarlar. Einstein'ın çekim gücüyle eğrilen uzaylarında ancak bu geometriyle uygun hesapları yapabilirsiniz.
Ama bizim yaşadığımız evrende, bir karşılığı olmasaydı da doğruluğundan bir şey kaybetmezdi bu geometriler.
Bir başka örnek. Bir şey ne ise odur, bir şey aynı anda hem orada hem burada olamaz gibi en temel sayılan aksiyomlar vardır, “sağduyu”nun dayattığı. Ama bunların tam tersi aksiyomlar kabul edilerek te bir matematik ve fizik de kurulabilir. Ve mantıksal olan gerçek olmuştur, kurulmuştur da. Quantum fiziği bir bakıma, tam da bu türden aksiyomları sorgulayan bir dünyanın bizlerin algıladığı dünyadan çok daha doğru ve gerçek olduğunu; hatta bizlerin algıladığı dünyanın böyle bir dünyanın varlığı üzerinde yükseldiğini de göstermiştir. Belirsizlik ilkesi bir bakıma “sağduyu”nun dayattığı bu aksiyomları sorgular.
Bir başka örnek. Matematik olarak tıpkı üç veya dört boyutlu uzaylar gibi, çok daha fazla, örneğin 12 boyutlu uzaylar da kurulabilir, hatta bu boyutların bazıları, tıpkı bir boruda olduğu gibi kendi üzerine kapanmış bile kabul edilebilir ve bu uzayların davranışları üzerine hesaplar yapılabilir. İlk başta matematik bir fantezi gibi görülebilir bütün bunlar.
Ama bu matematik olasılık, bugün fiziksel alemi açıklayabilecek en güçlü teorileri sunar görünmektedir. Bugün fizik 12 veya daha fazla boyutlu, bazıları kendi üzerine kıvrılmış uzaylardan söz ediyor. Dört temel gücü bir tek formülde birleştirmeyi deneyen teoriler böyle bir matematiğin geçerli olduğu bir evreni var sayıyor.
Toplum bilimde (Yani Marksizm’de) de böyledir. Bir gidişin özünü kavramlarla ayrıştırıp onu tarihsel gerçek hareketinden soyutlayıp incelediğinizde, sonuçlar hiç de gerçekte görülene benzemez, hatta saçma gibi görünebilir. Ama er veya geç o tarihsel süreçte mantıki olanın gerçek karşılığını da bulursunuz.
Toplum ve tarihten bir başka örnek. Troçki, bütünüyle Marks ve Engels’in geliştirdiği kavramlara dayanarak, (hukukun ekonomiden daha ileri olamayacağı, yoksulluk temelinde sosyalizm kurulamayacağı ve kurulmaya kalkıldığında bütün pisliklerin geri döneceği önermesinden) Sovyetler ’de bir karşı devrim yaşandığından; iktidarın bir bürokrasinin elinde olduğundan; tek ülkede sosyalizm olamayacağından; bu bürokrasinin bir gün kapitalizmi geri getirip bir burjuva sınıfına dönüşeceğinden söz ediyordu, hem de Sovyetler’ in adeta beş yıllık planlarla kriz içinde bocalayan kapitalist dünyaya meydan okuduğu, başarıdan başarıya koşar göründüğü otuzlu yıllarda. Troçki’nin önermelerinin gerçek hayatta hiç bir karşılığı yok gibi görünüyordu. Ama bugün baktığımızda, aslında doğrulananın bu önermeler, dolayısıyla Marksizm olduğunu görüyoruz.
*
Elbet Türk sosyalist hareketinin yuvarları hala olduğu yerde duruyorlar ve hala belli bir güçleri de var bu halkın örgütsüz ve darma dağınık olduğu bu ülkede. Ve bu güç Kongre’de sanıldığından çok daha güçlü olarak ifadesini de buldu, Kongre üzerine yazan bir çok yazarın da açıkça ifade ettiği gibi[1].
Hatta kendi cenazesini kaldırdığını söylediğimiz Türk sosyalist yuvarları, onları öldürecek, sürünmelerine son verip bir an önce yok olmaları için bir merhamet vuruşu yapacak bir güç ortaya çıkmazsa, Zombiler gibi yaşamaya devam edebilir.
Ama o zaman bu varlığını sürdürme, Kürt özgürlük hareketinin bulunduğu açmazları aşamaması, tecrit olması ve yenilgisi; dolayısıyla Türkiye’deki demokratik hareketin ve yükselişin gerilemesi ve yenilgisi; buna bağlı olarak gericiliğin ve çürümenin egemenliğini sürdürmesi; hatta askeri bürokratik oligarşinin yeniden eski gücü ve güvenini kazanması anlamına gelir.
Ve bu durumda, Türkiye’nin şarklılığı (geriliği ve gericiliği, demokrasiye uzaklığı, güçlü devlet) daha da pekişir. Yani bu öznel gelişimin sonuçları nesnel koşullar haline gelebilir. Böylece kendini besleyen bir süreç başlayabilir, bir tür fasit dairenin içine de düşebilir ülke. Ve bizzat şarklılığın bu zaferi, o gericilik ortamı tıpkı doksanlı yıllardı ve iki binlerin ilk on yılında olduğu gibi o Türk sosyalist yuvarlarının besleneceği yeni bir dönemi başlatabilir. Kimi bakteriler oksijensiz ortamlarda yaşayabilirler. Türk sosyalist hareketinin yuvarları da geriliğin ve gericiliğin egemen olduğu bir atmosferde soluk alabilirler.
Aslında bunun örnekleri de var Türk sosyalist hareketlerinin tarihinde. Türk sosyalistleri, 1980’lerin ortasından sonra, yükselen Kürt, kadın ve işçi hareketinin etkisi ile, oldukça verimli ve temeldeki hatalara yönelik teorik bir tartışmalar ve araştırmalar dönemine girmişlerdi[2]. En iyiler örgütlerin taşlaşmış yapısı içinde bir çözüm bulunamayacağını gördükleri için örgütleri terk ediyorlar ve daha özgürce okumaya, yazmaya ve mücadele olanakları aramaya yöneliyorlardı. Bütün örgütler muazzam bir kan ve güç kaybı içindeydiler. Bu arayışlar Kuruçeşme denen sürecin ortaya çıkmasına neden olmuştu.
Ama o Kuruçeşme, var olan örgütlerin salhanesi olabilecekken, Mahir Sayın gibi çok “ince politikaları”, “taktikleri” bilen ve “gerçekçi” sosyalist arkadaşların, hem ideolojik bir egemenlik kuramadıkları, hem de Dev-Yol işin içinde değil diye torpillemeleriyle, boyunlarını vurdurmak üzere Kuruçeşme salhanesine gelmiş sosyalist yuvarların ve örgütlerin yeniden güç ve hayat buldukları bir restorasyon yeri oldu. Devrim’i yapacak, (o yuvarları yok edecek), kararlılık cesaretiniz olmazsa, 1848 devriminin “Frankfurt Parlamenterleri” gibi korkakça davranırsanız, her zaman eski rejim (burada Sosyalist Yuvarlar) kendini yeniden daha güçlü olarak toparlar. Olan buydu, Kuruçeşme ve sonrasında.
Hele Sovyetler’in çökmesi ve bu çöküşten de beslenen 90’lı yıllardaki Özel Savaş Rejiminin gericiliği, bu tarihsel olarak ömrünü çoktan doldurmuş ve Kuruçeşme salhanesinde varlıklarına son verilebilecek yuvarların varlıklarını sürdürebilmeleri için elverişli koşullar oluşturdu. Oksijende yaşayamayan bakteriler gibi, bir devrimci kabarış döneminde yaşama şansı olmayan bu gericileşmiş sosyalist yuvarlar da ancak böyle gericiliğin uzun süren gecesinde varlıklarını sürdürebildiler ve bugün hala Kongre’de belirleyici ağırlıkları varsa bu nedenledir.
Bunun ikinci baskısı, yine Mahir Sayın’ın başta gelen katkılarıyla ÖDP’de görüldü. Kuruçeşme Dev-Yol yok diye torpillenmişti; ÖDP ise Dev-Yol’u katmak ve hazmetmek için kuruldu. Peki ne oldu? Aslında fiilen bitmiş, kendini beğenmişliğiyle diğer soldan tecrit olmuş bulunan, tam da bu nedenle eskiden hor gördüklerine yanaşma yolları arayan Dev-Yol ÖDP’de yeniden canlandı ve ilk yaptığı da kendisini canlandıranları yemek oldu.
Kuruçeşme, ömrünü doldurmuş sosyalist örgütleri; ÖDP de ömrünü doldurmuş Dev-Yol’u yeniden canlandırdı.
Bu Kongre’nin akıbetti de böyle olabilir pek ala. Kendi cenaze merasimlerini yapan Türk sosyalist yuvarlar, kendilerine karşı kararlılıkla durulmaz ve mücadele edilmezse, pek ala buradan güçlenerek çıkabilirler. Hatta bu Kürt hareketinde yol açacağı zafiyetle (yani Türkiye’nin Batı’sında bir demokratik ve devrimci örgütlenme ve kabarışı engelleyerek, dolayısıyla sonuçta Kürt Hareketi içinde burjuvazinin ağırlığını arttırarak böylece tecridi daha da pekiştirerek) bir gerileme ve yenilgiye. Bu yenilginin ve gerilemenin ideolojik ve sosyal iklimi de bu yuvarların varlıklarını sürdürebilmeleri için çok elverişli koşullara yol açabilir.
Bu nedenle, şu Kongre’nin anlamı ve oradaki somut olayların analizi hayati önem taşımaktadır.
Bu Kongre (HDK, Halkların Demokratik Kongresi) ya bu yuvarların bir salhanesine dönüşecektir, ya da bu yuvarlar henüz yeni yeni emeklemeye başlayan bu demokratik hareketi çıkardıkları toksinlerle zehirleyeceklerdir.
Bu tehlike bizzat Kongre’nin ikinci gününde tüm çıplaklığıyla ortaya çıktı.
Kongre’nin ilk günkü, selamlamalar ve konuşmalar bölümü ve sahnelenişi bir bakıma yeni olanın başını kaldırmasıydı.
Ama ondan ötesi, gerek Kongre’nin hazırlığı, gerek divanın yönetimi, gerek tüzüğü, gerek programı ve bunları hazırlayan komusyonları ile bu hareketi boğacak olanların güçlerinden hiç bir şey kaybetmediklerinin bir göstergesiydi.
Bunların her adımının, öyle diplomatik ve ancak “insider” bilgisine sahip olanların anlayacağı bir dille değil, en açık şekilde ve en acımasız bir dille teşhir edilmesi gerekiyor. Aksi takdirde zehirlerini şimdiye kadar akıttıkları gibi akıtmaya devam edeceklerdir.
Bu yazı serisinin bundan sonra bir bakıma tam da bunu yapmaya çalışacaktır.
*
Ama ondan önce ilk gün yaptığım konuşmayı burada özetleyeyim. Zaten konuşmamda bir başka bağlamda tam da bu sorunlara değiniyordum.
Ayrıca buna şundan dolayı da gerek var, çünkü Kongre’ye ilişkin haber ve yorumların hiç birinde, konuşmamın içeriği bir yana bir konuşma yaptığıma dair bir bilgiye bile rastlamadım. Konuşmak için söz almamın bir nedeni de, o kritik noktada tarihe bir not düşmekti aynı zamanda.
Aslında Kongre’ye delege olarak katılmamıştım. Delege olarak katılabilmemin bir çok yolu da olmasına rağmen, sosyalist yuvarların, daha çok delege elde etmek için yaptıklarını görünce (Örneğin zaten bir sosyalist örgüt olduklarından kontenjanları ve delegeleri var. Sonra etkilerindeki örgütler aracılığıyla, kitle örgütleri kontenjanından giriyorlar, bir de bağımsız diyerek bağımsızlar kontenjanından.) delegelik peşindeymiş durumuna düşmemek için, bağımsız bir izleyici olarak Kongre’ye gitmeyi yeğledim. Nasıl olsa yazılarımla elimden gelen katkıyı yapmaya çalışıyordum.
Buna bağlı olarak Kongre’de her hangi bir şekilde söz almayı da düşünmüyordum başlangıçta. Ancak önce çeşitli dillerdeki selamlamaların ve arkadaki çeşitli diller ve alfabelerdeki “birleşiyoruz”ları; bu “birleşiyoruz”ların, o diller veya “halklar”ın, politik birimleri ifade etmeleri durumunda fiilen bir “bölünüyoruz”a döneceğini ve kimsenin bunun bilincinde olmadığını görünce; Ertuğrul Kürkçü’nün esas olarak oraya gelenlerin ruh haline tercüman olan konuşmasını da dinledikten sonra en azından Ertuğrul’u ve o sahneleri destekleyen bir konuşma yapmanın ve Kongre'yi bekleyen tehlikeye dikkati çekmenin sonraki gidiş üzerinde küçük de olsa olumlu bir etki yapabileceğini düşünerek söz aldım ve yanlış hatırlamıyorsam açılıştaki en son konuşmayı yaptım.
Özetle aşağıdakileri söyledim, ya da söylemeye çalıştım. (Kötü bir konuşmacı olduğumdan neyi ne kadar anlatabildiğimi bilmiyorum.)
“Engels’in de dikkati çektiği gibi, tarihteki en devrimci hareketler en kötümser, gelecek beklentisi olmayan, kaderci tarikatlar tarafından yürütülmüştür. Çünkü umut bile kaybedecek bir şeydir. Ve kaybedecek bir şeyiniz varsa, yeterince radikal olamazsınız. Walter Benjamin’in dediği gibi “Umut bize umutsuzlar için verilmiştir”.
Bir büyük devrimci, “kötümserlik devrimci bir erdemdir” der. Kötümser ve umutsuzsanız, hayal kırıklıkları yaşamaz ve oradan oraya savrulmazsınız. Kötümser tahminler yaptığınızda, tahminleriniz genellikle gerçek olur.
Ama burada sizlere devrimci erdemi yitirmeyi ve yanılmayı göze alarak iyi şeyler söylemek istiyorum.
Bu kongre girişimi, muhtemelen başarıya ulaşacaktır. Ama bu başarıyı hazırlıkları mükemmel olduğu için değil; tüzüğü, programı doğru ve iyi olduğu için değil; hazırlıkları, tüzük ve program önerileri berbat olmasına rağmen yakalayacaktır.
Neden?
Çünkü her şeyden önce sosyalistler, artık Kürt Özgürlük Hareketinden uzak durmanın değil, ona yaklaşmanın artık varlıklarını sürdürmeye yarayacağını görüyorlar.
Ama ne oldu da böyle bir değişim ortaya çıktı.
Bunda elbette Kürt Özgürlük Hareketinin başarıları belirleyici bir önemde. Ama buna bağlı olarak aslında toplumdaki güçlerin bir zemin kayması gerçekleşiyor.
Öncelikle, Askeri Bürokratik Oligarşi, stratejik bir dönüş yapıyor. Nasıl 28 Şubat, Selamet, Nizam, Saadet, Refah gibi partilerde ifadesini bulan eski politik İslam’ın sonunu getirip, tam bir paradigma değişimini zorlayarak ve buna yol açarak AKP’nin iktidarına yol açtıysa, şimdi de Ergenekon tevkifatları, Askeri Bürokratik Oligarşinin inkarcı, taşlaşmış ve çürümüş kesimlerini tasfiye ederek, onun içindeki reformcu; stratejik bir dönüşten yana güçlerin önünü açmaktadır. Cepheler 180 derece dönmektedir. Bu en iyi CHP’deki değişimlerde görülebilir. Bu güçler, şimdi AKP’ye karşı Kürt hareketiyle ittifaka yönelmektedirler. Bunu en iyi ve açık biçimde seçimlerde gördük. Bu güçlerin etkisindeki medyanın Blok adaylarına, Özellikle Sırrı Süreyya ve Ertuğrul Kürkçü’ye açtığı kanallar bunun bir kanıtıdır.
Ayrıca bu  güçler, şimdiye kadar kendi destekçisi olan güçlerde de benzer bir dönüşü de sağlamaya çalışmaktadırlar.   
Hem bu çabalarla bağlantılı hem de bundan bağımsız olarak, şimdiye kadar, kültürel bakımdan daha demokratik geleneklere bağlı ama özellikle son yirmi yılda politik olarak askeri Bürokratik Oligarşinin desteği olmuş tutucu politikaları desteklemiş şehir orta sınıfları ve Aleviler, “bu ordu artık bizi koruyamaz, Kılıçdaroğlu da fos çıktı” diyerek yavaş yavaş Kürt hareketine gözlerini dikiyorlar ve onunla birlikte hareket etmezsek bu AKP bizi silindir gibi ezer geçer diye düşünmeye başlıyorlar.
Bu aslında çok derinden ve yavaş işleyen bir süreç. Ama tıpkı tektonik kıta kaymaları gibi karşı durulamaz bir gücü de var. Bir bakıma sosyalist yuvarların Kürt hareketine yaklaşması; hatta bizzat bu Kongre’nin toplanması, bu kaymanın semptomları olarak da görülebilir.
Bu kayma, Kürt hareketini tek ayaklılıktan kurtarıp, Türkiye’nin batısında ikinci bir ayağa sahip olmasına yol açar. Ve Kürt Özgürlük Hareketi batıda Demokratik özlemlerin ifadesi bir hareketin desteğini gördükçe, demokratik özlemlerini daha net ve açık olarak ifade etmeye; Kürt burjuvazisi ve milliyetçilerine karşı daha net bir tavır alır. Bu da tekrar batıdaki demokratik güçlere ulaşmayı destekler ve kolaylaştırır. Böylece olumlu yönde, demokratik güçleri güçlendiren ve kendini besleyen bir süreç başlamış olur. Bu da sadece Türkiye’de değil, Orta Doğu’da bir demokratik ve devrimci hareketin yükselişine yol açabilir.
İşte böylesine sosyal bir temeli olduğu için bu Kongre Girişimi, öncekilerden farklı olarak  başarıya ulaşabilir.
İşte bu noktada bu Kongre’nin ve bu girişimi başlatan sosyalist örgüt ve güçlerin tarihsel işlevi ortaya çıkıyor.
Eskiden tulumbalar vardı. Bunlarla su çekmek için, önce içlerine bir maşrapa su koymak gerekirdi. Bu bir maşrapa suyunuz yoksa, kuyuda su da olsa, tulumba da olsa suyu çekemez, o süreci başlatamazdınız.
Aşağıda su var, yani toplumun önemli bir kesiminde tektonik bir kayma var. Tulumba da var. İşte burada Türk sosyalistlerine ve bu kongre bileşenlerine düşen tarihsel görev, kirlenmiş de olsa bir maşrapa su olabilmektir. Evet yıllardır kirlenmiş, dibinde toprak parçaları birikmiş, üstünde saman tanecikleri yüzen bir su gibiyiz. Ama kirli de olsa bu su, temiz suları çekmenin aracı olabilir ve o billur gibi sular çekilmeye başlandığında bizlerin kirini de alıp götürecektir.
O halde görevimiz bir maşrapa bu olabilmektir.
Elbette bu yapılacaklara bir başlangıç olabilir. Bundan sonra karşımızda iki yol vardır. Aydınlanma’nın yolu ya da birleşmiş Milletlerin yolu. Bu peygamber topraklarının diliyle söylersek, Muhammet’in yolu veya Nuh’un yolu.
Hazreti Nuh’un gemisi sanılanın aksine, bir gemi değil, bir Sümer Zigurratıdır. Nuh, ilk Panteonu, ilk Kabe'yi kuran devrimcidir. Kabe de başlangıçta, tanrıların (putların, totemlerin) toplandığı yerdi (Panteon). O totemler, komünleri, aşiretleri ve onların ilişkilerini ifade ediyordu.
Nuh’un gemisine topladığı hayvan ve bitkiler, aslında o panteon veya zuhuratta bir araya gelen aşiretler, komünlerdi. Üretici güçler ve ticaret gelişmiş, önceleri insanların  var oluşunun aracı olmuş totemler ve aşiret ilişkileri yeni toplumsal ilişkilerin önünde bir engel haline gelmişti. Bunların bir panteonda birleşmesi, bir dinde birleşmesi, yeni duruma uygun toplumsal ilişkilerin kurulması anlamına geliyordu.
Nuh’un yaptığı zamanına göre çok büyük bir devrimdi ve bu nedenle en büyük devrimcilerden biri olarak peygamberler arasında en önemlilerinden biri oldu.
Ama bu putların bir araya getirilmesi, Hindistan’da ve Hinduizm’de olduğu gibi, o bir araya gelenlerin bölünmesini ve giderek taşlaşıp kastlaşmasını engelleyemedi. Ya da o bilgi tekelini elinde tutan rahiplerin, İran’da olduğu gibi Mecusi rahipleri kastı haline gelmesini engelleyemedi. (Bugünkü mollalar, Ayetullahlar bu Mecusi rahipler kastının İslam biçiminde sürmesinden başka bir şey değildir.) Hatta bunun aracı oldu.
Bu açmazı, hazreti Muhammet, bir yandan "Oku"yu Kuran’ın ilk emri yaparak, yani okuma yazmayı, bilgiyi rahipler kastının tekelinden alarak, demokratikleştirmeyi deneyerek; diğer yandan bir kastlaşmanın ve eşitsizliğin aracı olan bütün o putları kurarak ve bir tek Allah’ı tanıyarak aşmaya çalıştı.
İşte iki yol budur. Ulusun, Türklükle veya her hangi bir dil, din etni, tarih vs. ile  tanımlanmasına son verilerek; ulus böyle tanımlamalara karşı mı tanımlanacaktır? Yani Muhammet’in çözümü gibi bir çözüme gelinecektir? Yoksa, Nuh’unki gibi, her biri dille, dinle, tarihle, soyla tanımlanmış politik birimlerin bir araya gelmesi mi? Tarih bu yolun nasıl kanlı sonuçlara yol açtığını Balkanlar’da, Sovyetler'de ve her yerde gösterdi. Günümüzde bu Panteonların karşılığı, Birleşmiş Milletler’dir. Onun Mekke’nin putlarla dola Kâbe'si kadar bile barış getirmediği ve birleştirmediği ortadadır.
Muhammet’in yaptığın daha sonra, Aydınlanma, bütün uygarlık ve komün dinlerini kişilerin özel sorunu yaparak, bunun için de özel ve politik diye bir ayrım yaparak, yani eski dinleri, toplamsal ilişkileri düzenlemekten çıkararak yapmayı denedi.
Ulusçuluk ise bu deneyi daha doğarken boğan bir karşı devrim oldu. Özel ve politik ayrımı başlangıçta ve Aydınlanma’da eski dinleri toplumsal örgütlenmeden dışlamanın, eşitlemenin aracıyken; ulusçuluk bu ayrıma dayanarak ve politik olanı bir toprak parçasında yaşayanlarla, dille, dinle, etniyle tanımlayarak, insanlığı bölmenin ve eşitsizlikleri geliştirmenin aracına dönüştürdü.
Sorun bu bağlamda da şöyle formüle edilebilir. Ulusçuluğun emri vakisi kabul mu edilecektir, yoksa, ceza suçun cinsinden olacaktır denip; uluslar ve ulusçuluk da kişilerin özel bir sorunu olarak tanımlanıp; ulusçuluğa karşı şerbetli ve kendini yenilemiş bir Aydınlanma’ya mı dönülecektir?
Bu somut olarak, bugünün Türkiye’sinde, ulusun bir dille, dinle, etniyle, soyla tanımlanmasına karşı olmak demektir.
Yani Kürtlüğün de bir kolektif kimlik olarak tanınması, bir politik birim olması değil, Türklüğün de kolektif bir kimlik olmaktan çıkması; politik bir anlamı olmaması; bireysel bir hak olması, yani Türklüğün de tanınmamasıdır.
Bu yapılmadığı takdirde kanlı boğazlaşmalar kaçınılmazdır.
Demokratik ulusçuluk özünde budur.
Demokratik Özerklik de ancak bir demokratik ulusçulukla bölmez ve birleştirebilir.
En geniş otonomi, otonom olanların, aynı demokratik ulusçulukta birleşmeleriyle birleştirebilir. Yani Demokratik Ulus ve Demokratik Özerklik birbirinden ayrılmaz.
Ama demokratik bir ulus ve ulusçuluk için mücadelede Türklere, yani bu bloğun bileşenlerine önemli bir görev düşüyor: Türklüğün politik bir anlamı olmasına karşı mücadele. Ulusun bir dil, din. etni, soy, sop, tarih ile tanımlanmasına karşı duruş. Bunu Türkler başlatmalı ve ancak onlar başlatabilir. Türk sosyalistleri, sosyalistlikten önce Türk olmayı ve Türklerin içinden Türk olarak Türklüğün politik olarak tanımlanmasına karşı; yani ulusun Türklükle tanımlanmasına karşı mücadeleyi başlatmalıdırlar.
Bu yapıldığı takdirde Kürt Özgürlük Hareketi bu davete derhal gelecektir.
Ve işte o zaman, Fransız Devrimi'nin idealleri iki yüzyıl sonra, tarihsel deneylerden çıkardığı sonuçlarla ve ulusçuluğa karşı şerbetlenmiş olarak, yeniden bu Orta Doğuya ayak basabilecek ve belki de buradan hareketle yer yüzündeki uluslara karşı bir sefere dönüşebilecektir.
Kongre'yi böyle bir tarihsel bağlam içinde görmek gerekir.”
Yanlış hatırlamıyorsam, aşağı yukarı böyle bir şeyler söyledim ya da kafamda bunlar vardı söylemek istediğim, ne kadarını nasıl söylediğimi bilmesem ve tam olarak hatırlayamasam da.
Ama esas olarak bu mesajı verebildiğimi sanıyorum.
Kongre bu konuşmada dikkati çekilen tehlikelerin ne kadar büyük ve yakında olduğunu gösterdi.
Bunları da diğer yazılarda ele alalım.
23 Ekim 2011 Pazar
Demir Küçükaydın





[1] Birkaç örnek verelim.
Kongre divanı, çağrıcı milletvekillerinin önergesi ile seçildi. Divana önerilenler esas olarak merkezden önerilmiş ve merkez bölgeden(İstanbul)  Kongre bileşeni farklı siyasetlerin temsilcilerinden oluşmuştu. Adeta az önceki farklı kültür ve inançlardan oluşan toplum gerçeği gösterilip geri çekilmiş, yerel ve bölgesel temsiliyet adına siyasal yapılar divana oturtulmuştu.   Açılıştaki yeni arzulanan toplum anlayışı geleneksel eski toplantı anlayışına kurban edilmişti. Kongre divanının çok önemli olan  “Toplumsal olanı siyasallaştırma, siyasal olanı toplumsallaştırma”   vurgusu uygulanan bu pratikle örtüşmüyordu.” (Tayfun İşçi, “Halkların Demokratik Kongresi’nin Düşündürdükleri”)
“Ancak tüzük ve program oluşumlarında da eski geleneksel yanlışlar peşimizi bırakmıyordu. Tüzük ve komisyon oluşumu yine merkezden ve yine merkez bölgeden ve yine farklılıkları gözetmeyen bir anlayışla oluştu. Sözler çok yeni ve çok güzeldi. Fakat pratik ve yaşam eski yanlışlardan kurtulmuyordu.” (Tayfun İşçi, agy)
(...) delegelerin ve Meclis’in bileşiminin konsensüsle belirlenmesinde ortaya çıkan “örtük rekabet”in sırıtır derecede kendini dışa vurmuş olması ve adeta “delege kapma yarışı”na dönüşmüş olmasıdır.” (Günay Kubilay, “Yeni Güne Merhaba”)
[2] Seksenli yılların ikinci yarısında çıkan teorik dergiler ve tartışma konularına bir bakmak bile yeter bu günle aradaki uçurumu görmek için. Tipik örnek Kurtuluş’tur. Daha radikal arayışları engellemek için bile olsa, “Sosyalist demokrasi” ve “Kadın sorunu” tartışmalarına başlamıştı. O zamandan beri en küçük bir teorik tartışma yoktur. Şimdi bir tükenişin belgesi olan “taciz” tartışmaları vardır artık. Kurtuluş sadece bir örnek. Daha onlarca örnek sayılabilir. O dönemden beri Türkiye sosyalistlerinde teorik tartışma diye bir şey yok artık.

Hafızasızlık ve “Aufhebung” - Halkların Demokratik Kongresi Üzerine Notlar (3)

$
0
0

Hafızaları şöyle kısaca bir tazelemek gerekiyor önce, bu hafızasını yitirmiş ve gazetecilerin “fikri takip” dediği şekilde, bir konudaki tüm gidişi göz önüne almayı bilmeyen bu ülkede ve bu ülkenin sosyalistlerinde. Ve bu nedenle, her yeni adım, Amerika’yı bir yeniden keşif denemesi, dolayısıyla bir güç ve zaman kaybından başka bir anlama gelmemektedir.
Geçmiş yok sayılarak, unutularak, eleştirel bir şekilde değerlendirilmeden aşılamaz.
Ama eleştirel bir değerlendirilmesinin de yapılabilmesinin çok banal, çok basit ve kaba gibi görünen, fakat “barut yoktu” gibi çok temel bazı koşulları vardır: en azından olgular hakkında asgari ölçüde doğru bir bilgi.
Bu bilgi olmadan, bu bilginin kaynaklarına herkes erişebilir olmadan; bu bilgi yazılı olmayan hafızaya bir şekilde işlemeden, bırakalım geçmişi aşmayı ve dersler çıkarmayı bir yana; o geçmişin ulaştığı noktalara bile ulaşılamaz.
Bir örnek verelim. Kongre’de Program’ın sunumunu yapan arkadaş, 150 yıllık İşçi hareketinin tecrübelerine, bunların sistemleştirilmesi çabalarına meydan okurca, Program taslağının yapılacak işleri kararlara bıraktığını, ilkeler üzerinde durduğunu söylüyordu[1]. Halbuki , bütün modern tarih, işçi hareketinin deneyleri ve bütün sosyal hareketlerin deneyleri, ilkelerle, ilke bildirimleriyle sadece tarikatler kurulabileceğini; modern toplumda ancak somut yapılacak işlere dayanan programlarla en geniş birlikler kurulabileceğine ilişkin en basit, en sıradan, en alfabetikdersi çiğniyor ve sanki böyle bir ders yokmuş gibi Amerika’yı yeniden keşfetmeye çıkıyordu.
Ama burada korkunç olan şudur: Böyle farklı bir program anlayışı da savunulabilir elbette, yani programların yapılacak işleri değil, ilkeleri, soyut kavramları içermesi gerektiğine dair, ama bunu en azından eski derslerin, yani programın bir ilkeler deklerasyornu değil bir yapılacak işler planı olduğu ve olması gerektiği konusundaki 150 yıllık dersle bir çatışma içinde, onun eleştirisi biçiminde yapılması yoktur ortada. Sanki ortada böyle hiç bir şey yokmuş gibi, yok sayılarak söylenmektedir bütün bunlar. Tarihe ve darlarına karşı bir eleştiri değil, bir susuş kumkuması vardır.
O korkunç, tarihi ve takvimi kendisiyle başlatan ve yok saydığı tarih yüzünden çarpılan ve çarpılmaya mahkum olan şarklılık budur.
Ve o yok sayılan derslerin ve tecrübelerin intikamı sanıldığından daha çabuk geldi. Programa ekler önerilmeye başlayınca, bunun nasıl bir saçmalıkla sonuçlanacağı (Özellikle Ermeni Soykırımı ile ilgili tartışmalar hatırlansın) hemen görüldü.
Bir başka örnek verelim yine programla ilgili. Biz ilk gün Program taslağı üzerine genel olarak o programın baştan aşağı yanlış olduğunu söylediğimizde, Divan’da bulunan bir kadın arkadaş, böyle ifadelerin bunca emeğe saygısızlık olduğunu söyledi.
Bu müdahalenin her yeri baştan aşağı yanlıştı.
Birincisi, Divan’da bulunmak içerik üzerine tartışmalara böyle müdahale hakkını vermezdi. Bunu söylemek için bir kongre katılımcısı olarak söz alması gerekirdi.
İkincisi, politik bir eleştiriye, ahlaki kriterlerle cevap vermek yanlıştır. Kimsenin emeğine saygısızlık falan söz konusu değildi. Tam da o emeğe saygı gösterildiği için boşa gitmiş bir emek olduğu için eleştirilmekteydi.
Ama eğer bir emeğe saygısızlık varsa, daha sunumunda bir ilkeler bildirisi olduğu söylenen program, Gerek işçi hareketinin 150 yıllık emeğine, gerek bizzat bu satırların yazarının ta Çatı Partisi tartışmalarından beri, neredeyse bir kitap oluşturacak kadar çok yazdığı program üzerine yazılara karşı en büyük saygısızlıktı. Çünkü onları var olarak bile görmüyor, yokmuş gibi davranıyor ve tam bir susuş kumkumasına getiriyordu.
Ama bu konulara sonra program bahsinde ayrıca geleceğiz. En basitinde kalalım. Olgular düzeyinde, “barut yoktu”da
Şimdi Türkiye’deki sosyalistlere, Türk sosyalistleri tarihlerinde kaç kere birleşme girişimlerinde bulundular, bunlarda kimler hangi tezleri savundu ve bu girişimler neden başarısız oldu diye sorulsa, buna az çok doyurucu bir cevap verecek veya bu konularda doğru dürüst yazı yazmış kaç sosyalist vardır?
Fiilen yoktur denebilir.
Benzer şekilde, Türkiye sosyalistleri ve Kürt özgürlük hareketi arasında ne gibi bir araya gelme girişimleri olmuştur ve bunlar nasıl ve niçin öyle sonuçlanmıştır diye sorulsa, buna bırakalım doyurucu bir cevabı, bunları sadece sıralayacak kaç kişi çıkar?
Bütün bu deneyler hakkında verileri, temel görüşleri, çıkarılan sonuçları bulabileceğiniz bir kaynak da bulamazsınız.
Peki böylesine bir hafızasızlık ortamında, geçmişin eleştirel bir şekilde değerlendirilmediği bir ortamda bu geçmişi aşmak, yeni bir şeyler yapmak mümkün müdür?
Hayır.
Peki bu durumda ne olur?
Her yeni girişim, yok saydığı ve aştığını söylediği geçmişin problemlerine takılır kalır, hatta onlardan geriye düşer.
Alman felsefe geleneğinin “Aufhebung” dediği, içinde taşıyarak ve eleştirerek aşma dediği türden bir “inkar” (Negation) olmadan, aşma yapılamaz. Yok saymak, görmezden gelmek ise bu yaklaşımın inkarı ve en büyük düşmanıdır. Şarklılık tam da budur. Ve maalesef bütün kongre çalışmalarına bu şarklılık damgasını vurmuştur.
Marksizm, Aydınlanma’nın birikimini, eleştirerek ama içinde de taşıyarak aşar. Lenin, Troçki, Kıvılcımlı, Luxumburg, Frankfurt Okulu vs. Marks ve Engels’in temellerini attıkları öğretiyi, içlerinde taşıyarak ve eleştirerek geliştirirler. Bizim “Marksizmin Marksist Eleştirisi” kitabımız, Marksizmi içinde taşıyarak ve eleştirerek bir aşma denemesidir örneğin. Kimilerince çok garipsenen adının tam da vurgulamak istediği bu Marksist geleneğe bağlılıktır.
Ama Şark’ta, her hanedanın, her uygarlığın, her dinin tarihi ve takvimi kendisiyle başlatması gibi, geçmişin birikimini içinde taşıyarak ve eleştirerek aşma pek görülmez. Ve tam da bu nedenle, her din, her uygarlık, her hanedan yok saydıklarının kaderini paylaşmaktan, yıkılmaktan ve sonra gelenler tarafından yok sayılmaktan kurtulamaz.
Türkiye sosyalistlerinin birlik veya Kürt Ulusal hareketiyle Türk sosyalistlerinin ittifak girişimlerinin tarihi, bir bakıma yok sayma ve yok sayılmaların tarihidir. Dolayısıyla, eğer bu Kongre girişimi de  kendinden öncekiler gibi, öncekileri yok sayarsa, yok sayılmaktan kurtulamayacaktır denilebilir.
*
“Olgular hakkında bilgi” dedik. “Asgari ölçüde bilgi” dedik. Olguların içinde yaşayanlar bile bu bilgileri vermezler çoğu kez. Herşey bir resmi tarihin ve anlatımın ardına gizlenmiştir. O nedenle o asgari bilgiye ulaşmak bile ciddi bir arkeolojik çalışma gerektirir.
Örnekleyelim.
Daha önce 2008 sonunda Bilgi Üniversitesi’nde yapılan “Çatı Partisi” ve daha sonra 27-28 Haziran’da Ankara’da “Demokrasi İçin Birlik Hareketi” ile ilgili haber ve yorumlar ile bugünkü Kongre ile ilgili haber ve yorumları karşılaştırırsanız hiç bir fark göremezsiniz. Hepsi aynı resmilik, içtenlikten yoksunluk ve gerçekleri gizlemekle maluldurlar. Haberlerden birini alıp diğerinin adını koysanız hiç bir şey değişmez.
Örneğin 20-21 Aralık 2008 bilgi Üniversitesi toplantısından sonra verilen bir haberde şunlar görülüyor:
Çatı Partisi'nin oluşumunun ve alt yapısının tartışıldığı 20-21 Aralık toplantılarının sonuç bildirgesi açıklandı. Çatı bileşiminin kriterlerinin aktarıldığı bildirgede 'Aramıza önce katılan ya da sonra katılan, bireysel ya da örgütsel katılan farkı olmayacak. Bütün katılımcılar eşit olacak. Program ve tüzüğü birlikte tartışarak yazacağız. Demokrasiyi, özgürlüğü, adaleti, eşitliği, kardeşliği dayanışmayı ve barışı özellikle bu inşa sürecinde hayata geçireceğiz' denildi.http://www.koxuz.org/anasayfa/node/2428
Bu ve bunun gibi haberlerin hiç birinde, “Çatı Partisi” toplantısının bir fiyaskoyla sonuçlandığı, toplantının sonunda zevahiri kurtarmak üzere bir “komisyon” kurulduğuna dair bir ipucu bulunabilir mi? Hayır!..
O zamanlar bu toplantının bir fiyasko ile sonuçlandığını sadece bu satırların yazarı yazıyordu. Böyle yazdığı için de herkesin nefretini üzerine çekiyordu.
Bugün ise, o girişimin bir fiyasko olduğunda herkes hemfikir.
Benzer şekilde, 27-28 Haziran’da Ankara’da Yılmaz Güney Sahnesi’nde yapılan toplantı için da aynı durum söz konusudur. İşte hemen toplantı sonrasında bir haberden kısa bir giriş bölümü:
“Çatı Partisi girişimi bundan sonra 40 kişilik yeni koordinasyonu ile hareket olarak yoluna devam edecek. Koordinasyon bütün illerde toplantılar yaparak, "Demokrasi için birlik" fikrini yerellere indirgemek için çalışma yürütecek ve katılımcıların kapsamını geliştirmeye çalışacak. Koordinasyon, Eylül ya da Ekim aylarında bir çalışmayı somutlaştırmayı amaçlıyor.
Çatı Partisi'nin toplantının sonunda yapılan tartışmalarda ise daha çok öneriler dile getirildi.
Ayşe Berktay, isimli katılımcı, oluşturulmak istenen hareketin kadınlarla buluşturulması gerektiğini belirterek, kadın hareketiyle toplantı yapılması önerisinde bulundu. DTP MYK üyesi Şamil Altan ise, başlangıçtan beri önemli bir yol alındığını ancak buna rağmen "Nasıl bir parti?" tartışmasının devam edeceğini belirterek, "Buradan mutlaka bir koordinasyon çıkaralım. Bunlar bir yanda çalışma yürütürken bir yandan güncel politik durumlara karşı inisiyatif koyabilsinler. Koordinasyon oluşumu önemlidir, önemli deneyimlerimiz var" dedi. Altan, isim içinde "Demokrasi İçin Birlik Hareketi" önerisinde bulundu. Daha sonra konuşan Divan Başkanı Celal Beşiktepe, katılımcıların yerellere döner dönmez il meclisini kurmaya başlamasını ve örgütlenme çalışmalarını yürütmesi gerektiğini belirterek, yapılacak çalışmaların da özveri, emek ve çaba istediğini belirtti.”http://www.koxuz.org/anasayfa/node/3579
Görüldüğü gibi sanki herşey yolundaymış gibi anlatılıyor bu hikayede.
Demokrasi İçin Birlik Hareketi’nin bu toplantısını ölü doğmuş bir bebek olarak tanımlayan sadece bu satırların yazarıydı ve toplantı esnasında da yapılanlara eleştiri yönelten tek kişiydi. Bütün bunlardan dolayı da herkesin düşmanlığını ve nefretini üzerine çekiyordu.
Ama şimdi, Demokrasi İçin Birlik Hareketi’nin aslında ölü doğmuş bir girişim olduğunu yine herkes kabul ediyor[2].
O halde, bu resmi haberlere bakılarak Kongre toplanıtının ne olduğu anlaşılamaz. İçtenlik yoktur bunlarda her şeyden önce.
Bunun için ise, eleştiri ve merak duygusunu yitirmemiş, en azından kendine karşı dürüst olmaya çalışan  bir devrimci olmak gerekir. Bu iş örgütlerin bürokratlaşmış kadrolarının, “apparatçiki”lerin yapabileceği bir iş değildir.
O resmi haberlerin o görünen yüzünün ardındakini görmek ve anlamak gerekir. Ve haberler ne kadar yukarıdakiler gibiyse gerçek o ölçüde farklıdır.
Durum bu Kongre’de de aynıdır.
Ortada “resmi görüş” olarak anlatılmış bir Kongre vardır.
Ama gerçek Kongre bu değildir.
Gerçek Kongre aslında iki bölümden oluşmaktadır.
Birinci bölüm. Çeşitli dillerde selamlar, pankart, Ertuğrul’un ve diğerlerinin konuşmasından oluşan, ilk bölümdür, yeni olanı, olması gerekeni anlatmaktadır.
İkinci bölüm, tam da bu bölümün ardından başlar. Terk edilmesi, yok edilmesi gereken dünyayı, aparatçikilerin  dünyasını ve etkisini gösterir.
Bu üç başlık altında ele alınacaktır.
1)      Kongre Divanı ve Kongre Yönetimi
2)      Program Komisyonu ve Program
3)      Küzük komisyonu ve Tüzük
Muhtemelen bunların her biri ayrı bir yazı oluşturacaktır.
29 Ekim 2011 Cumartesi
Demir Küçükaydın


[1]“ Program komisyonu adına söz alan Alp Altınörs, öncelikle program taslağının en çok tartışılan metin olduğuna dikkat çekti. Mükemmel bir program olmadığını, somut talepleri değil, genel ve ilkesel yaklaşımları ifade etmeye çalıştıklarını söyledi. “Somut talepler karar önergelerinin işidir ve bunlar koşullara göre değişir. Program ise daha üstte durmalıdır” dedi. Önerilerin genellikle somut taleplerle ilgili olduğunu, fakat buraya gelişin felsefe ve mantığına uygun bir metin çıkarmaya çalıştıklarını söyledi. bölümlerin mantığına da değinen Altınörs, programın başarmak istediği şeyi de şöyle açıkladı. “Ezilenler içinde önyargılar var. Falancalar falanca soruna duyarlı olmaz deniyor. Bunu kırmak istiyoruz. Bu programda kapitalizm, emperyalizm, erkek egemenliğinden söz var. Kongrenin bütün bileşenlerinin anlayışını ortak gündem haline getirmeye çalıştık.””. (Devrimci Proletarya, Kongre Girişimi Toplantısı)
Bu arkadaşlar hala bir programda “Kapitalizm, Emperyalizm, Erkek egemenliği”nden söz etmenin yanlışlığını, bunlar yerine bunlüara karşı somut teklif ve talepler getirmek gerektiğini bilmiyorlar ya da hafıza kaybına uğramışlar. Tabii Türkiye gibi bir ülkede, Kapitalizm ve Emperyalizm’den söz etmenin yanlışlığı da ayrı bir sorun. Çünkü “erkek egemenliğine” karşı mücadele kapitalizmle çelişmez örneğin, aksine daha mükemmel ve saf bir kapitalizme yol açıp, tabiri caiz ise Emperyalist bir Türkiye sonucuna yol açar. Tabii bütün bunlar artık unutulmuş bulunuyor.
[2] Ama bu kabuller hiç bir bilince çıkmış bir özeleştiri olmadan, hiç bir ders çıkarılmadan  gerçekleşiyor.

Kongre Divanı ve Demokrasi - Halkların Demokratik Kongresi Üzerine Notlar (4)

$
0
0

Kongre’nin ilk günü Kongrenin akışında pek bir aksama görülmedi. Çünkü henüz herşey önceden belirlenmiş plana uygun gidiyordu. Tanıtımlar, vekillerin konuşlmaları, sonra misafirler. Salondan da bir kaç kişiye kısaca söz verilmişti.

Sonra Tüzük ve Program Komisyonları hazırlıklarını anlatmışlar ve değişiklik önerilerinin zaman kaybını önlemek için yazılı olarak yapılması kararlaştırılmıştı.
Artık sadece Programın bütünü üzerine genel olarak konuşmak isteyenlere söz verilecekti. Ondan sonra da, program ve tüzük komisyonlarının gelen önerilere göre yaptığı değişikliklerin oylanıp onaylanması ve ondan sonra da seçimlere geçilmesi, böylece herşeyin tıkır tıkır yürümesi planlanmıştı.

Ne var ki, ikinci gün Kongre, hiç de bu plana uygun yürümedi. Örneğin ikinci gün sabahın en değerli saatleri, dilekler ve temenniler bölümünde yapılabilecek ve yapılması gereken konuşmalarla öldürüldü. Sonra Program üzerinde düzeltme önerileri birdenbire “birleşiyoruz”a nazire adeta bölünüyoruz denebilecek bir gerginlikte tartışmalara dönüştü. Bu “tehlikeli” gidişi gören divan tartışmayı, bir çözüm aranmak üzere uzun bir arayla kesti. İşin ilginci Kongre’nin bu tek canlı, kendiliğinden gelişen, kontrol dışı tartışması ilginç bir şekilde mikrofonsuz yapıldı ve kimin ne dediği de tamamen anlaşılamadı.
Sonra bir programın kararlaştırılmasını başka bir kongreye erteleyen, yani problemi çözmeyen ve sadece erteleyen bir uzlaşmaya varıldı. Bundan sonra da alel acele tüzük ve seçimlere geçildi?
İkinci gün, Divan bir yandan en değerli zamanları bir mirasyedi gibi harcıyor, diğer yandan zamansızlık nedeniyle en önemli sorunların çözümünü başka kongrelere erteliyordu?
Kongre üzerine biraz dikkatlice düşünen bu çelişkili durumu görmezden gelemez.
Peki neden böyle oldu?
Kongre üzerine hiç bir haberde veya yorumda görülemeyecek, kimsenin de sormayı akıl edemediği veya sormak istemediği soru budur?
Kongre üzerine yazılmış hiç bir haber ve yazıda kongrenin böyle bir seyir izlediği ve neden izlediği üzerine bir tek kelime bile bulunamaz.
Aşağıda neden böyle olduğunu açıklayacağız.
Bunun cevabını en baştan söyleyelim.
Bu akış, doğrudan doğruya bizim programı bir bütün olarak eleştirmemiz ve karşı bir program önermemizle, bu öneriyi gündeme almamak için, Kongre divanı veya Başkanı’nın Kongre gidişinin manüple etmesiyle ilgilidir.
Yok olan ve olması gereken, sosyalist yuvarların; apparatçikilerin (bu yuvarların kadrolarının) anti demokratik, teoriye zerrece değer vermeyen, manüplatif davranışlarının en tipik tezahürüydü Divan’ın bütün yaptıkları.
Ne olmuştu da divan böyle davranıyordu?
Bu cevap, Demir Küçükaydın’ın birinci günün sonunda, bir bütün olarak program konusunda yaptığı konuşma ve bu konuşmaya bağlı sonuçlardadır.
*
Birinci gün, Tüzük’ten sonra, Program konusunda Komisyon’un raporu sunulup, önerilerin yazılı yapılması istendikten sonra, artık herkesin yorulduğu, salonun yarısının boşaldığı son saatinde, Divan, her kongrede normal olarak draha önce yapılması gerekeni son anda yaptı[1]. Programın bütünü üzerine eleştirilere geçti. Hem de herkesin artık iyice yorulduğu, bir an önce bitsin de gidelim diye düşündüğü ve buna salonun yarısından fazlasının ayaklarıyla oy verdiği saatte[2].
Tam hatırlamıyorum ama dört beş kişi söz aldı. İnsanların bütün üzerine söz alıp ayrıntılar üzerine konuşacaklarını tahmin ettiğimden, daha kimse söz almadan elimi kaldırmama rağmen nedeyse en son söz bana verildi.
Tam da tahmin ettiğim gibi, önceki konuşmacılar, bütün üzerine söz alıp ayrıntılara ilişkin konuştular ve aslında bütün üzerine bir tartışmayı fiilen engellemiş de oldular.
Ben söz alınca, kelimesi kelimesine hatırlamıyorum ama en azından şunları söyledim ve söylemeye çalıştım.
Bu Kongre’de elbette ileriye doğru atılmış bir adım bir düzine programdan önemlidir ama yanlış bir program ilerde, tarih önümüze bir fırsat çıkardığında, onu ıskalamamıza yol açar. Bu bakımdan, bir yandan çalışır mücadele ederken, program konusunda bir ilerleme ve netlik sağlamak hayati önemdedir. Buna burada şimdi başlanabilir ve başlanmalıdır.
Önceki konuşmacılar bütün üzerine konşacakların söyleyip aslında ayrıntılar üzerine konuştular. Ben gerçekten bütün üzerine konuşacağım. Bence programın bütünü, baştan aşağı hem biçimce hem içerikçe yanlıştır.
Bu program Fransızların dediği gibi “herşeyi ve hiç bir şeyi” anlatıyor. Böyle program olmaz.
Bundan sonra, biçimsel bakımdan eleştirileri dile getirdim.
Programın Program komisyonu sözcüsü tarafından sunuluşunda program yerine bir ilkeler deklerasyonu yazıldığının belirtildiğini; ilkeler deklerasyonları ile modern toplumda bir birleşme sağlanamayacağını; program denen şeyin çok net ve sade olması gerektiğini; tamamen somut talep ve teklifler içermesi gerektiğini; Çinlilerin dediği gibi “sadeliğe ancak gelişmenin çok yüksek bir aşamasında” ulaşılabileceğini; programın bu sadelikten uzaklığının bizzat bu geriliğinin de bir ifadesi olduğunu; esas olarak, ne dünyadaki sosyalist hareketin ne de Türkiye’deki demokratik hareketin, henüz sadeliğe ulaşmışlık bir yana, doğru dürüst bir programının bile olmadığını; programın komisyonlarda değil, strateji üzerine tartışmalarla şekillenebileceğini; dolayısıyla metodolojik bir tartışma olduğunu ve olacağını; gerçek teorik ve siyasi eğitimin ancak böyle tartışmalar içinde edinilebileceğini; böylesine şekillenmiş bir anlayışın programa dökümünde belki komisyonların bir işlevi olabileceğini belirttim.
Sonra içerik eleştirimi kısaca şöyle ifade ettim. Bu programdaki bütün hedeflere ulaşılsa, Demokratikleşmiş bir ülkeye ulaşılmış olmaz, belki bunun için mücadelede, daha elverişli koşullara ulaşılabilir.
Kaldı ki, içerik de yanlıştır ve muhtemelen daha elverişli koşullara da ulaşılmaz. Çünkü, dilleri, dinleri, etnileri politik olarak tanımlıyor sunulan taslak, bunların politik olarak tanımlanmasını reddetmiyor[3].
Bundan sonra gerek Çatı Partisi tartışmalarında bu konuda bir sürü yazı ve somut program önerileri yaptığımı; ayrıca bu Kongre’nin program komisyonuna da doğrudan katılamasam da dolaylı olarak kendi Program önerilerimi ilettiğimi; ama hiç kaale ve gündeme bile alınmadığını; dolaysıyla benim için doğrudan Kongre’nin kendisine sunmaktan başka yol kalmadığını; sunduğum programın dayandığı program anlayışınınve  içeriğinin Komisyon’un sunduğu programla hiç bir bakımdan uyuşmadığını ve uyuşamayacağını; sunduğum programın iki sayfalık bir metin olduğunu; ama şu an elimde olmadığı için okuyamayacağımı; yarın toplantı kaldığ yerden devam edeceğin egöre, yarın sabah bu metni sunacağımı ve karşı program önerisi olarak tartışılması ve oylanması gerektiğini söyledim.
Bu Divan’da, “bu da nereden çıktı şimdi” der gibi bir havanın oluşmasına yol açtı. Bu havayı en açık b.içimde divan’ın bir kadın üyesi dışa vurdu.
Divan’da bulunan adını bilmediğim bu kadın üye, aslında bir divan üyesi olarak hiç de böyle bir görüş bildirmeye hakkı ve yetkisi olmamasına rağmen, tipik örgüt bürokratlarına has bir davranışla, sanki bir divana seçilmenin neyin ne olduğu hakkında doğru yargılara ulaşma yeteneği ve düşüncelerini sıradan bir Kongre üyesi olarak söz almadan söyleme hakkı kaszandırırmış gibi, benim, Komisyon’un hazırladığı Programı baştan aşağı yanlış olarak nitelememi ve eleştirmemi, Komisyon’un emeğine saygısızlık olarak niteledi[4].
Kimse bu divan üyesine, divan üyesi olmanın kendisine böyle bir hak vermediği üzerine onu en küçük bir uyarıda bile bulunmadı ve Kongre’nin ilk günü esas olarak böylece bitti.
İşte ikinci günün boşuna harcanan saatlerinin ve sonraki sıkıştırmalarının sırrı bu konuşmadadır.
Çünkü hiç hesapta olmayan bir durum ortaya çıkmıştı. Bir kongre katılımcısı, şimdi çıkıyor;  programın tamamını reddettiğini belirtiyor ve karşı program önerisinde bulunuyordu.
*
Aslında bu hiç kimse için bir sürpriz olmamalıydı.
2008 yılı sonunda, 20-21 Aralık’ta, Bilgi Üniversitesi’nde yapılan, bu güne kadar en yüksek profilden katılımlarla yapılmış toplantıda, şimdi ertesi gün Kongre’ye sunacağımı belirttiğim bir buçuk sayfalık programın, Marks-Engels’in yazdığı, Komünist Manifesto’ya öykünerek, onlar bugün Ortadoğuda yaşasalardı nasıl bir Manifestoyazarlardı diye düşünülerek yazılmış, edebi olmaya da özel bir özen gösterilmiş “Ortadoğu İçin Demokrasi Manifestosu” adlı programı içeren “Büyük Ortadoğu Projesi ve Sosyalist Strateji” adlı kitabı en az 250 adet dağıtmış, o toplantıdaki konuşmamda bunun bir program önerisi olduğunu söylemiştim.
Daha sonra zevahiri kurtarmak üzere seçilmiş Program Komisyonu’na, yine Program konusunda bir yığın ve geniş bir teorik arka plan sunan yazı yazmış, literatür sunmuş ve bunları Demokrasi İçin Birlik Hareketi’nin Mail Grubu’na iletmiştim.
Bütün bunlara ne komisyonda ne kongrede en küçük bir gönderme bile yapılmamıştı. Aslında program konusunda tek yazan da bendim tek yazın yazın da bunlardı.
Daha sonra, 27-28 Haziran’daki toplantıda, yine sunduğum programı orada sunulan programa bir karşı program oarak önermiş, yine o zamanki, artık temsili demokrasiyi aştıklarını, doğrudan demokrasiye geçtiklerini; artık öyle burjuva demokrasisinin oylamaları gibi yanlış işlerle uğraşmadıklarını söyleyen divan tarafından, müthiş bir keyfilikle (tıpkı bu kongrede olacağı gibi) bir karşı program olarak bile oylamaya sunulmayan, şimdiki gibi bir kısa veriyonunu sunmuştum.
Daha sonraki tartışmalarda, yine bu programı açıklayan bir sürü yazı yazmıştım.
Ve en son olarak, İstanbul’daki hazırlık toplantılarının çoğuna katılmış, söz almış, ve appartçikilerin alaylı bakışları altında bıkmadan, temel programatik özellikleri defalarca anlatmaya çalışmıştım: Ulusun veya politik olanın, bir dille, dinle, etniyle, soyla, sopla, tarihle tanımlanmasını reddetmek; ulusu böyle tanımlamaya karşı tanımlamak. Ve her düzeyde tüm iktidarın tam bir fikir ve örgütlenme özgürlüğü ortamında seçilmiş organlarda olması; asayiş ve emniyet güçlerinin her düzeyde bu seçilmiş organların emrinde olması.
Yine Program komisyonu’na dolaylı olarak, bazı komisyon üyeleri aracılığıyla, bütün literatürü de iletmiştim.
Ama ısrarla, bütün bunlar yok sayılıyordu.
Bu durumda, benim için doğrudan kongre’ye baş vurmaktan başka, orada insanların böyle bir alternatifin varlığına dikkatini çcekmekten ve bunu tartışma gündemine getirmekten başka hiç bir yol bulunmuyordu.
Türkiye’de bir parça sosyalist veya devrimci politika yapan insanın bütün bunları bilmemesi mümkün değildir.
Ancak, apparatçikiler, namı diğer “kadrolar”, o yuvarların bürokratlaşmış kafaları, ancak bu gericiliğin şahikasına ulaştığı son yirmi yılın öne çıkanları, bunları bilmez, önemsemez veya görmezden gelebilirdi.
Bütün bu eğilimler şimdi Kongre Divanı’nın davranışlarında ortaya çıkıyordu.
*
Ertesi gün sabah erkenden bir internet kafeye gittim, defalarca gruplara ve kişilere yolladığım dolayısıyla yolladığım mailler arasında bir çok örneği bulunan bu bir buçuk sayfalık program önerisini indirip on nüsha kadar bastım. Ve ikinci gün kongre başlamadan, erkenden Kongre’nin yapılacağı yere geldim. Divan henüz fuayede otururken, bizzat elimle Akın Birdal’a,verdim. Ve bir gün önce, kendi karşı program önerimi vereceğimi söylediğimi, işte şimdi sözümü tutup sunduğumu belirttim.
Akın Birdal’ın yüzünde, “bu da nereden çıktı, herşey normal akışında giderken bu ne oluyor” gibilerden bir yüz ifadesi oluştu ama sesini çıkarmadı.
Daha önceki kongrelerden biliyordum ki, Divan nasıl olsa bunu gündeme koymamanın yolunu arayacaktı. Çünkü bunların, bu aparatçikilerin esas işi, işleri kapalı kapılar ardında örgütlemektir. Kongreler, konferanslar, bu önceden ayarlanmış mizansenin bir tiyatro sahnesindeymişçesine oynanmasıdır. Bu oyunu bozabilecek unsarlara karşı Divan’ın otoritesi; Divan yetmezse Milletvekillerinin veya önde gelenlerin otoritesi; insanların “aman şimidi de bu nedreden çıktı, programın ne önemi var, iş yapmak önemli, bizler bir an önce kararlar alıp bölgelerimize gitmek istiyoruz diyen” dar kafalı ve “iyi niyetli” ama politik bakımdan zerrece uzak görüşlü olmayan yaklaşımları ve daha bir çok  araç vardır nasıl olsa.
Şimdi biri çıkıp yazılı olarak, dün programın tamamı üzerine tartışma açmıştınız; ben programın tamamını biçimden ve esastan yanılş buluyorum ve karşı programımı öneriyorum, işte buyrun metin de burada deyince, kaçacak bir delik kalmamış gibi görünüyordu.
Bir kaç arkadaşım, “senin program önerini okutmaz, tartıştırmaz ve oylatmazlar” dediler.
“Peki kendi koydukları kuralları ayaklar altına almadan bunu nasıl yapabilirler” dediğimde, “yaparlar, bir yolunu bulurlar” dediler. Ve de haklı çıktılar.
*
Kongre’nin ikinci günü başladığında, aslında önceki gün Programın tamamı üzerine tartışmada kalındığına ve bir konuşmacı da çıkıp tümünü reddettiğini karşı bir program önerisi olduğunu söylediği ve bunu da yazılı olarak sunduğuna göre, yapılması gereken çok açıktı: Sunulan karşı programı okumak veya sunucuya okutmak, (ki bir buçukm sayfa bir metindir, yani okunması beş dakika bile sürmez, okumak. Diğer metin zaten yazılı olakark herkese sunulduğundan ve bizzat komisyon tarafından da sunumu yapıldığından, bunu tekrar okumak da gerekmezdi) bu iki farklı programın lehine ve aleyhine konuşmaküzere en azından belli bir zaman veya konuşmacı sayısı kadar sınırlı da olsa bir tartışma açmak; sonra da birbirine karşı bu iki programdan hangisinin temel alınacağına dair kongreye bir oylama yaptırmak olabilirdi.
Ve bu yapıldığında, ilk kez öz üzerine ciddi bir tartışma başlayabilirdi. İlk kez, yıllardır, ısrarla varlığı görmezden gelinen, gerek işçi hareketinin 150 yıllık deneyleine dayanan, gerek son yüz yılın Türkiye’deki mücadeleler tarihine dayanan, bu kısa ve sade demokratik program tartışma gündekmine gelirdi. Bunun tartışılması, varlığının bilinmesi bile başlı başına bir aşama; yuvarlar ve aparatçikiler için bir yenilgi olurdu.
Öte yandan, ikinci günün böyle bir mecraya girmesi, her şeyden önce, Kongre’nin önceden planlanmış gidişinin aslında nasıl bir mizansen olduğunun kanıtı da olur ve bu mizanseni bozardı. Çünkü, programa temelden itiraz olup olmadığı, alternatif program önerisi olup olmadığı sorulmadan; hangi programın temel alınacağı gibi bir oylama yapılmadan, sanki Komisyon’un sunacağı programın seçileceği önceden biliniyormuşcasına, Kongre salonu dışında Program Komisyonu, sanki hazırladıkları bu program kabul edilecekmişçesine toplantı yaparken, iki arklı programı oylamak, bir anlada bu yanlışın fiilen kabulü anlamına gelirdi.
Bu durumda ne yapabilirdi kongre divanı?
Zaman geçirmek, sanki böyle bir öneri yokmuşçasına manüplasyon yapmak ve karşı programı gündeme getirmemek için bir yol aramak.
Bylece, sabahın en değerli saatleri, sanki dün Programın tamamı üzerine tartışma bitmişçesine, dilekler ve temenniler bölümünde söylenebilecek sözleri eden bir sürü konuşmacının kürsüye davet edilmesi ile geçirildi.
İşlerin bu noktaya gideceğini görünce, sunduğum metnin Konhgre’ye sunulmayacağını hissedince, hemen elimdeki program önerisi kopyalarınrdan birini daha alıp, sahneye çıktım, Divan’a yaklaştım ve Akın Birdal’a, tekrar metni sunup, bunun oylanması veya en azından okunması gerektiğini; eğer okuyup oylamayacaklarsa en azından bunu Kongreye bildirmeleri gerektiğini söyledim.
Akın Birdal, “her şeyi alt üst ediyorsun, bak bu metni verelim program komisyonuna onlar sundukları metne yedirirler” dedi.
Ben de bunların iki farklı anlayış ve mantığa dayandıklarını birbirileriyle çeliştiklerini ve ayrı sunulması gerektiğini söyledim. Bu sizin göreviniz dedim. Ağzını buruşturdu.
Çıktım yerime oturdum. Tesadüfen yanımda oturan Haluk Ağabeyoğlu’na durumu anlattım. Ama yine de isterse Program Komisyonu’na benim metnimi de götürmesini söyledim. Haluk Ağabeyoğlu aldı gitti ve bir süre sonra geldiğinde, bu bizim programı temelden reddediyor, bu bizim çalışmamızla uyuşmaz deyip almamışlar haklı olarak.
Saatler geçti, divan, ikinci bir karşı program önerisi bulunduğundan söz etmedi.
Acaba dedim, bekledim, komisyon geldiğinde, son biçimini almış biçimde onlarinkiyle birlikte mi sunacak diye düşündüm. İyiye yormaya çalıştım.
Ama böyle bir şey olmayacağını görünce, söz aldım. Yine söz tam ara veriecekken verildi bana ve mikrofona geldim.
Konuşmaya başlayıp da, program önerimi sunduğumu bunların tartışılması ve oylanması gerektiğini, bunu yapmayacaklarsasa, yapmayacaklarını söylemeleri gerektiğini söyledim.
Ama herkes protokol konuşmalarından yorumlmuş ve bir an önce dışarı çıkmak için kalkmışkan bu sefer de mikrofonun sesini kestiler. Söylediklerimi kimseye duyuramadım bile.
Ben ne oluyor niye, sesini kestiniz diye Divan’a bakınca, Suavi, aradan sonra ilk sözü sana vereceğim söz anlamında bir şeyler söyledi.
Mikrofonun sesini kesmekle kalmadı girişimler, dışarda kulis baskısı uygulayarak da bu yola girdiler.
Ertuğrul Kürkçü, “Gene ortalığı karıştırıyormuşsun?” diye takılarak, salona hiç yansımayan ve yansıtılmayan ama gerçekte bütün gidişi belirleyen, Divan’daki sıkıntıların varlığını bir şekilde ifade etmiş oluyordu.
Fuayede, hep böyle toplantılarda ortalıkta dolaştığını gördüğüm, galibe EMEP’ten olmduğu daha sonra öğrendiğim, adını hala bilmediğim, biri yanıma yanaştı ve konuşmak istediğini söyledi. Belli ki Kongre Divanı adına konuşmak istiyordu ve onlarca görevlendirilmişti.
Bana Kongre’yi mahvettiğimi, her şeyi alt üst ettiğimi söyledi.
Niye dedim. Yapılacak şey çok basit. Benim programım okunur ve karşı program olarak oylanır. Bu yapılmıyorsa en azından bunu yapmadığınızı söylersiniz en büyük organ olan Kongre’ye.
Bu kişi bana “senin metnin program değil, program öyle olmaz” dedi, bir kongrenin aparatı içinde olmak sanki kiendisine bir şeyin program olup olmadığı hakkında karar verme yetkisi verirmiş gibi.
Ben de, asıl diğer metin program değildir, ama onun program olup olmadığına, kendisinin veya başkalarının değil Konre’nin karar verebileceğini ve bunun için de okunup oylanması gerektiğini; zaten kısacık bir metin olduğunu söyledim. Okunsaydı şimdi çoktan herşey bitmiş olurdu. Sunduğum programın onaylanmasını da beklemiyorum ayrıca, ama bilinmesini istiyorum, böyle bir karşı program da vardı diye.
Bunun üzerine, aynı kişi, sen hastaymışsın, öyle duydum, rahatsızlıkların varmış tedavi oluyormuşssun, bu işlerle niye uğraşıyorsun, git artık dinlen, gibi sözler etmeye başladı.
Bu saygısızlığa na denebilirdi ki? Birşey diyemedim. Dilim tutuldu sadece. Bu kişiye kızamam bile, ama beni ta 68’lerden beri tanıyıp da böyle kişileri bana ültimatom vermeye yollayanlara gerçekten kızıyorum.
Bir buçuk sayfalık bir program önerisini okumamak, oylatmamak için günün en verimli saatlerini boşu boşuna harcayan Divan, konuşmamın duyulmaması için mikrofonu kapatıyor, bütün bunlars yetmezmiş gibi, aparatçikileri üzerime yollayarak, saygısızca önerimi geri çekmemi istiyordu.
Bunlarla mı Türkiye’de insanlarda sabrın derinliklerini coşkunun zirvelerini harekete geçirecek bir hareket kurulabilirdi?
Bunlar yok olmadan, yatağanla kazınmadan hiç bir ilerleme kaydedilmesi mümkün değildir.
*
Kongre’nin ikinci bölümü başladı.
Suavi söz verdiğinden, bana söz verilmesini beklerken, sanki hiç böyle bir şey yokmuş gibi, ben sanki o itirazı yapmamaşım gibi, Başkan Akın Birdal, Kongreyi eski minval üzere sürdürmeye devam etti, fiilen ayrıntılardaki düzeltme önerileri üzerine bir tartışma açtı. Genel olarak program ve program önerim yine atlandı.
Tabii bir de öğleden sonra bir komik durum oluşmuştu kimsenin farkına varmadığı. Normal olarak o zamana kadar bütün konuşmacılar ve söz alanlar gelip kürsünün yanındaki mikrofondan konuşuyorlardı. Programın ayrıntıları üzerine tartışmalarda ise, ki kongrenin tek gerçek sorunlarını gösteren tartışmaydı, herkez mikrofonsuz konuşuyor, akustik olarak kimsenin ne dediği tüm salonca anlaşılmıyordu. Neden böyle olmuştu? Bu garabetin nedeni de, benim önceki oturumun sonunda konuşmamın, mikrofon kısılarak engellenmiş olması, muhtemelen mikrofon açıldığı takdirde tekrar oraya çıkmamdan çekinilmesiydi. Mikrofon bütün program tartışmaları bitip de konu tekrar tüzüge geldiğinde tekrar açılacaktı.
Yani sadece manüplasyon ve baskı yok, teknik olanaklarda sınırlanıyordu. Sırf ben konuşmayayım diye nasıl saatler boşuna harcanıyorduysa, aynı şekilde, tartışmaların duyulması bile engellenmiş oluyordu.
Özetle, toplantının ikinci günü, ta tüzük tartışmasına kadar olan büyük bölümü, aslında bütünüyle benim Program önerimi gündeme getirmemek ve tartıştırmamak üzere mahvedildi.
Kimilerine bu iddia aşırı gelebilir. Çünkü Kongre’de olup bütün bu durumdan büyük bir çoğunluğun haberi yoktu. Divan’ın bütün hedefi ve başarısı da zaten bu durumun gizlenmesindeydi.
Ve bunda öyle başarılıydılar ki, Kongre hakkında en ayrıntılı haberi yazmış olan, Devrimci Proletarya’nın Kongre’ye ilişkin yazdıklarında bütün bu olan biten hakkında en küçük bir iz bile bulunamaz.
Ama gerçek Kongre, bunada anlatılan, ama kimsenin algılamasına da imkan tanınmayan kongreydi. Divan gerçekten çok başarılıydı. Ama katilin cinayet yerine gelmesi gibi, sonunda aslında suçunu itiraf da etti, görmesini bilen ve gören gözler için.
*
Program önerimde söylediğim ve tam da tartışılması engellenen, programın bir  şey tam da öyleden sonranın temel sorunu oldu. Siz programda olmaması gereken şeyleri programa koymaya, halkları tanımaktan söz ederseniz, tek tek halkları saymaya başlarsanız, somit işler  yerine ilkelerden söz ederseniz, başkaları da başka ilkeleri saymaya başlar; bizim adımız niye yok demeye; şunu da tanımalı, bunu da tanımalı demeye başlar.
Herkese istediği dili anadil seçme ve ana dilinde eğitim hakkı (Anadil eğitimi değil, anadilinde eğitim) dremezseniz; ulusun Türklükle veya her hangi bir dille, dinle, etniyle, soyla, tarihle tanımlanmasını reddetmezseniz; tarih kitaplarının tüm diller, dinler, etnilerden temsilcilerin ortak katılımıyla yazılacağını belirtmezseniz. O tarih kitaplarını yazacakların veay yazamayacakların tartışmalarını Kongre’ye taşımış olursunuz.
Olan tamı tamına buydu.
Aslında pekala demokratik bir ulusçuluğun başlangıç aşaması olacak bir kongre, birden bire gerici ulusçulukların birbiriyle yarıştığı, kimin daha çok acı çektiğine dair bir yarışa dönüştü.
İşin iyice çığrından çıktığını gören Divan, bu durumda bir çözüm olarak, program tartışmasını kapadı ve altı ay sonra başyka bir kongreye erteledi.
Program tartışması gündemden düşmüştü. Bir an önce Tüzük tartışmasına ve seçimlere geçilmesi bekleniyordu.
İşte tam bu noktada kendisinin o ana kadar neyi yapmadığını da itiraf etti. Artık herkes yorulmuştu.Divan sabahtan beri, benim önerimi oylatmamak öve tartıştırmamak için bütün günü tüketmemişçesine, Akın Birdal, “Demir Arkadaşın da bir karşı program önerisi var. İsterse okuyalım, isterse kendisi okusun, ama Program konusunu şimdi altı ay sonraki Kongreye erteledik, kendisi karar versin” dedi.
Yani tam bir tuzak. Artık nherkes yorulmuş ve oh nihayet bitti demişken, önerimin okunmasını istemem, pişmiş aşa su katmak olurdu. Lanet olsun dedim içimden. Ve dışımdan, öyle olsun bakalım, okunmasın, bu durumda zaten okunamaz ve okunsa da anlamı olmaz anlamında bir şeyler söyledim.
Doğrusu iyi düşünülmüş bir hamleydi. Artık kimsa Divan’ı benim önerimi gündeme almamakla suçlayamazdı. Üstüne üstlük, ben kendim okunmasını istememiştim artık.
Ama, gören göz için, analitik zeka için, bizzat bu davranış bile, aslında bütün günün öyle akmasının bütün nedeninin benim program önerimi gündeme almamak olduğunu gösteriyordu.
Zaten bunu daha sonra dolaylı olarak Süavi’nin davranışı da doğrulayacaktı. Arada yanıma gelip “Vallaha fıtık oldum, mahfoldum. Neyse senin önerin böylece kayda geçti” demesi yapılanın yanlışlığının bilincinde olduğunu ve bundan duyduğu rahatsızlığı gösteriyordu.
*
Gerçek kongre, burada anlatılandı.
Ama bütün bunlar neyi gösteriyor?
Ortada demokrasiyi aştık, artık temsili demokrasi değil, doğrudan demokrasi var diye övünmelerin, (Daha önce de Demokrasi İçin Birlik Hareketinin haziran toplantısında da Divan başkanı olan Celal aynı sözlerle aynı türden manüplasyonlar yapmıştı) gerçekte, en sıradan burjuva kongre adabının ve usulünün sağlayacağı kadar bile bir demokrasi ve söz hakkını engellemenin örtüsü olduğunu gösteriyor.
Aparatçikilerin, “Doğrudan demokrasi” palavralarını bir yana atmak gerekiyor.
Önce en sıradan, normal bir derneğin kongresinde izlenen usule uygun davranılsın yeter. Yani Önce gündem önerileri alınır. Konular önce esastan sonra ayrıntıda görüşülür. Bir gidişte yanlış varsa, usul hakkındaki itirazlara söz verilir. İtirazlarda lehte alayte konuşmalar dinlenir. Her durumda oylama yapılır. En azından biçimsel eşitlik ilkelerine riayet edelir. Kongre divanı başkanı bile, bir yönetici olarak değil, tartışılan bir konuda konuşmak istiyorsa, önce söz alır. Hatta bu durumun tarafsızlığını gölgeleyeceği düşüncesiyle söz bile almaktan sarfı nazar ederler. Bunlar bırakalım sosyalistliği ve demokratlığı bir yana, sadece hukuka uymakla, bir parça adalet duygusuna sahip olmakla ilgili sıradan özelliklerdir. Demokrasiyi aytığını söyleyenlerde bu kadarı bile bulunmamaktadır.
Bu kadar basit, sıradan dernekler kanununa uygun, derneklerin kongrelerinin uyduğu kurallara uygun davranılsaydı bile,  ikinci gün, önce karşı program önerisinin sahıbı olarak benim çağırılmam, veya program önerimin okunması, sonra da lehte ve aleyte konuşmalarla bu iki program arasında hangisinin temel alınacağına dair bir tartışma ve olurdu.
Bu da Kongre’nin çok daha verimli ve ilerletici, içeriğe, program anlayışına ilişkin bir tartışma yaşamasını sağlar, bütün o öğleden sonraki saçmalıklar olmayabilir; değerli vakitler öylesine mirasyedi gibi harcanmazdı.
Bürokratik dar kafalılık, kongre yapmayı önceden senaryosu çizilmiş bir gidişin sahnelenmesi olarak gören anlayış bütün bunları engelledi.
Bırakalım “doğrudan demokrasi” üzerine palavralar sıkmayı; sıradan, olağan, en azından biçimsel eşitlik ilkelerine ve mantığa uygun bir Kongre ve çalışma biçimi bile bizler için çok büyük ilerlemedir.
Bunun için yine unutulmuş tarihten bir örnek verelim.
Devrimden sonra Rusya’da bir takım aydın ve küçük burjuvalar “Proleter kültürü” yaratmaktan söz ediyorlardı[5]şimdi bizimkilerin demokrasiyi aşmaktan, doğrudan demokrasiye ulaşmaktan söz ettikleri gibi.
Küçük burjuvas aydınlar, “Proleter Kültür”den, onu kurmak inşa etmekten söz ederlerken, Lenin ve Troçki’ler, bırakalım bunları baylar diyorlar; bu palavralara zerrece değer vermiyorlar ve bu anlayışla mücadele ediyorlardı.
Lenin Proleter kültür palavraları sıkanlara karşı, önce “kültürlü tüccarlar olmalıyız” diyordu. Yani önce burjuvazinin kültürünü öğrenmeli ve hazmetmeliyiz diyordu. Troçki, Günlük Hayatın Sorunları adlı derlemede, bütünüyle bu konuları yazıylordu.
Paralellik kurarsak, bırakalıkm beyler doğırudan demokrasi üzerine, burjuva daemokrakisisini aşmak üzerine palavralar sıkmayı ve bu palavraların ardında en anti demokratik uygulamaları allayıp pullamayı. Lütfen, şu “burjuva demokrasisi”nin asgari geleneklerini öğrenelim ve uygulayalım, bu bile çok iyi bir başlangıç olur.
Aparatçikilerin elinde burjuva demokrasisini aşma, doğrudan demokrasiye geçme palavraları bir tür plebisit rejimini örtmenin şalı olmaktadır.
Gerçekten doğrudan demokrasi mi baylar?
O zaman “Program Komisyonları” lağvedilmeli önce. Program tartışmaları, bütün tartışma ve yazışmalarını herkese ulaşytığı ve herkesin bu tartışmalara katılabildiği, mail gruplarında yapılır, program tartışmalarda billurlaşan programlar ve anlayışları kenhdilerini en mükemmel ifade yolalrı arar ve ittifaklar kurup uzlaşmalar yapar. Böylece her netleşmiş program kongre7nin çoğunluğunu kazanmak için eşit biçimsel koşullarda mücadele eder.
Doğrudan demokrasi böyle olur. Böyle bir program hatzırlığı gerçekten ilerletir. Böyle bir program tartışması manüple edilemez: Ve böylece belki ta 60’lı yıllardan beri ilk defa tekrar ilerletici ve eğitici bir program ve strateji tartışması başlar.
Bu internetin sunduğu en sıradan “doğrudan demokrasi” olanağını bile değerlendirmeyenler; değerlendirmek istemeyenler; grupları sadece duyuruların yapıldığı yerler olarak görenler, hangi “doğrudan demokrasi”den söz ediyorlar?
“Doğrudan demokrasi” en sıradan üyenin bile, kendi görüşlerine çoğunluğu kazanabilmek için doğrudan tüm üyelere ulaşabilmesi hakkından başka nedir ki?
*
Altı ay sonra Program kongresi toplanacak.
Tekrar aynı şeyler olacak.
İşte burada tekrar öneriyoruz. Bizim program önerimiz budur.
Program için önerdiğimiz usul de budur.
Kahrolsun komisyonlar!
Kahrolsun Program ve Tüzük gibi en can alıcı konuları komisyonlara havale edenler!
Tüm Kongre hareketinin üyeleri,
Aşağıda sunduğumuz program Komisyon’unkinden bambaşka bir anlayışa dayanmaktadır
Bunun karşısında susarak, yok sayarak bir adım bile ileriye gidilemez. O kendisini yok sayanları, bizzat Kongre’de de görüldüğü gibi çarpar.
Program önerisi ortada duruyor ve burada tekrar onu gelecek kongre için alternatif program olarak öneriyorum.
Komusyonlara bırakmayalum. Tartışalım eleştirelim.
*
Aşağıda bu kongrede bir türlü okunmasını bile sağlayamadığım program yer alıyor.
Esas olarak böyle bir programı benimsemedikçe, Türkiye’de ne bir demokratik hareket, ne de hakların birliği gerçekleşebilir.
Halkların birilğinin gerçekleştirmenin ilk yolu, devletin ve politik olanın her hangi bir veya bir kaç halka göre tanımlanmasına son verilmesi; politik olanın halklarla tanımlanmaya karşı tanımlanmasıdır.
Ancak bu koşulda, en geniş otonomi birleştirici olur. Aksi takdirde, otonomi, her biri kendini bir dil, soy, tarih, din ile tanımlamış devletçiklere bölünme ve bu yolda kanlı kapışmalarla sonuçlanır.
Bu program, tüm demokratik özlemleri gerçekleştirmek için en ideal koşulları sağlar.
Eskilerin deyişiyle size para vermez, ama para kazanacakt bir zanaat öğretir.
Var olan pahalı, baskıcı, bürokratik, devlet cihazının yerine, halkın üzerinde yükselmeyecek, ona hizmet edecek bir cihaz kurar.
Yani paris komünü tipi bir devlet örgütlenmesi yapar.
Ulusu, dille, dinle, etniyle, soyla, ırkla tanımlamaya karşı tanımlayarak, gerçek bir biçimsel eşitliğin temellerini atar.
Böylece aralarındaki bölünmelerden kurtulmuş, kendi iradelerine itaat edebilecek bir devlet cihazının bulunduğu koşullarda, işçiler ve emekçilerin neye karar vereceklerini onlara bırakır
Eğer sosyalizme karar verilse, bunun barışçıl bir biçimde gerçekleşmesinin önende bir engel bırakmaz.
Marks, Engels, Lenin, Troçki’lerin Demokratik Cumhuriyet Programından, sadece ulusun tanımı kısmıyla ve de medyaya ilişkin kısmıyla ayrılmaktadır.
En önemli teorik katkılar ulus ve medya alanında yapılmıştır çünkü son yarım yüzyılda.
İşte Kongre’de bir türlü okunamayan ve oylanmayan, son derece sade, basit, bütünüyle yapılacak işlerden ve somut tekliflerden ibaret program önerisi:

  1. Gerçek bir eşitlik için, ulusun tanımından her türlü, dil din, tarih, "etni", soy, kültür, "ırk" belirlemesi kalkmalı, ulus bunlarla tanımlanmaya karşı tanımlanmalıdır.
Bu somut olarak şu tedbirlerle gerçekleşebilir.
·        Herkese istediği dili anadil olarak seçme ve anadilinde eğitim hakkı olmalıdır. (Ana dilini öğrenme hakkı değil. Bu farklıdır dillerden birine üstünlük sağlayıp eşitsizliği arttırır.)
·        Ortak bir konuşma ve yazışma dili gerekip gerekmediğine; gerekiyorsa bunun hangi dil olacağına demokratik ulusun yurttaşları tartışarak ve oylayarak karar verirler.
·        Okullarda herkes ana dilinde ama aynı ortak tarihi okumalıdır. Bu tarihi, ülkedeki ve komşularındaki bütün dillerden, etnilerden, dinlerden, kültürlerden, cinslerden eşit miktardaki temsilciler ortaklaşa yazmalıdırlar.
·        Eğer olmasına karar verilirse, din ve ahlak dersleri, yeryüzündeki tüm büyük din ve inançlardan ve inançsızlardan eşit sayıda temsilciler tarafından ortaklaşa yazılmalıdır.
·        Devletin tüm inançlar karşısında eşit ve tarafsız olması için, Diyanet lağvedilmeli, imam hatipler normal okullara çevrilmelidir.
·        Diyanet gibi kurumlarda şimdiye kadar çalışanların mağdur olmaması için geçimleri gönüllü olarak cemaatler tarafından karşılanmayanlar devletin başka işlerine yerleştirilmelidir.
·        Devlet sadece inançlar arasında eşitliği sağlamak ve azınlık inançta olanlar aleyhine oluşacak fiili eşitsizlikleri gidermekle yükümlü olmalıdır.
  1. Yurttaşların en geniş şekilde örgütlenebilmesi, hakkını koruyabilmesi, haksızlıklara ve eşitsizliklere karşı mücadele edebilmesi için.
·        Sınırsız bir düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüğü derhal uygulamaya geçmeli, bunları sınırlayan tüm yasalar derhal ve otomatik olarak geçersiz olmalıdır.
·        Devletin, firmaların, örgütlerin, partilerin ve bunların bütün organlarının bütün kararları, bütün tartışmaları tüm yurttaşların bilgisine açık olmalıdır.
  1. Demokrasinin gerçekleşebilmesi, yurttaşların doğru kararlar verebilmesi için her şeyden önce doğru bilgilenme gerekir. Doğru bilgilenme için ise, medyanın devlet ve sermayenin tekelinden ve egemenliğinden kurtulması gerekir. Bunun için de
·        Tüm medya ve yayın faaliyeti, matbaalar, frekanslar, kanallar, kağıtlar toplumsallaştırılmalı, devletin ve sermayenin elinden alınmalı ve yurttaşların ve örgütlerinin emrine verilmelidir.
·        Medya olanakları, tüm örgütler, partiler, inançlar, fikirler, akımlar, meslekler, cinsler, yaşlar, bölgeler vs. arasında üye sayılarına ya da nüfus içindeki oranlarına göre dağıtılmalıdır.
·        Bu dağılımın gerçek oranları yansıtmaları için sık sık ayarlanmalıdır
  1. Yurttaşların üzerinde yükselmeyen, onlardan bağımsızlaşmayan ama onlara itaat ve hizmet eden bir devlet cihazı için:
·        Tüm düzeylerde yetki ve sorumluluk seçilmiş organlarda olmalıdır. Osmanlı artığı, Firavun ve Nemutlar zamanından kalma valilik, kaymakamlık gibi merkezi olarak atanan ve belirlenen tüm makam ve organlar lağvedilmedir.
·        Tüm emniyet, asayiş ve savunma kuvvetleri bu seçilmiş organların emrinde ve kontrolünde olmalıdır.
·        Tüm seçilmiş yöneticiler ve organlar kendilerini seçenlerin beşte birinin oyuyla geri alınabilmeli ve seçim yenilenmelidir.
·         Tüm seçilenler seçildikleri süre içinde ve çalışmaları esasında ortalama bir çalışanın gelir düzeyinde ücret almalıdır.
·        Memurların tayin, terfi, seçim ve emeklilik işlemlerinde bağımsız memur sendikalarının tuttukları siciller esas alınmalıdır.
·        Asker sivil adalet ikiliği ve memurlar hakkında dava için izinler kalkmalı. Kanun ve yasalar karşısında mutlak eşitlik olmalıdır.
·        Mahkemelere Jüri usulü gelmelidir.
  1. Bu biçimsel eşitliği ve demokrasiyi sağlayan tedbirlerin yanı sıra, asgari ölçüde ekonomik ve sosyal eşitsizlikleri kaldırmak için
·        Devlet her yurttaşa iş bulmak, bulamıyorsa, sendikaların ve bağımsız tüketici teşekküllerinin tespit edeceği, asgari geçim endeksine uygun gelir sağlamakla yükümlü olmalıdır.
·        Tüm yurttaşlar için genel sağlık ve emeklilik sigortası olmadır. Sigorta, doğrudan sigortalı yurttaşların seçilmiş temsilcileri tarafından yönetilmeli ve denetlenmelidir.
·        Gelecek nesiller arasında kültür, eğitim ve iktisadi farklardan doğan eşitsizlikleri asgariye indirmek için, her çocuk için parasız kreş ve anaokulu sağlanmalıdır.
·        Tüm eğitim ve araçları parasız olmalı, düşük gelirli ailelerin çocukları ekstra desteklenmelidir.
·        Tüm azınlıkların gerçek hayatta fiilen ortaya çıkacak bizzat matematik bir azınlık olmaktan doğan dezavantajlarını bir ölçüde ortadan kaldırabilmek için kotalar ve pozitif ayrımcılık uygulanmalıdır.

30 Ekim 2011 Pazar
Demir Küçükaydın







[1]Aslında program komisyonunun raporunun okunmasından önce ortada komisyonun hazırladığı bir program tasarısı bulunduğu, buna bir bütün olarak alternatif karşı bir program bulunup bulunmadığı sorulmalıydı. Biçimsel eşitlik ilkesi en azından bunu gerektirirdi. O zaman komisyon’un hazırladığı Program da diğer programlarla eşit koşullarda çoğunluğu kazanmak için yarış durumunda olabilirdi. Bu da yapılmadı.
[2]Zaten bu da bir ayrı garabettir. Bir kongre’nin hele Kuruluş Kongresinin en önemli maddesidir ve öyle olması gerekir programın bütünü üzerine tartışma. Biçim olarak bunun araya ve neredeyse boşalmış ve yorgunluktan bitmiş bir salona sunulmasının kendisi bile bir gayrı ciddilik olduğu kadar aynı zamanda tam bürokratik kafalara uygun bir davranıştır.
[3]İşte kongre’ye sunulan taslaktaki gerici maddelerin en önemlilerinden biri:
“Kongremiz, Anadolu ve Mezopotamya’nın tarihsel ve toplumsal dokusunun inkârına dayalı, tekçi ve asimilasyoncu ulusal egemenlik anlayışına karşı, Türkiye’de yaşayan tüm halkların kültürlerinin ve kimliklerinin tanınmasını demokrasinin vazgeçilmez unsuru olarak görür. Kongremiz, halkların, başta anadilinde eğitim hakkı olmak üzere eğitim ve kültür politikalarının hazırlanmasına ve uygulanmasına katılımının hayata geçirilmesi için mücadele eder.” Bu maddenin, Alevileri veya ateistleri diyanetin tanımısını istemekten farkı yoktur. “Türkiye’de yaşayan tüm halkların kültürlerinin ve kimliklerinin tanınması” demokrasinin değil, gerici milliyetçiliğin vazgeçilmez bir unsurudur. Demokrasi, Türklüğün de tanınmamasını, bütün diğerleri gibi bireysel bir hak olmasını savunur. Tabii bunun sonucu, “Halkların” yani aslında politik olarak tanınmış ve tanımlanmış dillerden insanların, yani ulusların, kültür politikalarının hazırlanmasına katılması. Gerici milliyetçiliğin eline bırakmaktan başka bir anlama gelmez. Bütün bu satırlar bir de defalarca bu konuda konuşmuş olmama rağmen yazılıyor.
[4]Aslında bu kadırn arkadaşın sözleri ve Komisyon7un böyle bir programla gelmesi, gerek sosyalist ve işçi hareketinin gerek bu satırların yazarının yneredeyse yarım yüzyıllık emeğine saygısızlıktı. Türkiye’de bir parça Program üzerine kafa yoram, Demir Küçükaydın’ın bu konuda en çok yazı yazmış, kafa yormuş kimse olduğunu görür. Bütün bu emek yokmuş gibi davranmak saygısızlık olmuyşor da bunca emek harcayanın içeriğe yunalik eleştirisi mi saygısızlık oluyor?
[5] Sankı proletaryanın kültürü yaratılırmış gibi. Proletaryanın bir kültürü olmaz. Çünkü proletarya, bütün enerjisini politikaya vermek zorundadır. Sosyalizm yolunda ileri adımlar atmaya başladığında ise, burjuvazi gibi kendisini de yok eder., Dolayısıyla Proletaryanın bir kültürü olamaz kelimenin gerçek analımda. Sosyalist bir kültür olar. Ama sırnıflı bir toplumda da sosyalist bir kültürü insşa etmek olanaksızdır. Sosyalist üretim ilişkileri olmadan, böyle bir kültür şekillenemez.

HDK’nın Yolu, Programı ve Tüzüğü Yanlıştır ve Kökten Değiştirilmelidir - HDK Üzerine Notlar (5)

$
0
0

Bizce Program Tüzük’ten önce eldiği için, Kongre’de ve bütün önceki “Çatı Partisi”,  Demokrasi İçin Birlik Hareketi” ve “Blok” vesilesiyle yazdığımız yazılarda esas olarak Program konusundaki yanlışları ele aldık ve eleştirdik. Sadece eleştirmedik aynı zamanda alternatif program metinleri de önerdik. Şu ana kadar, bu konularda tek yazan, biz olmamıza rağmen, bir tek Allah’ın kulu çıkıp, “yahu bu adam, ta ilk çatı partisi toplantısından beri her aşamada bir program önerdi, bütün program tasarı ve önerilerini ciddiye alıp eleştiriler yazdı. Program konusunda tamamen farklı bir mantığa dayanıyor. En azından bunu tartışmak, eğer baştan ilke olarak reddediyorsak, neden reddettiğimizi açıklamak gerekir. Bu yapılan utanç verici bir görmezden gelmedir. Bu artık eleştiri silahını kullanmak değil, silahların eleştirisini yapmaktır. Susarak, tartışmayarak, yok sayarak mücadele etmektir.” demedi maalesef.

Program konusunda usulden biçime, biçimden içeriğe kadar her alanda farklı ve karşı bir program önerdik ve duruş sergiledik, önermeye ve sergilemeye devam ediyoruz. Defalarca belirtmemize rağmen bir kere daha tekrar edelim. Burada temel eleştirilerimizi kısa ve özlüce  bir kez daha açıklayalım.
Program konusunda izlenen yola, yani usule eleştirimiz şu olmuştur:
Programlar komisyonlarda hazırlanamaz. Bunlar sanki herkesin kolayca yazabileceği gibi görünen basit ve sade metinlerdir. Ama bu sadeliğe ancak, büyük metodolojik, stratejik ve programatik tartışmalarla ulaşılabilir. Ancak bir program ve strateji belirlendikten sonra, bu programın nasıl formüle edileceğine dair bir metin ortaya çıkarmak için belki bir komisyon kurulabilir. Bütün bunlar yapılmadan programı komisyona havale etmek, bugünkü yanlış ve gerici program anlayışlarını ve programları bir emrivaki olarak savunmak, ekmek ve su kadar ihtiyaç duyulan bir program ve strateji tartışmasını gündem dışı bırakmaktır.
O halde program tartışmasının yeri komisyonlar değil, tüm sosyalist ve demokratların katılacağı, gruplar, konferanslar, dergiler, yayınlardır. Ancak böyle bir tartışma içinde farklı yöntem, strateji ve programlar billurlaşabilirler ve farklılıkları kavranabilir. Bizzat .bu tartışma en büyük ve etkili siyasi ve teorik eğitim aracıdır.
Programın biçimine ilişkin eleştirimiz şu olmuştur:
Programın bir ilkeler deklerasyonu değil, bir yapılacak işler planı olması gerekir. Program, programı sunanlara yarın öbür gün kaçacak delik bırakmamak üzere yazılır. Son derece somut ve açık yapılacak işlerden ibaret sade bir metin olması gerekir. İlkeler deklerasyonlarıyla ancak sektler kurulabilir. Örneğin “her türlü milliyetçiliğe karşıyız” bir ilkeler deklerasyonudur ve milliyetçilikten herkesin anladığı da farklı olduğundan ve olacağından yeni parçalanmaların tohumunu da içinde taşır. Ama “Herkese istediği dili ana dil olarak seçme ve bu dilde eğitim hakkı esastır. Tarih kitapları Türkiye ve komşularındaki tüm dillerden, dinlerden, etnilerden ve kültürlerden, cinslerden vs. tarihçilerin eşit haklarla katılacağı bir kurul tarafından yazılacaktır. Herkes ana dilinde ama bu ortak tarihi okuyacaktır” dediğinizde, bu gerici milliyetçiliği pratik ve somut olarak olanaksız kılan bir programdır.
Ancak böyle somut işlerler olan programlar en geniş birlikleri sağlayabilir, bölünmeleri  ortadan kaldırabilirler. Örneğin isterseniz faşist olduğunuzu söyleyin, bu talebi kabul ediyor ve bunun için mücadele ediyorsanız. Siz kendini faşist zanneden bir demokratsınızdır.
Programın özüne ilişkin eleştirimiz şu olmuştur:
Program her şeyden önce, demokratik bir devleti somut olarak taslaklaştırmak zorundadır. Ezilenlerin deneyi ve dersleri göstermiştir ki, nasıl işçi sınıfı burjuva devlet cihazını olduğu gibi alıp sınıfsız topluma gidişin bir aracı olarak kullanamazsa, öncelikle onu tasfiye etmek; parçalamak zorundaysa; aynı şekilde demokratik bir iktidar da, gerici milliyetçiliğe göre şekillenmiş merkezi, bürokratik, kırtasiyeci ve militer devlet cihazını demokrasi için kullanamaz. Program her şeyden önce, demokratik bir devleti somut olarak taslaklaştırmak zorundadır.
Bu da cebirsel bir formül gibi bir program demektir. O demokratik devletin yurttaşları hangi politikaları uygulayacaklarına demokratik olarak karar verebileceklerdir. Bu koşul olmadan, ancak demokratik bir ülkede uygulanabilecek talepleri öne çıkarmak, fiilen gerçek demokratik görevlerden kaçmaktır.
Delmokratik bir devlet cihazı her şeyden önce demokratik bir ulus tanımına dayanmayı gerektirir.
Demokratik bir ulus, ulusu bir dille, dinle, etniyle, tarihle tanımlamaya karşı tanımlamaktır.
Ancak bu koşulda en geniş otonomi bölünmenin değil birleşmenin bir koşulu haline gelebilir ve merkezi devlet cihazı tasfiye edilebilir.
Ulusun gerici milliyetçi tanımı ile merkezi börokrasinin varlığı arasında kopmaz bir bağ vardır. Bugünün Türkiye’sinde Kürt sorunu için üç program bulunmaktadır:
1) Ulusu Türklükle tanımlayarak, Kürtlerin haklarını bireysel haklar olarak tanımak;
2) Ulusu Kürtlük, Türklük gibi dile ve tarihe dayanan gerici milliyetçiliğe göre tanımlamak. Kürtlerin kollektif olarak tanınmasını istemek ve bir Kürt Türk devletini nihai çözüm olarak görmek;
3) Ulusun Türklük veya başka bir dil, etni, tarih, din ile tanımlanmasına son vermek, böyle tanımlamaya karşı tanımlamak, yani Türklüğün de politik olmaktan çıkarılıp bir bireysel hak olmasını savunmak ve onu bütün diller ve “halklar” ile eşitlemek.
Biz hep bu üçüncü programı savunduk ve program önerilerimizin özü bu oldu.
Buna karşılık gerek “Çatı Partisi”, gerek “Demokrasi İçin Birlik Hareketi” ve Gerek ise “Kongre Girişimi” ve “Halkların Demokratik Kongresi”nde Sosyalist Yuvarların ve BDP’nin yaptığı tam tersi oldu ve olmaya devam ediyor.
Programlar usulen yanlış yapılmaktadır, biçimce program değildirler, içerikçe de demokratik.
Dolayısıyla bu yanlışlarda ısrar edildiği takdirde “Çatı Partisi” fiyaskosunun ya da ölü doğmuş “DBH”nin yeni bir versiyonu kaçınılmazdır.
Program konusu özünde böyle korkunç yanlışlarla malul.
Peki Tüzük farklı mı? Hayır.
Aslında tüzük üzerine de yazdığımız bir çok yazı bulunmaktadır. Bu yazıları da derleyeceğiz. Eleştiri ve önerilerimizi, sanki bir dinleyen varmış gibi, sanki o sağır kulaklar duyarmış gibi, duvarları yosun tutmuş, menteşeleri paslanmış, derinlerde bir yerdeki hücrenin kapısını, belki birileri duyar diye biteviye yumruklarcasına yazmaya devam edeceğiz.
Ama Tüzük konusundaki eleştiri ve önerilerimizin özünü bir kez daha burada ifade edelim.
Tüzük her şeyden önce üyelere tam bir eşitlik sağlamalıdır. Matematikte bile, bir bayağı kesir taplama işlemi için eşitleme gerekir. Bunun bir tek yolu vardır: Bütün örgütlerin bireylerle katılımı, dolayısıyla katılımcı bireyleri ölçüsünde, eşit hak ve görevli bireyler olarak bir etki sağlamaya çalışmaları. Örgütlerin Kongre tarafından tanınmaması. Örgütlerin Kongre’ye üye olan üyelerinin de tüm üyelerle aynı hakları ve görevleri olması. Örgütlerin, bu üyelerinin üye olarak hakları üzerinden Kongre’nin politika, çalışma, yönetim vs.’sini etkileyebilmesi.
Bu yaklaşım olmadıkça, başlangıçtaki ilk çağrı için örgütlere dayanmayı devam ettirme, Kongre’nin kendi ipini çekmesinden farksızdır.
Bu model, örgütlerin varlığını dışlamaz. Elbette, var olan örgütler, bu birlik (Çatı Partisi, Kongre vs.) içindeki katılımcı bireyleri aracılığıyla bütün diğer üyeleri etkilemeye, kendi politikalarına çekmeye çalışabilirler. Aynı şekilde her hangi bir örgütün üyesi olmayan bireyler de belli örgütsel, politik, stratejik veya taktik bir konuda bir araya gelip tıpkı fiilen bir örgüt gibi, birliğin politikalarını etkilemek, çoğunluğu kazanmak, yönetimde söz sahibi olmak isteyebilirler. Bütün bunlar sağlıklı ve demokratik bir örgüt işleyişi için olmazsa olmazlardır ve tüzük esas olarak, örgütlerin ve yuvarların bir araya gelmelerinden doğan hakları değil, bu bireysel hakları ve bunun kullanım usullerini belirlemeye yönelik olmalıdır.
Ancak bu biçim içinde, gerçek bir örgütsel yaşam oluşabilir. Örgütler temsilcileri aracılığı ve kotalar ile zaten temsil ediliyorlarsa, bu birliğin içinde yer almanın onlar için hiç bir gerekliliği olmayacaktır. Ancak katılan bireyler ölçüsünde etkisi olduğunda, kendi dışındaki çoğunluğu kendi görüşlerine kazanabilmek için örgütler bütün üye ve ilişkilerini bu birliğin içinde çalışmaya itecekler böylece boylu boyunca bu birliğin sorunlarını ve gündemini tartışıyor olacaklardır. Bu da gerçek ortak formasyonun oluşması, örgütlerin duvarlarının fiilen yıkılması anlamına gelir.
Ancak, bu olumsuz durum, yani örgütlerin bileşen olarak kabulü, en çok bizzat Kürt Özgürlük Hareketi’ne ve BDP’ye zarar vermektedir. BDP bu örgüt temsilcilikleri mekanizması nedeniyle kendi gettosu dışına çıkamamakta ve başka havaları soluyamamaktadır. Dolayısıyla kendini geliştirmesi de olanaksızlaşmaktadır.
Tüm örgütlerin bireyleri ile katılımı ve bu katılım ölçüsünde etkisi biricik yol olduğunda, BDP de artık, bir kaç temsilcisinin ağırlığı ile yetinmeyecek; genişy kitlesi bu Kongre yaşamının dışında kalamayacaktır. BDP de katılan bireyleri ölçüsünde bu birlik üzerinde etkili olabilecektir. İştei o zaman örgüt yaşamı içinde herkesi etkileme ve onlardan etkilenme; değişme ve değiştirme olanağı bulabileceklerdir. Bu ise, Kürt hareketi içindeki feodal geleneklere dayanan, burjuvazinin en son isteyeceği şeydir.
Aslında Türk sosyalist Yuvarlarını muhatap almaya devam etmek de; yani bunları kongre bileşeni olarak kabullenmek de, Kürt hareketi içindeki gerici milliyetçilerin ve bürokratlaşmış yapı ve kafaların işine gelmektedir.
Karşılarında teslim olmaya hazır Türk sosyalist yuvralarına, gönderdikleri Türklerle ilgilenmeyi özel iş edinmiş iyi niyetli bir kaç temsilci ve vekil her istediklerini olayca kabul ettirebilmektedirler. Böyelce BDP’nin esas kitlesi de Kürtlerin gettosu içinde hapis kalmaktadır.
O halde, tüzügün, öncelikle, Kongre’nin bireylerin katılımları ile oluşmasını, yani her hangi bir örgüt veya partiye bir öncelk, kota vs. tanımamasını kesinlikle formüle etemesi gerekir.
Halbuki var olan şimdiye kadarki bütün tüzükler, tamamen bu yuvarların varlığını ve bir “bileşen” olarak etkilerini sürdürmeye yönelik olarak formüle edilmişlerdir.
Temel sorun buradadır. Bu temel sorun, bütün diğer tüzük sorunlarını beraberinde getirmektedir. Kabul edilen tüzükler TC Anayasaları gibidir. Korkunç bürokratik ve hantal bir yapı. Anti demokratik bir işleyiş.
Sorunun özü budur.
Bu tüzüge, programa ve usule karşı bir mücadele gerekmektedir. Bu mücadele olmadan, yeni ve güçsüz kongre, bu “Bileşen” denen kanser hücrelerini yok etmeden, bu hastalıklı durumdan kurtulamaz aksine onlar tarafından yok edilir.
Bundan sonra bunun için ne yapmak gerektiğini tartışmak gerekmektedir.
*
Tüzüğün başlangıç maddelerinin bir eleştirisini ayrıca kenar notları olarak yazdık.
Ayrı bir dosya olarak onu da daha sonra sunarız.
Şimdilik bu kadar.
10 Kasım 2011 Perşembe
Demir Küçükaydın


HDK Tüzüğüne Kenar Notları - Halkların Demokratik Kongresi Üzerine Notlar (6),

$
0
0
Aslında tüzüğe eleştirimiz temeldendir. Ve bunu bir önceki yazıda açıkladık. Grupları yok etmek değil, onların varlığını ve gücünü korumak üzere ayarlanmış, bürokratik, hantal ve anti demokratik bir tüzüktür.
Ancak bu genel eleştiri kimilerini tatmin etmeyebilir. Bu genel yanlışın fiilen nasıl sorunlara yol açtığı anlaşılamayabilir diyerek, en azından tüzüğün başlangıç kısımlarındaki maddelere kenar notları şeklinde eleştirilerimizi yazdık. Tüzüğün başlangıç kısımları aynı zamanda programın bir tekrarı olduğundan bu aynı zamanda bir program eleştirisi gibi de görülebilir.

Tüzüğün tamamını böyle madde madde eleştirmeye gerek de yok mümkün de değil. Aynı yanlışların efalarca tekrarlanışından ve bu yanlışların birbirleriyle de çelişmelerinden başka bir şey yok. Meraklısı hem genel eleştirimizden, hem de buradaki maddelere ilişkin eleştirilerden hareketle bunu rahatlıkla yapabilir.
Aşağıda bu kenar notları biçiminde eleştiriler yer alıyor. Tüzük maddeleri italik olarak, eleştirilerimiz ise normal herflerle şekllendirildi.

HDK Tüzüğünün Son Hali – 6.Ekim.2011

Madde 1: Kongrenin adı ve kısaltması
Kongrenin adı Halkların Demokratik Kongresi, kısaltması HDK'dır.
Madde 2: Kongrenin Tanımı
Kongre, tüm ezilenlerin ve sömürülenlerin; dışlanan ve yok sayılan bütün halkların ve inanç topluluklarının, kadınların, işçilerin, emekçilerin, köylülerin, gençlerin, işsizlerin, emeklilerin, engellilerin, LGBT (Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Trans) bireylerin, göçmenlerin, yaşam alanları tahrip edilenlerin; aydın, yazar, sanatçı ve bilim insanları ile bütün bu kesimlerle mücadele yürüten güçlerin her türden baskı, sömürü ve ayrımcılığı ortadan kaldırmak ve insan onuruna yaraşır bir yaşam kurmak üzere bir araya geldiği ortak bir dayanışma ve mücadele zeminidir.

Maddeye İlişkin Eleştirel Notlar:

Öncelikle, maddenin başlığı ile içeriği çelişmektedir. Maddede "Kongre'nin Tanımı"ndan söz edilmektedir. Ama Kongre'nin bir tanımı değil, bir tasviri yapılmaktadır.
Bir tanım her şeyden önce bir şeyi aynı kategoriden şeylerden onu  ayıran özellik üzerinden yapılır. Yani önce o şeyin ait olduğu "küme" belirlenir, sonra o küme içinde onu o kümedeki diğer şeylerden ayıran özellik koyulur. Örneğin "insan konuşan hayvandır" gibi bir tanım, İnsan'ın hayvan kategorisi (kümesi) içinde tanımlar ve sonra o kategorideki (kümedeki) diğer varlıklardan ayıran özelliğini belirtir.
"Kongre'nin tanımı"ndan söz ediliyorsa o da böyle olmalıdır. Ya da kendine ve insanlara saygısı olan, böyle davranır ve davranmalıdır. Kongre her şeyden önce sosyal alanda siyasi mücadele yapmayı hedefleyen bir yapı mı olmayı hedefliyor? (Sırrı Süreyya'nın Kongre'de söylediği, "sosyalı siyasala siyasalı sosyala taşıyacağız" sözleri göz önüne getirilsin.) O halde benzer işlevi olan diğer yapılarla olan farkının koyulması gerekir bu maddede. Neden Kongre de önreğin Parti, Dernek, Liga (Birlik), Meclis vs. değil? Diğerlerinden ne gibi işlev ve yapı farklılıkları vardır? Madde'nin başlığına göre bunların açıklanması gerekir. Başlıkta maddenin konusu böyle belirlenmiş olmasına rağmen içeriğinde bu konuda en küçük bir söz bile yok. Bu en azından ciddiyetsizliktir. Bu tüzüğü hazırlayanların bizzat kendilerinin, tüzüğünü yazdıkları birliği, türkiyedeki insanları hatta kendilerini ciddiye almadıklarını gösterir. Aynı zamanda eklektisizmdir, iç tutarlılıktan yoksunluktur da.
Ama bunun ötesinde, gerçek sorunlardan bir kaçıştır, yazanların kendilerinin kafa karışıklıklarının bir dışa vurumudur da. Çünkü gerçekte, tam da bu bir araya gelişe neden Kongre dendiği, onun diğer biçimlerle işlevsel ve yapısal farkının ne olduğu en çok sorulan ve aslında kafaların en çok karışık olduğu konudur. Bu konuda hiç bir yerde doğru dürüt bir açıklama bulunmamaktadır. Sadece "Kongre" denmektedir. Bir şeylerin adı değişmiş olmakla kendi değişmiş olmaz. Ya da bir birlik hukuken bir şey oabilir ama politik olarak başka bir şey olabilir (Tabii sosyolojik olarak hukuki ve politik tanımlarından tamamen farklı bir şey de olabilir. Örneğin KCK, ) Bu açıklamanın yapılacağının madde başlığında haber verildiği tek maddede de bu açıklama yok.
Böylesine ciddiyesiz bir metin nasıl olup da komisyonlardan çıkıp bir de Kongrelerde oylanıp onaylanabiliyor? Buna "tam da böyle olduğu için" diye cevap da verilebilir ve verilmelidir.
Çünkü en temel sorun program gibi tüzüğün de "Komisyon'a Havale" edilmesinde. Komisyonlar, üzerinde tartışılmış ve az çok görüşlerin berraklaştığı, netleştiği konulardaki görüşleri bir derli toplu sunma, formüle etmenin veya bir uzlaşma formülü aramanın organları olabilirler.
Programda olduğu gibi Tüzük'te de her şeyden önce bu ön hazırlık ve tartışma yoktur. Hedeflenen birliğin ne amaçları (yani Programı) ne de bu programa en iyi  nasıl bir yapıyla ulaşılabileceği (yapısı, tüzüğü) üzerine bir tartışma yapılmış değildir hem tüm üyelere, hem de kamuoyuna açık.
Kongre hazırlığının, Kürt hareketinin, yaklaşan saldırıyı yanlız karşılamama kaygısının baskısı altında, aceleye gelmesi, bir neden gibi görülebilir. Ama asıl neden bu değildir. Tarih en köklü ve ciddi tartışmaların en ciddi, en kritik durumlarda yapılabildiğinive de esas o zamanlar yapıldığını gösterir.
Uzağa gitmeye gerek yok. 1968'lerde Dev-Genç'liler, neredeyse her Allah'ın günü bir miting, yürüyüş, forum, nöbet, işçiler veya köylülerle dayanışma içindeydiler, bunun yanı sıra faşistlerin ve polislerin canlarına kast etmiş, derin devletçe desteklenen ölümcül saldırıları altındaydılar. Ama tam da bu koşullarda Türkiye'de aynı zamanda en temel tartışmalar yapılıyor, büyük bir açlıkla okunuyordu. Okuma, tartışma ve eylem birbirini engellemiyor, böyle görülmüyor, aksine birbirini besliyorlardı.
1970 yılı yazı, bugünkü bütün politik temel akımların şekillendiği ve Türkiye'de gerek nicelik gerek nitelikçe enönemli teorik ve politik eserlerin verildiği ve en canlı tartışymaların yapıldığı dönemdir. 1970 yazında Haziran'daki işçi direnişleri nedeniyle sıkıyönetim vardı. Bir çok kadro cezaevindeydi.
Bunlar sadece iki örnek. Örnekler tüm dünyadaki işçi hareketleri ve sosyal hareketler tarihinden de getirilebilir. Bu kadarı yeter.
Şimdi ise "önce şu saldırıyı savuşturalım şimdi tartışmanrın zamanı değil" argümanı kimilerini çok ikna edici olabilmektedir. Ama bu aslında programatik, stratejik ve örgütsel sorunları tartışmaktan kaçmanın, var olan statükoyu sürdürmenin basit bir aracıdır.
Burada bu koşulların, esas konulardan ve tartışmalardan kaçabilmek için bir nimet olarak görülmesidir söz konusu olan. İyi bir bahane sunmaktadır işi komisyonlara ve dolayısıyla bu komisyonlar da genellikle örgütlerin temsilcilerinden oluştuğundan, örgütlerin inisiyatifine bırakmak için.
Bu ömrünü doldurmuş, son kullanım tarihi çoktan bitmiş örgütlerin hepsi birbiriyle rekabet içindedirler ama aynı zamanda bu tür tartışmalara karşı tam bir domuz topu olurlar kendi var oluş koşullarını tehdit edeceği için. Bu örgütlerin tüm üyelerinin Partiler, Kongreler, Meclisler ve bunların birbirinden farkları; bunların demokratik işleyişinin nasıl olabileceği vs. üzerine bir tartışmanın içine girdiklerini düşünün. Bu üyelerin çoğunun ilk sorgulayacakları, aynı zamanda zaten kafalarının bir çok soru işaretiyle dolu olduğu, kendi örgütleri olacaktır.
Ama bütün günah bu yuvarlarda da değil. Bu durum biraz Kürt hareketinin de işine gelmektedir. Kolaya kaçmaktadır. Karşısında her biri birbiriyle rekabet halinde bir kaç düzine küçük, güçsüz örgüt bulunmaktadır. Artık, bunların hepsi de Kürt hareketi ile bir şekilde iyi ilişkiye girmeden varlığını bile sürdüremeyeceğini sezmiştir. Eski şımarıklıkları yoktur en azından Kürt hareketi karşısında. Bu durumda, Kürt hareketi o muazzam gücüyle bunlara istediğini dikte edebilmekte bunların en küçük bir itiraz etme şansı bile bulunmamaktadır. Önce hiç müdalale etmeden bırakmaktadır. Beklemektedir iyice birbirleriyle uğraşıp çıkmaza girsinler diye. Artık tam bir çıkışsızlık belirginleştiğinde, bütün istediklerini dikte etmek için bir kaç temsilci ve vekilini yollaması yetip de artmaktadır. Durum biraz Fellini'nin Orkestra filmine benzemektedir.
Şu sosyalist gruplar olmasa, BDP dair herkesin bireyler olarak gücü oranında katıldığı bir birlik oluşturulmaya çalışılmış olsa,o zaman binerce üyesini buralarda görevlendirerek, onlar aracılığıyla çoğunluğu kazanmak zorunda olacaktır. Ama o üyeler, bu tartışmalarda Türk sosyalistlerini etkilerken (ki bu çok hayırlı olurdu) aynı zamanda farklı bir politik kültürden de etkilenirler (bu da çok hayırlı olurdu) ve Kürt hareketi içinde bulunduğu teorik, kültürel ve entelektüel gettonun sınırları dışına çıkardı.
Şimdi böyle bir olanak, kolay bir yol, işleri tepeden bitirmek varken; tartışmaları dallanıp budaklandırmanın, herkesi bunlar içine çekmenin ne anlamı olabilir? Kürt hareketinin davranışının bir yanını bu kolaya kaçma ve başına eni sorunlar açmama kaygısı oluşturmaktadır. Böylece görünüşte Kürt Hareketi ile Türk Sosyalistleri bir araya gelmektedir. Aslında Kürt Özgürlük Hareketi, hem gücüyle, hem kendisi ortada görünmeyip, kendisinin alabileceklerini Türk solcularına bırakarak, (yani delegeliklerden vekillere kadar bir çok alanda Kürt hareketi geri çekilmekte ve vermektedir) yani bir anlamda biraz rüşvet vererek tabiri caiz ise, her istediğini dikte edebilmektedir.
Böylece alan memnun, satan memnun bir ortamda, en sıradan insanın aklına bile gelebilecek sorular bile bu alışverişi yapanların işine gelmemekte ve böylece tüm toplantılar birer mizansene, bir medyatik sahneye koyuşa dönüşmektedir. Oralarda tesadüfen bizim gibi hesapta olmayan zıpçıktılar çıkınca da bunların gündemi belirlemesi engellemek kolay olmaktadır.
Halbuki, bu maddenin başlığında söylenenin içeriği üzerine yazılsa, yani "neden Kongre de Parti değil?" sorusunun cevabı açıklansa, bu bir yığın soruyu ve yeni tartışmaları beraberinde getirir. Örneğin "önceden "Çatı Partisi" deniyor ve ihtiyacın bir parti olduğu belirtiliyordu. Yeni bir ihtiyaç mı çıktı? Çıktı ise bu nedir? Yoksa bu sadece bir isim değişikliği midir? Konre'nin Parti'den farkı ne olacaktır? Ne gibi işlev ve yapı farkları olacaktır? Eğer yeni işlevler söz konusuysa, bu işlevler için en uygun yapı ne olabilir?" gibi soruları soran ve bunlara cevap arayan bir tartışma yapılmış olsaydı, bu hem Türk sosyalistlerini, hem de Kürt hareketini eğitmiş olurdu. Bir netleşme sağlardı. Belli sistematik görüşlerin billurlaşmasını ve bu billurlaşmalar etrafında yoğunlaşmalar sağlardı. Böyle bir tartışma ileri bir atılış için gereken güçleri toplardı.
Madde'nin içeriğinde başlığında söylenen yapılmadığı gibi, yapıldığı kadar yapılan da  metodolojik olarak yanlış yapılıyor. Bir tasvir var orada, tanım değil. Amaçların ve güçlerin tasfiri. Tasvirler üzerinden hiç bir şeyin özü anlaşılamaz.
Şimdi gelelim bu başlıkla ilgisiz tasvire.
Birincisi, bütün o ezilenleri, dışlananları vs. saymak yanlıştır. Siz yapacaklarınızla böyle olup olmadığınızı gösterebilirsiniz. Bu kendi kendini övmek gibidir. Bırakın da başkaları ve tarih öyle olup olmadığınıza karar versin.
Öte yandan bizzat kendinden böyle bahsetmek bile böyle olunamayacağının bir kanıtı bile olabilir. Bu bal yemek ve bal demek arasındaki fark gibidir. Bal denmektedir ama bal demenin kendisi bal yemek değildir ve çoğu kez bal demek bal yememek için bir engeldir.
İkincisi amaçlar da yanlıştır. Bu birlik sosyalizm için bir birlik değildir. "Her türden sömürü, baskı ve ayrımcılığı ortadan kaldırmak" sosyalizmi ifade eder. Bugün sosyalizmi öne bir hedef olarak koymak, Türkiye'deki geniş demokrasi cephesi kurma gereğinden kaçmak, ana halkayı doğru yerden tutmamak anlamına gelir.
Ayrıca bu birliği oluşturanların, meta üretimini ordadan kaldırmak, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son vermek, planlı ekonomiye geçmek, bütün dünyada bir tek cumhuriyet kurmak gibi, (ki bunlar sosyalizmin yani "her türden sömürü, baskı ve ayrımcılığı ortadan kaldırma"nın olmazsa olmazlarıdır) bir amaçları yoktur bu birliğe gelirken.
Sayılan güçler ne sosyolojik olarak böyle bir program için mücadele etmeye eğilimlidirler, ne de kendileri politik olarak böyle bir programı benimsemektedirler.
Böylesine apaçık bir durum varken, bu sosyalizm amacını, böyle olmazsa olmaz ön koşullarını saymadan, "her türden sömürü, baskı ve ayrımcılık" diye tanımlamak, o güçlerin siyasi bakımdan tecrübesizliklerinden yararlanıp, onları farkına varmadan sosyalizm için bir programa imza attırmak, tuzağa düşürmek anlamına gelir. Bir sosyaliste düşen görev, "bakın arkadaşlar böyle şeyler yazıyorsunuz ama bunlar sosyalizm anlamına gelir: Üretim aracları üzerinde özel mülkiyeti ortadan kaldırmaktan yana mısınız? Böyle bir ifadeye sizlerin çalışmalarınızda ve programlarınızda rastlanmıyor. Yanlış bir iş yapmayın, gerçekte yapmayacaklarınızı ve yapamayacaklarınızı ve yapmak istemeyeceklerinizi böyle programa yazmayın" demektir, onları uyarmaktır.
Kaldı ki onların böyle amaçları da olabilir ve yapılması gereken yine değişmez. Bu birlik her şeyden önce Türkiye'de demokrasi için kurulmaktadır. Onun ayırıcı çizgisi bu olmalıdır. Sosyalistler en tutarlı ve en radikal demokratlar olukları için veay olmaları gerektiği için buraya gelirler ve gelmelidirler. O zaman da sosyalizm anlamına gelen formüllerin bu metinde yeri olmaması gerekir.
Üçüncüsü burada sayılan özneler esas olarak ülkenin demokratik olmaması nedeniyle, yani biçimsel veya hukuki eşitlik içinde yaşamadıkları için muhalif bir güç olarak vardırlar. Bu biçimsel eşitliği sağlamak ise sosyalizm değildir; en ideal kapitalizm koşullarını sağlamaktır. (Elbet bu sosyalist mücadele için de daha elverişli koşullar anlamına da gelir ama sosyalizm değildir.) Yani çocuklar, kadınlar, LGBT'ler, halklar, inanç toplulukları vs. tamamen teoride ve uygulamada eşit olsa, her hangi bir şekilde baskı altında olmasa, bu kapitalizmle çelişmez ve aksine kapitalizm için en uygun koşulları oluşturur.
Bunun da çok basit bir nedeni vardır. Kapitalizmde, bütün artı değerin kaynağı olan işgücünün, maddi ve manevi özellikleri onun kullanım değerinin özünü oluşturan artı değer üretme özelliği üzerinde hiç bir etkide bulunmaz.
Yani sekiz saat çaşılan bir Kürt veya Türk; kadın veya erkek; siyah veya beyaz, genç veya yaşlı; eşcinsel veya heteroseksüel ve hatta solucanlar gibi erselik insanlar da(yani hem erkek hem dişi) olsa, ortaya çıkacak artı değer üzerinde bunun bir etkisi olmaz. Zaten bu nedenle, demokrasi aynı zamanda kapitalizm için en ideal koşullar anlamına gelir.
Aynı şekilde, organik veya hidrokültürde domates üretilsin, üretilen nesnelerin niteliğinin veya tekniklerinin değişmesi kapitalizmin özüyle ilgili değildir. Ekolojik ürünler kar getiriyorsa, kapitalizm ekolojik te olur.
(Almanya, Ekolojik ürün ve standartlar nedeniyle bugün dünya pazarında rakipsiz olmuştur mesela.Yani Yeşiller Partisi, aslında Alman sermayesine bir üstünlük sağlamıştır, Almanya'daki ürünlere ekolojik standartlar getirerek. Tüm dünya çapında neyin ne kadar üretileceğine tüm insanların ortaklaşa karar vermesi uzun vadede insanlığın yaşaması için şarttır ama bu planlı ekonomi, yani kapitalizmin tasfiyesi demektir ve bu birlikte bir araya gelenlerin böyle bir sorunu henüz yoktur. Bu da ayrıca uluslara ve ulusal devletlere karşı bir mücadele ve devrim gerektirir. Ayrı bir konudur.)
Özetle dayanılan ve bu amaç için mücadele edeceği söylenip sıralanan güçlerin hem nesnel konumları ve çıkarları, hem de kendilerinin deklare edilmiş amaçları ile yazılan "her türlü sömürü, baskı ve ayrımcılığa son verme" amacı çelişki içindedir.
Ancak, sosyalizmin böyle verbal olarak öne çıkarılmasının nesnel bir anlamı vardır. Bu aynı zamanda demokratik mücadele ve görevleri öne çıkarmaktan kaçmaktır. Kaçma sadece geriye doğru olmaz; ileriye de kaçılır.
Türk sosyalistleri yıllardır "Sınıf", "Emek", "Neo Liberalizm", "Enternasyonalizm" vs. diyerek ileriye kaçıyorlar. Bu maddeye yansıyan bu eski alışkanlığın yeni biçimde görünmesidir. Zamana uyup şimdi de bütün "Yeni Sosyal Hareketleri" ve Sosyalizm anlamına gelen hedefleri sıralanıp, demokrasi mücadelesi gündemden düşürülmektedir. Türkiye'de esas sorun, bu pahalı, baskıcı, askercil, merkezi, bürokratik devlet cihasını tasfiye etmek; ulusun Türklükle tanımlanmasına son vermek; tam bir fikir ve örgütlenme özgürlüğüdur. Bunların ise sosyalizmle ilgisi yoktur. Bunlar gerçekleştiğinde kapitalizmin gelişmesi için ideal koşullar gerçekleşmiş olur. Biz istemesek de böyledir bu. Biz sosyalistlere düşen bunu açıkça söylemektir. (Tabii bu aynı zamanda sosyalist mücadele için, eziler sınıfların birleşmesi için en uygun koşullarınr da ortaya çıkması demektir.)
Bütün bunlardan söz etmeden sömürü ve baskıyı ortadan kaldırmaktan söz etmek, aslında bırakalım sosyalizm için mücadeleyi bir yana, demokratik görevlerden bile kaçmaktır.
Ve son olarak, bütün bu yazılanlar programa ilişkindir. Bunların yeri programdır. Tüzükte sadece programa gönderme yapmak yeter. Yani o programı kabul edenler bu tüzükte tanımlanan yapıyla birleşip mücadele edeceklerdir gibi bir cümle yeter.
*
Madde 3: Kongrenin Amaçları
Kongre, mevcut anti-demokratik siyasal sisteme karşı, halklardan, ezilenlerden, yok sayılanlardan, doğadan, emekten, özgürlükten, eşitlikten, barıştan ve adaletten yana olanların demokratik bir toplum ve insanca bir yaşam için ortak mücadeleyi örgütlemeleri gerektiğinin bilinciyle;
a) Türkiye'de yaşayan tüm halkların demokratik temelli siyasal hak taleplerinin tanınması; başta anadilinde eğitim hakkının sağlanması gelmek üzere kimlik ve kültürlerinin korunması ve geliştirilmesi yönünde gerekli mücadeleyi yürütmeyi;
b) Dışlanan ve ayrımcılığa mâruz kalan tüm inanç topluluklarının ve inanmayanların düşünce, ifade, vicdan ve ibadet özgürlüklerinin eşit vatandaşlık hakları temelinde çözüme kavuşturulması için mücadele etmeyi;
c) Kapitalizme ve emek sömürüsüne karşı tüm işçilerin, emekçilerin, yoksul köylüler ile tüm çalışanların onurlu, adil, güvenceli, güvenli ve sağlıklı çalışma koşullarına ve sosyal güvenliğe sahip olma hakkını savunmak; siyaset yapma, siyasal ve sendikal örgütlenme özgürlüğü önündeki tüm yasal ve fiili engelleri kaldırmak için mücadele geliştirmeyi;
ç) Yoksulluğa itilen köylüler, emekliler, yaşlılar ve işsizler gibi toplumsal kesimlerin ortak mücadelesini geliştirmeyi;
d) Emperyalizmin dünya halkları üzerindeki egemenlik politikalarına; ekonomik, siyasi ve askeri anlaşmalarına, kurumlarına; sömürgeciliğe ve işgallere, askeri üslerine karşı mücadele etmeyi; bölge ve dünya halklarıyla enternasyonalist dayanışmayı geliştirmeyi;
e) Siyasal, ekonomik ve toplumsal yaşamın her alanında cinsiyetler arası eşitsizliğe karşı çıkarak, erkek egemen sistemin ve kadınlara yönelik şiddetin ortadan kaldırılması için mücadele etmeyi;
f) Gençliği, tekçi, milliyetçi, ayrımcı, cinsiyetçi eğitim sistemine ve eşitsizliği derinleştiren sınav sistemine terk eden; işsizliğe ve ucuz işgücü sömürüsüne mahkûm kılan politikalara karşı, siyasete aktif katılımlarının ve temsiliyetlerinin önündeki tüm engellerin kaldırılması, herkese parasız, eşit, demokratik, bilimsel ve anadilde eğitimin sağlanması konusunda mücadele etmeyi;
g) Çocukları ilgilendiren bütün işlem ve faaliyetlerde, çocuğun hakları ve yararının temel alınması gerektiği yaklaşımıyla çocukların şiddet, ihmal, suistimal, her türlü istismar, kötü muamele ve ayrımcılıktan korunması, başta eğitim ve sağlık olmak üzere tüm kamu hizmetlerinden eşit ve parasız bir biçimde yararlanması için mücadele vermeyi;
h) Lezbiyen, gey, biseksüel ve trans bireylerin heteroseksizmden kaynaklanan kamusal ve toplumsal yaşamda mâruz kaldıkları şiddet, dışlanma, ayrımcılık, nefret suçu ve söylemlerine karşı mücadele geliştirmeyi;
ı) Engellilerin kamusal ve toplumsal yaşama eşit koşullarda katılım sağlayabilmeleri için, ayrımcı uygulamalara ve engellerinden kaynaklanan sorunlarına karşı çözüm üretilmesi yönünde mücadele geliştirmeyi;
i) Çözümsüzlüğe terk edilen Kürt sorununda kalıcı bir barışın sağlanması ve Kürt halkının tüm sorunlarının demokratik çözüme kavuşturulması için mücadele vermeyi;
j) Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, özgür ve demokratik birlikteliği ilkesi çerçevesinde, demokratik özerklik de dahil olmak üzere halkların ihtiyaç duyduğu çeşitli yönetim biçimlerinin tartışılması ve hayata geçirilmesi için mücadele geliştirmeyi;
k) Militarizme ve siyasi iktidarların bu doğrultudaki politikalarına karşı, barış ve halkların kardeşliği temelinde politikalar savunmayı, zorunlu askerliğin kaldırılması ve vicdani ret hakkının tanınması için mücadele vermeyi;
l) Kapitalizmin doğayı, doğal varlıkları ve yaşamı metalaştırarak sömürmesine, yaşam alanlarını yok etmesine karşı, doğanın, insanın, hayvanların ve tüm canlıların yaşam haklarının güvence altına alınması için mücadele yürütmeyi amaçlar.

Maddeye İlişkin Eleştirel Notlar:

Bu madde de baştan aşağı yanlış ve gereksizdir.
Birincisi, buradaki maddeler zaten programda vardır. Gereksiz bir tekrar olmaktadır.
Öte yandan bir önceki maddede, yanlış bir bağlamda olmakla ve içeriği de yanlış olmakla birlikte, zaten amaç ve güçler belirtilmeşti, bu maddede yine belirtilmiş olmaktadır. Yani sadece Programa göre gereksiz bir tekrar değildir; aynı zamanda ikinci maddenin içeriğine göre de gereksiz bir tekrardır.
Herhalde bu Kongre'nin programı üç farklı boyutta sunma gibi bir merakı var. Önceki maddedeki bir tür "mini-program"; esas  program olarakkabul edilen metin "maksi-program"; bir de bu üçüncü maddedeki metin de "midi-program" olsa gerek.
Ama bu programlar de nedense hem genel ve kategorik olarak program denen şeyin kendisiyle hem de birbirleriyle çelişiyorlar. Ve sadece bu kadar da değil, cümleler ve önermeler de aynı madde, hatta aynı paragraf içinde birbirleriyle çelişiyorlar. Örneğin ikinci maddede bir bütün olardak sosyalizm formüle edilirken şimdi üçüncü maddede bir bütün olarak demokrasi çerçevesine sokulabilecek talepler ifade edilmektedir.
Eklektisim bu kadar olabilir. Eğer eklektisizim veya saçmalık üzerine bir ders vermek gerekirse bu Kongre'nin program ve tüzükleri harika bir örnek sunarlar.
Ama biz bu saçmalıklar ve çelişkiler labirentinde ipin ucunu kaçırmamak için bütün bunlar yokmuş gibi davranıp esasta kalıp onu gözden yitirmemeye çalışalım.
Program bir yapılacak işler planıdır; bir ilkeler deklerasyonu değil.
Bu program denen metinlerböyle olmalıdır anlamına gelir. Programlar, hiç bir yuvarlak ve genel söz içermemeli somut işleri somut tedbirler ve örgüt biçimleriyle ifade etmelidir.
Her şeyden önce bu üç mini, midi ve maksi programın bu temel yanlışı bulunmaktadır. Dolayısıyla bu üç metin de bir program adını almaya layık değildirler.
Ama sadece bu kadar değil, bu hedefler de en soyut biçimde ifade edilmiş olmalarına rağmen yanlış ve çelişkilidirler yukarıda gördüğümüz gibi. Yani hedefler açısından yanlıştırlar (Sosyalizm hedefi), hedeflerle o hedeflere ulaşacak güçler açısından yanlıştırlar (Yeni Sosyal Hareketler ve Kongre'ye adını veren "Halklar"). Ama sadece bu kadar da değil, bu program sadece sosyalizmi demokrasinin önüne geçirip ikisini eklektik bir biçimde karıştırdığı için değil, formüle ettiği kadarıyla demokratik de değildir.
Şimdi bunu gösterelim.
Demokrasi nedir? Her şeyden önce, bir ulusun, dille, dinle, ırkla, soyla, tarihle vs. tanımlanmasını rdeddetmek, ulusu bunlarla tanımlamaya karşı tanımlamaktır.
Yani devletin, tıpkı ideal laik bir ülkede bütün dinler karşısında kör olması gerektiği, hiç bir dini tanımaması gerektiği gibi, bütün "halklar", etniler, diller, tarihler, "ırklar", gelenekler, kültürler vs. karşısında da kör olması; bunların hiç birini tanımaması, bu özelliklerin politik anlamının olmaması gerekir.
Bu somutta nedir? Yani ulusun Türklükle tanımlanmasına son vermek ama Türklük ve Kürtlükle de tanımlamamak; Türklükle, Kürtlükle veya daha başkalarıyla tanımlamayı da reddetmek.
(Buna belisiz biçimde hukuki bir tanımla "Anayasal Vatandaşlık" diyenler de var. Bu tanım da yanlıştır. Anayasa Türklüğü ulus olarak tanımlıyorsa, anayasal vatandaşlık Türklükle tanımlanmış olur.)
Peki bir programın somut olması gerektiğine göre, bu somut olarak nasıl formüle edilebilir?
Bunun somut ifadesi şunlar olabilir:
Öncelikle, herkesin istediği dili anadil olarak seçme ve anadilinde eğitim ve öğretim hakkı, ulusu tanımlayan, politik bir anlamı olan resmi bir dilin olmaması.
(Bu anadilde eğitim, "anadil eğitimi" ile karıştırılmamalıdır. Anadil eğitimi resmi ve ulusu tanıyan bir dili kabul eder, eğitim bunla yapılır, ama bunun yanı sıra insanlara devletin maaşını verdiği öğretmenler ana dili dersi verirler. Bu demokratik bir talep değildir, laik bir ülkede her dinden olanlara devletin okullarında o dine ilişkin ders vermesi gibidir. Bu "Avrupa Birliği standardı" denendir ve fiilen Avrupa Birliği ülkelerinde bulunmaktadır. Bu "anadil eğitimi", bir dille tanımlanmış bir ulusu reddetmez, ona dayanır ama onu esnetir. Türk Devletinin ve bütün büyük partilerinin azami kabul edeceği program da budur. Bireysel bir hak olarak Kürtlüğün ve Kürt dilinin kabulü (tabii zorda kalınırsa bütün diğer dillerin de), ama ulusun Türklükle tanımlanmaya devam edilmesi (Yani Türkçe'nin resmi dil olması, ulusu tanımlayan dil olması ve okullarda Türk Tarihi okutulması). Biz radikal ve demokrat bir parti olarak, işçi hareketinin ta evelki yüzyıldan beri savunduğu bu demokratik programı savunmalıyız. Resmi bir dil ile pratik bir sorun olarak ortak bir konuşma dili (lingua Franz)  ayrı bir sorundur ve buna vatandaşlar gerek var mı varsa hangi dil olmalı ayrıca karar verirler.
Bu radikal demokratik talebi savunmak bugünkü hukuk sistemi içinde bile mümkündür aslında. Çünkü, resmi görüş, Türklüğün hukuki bir tanım olduğu her hangi bir etnik, dini, ırki bir anlamı bulunmadığı (Aslında görüşün aksine bunların hepsi de vardır) iddiasındadır. Bu iddianın fiili uygulaması olan talepler. Örneğin "resmi dil" olarak Türkçe olur ama, fiilen onu resmi dil olmaktan çıkaracak tüm talepler koyulabilir. Yani yukarıda ve aşağıda söylediklerimiz. Bu "Kitabına uydurma" sorunu ayrı bir sorundur. Yeter ki iş oralara kalsın. Önemli olan önce ulusun ne ile tanımlanacağında anlaşmak ve onu savunmaktır. Bir dil, din, etni, tarih vs. ile mi tanımlanacaktır, yoksa bunlarla tanımlanmaya karşı mı tanımlanacaktır?)
Tarih kitaplarında Türk, Kürt, Arap, Fars, Çerkez uluslarının tarihleri değil, ulusların tarihleri olmadığına dair bir tarih okunması. Yani Demokratik bir ülkede, herkes ana dilinde ama ulusların tarihi olmadığına dair aynı tarihi okur. Tıpkı gerçek laik bir ülkede, herkesin okullarda Darvin yasalarını, DNA'ları öğrenmesi gibi ama, okul dışında isteyenin Hindular gibi insanın defalarca yaşayacağına; Müslümanlar gibi ölüp öte dünyaya gideceğine ve cenneten geldiğine dair tarihleri de özel hayatında okuması gibi olur. Okul dışında isteyen istediği Çerkez ulusunun tarihini okur veya savunur. İsteyen Türkerin tarihi olduğunu savunur, isteyen bunu Orta Asya'dan, İsteyen, Anadolu'daki Neolitik devrimden başlatır isteyen bütün bunları deli saçması olduğunu söyler. İsteyen Zaza  dilinin Kürtçenin bir lehçesi, isteyen Zazaca'nın ayrı bir dil olduğunu savunur, bunu savunmak için dernekler kurar, yayınlar yapar. Bütün bunların Fenerbahçe veya Beşiktaş taraftarlığından veya bir spor kulübü kurmaktan farkı olmaz ve olmamalıdır. Bu insanların bireysel özgürlükleri sorunu olur.
Elbet, ulusların tarihi olmadığına dair bir tarih yazılması şimdilik gerici ulus anlayışının egemen olduğu bir ülkede zordur ama olanaksız değildir. Bu tarihi, ülkede ve komşularındaki bütün dil, din, etni, soy, cinsten insanların eşit temsilcilerinden oluşacak bir tarihçiler kurulunun yazması pratik bir çözüm sunar. Öyle bir Tarih'te hiç bir ulus kendi tarihini diğerlerine dayatamayacak ve çoğunluğu sağlayamayacaktır. Bu da fiilen ulusların tarihi olmadığına dair bir tarih olur. O halde, bu talep fiilen somut örgüt biçimiyleşöyle formüle edilebilir: Herkesin anadilinde okuyacağı aynı tarih kitapları ülkedeki ve komşularındaki tüm dillerden, dinlerden, "ırk"lardan, "azınlık"lardan, "ulus"lardan, cinslerden, cinsel tercihi farklı olanlardan eşit sayıda tarihçiler tarafından ortaklaşa yazılacaktır.
İşte bütün o paragraflar dolusu sorunu Kürt, Türk, Çerkas, Ermeni, Pontus vs. sorunlarını çözecek, son derece somut iki madde budur. Bunlar çok açıktır, somuttur ve kaytarma ihtimali yoktur bunları yapacağını söz verenin. Bu da, yani kaytarma yollarını bizzat tıkamak da çok önemlidir çünkü programda.
Şimdi bu Kongre'nin programına bakalım. Var mı böyle bir açıklık ve netlik ve somutluk? Yok.
Örneğin "a) Türkiye'de yaşayan tüm halkların demokratik temelli siyasal hak taleplerinin tanınması; başta anadilinde eğitim hakkının sağlanması gelmek üzere kimlik ve kültürlerinin korunması ve geliştirilmesi yönünde gerekli mücadeleyi yürütmeyi" diye yazılıyor bu konu. Yani bir yığın laf kalabalığı, boş laf. Yarın öbür gün pek ala vaz geçilebilecek ve başka türlü yorumlanabilecek sözler.
Yanlış keşke bu kadarla kalsa, sadece bu kadar da değil, Konre'nin programı gerici milliyetçiliğin millet anlayışını savunmaktadır bu anlayışa dayanmaktadır ve bunu yeniden üretmektedir. Yani demokratik de değildir. Bu gericilik bizzat şu yukarıda aktarılan "a" şıkkında bile sırıtmaktadır.
Ne demektir "tüm halkların demokatik temelli siyasal hak talepleri"?
Yani politik olanın "halklara" göre tanımlanması demektir. Demokratik bir ülkede, "halkların siyasal talepleri" olmaz, Fenerbahçelilerin veya Beşiktaşlıların siyasal talepleri olamayacağı gibi. Demokratik bir ülkede "halklar" da tıpkı gerçek laik bir ülkedeki dinler gibi olur. Onların "demokratik siyesi talepleri" ancak bugün, Türklükle ulusun tanımlandığı bir ülkede olabilir. Gerçekten laik bir ülkede nasıl, dinlerin "demokratik siyasal talepleri" olamaz ise öyle. Dinlerin bir siyasal talebi olamaz, çünkü dinler siyasal birimler değildir, olamaz ve olmamalıdır. Ama bugün, Türkiye gibi Diyanet, imim hatipler gibi oluşumların olduğu, ulusun fiilen sünni Müslümanlıkla tanımlandığı bir ülkede farklı inançlardakilerin "demokratik siyasi talepleri" olur. Aynı şekilde "halklar" siyasal birimler değildir, olamaz ve olmamalıdır demokratik bir ülkede. Halkların demokratik siyasi taleplerinin olduğu bir ülke fiilen demokratik bir ülke olamayacağından, bunu istemek, gerici milliyetçiliğe dayanan bu düzeni sürdürmek istemekten başke bir şey değildir.
Bu gerici milliyetçilik, en somut biçimde J şıkkında formüle edilmektedir:
" j) Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, özgür ve demokratik birlikteliği ilkesi çerçevesinde, demokratik özerklik de dahil olmak üzere halkların ihtiyaç duyduğu çeşitli yönetim biçimlerinin tartışılması ve hayata geçirilmesi için mücadele geliştirmeyi"
Ne demektir "ulusların kendi kaderini tayin hakkı"?
Özünde, politik olanı, yani ulusu, bir dille, dinle, tarihle tanımlama ve böyle bir devlet kurma hakkı demektir.
Demokratik bir ulusçuluk ise, ulusu bir dille, dinle, tarihle, "halkla" tanımlama hakkını reddeder; kendisini böyle tanımlamaya karşı tanımlar.
Yani demokratik bir üykede, bir tek köyün bile, kendi kaderini tayin hakkı olur ama "halkların" veya "ulusların" kendi kaderini tayin hakkı olmaz. Bir tek köy bile, politik olanı bir dile, dine, tarihe, soya göre tanımlamayı reddediyor, ayrılacağı demokratik ülkenin özelliklerini koruyorsa ayrılabilir. Ama o ayrılan köy, örneğni, köyün resmi dili, abazacadır dediği anda, o demokratik ülkenin orduları, bu köyün üzerine yürümek ve orada o resmi dilden olmayanların hakkını savunmak demokrasiyi tekrar geçerli kılmakla yükümlüdür. Bunu bizzat iç savaşta Kuzey Eyaletleri Güney'e karşı yapmıştır. O zaman hiç bir Marksist veya Demokrat çıkıp, "ulusların kendi kaderini tayin hakkı"ndan konuşmamıştır. Dolayısıyla, delmokratik bir cumhuriyet, aynı zamanda, demokratik olarak ulusu tanımlamayan bütün uluslara karşı potansiyel bir savaş hali demektir.
Yukarıda ayıntı yapılan maddede savunulan ulusçuluk, ulusun, Türklüğün yanı sıra Kürtlük, Eremenilik, Pontusluk, Rumluk, Süryanilik vs. ile tanımlanmasını da savunmaktadır, bunların devleti tanımlayan politik birimler olmasını talep etmektedir.
Demokratik bir ulusçuluk ise, ulusun bütün bunların ve diğerlerinin yanı sıra Türklükle tanımlanmasını da reddeder.
Bu açıdan baktığımızda, Kongre'nin programı gerici ulusçuluğa dayanan, gerici bir programdır ve demokratik bir ulusçuluğa karşıdır. Kuracağı rejim de gerici ulusçuların ve ulusların birliği olabilir.
İşte tam da bu noktada ortaya çıkmaktadır Programın neden komisyonlarda yazılamayacağı.
Bu demokratik ve gerici ulusçuluklardan hangisinin seçileceği ve savunulacağı yönünde bir tartışma olmadan; bu konuda bir netlik ve siyasi eğitim olmadan; demokratik ulusçular gerici ulusçulardan programatik ve siyasi olarak kopuşmadan ve ayrılmadan yazılan ve yazılacak programlar gerici milliyetçiliğin programları olmaya mahkumdurlar.
Bizzat bu tartışma içinde gerici milliyetçiliğin özü ortaya çıkarılıp demokratik bir milliyetçiliğin temellerini atabilir. Ancak ondan sonra demokratik milliyetçi hedeflerde birleşenler, bu demokratik milliyetçiliği nasıl ve hangi biçimde formüle etmenin amaçlara en çok hizmet edebileceğini tartışıp bu tartışmayı aşağı yukarı tükettikten sonra bir uzlaşma formülü için komisyona havale edebilirler.
Bütün bunlar olmadan, fiilen fosilleşmiş yuvarların temsilcilerinden oluşan komisyonlara işi havale etmek, gerici milliyetçiliği egemen kılmanın bir aracından başka bir şey değildir.
Ama bunda Kürt burjuvazisinin de gizli bir suç ortaklığı bulunmaktadır. Onlar tam da böyle bir ilişki aracılğıyla, bir taşta iki kuş vurmaktadırlar. Bir yandan Türk solcularının çapsızlıklarının ve güçsüzlüklerinin tekrar ve tekrar sergilenmesine yol açıp, Kürt hareketi içindeki demokrat ve plebiyen kanadın Türkiyeli ezilenlere ulaşma çabalarının beyhudeliğinin propagandasını yapmakta, kendi pozisyonlarını güçlendirmektedirler; diğer yandan, Kürt Hareketinin gerçekten demokratik bir harekete dönüşmesinin yollarını tıkamaktadırlar. Yani aslında Kürt burjuvazisi veya gerici milliyetçileri ile fosilleşmiş Türk sosyalistleri ki onlar da aynı gerici milliyetçilikle mamuldurlar, birbirlerinin varlığından güç alarak ve birbirlerinin varlığına haklılık kazandırarak bir simbiyoz yaşam sürdürmektedirler.
Burada şimdilik sadece ulusun tanımlanması ile yetindik. Çünkü bu demokratik olmanın özüdür. Tüm yurttaşların dili, "etnisi", soyu, "halkı" vs. nedeniyle bir ayrımcılğa uğramamasının, en azından biçimsel ve hukuki bir eşitliğe kavuşmasının en asgari koşuludur. Bu olmadan herşey bir yığın palavra olur.
Aynı durum din için de geçerli olmalıdır. Yani politik olanın her hangi bir din ya da dinsizlikle tanımlanmaması gerekmektedir. Bunun da Türkiye'de somut anlamı, devletin Din alanından bütünüyle elini eteğini çekmesidir. Bu da somut olarak, İmam Hatiplerin, din derslerinin, Diyanet'in, hüviyetlerden din hanesinin vs. kaldırılmasıdır.
Peki bu "midi-program" ne diyor? Herşeyi ve hiç birşeyi:
"b) Dışlanan ve ayrımcılığa mâruz kalan tüm inanç topluluklarının ve inanmayanların düşünce, ifade, vicdan ve ibadet özgürlüklerinin eşit vatandaşlık hakları temelinde çözüme kavuşturulması için mücadele etmeyi"
Burada bir tek somut söz veya pılacak iş var mı?
Yok. Bir yığın boş laf.
Bu somut talep olarak her şeyden Diyanetin, İmam Hatiplerin, Din derslerinin, Dine ilişkin ifade ve ritüellerin (Nüfusta din hanesi, Askerlikte yemek duaları vs.) kaldırılmasıdır.
Sen bunların hiç birisini söyleme, "dışlananların" "eşit vatandaşlık hakları" temelinde çözüme kavuşturulacağını söyle. Bu fiilen gerçek bir laiklik değil; bütün dinlerin ve dinsizlerin de devletçe tanınması ve bütün bu işlere devletin bakması gibi gericinin gericisi bir sonuç doğurur.
Ağacı tohumundan tanmıyorsanız meyvesinden tanıyın derler. Bu sözlerin ilerde nasıl zehirli meyveler vercekleri, aslında Kongre'nin ikinci günü ortaya tohum olarak çıktı. Siz Hakları politik olmaktan çıkarmak hedefini yazmazsanız ve bu hakları tek tek sıralamaya başlarsanız, programa özel olarak "biz zikredilmemişiz" diye bir yığın "halklar" ve inançlardan gelen itirazlar çıkmaya başlar. Tam da bu oldu Kongre'de. Ve bu itirazlar çıkınca da hangi halkın daha çok ezildiği yolunda bir yarış ta başlar. Öyle de oldu. Bir süre sonra kimin daha çok ezilip katliama uğradığına dair bir yarış başladı ve birden bire son derece gerici ve milliyetçi ifadeler duyulmaya başlandı. Durumun vehametini gören divan da konuyu tartışmaya son verip komisyona oradan da gelecek kongreye havale etti.
Buraya kadar sadece Tüzüğün bir kaç maddesini ele aldık ve elimizden geldiğince kısa tutmaya çalıştık, bir çok çelişkiyi de görmezden gedik.
Durum ortada. İler tutar yeri olmayan, ne dediği belirsiz, soyut, bir yığın boş laftan ibaret, o boş lafların anlamı üzerine düşünüldüğünde de gerici ve demokratik olmayan bir öze sahip oldukları açıkça görülen maddeler.
Bunlar bir program eleştirisi olarak da okunabilir. Çünkü buraya kadar ele aldığımız tüzük maddeleri, bir tür "mini" ve "midi" programdılar.
Burada tüzüğün esas işleyişe ilişkin bölümleri başlıyor. Bu maddeler de, "herkes layığını bulur, böyle programa böyle tüzük" denecek şekilde.
Ama artık bunları da tek tek ele almayacaız. Bu sıkıntıya daha fazla dayanamayacağız. Programdaki eklektisizim, çelişkiler, gereksiz tekrarlar vs. hepsi aynen tüzükte de var.
Program bir bütün olarak, Türk Sosyalislerinin, hem metodolojik, teorik ve programatik olarak nasıl gerici bir pozisyonda bulunduklarını, bildiklerini bile unuttuklarını gösteriyor.
Tüzük ise bu hafıza kaybına uğramış grupların varlıklarını sürdürebilme çabalarının bir anıtı.
Bu program ve Tüzüge karşı bir savaş açmadan, bu program ve tüzük; hazırlanışı, özü ve biçimiyle yenilmeden, demokratik hareketin bir toparlanma yaşaması olanaksızdır. Bunların saçtığı zehirler, Kongre'nin ilk gününü demokratik atmosferinin yok olmasına yol açar.
Program her şeyde önce demokratik bir ulusçuluğu ve buna bağlı diğer demokratik talepleri somut olarak, en küçük bir kaçış noktası bırakmadan kısa ve özlü biçimde ifade etmelidir. Böyle bir programa temel olacak metin bizim bir türlü ne kongrelerin, ne komisyonların gündeme almadığı ve ısrarla yokmuş gibi davrandığı iki sayfalık bir metinden ibaret karşı programımızdır.
Tüzük ise, var olan, her şeyden önce, ilk kuruluş kongresi için zorunlu ve kaçınılmaz olan, parti ve yuvarların tanınmasına son vermek; Kongre içindeki farklı görüşlerin çoğunluğu kazanma ve kazanabilmek için faaliyetlerini örgütleyebilmelerini, her üyenin hakları çerçevesine yerleştirmekle yükümlüdür. Yani ilk kongre için örgütlerle görüşülmüştür ve onlar örgüt olarak tanınmış ve öyle toplanılmıştır ama ilk kongre ve tüzüğün görevi, bu örgütlerin, Kongre içindeki tanınmalarına ve haklarına son vermek olabilir ve olmalıdır. Kongre için bir tek birim olmalıdır. Tek tek bireyler, bunların eşitliği ve hakları. Örgütler, bireyler olarak katkıları ve katılımları ölçüsünde belirleyici olabilirler ve olmalıdırlar.
Kabul edilen bütün tüzük ise, aslında bu ilk kurucu grupların varlığını ve etkilerini sürdürmelerinin bir aracı olarak yazılmıştır. Bu en önemli ve temel koşul bulunmamaktadır.
İşin ilginci, ilk Kongre, başlangıçta Türk Sosyalist yuvarları ile olan ilişkisini, şimdi bütün "Halk"lara da yaymış bulunmaktadır.
Buhu şöyle açıklayalım. Ulusu türklükle tanımlanmış olduğu bir ülkede, "Halkların" üzerlerindeki baskıya halklar olarak örgütlenerek direnmeleri demokratik bir karakter taşır, baskıya karşı bir direniştir. Ama bu demokratik ve esilen direnişi karaşteri olan halklar, programatik olarak "Halkların" hiçc bir politik anlamı olmaması için mücadele etmiyorlarsa, yani aslında kendilerini ve diğer halkları, politik olarak yok etmek içinmücadele etmiyorlarsa; halkların politik birimler olduğu bir düzen için mücadele ediyorlarsa, bu gericiliği programlaştırmak olur, baylangıçta halklar olarak bir araya gelmenin demokratik özü yok olur. Kongre tam da bu tehlikeyi canlı olarak da yaşadı.
Kongre, programıyla, halklara, "ey halklar, buraya halkları yok etmek üzere gelin, bizim programımız budur demeli. Örgütlü hülkların mücadelesi o zaman gerçekten özüyle de demokratik bir anlam kazanır ve gerçekten başarıya ulaşır ve de başyarıya ulaştığında bütün bölgeyi kurtarma potansiyeli taşır. Ama bu yapılmadığı an, hedef demokratik olmadığı an, o halklar, politik birimler olmak için mücadele edip bir araya geldiklerinde, bu bir araya geliş bir halklar boğazlaşmasıyla son bulur eninde sonunda. (Bunun ip uçları da Kongre'de yaşandı.)
İşte Sosyalist yuvarlarla olan durum da aynıdır. Kongre, yuvarlara, kendinizi yok etmek üzere buraya gelin diyebilmeli ve demelidir. Elbette tıpkı gerçek demokratik bir ülkede "Halkların" en geniş özgürlüklerle örgütlenmeleri gibi, bu "Örgütler" veya "yuvarlar" da Kongre içinde örgütlenmeye çalışabilirler. Yani kendi görüşlerini yayarak, kongrenin yasallığı içinde kendi görüşlerini çoğunuluğu kazanmak yoluyla gerek politikada gerek yönetimde egemen kılmaya çalışabilirler. Ama bunlar Kongre'nin bileşenleri, özel hakları, kotaları olan bileşenleri olamazlar. Bunu ancak eşiut hakylı üyeler ve bireyler aracılığıyla yapabilirler ve ypabilmeyidirler.
Kongre, tüzüğünde Grupları ebedileştirmekte, programında "halkları". Birinci gün bu birleşmenin demokratik potansiyellerinin bir gösterisiydi, ikinci gün ise, bu gerici tehlikelerin somutlaşmasıydı. Birinci günün demokratik potansiyelleri ikinci günün gerici tüzük, program ve işleyişlerini yenmeden, buna karşı bir mücadeleye girmeden bu Kongre demokratik muhalefeti toplayan ve geliştiren bir merkez olamaz.
Bu haklar meselesinin üzerinde ne kadar durulsa azdır. Kısaca bazı hatırlatmalar yapalım yeri gelmişkin. Bu aynı zamanda o sosyalist yuvarların varlığı ile halkların varlığı arasındaki derin ilişkiyi de gözler önüne serer.
Türkiye'de devlet ve ulus Türklükle ve Sünni İslam'la tanımlandığı için, fiilen bütün diğer "halklar" ve "inançlar" baskı altındadır. Bu baskıya karşı demokratik özlemler bütün sosyalist ve demokratik hareketin özünü oluşturmaktadır.
60'lı ve 70'li yıllarda sosyalist hareket, humanizmi ve demokrasi talepleriyle bütün bu baskı altındaki "halk" ve inançların, kendilerini ifade edebilecekleri ve demokratik bir kanal sunuyor böylece bütün demokratik  özlemler, sosyalist bir hareket çerçevesinde kendilerini ifade ediyorlardı. Yani Türkiye'deki sosyalist hareket aslında ve özünde demokratik bir hareketti ama demokratik olduğunu bilmeyen, kendini sosyalist sanan bir demokratik hareketti. 60'lardaki hızlı yükselişini biraz da buna borçludur. Sosyalizmi bilmediği sürece demokratik özü ağır bastı. Ancak sosyalistliği öğrendikçe de demokratiklikten uzaklaşıp ulusçulaşmaya başladı.
Stalinizmin işçi ve sosyalist harekete yaptığı zararlardan çok söz edilir. Ama stalinizmin, esa zararı demokratik hareketedir. Çünkü demokratik taleplerin terki ve gerici bir milliyetçiliğe geçiş anlamına gelmektedir aynı zamanda Stalinizm. "Tek ülkede sosyalizm" gerici milliyetçiliğe geçişti demokratik bir milliyetçilikten: bürokrasi ise demokratik hedef ve geleneklerin terki anlamına geldi.
Türkiye'li sosyalistler Marksizm ve Ssoyalizm diye stalinizmle tanışıp onu öğrendikçe, altmışlardaki naifliğini yitirdikçe, demokratik karakterini yitirip milliyetçi ve sosyalist hale gelmeye başladı.
Böylece, sosyalistler sosyalistleştikçe, yani anti demokratik milliyetçiler haline geldikçe,  ortada demokratik özlemlerin içine akacağı bir demokratik hareket kalmayınca, bu demokratik özlemler, en saf biçimlerinde, ulusun Türklük ve Sünni İslamlıkla tanılanmasına direniş biçiminde ortaya çıkmaya başladılar. Yani en başta Kürt hareketi sonra Alevi hareketi böyle ortaya çıktı.
Ve sadece yeni kuşaklar kendilerini böyle Kürtlük veya Alevilik vs. temelinde ifade etmediler; ama aynı zamanda bizzat dün demokratik özlemlerini Sosyalizm içinde gerçekleştirebileceklerini umanlar, bu özlemlerine Sosyalist hareketin "sınıf" diyerekten (aslında bu "sınıf" deme, fiilen egemen ulus milliyetçiliği ve demokratik özlemlere kapalılık anlamına geliyordu) hiç bir ilgi göstermediğini gördükçe, sosyalizmin dünya çapında itibarsızlığının da etkisiyle, sosyalist hareketten uzaklaşıp, Kürt, Alevi, Çerkes, Pomak, Ezidi hatta ateist vs. olduklarını keşfetmeye başladılar.
Sosyalizmden uzaklaşma, aslında sosyalist harekete egemen milliyetçi ve anti demokratik sosyalizmden, yani bürokratik stalinizmden bir uzaklaşmydı. Öz ve görünüm bütünüyle kendine zıt biçimlerde ortaya çıkıyordu.
Şimdi, artık sosyalist yuvarlar biçimide değil de, "halklar"ın temsilcileri olarak gelenler, aslında yüzde doksanıyla böyle "eski Sosyalistler"dir. Ama bunlar aynı zamanda, Stalinizmin gerici milliyetçi ve anti demokratik eğitiminden de geçmiş sosyalistlerdir. Bu nedenle, tepkileri demokratik karakterli, programları ise anti demokratik ve gericidir çoğu kez.
Ama Alevi ve Kürtler, sosyalist hareketin esas taze insan kaynağını oluşturuyorlardı, bunların demokratik özlemleini, artık sosyalist harekette değil, Alevi ve Kürt olarak ifade etmeleri ve örgütlenmeleri, sosyalist hareketin bütün köklerinin kuruması anlamına geldi. Ortada hayatiyetini yitirmiş, küçük ve etkisiz yuvarlar kaldı.
Bu örgüt veya yuvarlar için biricik insan kaynağı, Türk ve Sünni kökenli, Şehir orta sınıfları kalmıştı. Bunlar ise, bugünkü sistem içinde, Türklükleri ve Sünnilikleri nedeniyle (Ateist de olabilirler fark etmez, kültürel olarak Sünnidirler ve o ortamda yaşarlar.) özel bir ezilme ilişkisi içinde olmadıklarından, hatta egemen ve üst kesime ait olduklarından, demokratik özlemlere uzak durdular. Bunu da özellikle daha çok "Sosyalizm", "Sınıf", "emek" diyerek ifade ettiler. Bu toplumu saran şoven milliyetçiliğin ve demıkratik özlemler karşısındaki bürokratik duyarsızlığın, sosyalist bir versiyonundan başka bir şey değildi.
O halde, bu günkü yuvarlar ve "halklar" ve "inançlar" aslında bir yanıyla aynı madalyonun iki yüzüdürler de. Şimdi, AKP iktidarı şehir orta sınıflarının ve Alevilerin de karşısında bir tehlike oluşturduğu için, bunlar Kürtlere yaklaşmaktadırlar. İşte sosyalist yuvarların, artık direnmemeleri ve Kürt hareketiyle bir araya gelmeleri, son duruşmada, bu eğilimin bir yansımasından başka bir şey de değildir.
Şimdi ortada iki çözüm vardır.
Programatik olarak:
Birincisi, bu "halklar", bir politik birim olarak tanınmaları için mücadele ederler.
İkincisi, bu "halklar" Türklerin de kendileri gibi bir "halk" olması, yani hiç bir halkın politik olanı tanımlamaması için mücadele ederler. Yani Halkların politik bir anlamı olmaması, halkların politik bir birim olmaması için mücadele ederler.
(Tüzüksel olarak da aynı durum söz konusudur:
Birincisi, bu örgütler, yuvarlar yani "bileşenler" ya birer birim olarak tüzükçe tanınıp var olmaya devam ederler.
İkincisi, bu "bileşenler", Kürt hareketi dahil hiç bir "bileşenin", örgütsel olarak tanınmayıp, bireysel katılımlarla birleşmesini; yani örgütlerin, örgüt işleyişi açısından hiç bir politik ve örgütsel anlamı olmamasını kabul eder ve örgüt içinde varlıklarına son verirler.
Birinci yollar yıkım ve yenilgiler, hayam kırıklıkları demektir. İkinci yollar, yepyeni bir dinemizm.
Bu yollardan hangisinin kazanacağı Kongre hareketini, Kürt hareketini ve Demokratik mücadelenin geleceğini belirleyecektir.)
Halkların temsilcilerinin ilk başlangıç noktasında, tulumbaya koyulacak bir tas su olabilmek için, halk olarak bu kongreye gelmeleri anlamlıdır. Ama bu kongrede, halklarırn bir politik birim olmaması için, karar vermelidirler, ancak o zaman bütün halklar demokratik bir birlik oluşturabilirler. Ama bu karar aynı zamanda, bir ölüm parendesi atmak demektir. Gönüllü olarak, salhaneye gidip, orada boğazlanmayı göze almak demektir ve böyle olmalıdır.
Programatik olarak bu en temel sorunu tartışmadığı ve çözüme bağlamadığı; gerici ulusçuluğun formülasyonlarını kabul ettiği için, bu Kongre, bir süre sonra parçalanmaya mahkumdur. Bizim ütün bu eleştirilerimiz ve mücadelemiz bunu engellemek içindir.
O halde, kongre, "Halklar"ı yok etmek üzere "Halkların" demokratik kongresi olabilir. (Bu anlamda adı da olması gereken amacı ifade etmemektedir. Halkların Demokratik Kongresi, halkları tanımama kongresi olabilir ancak. Demokrasinin özü, hiç bir halkın tanımamamsıdır. Halkları tanımayan bir halk oluşturmaktır. Elbet özel bir sorun olarak herkes istediği halktan olabilir. Yukarıda da belirtildiği gibi, bu ayrı bir sorundur.)
Böyle bir programı savunacak bir Kongrede de "halklar" kongrenin bileşeni olan birimler olmazlar. Halklardan bireyler, bu kogrenin programını benimsedikleri ölçüde bunun içinde yer alırlar. (Kaldı ki "Halklar" da politik olarak parçalanmış birimlerdir ve Kongre'nin programını kabul edenlerin esas görevi "kendi halkı" içinde, halkların politik birim olmasını savunanlara karşı, aksini, yani halkların politik birimler olmayacağı bir düzeni, demokratik bir programı savunmaktır.
İşte Tüzük de Sosyalist Yuvarlara karşı aynı işlevi görmelidir. Yani sosyalist yuarlar da bir birim olmaktan çıkarılmalıdır. Oraya Kongre içinde bir birim olmaktan çıkmak üzere ilk ve son defa bir birim olarak gelmelidirler ve gelmeliydiler.
Tüzük ise, tam tersine onların kongre içinde bir bileşen olarak haklarını garantiye almaya yöneliktir. Bütün o muazzam büroktatin, tutarsızlıklarla dolu tüzüğün özü budur.
Dördüncü maddedeki dşıkkı, " Kongre bileşenleri, kongreye kurumsal ve bireysel kimliklerini koruyarak katılabilir" diyerek bu hakkı ve bileşimi garanti altına almaktadır. Bu hem de bir ilke olarak belirlenmiş durumdadır.
Bir kere örgütlü gruplar bileşen olarak tanımlaınca bundan sonra bir yanda atomlarına ayrılmış bireyler ve kitle örgütlerinin temsilcileri vs. (Kaldı ki bunlar da muhtemelen o örgütlü bileşenlerin, o örgüt veya birey olarak katılmış taraftar veya üyeleri olacaklardır. Bizzat kongre bunu gösterdi. Böyle olduğu herkesin dilindeydi.) var olacaktır. O zaman bu örgütlü küçük gruplar, bizzat resmen tanınmış olamaların da verdiği güçle her şeyi belirleyecekler, tüm yaratıcı inisiyatifi boğacaklardır. Bu koca tüzügün bütün işlevi de budur.
O halde, tüzük her şeyden önce, ister siyasi örgütlerden, ister "halklardan", ister "yeni sosyal hareketler"den olsun, bireysel katılım üzerinden oluşmalıdır. Bunun haricinde hiç bir katılımcı birim olamaz ve olmamalıdır.
Ayrıca, "Halklar" ve "Yeni Sosyal Haraketler" veya "Sivil Toplum Örgütleri" veya kitle örgütleri denenler zaten politik olarak bir bütün değildirler. O örgüt ve hareketlmerin içinde bir çok farklı eğilim bulunmaktadır. Kongre'ye katılanlar, bu hareket ve örgütlerin içinde, tutarlı ve radikal bir demokratik programı savununlar olabilir ve öyle olmalıdır. Bunlar bu programın o örgütlerin içinde ağırlık kazanması için mücadele etmelidirler.
Aynı durum Siyasi örgütler ve Kongre için de geçerlidir ve geçerli olmalıdır. Siyasi örgütler de birer "bileşen" olarak değil, bireyleriyle katılmaları ölçüsünde bu ibireylerin nicel ve nitel ağırlıkları ölçüsünde Kongre'nin içinde etkilerini arttırabilirler ve arttırmalıdırlar. Elbette Kongre içinde programatik, taktik, stratejik, örgütsel konularda bir yığın ayrılık çıkacaktır. Bu ayrılıklarda arkada örgütlü bir güç olmasa bile aynı tarihi paylaşmış olmannın, aynı politik kültürü edinmiş, aynı ideolojik ve metodolojik kaynaklardan beslenmiş olmanın bile bir çok eğilimin şekillenmesini belirleyeceği açıktır. Elbette, örgütlerin, Kongre'nin yönetimi ve politikasında etkili olma yolları aramaları son derece meşrudur ve haklıdır. Ama bunu örgütler olarak değil, Kongre içindeki üye ve taraftarlarının sayısı ve çalışmaları, nicel ve nitel ağırlıkları ölçüsünde ve bütünüyle Kongre yasallığı içinde yapmalıdırlar.
Bu şu demektir: eğer onlar gerçekten samimi iseler, bütün örgütlerinin ve bütün üyelerinin Kongre çalışmalarına katılması demektir. Çünkü ancak ne kadar çok katılır ne ktadar akttif çalışırlarsa o kadar etkili olabilirler ve Kongre'nin politik hattı veya yönetimini o kadar etkileyebilirler demektir. Ve ancak o zaman Kongre gerçekten bütün demokratik toplumsal muhalefetin toplandığı, örgütler arası rekabetin çalışmaları ve kitleselleşmeyi teşvik ettiği bir ikinci demokratik meclis, hatta bir ikili iktidar çekirdeği haline dönüşebilir.
Tüzük esas olarak tam da bunu formüle etmeliydi. Bu biçim içinde bireylerin ve eğilimlerin çoğunluğa görüşlerini anlatma ve kazanma hakkını ve usullerini garanti altına almaya yönelik olmalıydı.
Halbuki, Tüzük, tıpkı Türkilye Cumbhuriyeti Yasaları gibidir. Onlar ilke olarak hep demokrasiden, laiklikten söz ederler ama fiili maddeler olarak bunu yok ederler. Bu tüzük de öylledir. Bol bol üyelerin haklarından, demokrasiden söz etmektedir ama, fiilen bunu yok etmektedir. Hep üst orgünlırın yetki ve haklerinden söz etmektedir mesela. Tıpkı Türkiye Cumhuriyeti'nin vatandaşların haklarından değil, devletin haklarından ve vatandaşların görev ve zorunluluklarından söz etmesi gibi.
Kongre'ler her türlü birliğin en üst organrlırıdırlar. Demokrasilerde Meclis'ler ne ise, Örgütlerde de Kongre'ler odur. O her şeyi yapabilir.
Peki Anayasalara, tüzüklere ne gerek vardır o zaman? Tüzükler ve anayasalar, o her şeye kadir Kongre'lerin, Meclis'lerin, yani çoğunlukların, yapamayacaklarını, karar alamayacağı noktaları yazarlar. Örneğin fikir ve örgütlenme hakkı mı diyorlar. Bu konuda kısıtlayıcı bir karar alamaz çoğunluk veya meclis demektir bu. Ya da bazı durumlarda bu kararın ancak belli bir yüksek oran ve uzlaşmalarla alınabileceği yolunda kurallar getirirler. Yaniu Tüzükler ve programlar aslında genel kongrelerin, sınırlarını belirtirler.
Ancak türk Devltinin anayasası örneğin, tam tersinedir, yapabileceklerini yazar. Yapamayacaklarını yzdığında da aslında, anayasanın değiştirilemez maddeleri gibi, en anti demokratik maddelerdir.
İşte Kongre'nin tüzügü de böyledir. Hep Kohgre'nin kongresinin yapabileceklerini yazmaktadır. Halbuki yapılması gereken yapamıyacaklarını yazmaktır. Yani onun yetkilerini kısıtlamalıdır. Ama tüzüge bakın, hep yapabileceklerini yazmaktadır.
Çok uzağa gitmeye gerek yok, iç işleyişe ilişkin maddeler şöyle başlamaktadır örneğin, ilk iki cümle: "Kongre delege sayısı Genel Kurulca belirlenir. Bu konuda gerek gördsüğü takdirde Genel Meclisi görevlendirebilir."
Bir tüzügün yapması gereken ise, tam da bunu, delege sayılarını, (çünkü bunlar çoğunluğun manüplasyonuna uygun sorunlardır, Tüzükler çoğunluğa güvensizlik temelinde yazılmalıdırlar) yani Kongre delege sayısını, Genel Kurul'a bırakmamak olabilir ve olmalıdır. En küçük birim ve en az kaç kişinin bir delege seçebileceği belirlenir. Bunlar ilçe, il ve bölge seçimi oranlarıyla verilir. Diyelim ki her üç kişi bir Demokrasi Ocağı kurabilmeli. Her üç kişi bir delege seçebilmeli ilçe için. Her ilçede üç delegeye bir il delegesi seçilebilmeli; her üç il delegesine bir bölge delegesi; her üç bölge deleğesine de bir genel kurul delegesi seçilebilimeli. Ancak böylece gerçek güçleri ve eğilimleri yansıtan bir temsil sağlanabilir. Ama zaten bileşenlerin pazarlıkları yoluyla herşeyin belirlendiği, sonra da örgütsüz kitleye bir plebisitle sunulduğu şimdiki biçim en gerici diktatörlüklerden farklı değildir.
(Bu üç kişiyi küçük görmemeli. Bir kongre delegesi, üç bölge delegesini temsil ettiğine göre 9 il delegesini, 27 ilçe delegesini, 81 Demokrasi ocağı delegesini, en az üç kişi de bir demokrasi ocağı oluşturabildinine göre, 243 üyeyi temsil eder. Yani bin kişilik bir kongre de 243.000 kişilik bir örgüt demektir ve Türkiye'yi yerinden oynatır böyle bir örgütlü güç.)
Keza bir kongre en yetkili organ olarak, aksi belirtilmedikçe her şeyi yapabileceğine göre, her hangi bir konuda hekesi de görevlendirebilir. Bu hakkı tekrar genel kongreye vermek gereksiz bir tekrardır. Ama demokratik bir tüzügün yapması gereken, ne delege sayısını ne de bunu belirleme hakkını başkasına vermeyi sınırlamak olmalıdır.
Böylece 10 ila 500 arasında üyesi bulunan siyasi örgütler, bu günkü gibi oransız ölçüde değil; gerçek çalışmalara katıldıkları oranlarda bu kongre delegeleri arasında yer alabilirler.
Özetle, tüzügün temel felsefesi yanlıştır, örgütlerin temel bir birim veya bileşen olarak tanınmasına son verilmesi gerekir.
Her örgütün taraftarları Kongre'ye bireyler olarak katılır. Bu katkılımları ölçüsünde bu bireysel katılımları dolayımıyla bir etkileri olur veya olabilir.
Bunun bir mantık sonucu daha bulunmaktadır. Kongre bir parti örgütleyemez, bu he hakkıdır ne de görevidir. Ama Kongre'ye katılan insanlardan böüyük bir blümü, bir araya gelip başka bir parti kurabilir. Bu elbet mümkündür. Ama o parti de tıpkı var olan partiler gibi bireyleri ile katılımı ölçüsünde Kongre'nin yönetimi ve çizgisi üserinde etkili olabilir ve olmalıdır.
Bu tür bir tüzük ve Kongre yapılanması, demokratik bir programla birlikte Türkiye'nin olmazsa olmazıdır. Bu yapıldığı takdirde, bizzat o küçük sosyalist grupların bu örgütü ele geçirmeye çalışan elemanları bile fiili çalışma içinde o örgütlerinin duvarlarının ötesini görmeye ve gelişmeye, kendilerini yenilemeye başlayabilirler. Bu aynı zamanda o örgütlerde bir süre sonra çatlamalar yaratır: bu Kongre'nin çalışmalarına aktif olarak katılanlar, eski büürokratik aygıtlar ve yuvarlarla bir süre sonra ayrılmak zorunda kalırlar ve ileride gerçekten devrimci ve demokrat hedefleri savunacak bir başka birliğin gerçek militanları haline gelebilirler.
Ama böyle bir çalışma tarzı ve tüzügün en büyük faydası, Kürt Özgürlük Hareketine olacaktır. O zaman, Kürt Özgürlük Hareketi'nin bu Kongre hareketini örgütleme ve Türiye'nin batısında örgütlenme çabaları, bir kaç görevli DTP'linin işi olmaktan çıkabilir. O zaman Kürt Özgürlük Hareketi, bu Kongre'de etkili olmak istiyorsa olabildiğince çok üyesini Kongre'nin fiili üyesi yapmak, bu üyelerinin nicel ve nitel ağırlığıyla Kongre üzerinde etkili olmayla çalışacaktır. Ama o zaman ilk defa Kürtler ve Türkler, tabii herkes, bir araya gelip birbirleriyle çatışarak ve çalışarak birlirlerini etkilemeye başlayabilecekler; o zaman ilk kez Kürt Direnişi dış dünyaların doğrudan etkisi aracıığıyla da bu gün kendisini kakırdatan izolasyonuna son verebilecetir.
Özetle, bırakalım önce demokrasi üzerine büyük laflar etmeyi. Somut olarak demokrat olalım. Bu ise somutun somutunda, önce demokratik bir program ve demokratik bir tüzük demektir. Bunların hazırlanmasında en büyük vei geniş katılım ve demokrasi demektir. Demokrasiyi, kişilerin demokrat olmalarına bağlamayan, en anti demokratları bile demokratik deavranmaya zorlayacak, böyle davranmadıkları takdirde onları Kongre yasallığının dışına düşürecek bir tüzük ve program gerekiyor.
Ama bunun için de önce, bu program ve tüzüğe karşı bir mücadele.
09 Kasım 2011 Çarşamba
Demir küçükaydın
Tüzüğün gerisi aşağıda. Bundan sonhrasında eleştirel notlar yok. Bu okuyucuların "ev ödevidir". J
Madde 4: Kongrenin İlkeleri
a) Kongre, tüm demokratik muhalefet güçlerinin özgül mücadele alanlarını ortak mücadele alanı olarak kabul eder;
b) Devletten, sermayeden, hükümetlerden ve onların kurumlarından bağımsızdır;
c) Halkların kendi gelecekleri ile ilgili her konuda demokratik temelli hak taleplerini ve kararlarını esas alır;
ç) Demokratik muhalefet güçlerinin irade ve insiyatifinden hareketle bileşenlerin, ifade, düşünce ve inanç özgürlüğünü tanır; demokratik, katılımcı ve şeffaf bir işleyişi benimser;
d) Kongre bileşenleri, kongreye kurumsal ve bireysel kimliklerini koruyarak katılabilir;
e) Delegelerin insanlığa, halka, doğaya ve mensubu olduğu tüm kongre kurullarına karşı sorumluluğunu esas alır;
f) Tüm karar alma süreçlerinde azınlık görüşlerin ifade haklarını korur;
g) Tüm karar alma mekanizmalarında cinsiyet eşitliğini esas alır ve uygular;
h) Tüm karar alma mekanizmalarında gençlerin temsiliyetini esas alır ve uygular.
ı) Tüm karar alma mekanizmalarından bireylerin temsiliyetini güvence altına alır ve uygular.
i) Aday olduğu takdirde engellilerin karar alma mekanizmalarında temsiliyetini güvence atına alır.
Madde 5: Kongre ve Organları
Kongre delege sayısı Genel Kurulca belirlenir. Bu konuda gerek gördsüğü takdirde Genel Meclisi görevlendirebilir. Genel Kurulu içinden seçilen 101 kişilik yürütme organı olarak Genel Meclis ve onun çalışmalarını koordine edecek olan 25 kişilik bir Yürütme Kurulu, aynı meclisin üyelerinin içinde yer aldığı ve muhtelif alanlarda ve konularda görev yapacak olan sürekli komisyonları, gerek bu düzeyde ve gerekse yerel düzeyde ortaya çıkabilecek doğrudan politik olmayan kimi sorunların çözümüne karşılıklı görüşmeler yoluyla yardımcı olması hedeflenen etik kurullarıyla, kamuoyu önünde ve TBMM'de bu yapılanma adına sözcülük yapan temsilcileri, bölgedeki il temsilcisi delegelerin bir araya gelmesiyle oluşan ve coğrafi olarak yirmi bölgede oluşturulan Bölge Meclisleri, il meclisleri ve ilçe meclisleri, programın ortaya koyduğu bakış ve bu tüzügün belirlediği işleyiş doğrultusunda faaliyet göstermek üzere merkezi ve yerel düzeyde faaliyet sürdüren delegeleri ve kendilerini bu yapılanmanın yarattığı mücadele mecraında gören ve ona muhtelif şekillerde (geçici komisyon, yayın, bülten, internet desteği, etkinliklere katılma, vb) emek veren birey ve toplum kesimlerinin, faaliyetlerin, örgütlenmelerin oluşturduğu ortak mücadele ve direniş odağına, bu bütünü ifade eden bir kavram olarak KONGRE denir.
Kongre aşağıda sıralanan organlardan ve bu organlarda yer alıp, belirlenen örgütsel birim ve mücadele alanlarından seçilerek gelen delegelerden oluşan ve demokratik bir işleyişe sahip bir mücadele platformudur:
Madde 6: Genel Kurul
a) Kongrenin en yüksek karar organıdır.
b) Kongre programında yer alan konulardan hareketle ve mevcut siyasal gelişmeleri dikkate alarak ihtiyaç duyulan bütün kararları almak ve Genel Meclis ile komisyonları bu kararların gereğini yerine getirmek üzere görevlendirmekle yetkilidir.
c) Bir yıllığına genel kurulun belirlediği yerel birimlerden seçilen delegelerden oluşur. Genel kurul delege sayısını kendisi belirler.
ç) Kongre, toplumsal gerçekliği ve mücadelenin ihtiyaçlarını dikkate alarak, program ve tüzüğünü kabul eden kurumların ve bireylerin genel kurulda dengeli temsilini sağlar.
d) İki toplantı arası dönemde, program ve tüzüğü kabul ederek Kongreye katılma iradelerini ifade eden kurum ve örgütlü çevreler ile bireylere dair Genel Meclis tarafından iletilen teklifleri karara bağlar ve genel ilkeler ışığında genel kurulda temsilini sağlar.
f) Kongreyi destekleyen milletvekilleri, il belediye başkanları ve eski milletvekilleri kurulun doğal delegeleridir.
g) Genel kurul oluşumunda kadınlara %50 kota uygulanır ve kadın başvurularıyla doldurulur. Dolmayan kota boş bırakılır.
h) Genel kurul oluşumunda 27 yaş ve altında olanlar için en az %10 gençlik kotası uygulanır.
ı) Yılda iki kez, Mart ve Ekim aylarında toplanır. Delege tam sayısının yarıdan bir fazlasının katılımıyla toplanır. Toplanma yeri Ankara'dır. Gündemini komisyonların ve yerel meclislerin taleplerini de dikkate alarak Genel Meclis hazırlar. Delegelerin 1/15'unun isteği üzerine gündeme yeni konular önerebilir ve buna Genel kurul karar verir.
i) Olağanüstü toplantılar Genel Meclis'in kararıyla veya genel kurul delegelerinin 1/5 'inin imzalı çağrısıyla gerçekleşir. Toplantı, çağıranların belirlediği gündemle ve bir ay içinde yapılır.
j) Genel Kurul toplantıları kotaların dikkate alındığı beş kişilik bir heyet tarafından yönetilir. Bu heyet delegelerin 1/10'un önerisiyle genel kurul tarafından belirlenir.
k) Genel Kurul kongre programda ve tüzükte öngörülen amaç ve hedefler doğrultusunda gerekli görülen kararları alır ve yürütme için Genel Meclisi görevlendirir.
l) Program ve tüzüğe ilişkin değişiklik ve kararları toplam üye sayısının en az 2/3'ünün olumlu oyuyla alır. Diğer kararlarını genel kurula katıldıklarını imzalarıyla belirten delegelerin 2/3'ünün olumlu oyuyla alır. Alınan kararın yeniden görüşmeye açılabilmesi için toplam delegenin 1/3'ünün istemi gerekir.
m) Yürütme faaliyetini gerçekleştirmek üzere kendi içinden 101 delegeden oluşan Genel Meclisi seçer. Kadın ve gençlik kotası uygulaması bu seçim için de geçerlidir.
n) Gerekli gördüğü konularda yönetmelikler çıkarır.
o) Komisyon konularını ve buralarda çalışma yapacak delegeleri belirler.
ö) Dayanışma amaçlı olarak delegelerden mali destek talep edilmesine karar verir.
p) İki toplantı arası dönemde, program ve tüzüğü benimseyerek Kongreye katılma iradelerini ifade eden kurum ve örgütlü çevreler ile bireylere dair Genel Meclis tarafından iletilen teklifleri karara bağlar ve ilkeler ışığında genel kurulda yer almalarını sağlar.
Madde 7: Genel Meclis :
a) Kongre genel kurulunun seçimli iki toplantısı arasındaki dönemde, bu kurulun almış olduğu kararların onun adına yürürlüğe konulması yönünde, program ve tüzükte ifade edilen amaç ve hedefler için çalışmalar yapar.
b) Olağan olarak 45 günde bir toplanır ve toplanma yeter sayısı üye sayısının 2/3'üdür.
c) Genel Meclis'in çalışmalarını yürütmek üzere, içlerinde milletvekilleri de bulunan en az 3'ü kadın 6 üyeden oluşan, Genel Meclis ve Yürütme Kurulu'nun vereceği temsiliyet ve sözcülük görevini yürütmek üzere Divan Heyeti ile 19 üyeden oluşan Yürütme Kurulu'nu seçer.
ç) İhtiyaç duyulan konularda çalışma yapmak üzere geçici komisyonlar oluşturur ve genel kurul bünyesinde oluşturulan daimi komisyonlarla koordinasyon içinde çalışır.
d) Toplantılarını en az biri kadın olmak üzere en az üç kişilik bir heyeti yönetir. Bu heyette Divan Heyeti ve Yürütme Kurulu'ndan üyeler de yer alır.
e) Genel Kurul'un olağan ve olağan üstü toplantılarını hazırlamakla yükümlüdür.
f) Kararlarını üye tam sayısının en az 2/3'ünün olumlu oyuyla alır.
g)Genel Meclis, Genel Kurulun çalışma ilkeleri çerçevesinde faaliyet yürütür.
h) Genel Meclis delegelerinin 1/5'nin istemi veya Yürütme Kurulu'nun gerekli gördüğü hallerde olağanüstü toplanır. Olağanüstü toplantı gündeminde çağrıya neden olan konu yer alır. En geç bir ay içinde toplanır.
ı) Milletvekilleri istedikleri takdirde Genel Meclis toplantılarına söz haklarıyla katılabilirler.
i) Genel meclis ihtiyaç duyduğu durumlarda danışma amaçlı genişletilmiş toplantı yapabilir.
j) Çalışan istihdamı ve mekan kiralama gibi hususlarda karar alır ve uygular.
k) Çalışmalarının giderlerini delegelerin dayanışma ve destekleriyle karşılar.
l) Kongre program ve tüzüğünü kabul ederek katılma iradelerini ifade eden kurumlar, örgütlü çevreler ve bireylere dair önerileri Genel Kurul'un ilk toplantısına götürür.
Madde 8: Daimi Komisyonlar
a) Programda değinilen ve Genel Kurul'da belirlenen konular kapsamında genel kurulda kurulur. Çalışmak için başvuran delegelerin ve konunun uzmanlarının katılımıyla çalışmalarını yürütür. Komisyonlarda görev yapan delegelerin süreleri genel kurulun süresiyle sınırlıdır.
b) Genel Kurul ve Genel Meclis'in ihtiyaç duyduğu konularda sürekli çalışma yapar. Bu yönde rapor, dosya, karar tasarısı, yönetmelik, proje, konferans, seminer, eğitim, toplantı, kampanya, etkinlik, bildiri, broşür, afiş, kitap, vb. hakkında çalışmalar yapılması için Genel Kurul'a ve/veya Genel Meclis'e öneriler sunar.
c) Komisyonlara delege olmayan uzmanlar sürekli veya geçici olarak katılıp katkı sunabilirler.
ç) Çalışmalarında Genel Kurul ve Genel Meclis'in çalışma esasları geçerlidir. Bu konuda yönetmelik çıkarılır. Konularla ilgili kararlar salt çoğunluk üzerinden gerçekleşir. Kararlara şerh konulabilir ama şerh kararın gerekçesinden uzun olamaz.
d) Genel Meclis'le ilişkilerini Yürütme Kurulu üzerinden sürdürürler.
e) Komisyonlar çalışma yer ve koşullarını kendileri belirler.
f) Komisyonların çalışmaları için belirledikleri ihtiyaçlar Genel Meclis tarafından karşılanır.
g) Komisyonlara katılım gönüllü başvuru esasına dayanır.
h) Genel Kurul, Genel Meclis ile bölge, il ve ilçe meclisleri ihtiyaç duydukları durumlarda geçici komisyonlar da kurabilirler. Aldığı görevi teslim ettiğinde bu komisyonlar dağılır. Çalışma ilkeleri Daimi Komisyonların ilkeleriyle aynıdır.
ı) Komisyonlar ihtiyaç duydukları durumda yerel meclisler ve yerel komisyonlarla doğrudan iletişim kurabilir, yazışma yapabilir, dosya alışverişinde bulunabilirler.
i) Komisyonların yaptıkları çalışmalar, ilgili meclisin gerekli görmesi halinde görevlendirilen kurul ve kişiler tarafından kamuoyuna ve basına açıklanır.
j) Genel Kurul toplandığında aşağıdaki konularda daimi komisyonlar kurulur: Kadın, Gençlik, Hukuk, Ekonomi, Uluslararası ve Bölgesel Sorunlar, Antiemperyalizm ve Enternasyonel Dayanışma, Emek, Eğitim, Sağlık, İşçi Sağlığı ve Güvenliği, Engelliler, İnsan Hakları, Çocuk Hakları, Kültür ve Sanat, Bilim ve Teknoloji, Kürt Sorunu ve Barış, İnanç, Yerel Yönetimler, Enerji, Ekoloji, Ayrımcılığa karşı mücadele, LGBT bireylerin sorunları, Hayvan hakları, Örgütlenme, Halklar ve Kimlikler, Vicdani ret ve antimilitarizm, Tecrit ve hapishaneler, Sağlıklı çevrede yaşam ve konut hakkı, Hakikatleri araştırma, Arkeoloji ve kültürel varlıkları koruma, Çiftçi, Alternatif kentsel planlama. Ayrıca Genel Kurul ihtiyaç duyulan diğer komisyonları kurar.
Madde 9: Genel Meclis Divan Heyeti ve Yürütme Kurulu
a) Genel Meclis'in çalışmalarını yürütmek üzere onun içinden seçilen, içlerinde milletvekilleri de bulunan en az 3'ü kadın 6 üyeden oluşan, Genel Meclis ve Yürütme Kurulu'nun vereceği temsiliyet ve sözcülük görevini yürütmek üzere Divan Heyeti ile 19 üyeden oluşan Yürütme Kurulu'ndan meydana gelir. Divan Heyeti ve Yürütme Kurulu birlikte çalışır.
b) Görev süresi Genel Meclis'in görev süresiyle sınırlıdır. Genel Meclis gerekli gördüğü takdirde uygun değişiklikleri yapar.
c) Genel Kurul'da belirlenen daimi komisyonlar ile Genel Meclis'in faaliyetleri için ihtiyaç duyularak oluşturulan geçici komisyonların çalışmalarının gerektirdiği düzenlemeleri yapar ve koordinasyonu sağlar.
ç) Faaliyetlerin yürütülmesi sırasında ihtiyaç duyulan kararları üye tam sayısının 3/5 çoğunluğuyla alır. Gerekli hallerde, programın öngördüğü doğrultuda, Genel Kurul ve Genel Meclis kararları çerçevesinde ve güncel gelişmelere dair tutum ve tavır belirler, çağrılarda bulunur, basına ve kamuoyuna açıklama yapar. Görüşmelerde bulunur ve Genel Meclis ve Kongre'nin temsilini sağlar. Çalışma usulleri Genel Kurul ve Genel Meclis'in çalışma ilkeleri esasına bağlı olup, çıkarılacak yönetmelikle belirlenir.
d) Her hafta olağan bir şekilde ve en az 2/3 çoğunlukla toplanarak gündemindeki konuları görüşür. Olağan üstü toplanması Divan heyeti ve Yürütme Kurulu'nın kararı veya meclis üyelerinin 1/5'inin istemi üzerine gerçekleşir.
e) İş bölümünü Genel Kurul'un ve Genel Meclisin belirlediği alanlara göre ve daimi komisyonların çalışmalarını dikkate alarak yapar.
f) Genel Meclis'in olağan ve olağan üstü toplantılarını ve gündemini hazırlamakla yükümlüdür.
g) Genel Meclis adına yerel meclislerle ilişki sürdürür.
Madde 10: Bölge Meclisleri
a) Genel Kurul'un belirlediği illerin kongre delegelerinin bir araya gelmesinden oluşur. Bölge Meclisi sayısını ve illerin hangi bölgelere dahil olacakları hususunu Genel Kurul kararlaştırır.
b) Kongre programı, Genel Kurul ve Genel Meclis kararlarının bölge gerçekleri bağlamında yürürlüğe sokulması için gerekli çalışmaları yapar.
c) Genel Kurul ve Genel Meclis'in çalışma ilkelerine uygun olarak faaliyet yürütür. Bu konuda yönetmelik çıkarılır.
ç) Çalışmaları üçer aylık dönemlerde değişmek üzere, kotalar gözetilerek bölge bünyesindeki her ilden bir delegenin içinde yer aldığı bir yürütme heyeti tarafından düzenlenir. Toplantı yeri, tarihi, gündeminin belirlenmesi ve gerekli belgelerin temini bu heyet tarafından yapılır. Toplantılarını içinde yürütme heyeti mensuplarının da bulunduğu üç kişilik bir divan yönetir.
d) Bölge Meclisleri ayda bir toplanır ve gündemindeki konuları görüşüp gerekli kararı alır. Genel Meclis ve Genel Kurul'a dair önerileri yürütme heyeti, illere dair kararları il meclisi mensubu delegeler iletir.
e) Bölge meclisi yürütmesinin, bölgedeki il meclislerinden 1/5'in istemi veya Bölge Meclisi bünyesinde bulunan delegelerini 1/5'inin istemesi halinde olağanüstü toplanır. Öncelikli gündem maddesi, toplanmasını isteyen delegelerin önerdiği madde olur.
f) Bölge Meclislerinde 2/3 oyla karar alınır. Alınan kararın yeniden görüşülmesi için 1/3 üyenin istemi gerekir. Oylamalar açık işaret yoluyla yapılır. 1/3 üye isterse gizli oy açık sayım yapılır.
g) Bölge Meclisi gerekli görürse bölgeyle ilgili geçici komisyon kurar. Bu komisyonlar genel esaslar dahilinde çalışır.
h) Çalışmalarının gerektirdiği giderler meclis delegeleri ve bünyesinde bulunan il meclislerinin dayanışmasıyla karşılanır.
Madde 11: İl Meclisi
a) İlin, seçilmiş delegelerinin ve ilçelerden gelen seçilmiş delegelerin bir araya gelmesinden oluşur. İl Meclisi mücadele alanlarından gelen yeni katılımlarla genişleyebilir. Delege niteliklerini taşıyan başvurucuların İl Meclisi'ne katılımı, İl Meclisi'nin 2/3 oyuyla belirlenir.
b) Üç aylık dönemler için, en az biri kadın olmak üzere en az 3, en çok 7 kişiden oluşan bir yürütme heyeti belirler. Toplantıları, gündemi, toplanma yeri ve tarihi bu heyet tarafından belirlenir.
c) Ayda bir toplanır. Kongre programı, Genel Kurul, Genel Meclis ve Bölge Meclisi'nin kararları ve ilin sorunları bağlamında gerekli çalışmaların yapılması için kararlar alır ve yürürlüğe sokar.
ç)Kongreyi destekleyen milletvekilleri, il belediye başkanı ve il eski milletvekilleri il meclisinin doğal üyesidir.
ç) Genel Kurul ve Genel Meclis'in çalışma ilkelerine uygun olarak faaliyet yürütür.
d) Bölge Meclisi, Genel Meclis, Daimi Komisyonlar ve Genel Kurul'la yürütme ve görevli delegeler aracılığıyla ilişki kurar, karar ve önerilerini iletir
e) Yürütme çağrısıyla veya İl Meclisi bünyesinde bulunan delegelerini 1/5'inin istemesi halinde olağanüstü toplanır. Öncelikle olağanüstü toplanmaya yol açan konu görüşülür.
f) İl Meclislerinde kararlar, meclis tam sayısının salt çoğunluğuyla alınır. Alınan kararın yeniden görüşülmesi için 1/3 üyenin istemi gerekir. Oylamalar açık işaret yoluyla yapılır. 1/3 üye isterse gizli oy açık sayım yapılır.
g) İl Meclisi, Genel Meclisin yürürlüğe koyduğu çalışmaların yerel izdüşümü için gerekli gördüğü yerel etkinlik kararlarını alır ve uygular. Yerel sorunlarla ilgili il meclisinde alınan kararlar ışığında kamuoyuna ve basına açıklama yapabilir; toplantı, miting, seminer, eğitim, kampanya, şenlik, festival, gece, vb. düzenleyebilir; bildiri, broşür, afiş, kitap, rapor, dosya, vb. il meclisi olarak yayınlayabilir, ihtiyaç duyduğu komisyonları kurabilir.
h) İl Meclisi'nin çalışmalarının giderleri delegelerin dayanışma amaçlı destek ve katkılarıyla karşılanır.
Madde 12: İlçe Meclisi
a) İlçe delegeleri ile kongrenin amacı ve ilkeleri doğrultusunda çalışmalara katılmak isteyen ve o ilçede oturan ve/veya çalışan ve bu yerel meclisin mensubu olan bireylerden oluşur.
b) Altı aylık dönemler için, kadın kotasına uyulmak kaydıyla en az 3, en çok 7 kişiden oluşan bir yürütme heyeti belirler. Toplantıları, gündemi, toplanma yeri ve tarihini bu heyet tarafından belirlenir.
c) Kongre programı, Genel Kurul, Genel Meclis, Bölge Meclisi ve İl Meclisi'nin kararları ile ilçe sorunları bağlamında gerekli çalışmaların yapılması için kararlar alır ve yürürlüğe koyar. Kararlar toplantıya katılanların 2/3 çoğunluğuyla alınır. Toplantıya katılanların1/3'ünün istemesi halinde kararlar gözden geçirilir. Oylamalar açık işaret yoluyla yapılır. 1/3 ünün istemesi halinde gizli oy açık sayım ilkesi uygulanır.
ç)İlçe belediye başkanı ilçe meclisinin doğal üyesidir.
d) İlçe Meclisi ihtiyaç duyduğu hallerde kalıcı ve geçici komisyonlar kurar. Komisyonlar genel esaslar dahilinde çalışma yürütür. Komisyonlara katılım gönüllüdür.
e) İlçe Meclisleri ayda bir toplanır ve gündemindeki konuları görüşüp gerekli kararları alır. Karar ve önerileri İl Meclisi, Bölge Meclisi, Genel Meclis, Daimi Komisyonlar ve Genel Kurul'a yürütme heyeti ve görevli delegeleri aracılığıyla iletilir. Genel Kurul ve Genel Meclis'in çalışma ilkelerine uygun olarak faaliyet yürütür.
f) Yürütmenin ve İlçe Meclisi bünyesinde bulunan delegelerini 1/5'inin istemesi halinde olağanüstü toplanır. Öncelikle toplanma gerekçesi olan konu görüşülür.
g) İlçe Meclisi, hem Genel Meclisi ve İl Meclisi'nin yürürlüğe koyduğu çalışmaların yerel izdüşümü için gerekli gördüğü yerel etkinlik kararlarını alır ve uygular. Yerel sorunlarla ilgili kararlar ışığında kamuoyuna ve basına açıklama yapabilir; toplantı, miting, seminer, eğitim, kampanya, şenlik, festival, gece, vb düzenleyebilir; bildiri, broşür, afiş, kitap, rapor, dosya, vb. ilçe meclisi olarak yayınlayabilir, ihtiyaç duyduğu komisyonları kurabilir. Üretim ve yerleşim esaslarına göre meclisler kurmak için çalışır.
h) İlçe Meclisi'nin çalışmalarının giderleri delegelerin ve katılımcıların dayanışma amaçlı destek ve katkılarıyla karşılanır.
Madde 13: Delegelik
a) Program ve tüzüğü benimseyip, belirlenen esaslar dahilinde, yaşam veya çalışma alanına en yakın birimden seçilerek kongrenin kurullarında görev alan kişiye delege denir.
b) Delege her türlü göreve aday olma, kurullar içinde ve dışında görüşlerini açıklama hakkına sahiptir.
c) Delege yerel meclis esas alınarak genel kurul tarafından çıkarılan yönetmelik esaslarına göre seçimle belirlenir. Görev süresi bir yıldır. Bir delege en fazla iki yürütme heyetinde görev alabilir. Delegeliğin düşürülmesi için, seçimin yapıldığı birim meclisinde 2/3 oy gerekir. Oylama gizli oy, açık sayım esasına göre yapılır. İşlemin yürürlüğe girmesi için İl Meclisi ve Genel Meclis'te de aynı usullerle oylaması ve 2/3 oy oranıyla kabulü gerekir. Söz konusu delege her düzeyde ilgili kurullar nezdinde gerekli açıklamaları yapma hakkını kullanır. İtiraz için Genel Kurula başvurabilir. Genel Kurul bu yönde alınan kararları görüşme yapmaksızın gizli oy açık sayım esasıyla ve 2/3 oyla kaldırma yetkisine sahiptir
ç) Delege yer aldığı meclis ve/veya komisyonlarda hem yerel ve bölgesel sorunlara, hem de genel sorunlara dair kararların alınması ve ilgili kurullar vasıtasıyla yürürlüğe konulması için çalışma yürütür.
d) Delege, mensubu olduğu yerel mecliste alınan yerel ve diğer sorunlara dair kararları gerektiği takdirde il, bölge ve genel meclise ve genel kurula taşır. Ayrıca farklı bir düşünceye sahipse bunu açıklamakta özgürdür.
e) Üç kez üst üste mazeretsiz olarak ilçe, il ve bölge meclisi ile Genel Meclis toplantılarına katılmayanın delegeliği düşer. Yerine gelecek delegenin nasıl belirleneceği genel kurulun çıkaracağı yönetmelikte belirlenir.
f) Delege mensubu olduğu meclislerin ve genel kurulun giderlerini karşılamak üzere belirlediği dayanışma ve destek taahhütlerini kabul eder.
g) Delegelerle ilgili doğrudan politik olmayan sorunlar Genel Kurul ve il Meclisleri düzeyinde oluşturulan Etik Kurullarda tarafların katılımıyla görüşülerek sonuca ulaştırılır.
Madde 14: Fahri Delegelik
Fahri delege program ve tüzüğü kabul eden, kongre yerel meclislerinin henüz oluşmadığı ya da delege belirleme yeterliliğine sahip olmayan birimlerde, söz konusu meclislerin kurulması, yeterli hale getirilmesi için, üst kurulun bilgisi dahilinde çalışma yapan kongre mensubudur. İl meclisi toplantılarına söz ve oy hakkına sahip olarak katılır. Fahri delegeler bölge meclisi ve genel kurula katılmazlar.
Madde 15: Milletvekilleri ve Belediye Başkanları
a)Emek Demokrasi ve Özgürlük Bloku çalışmaları kapsamında 12 Haziran 2011 itibariyle seçilen partili ve bağımsız milletvekilleri Kongre'nin TBMM'deki temsilcileri olup, Kongre Genel Kurulu'nun doğal delegeleridir.
b)Kongreyi destekleyen partilerin milletvekilleri ve bağımsız milletvekilleri genel kurulun doğal delegeleridir.
c)Kongreyi destekleyen eski milletvekilleri genel kurulun doğal delegeleridir.
ç)Kongreyi destekleyen il belediye başkanları genel kurulun doğal delegeleridir.
Madde 16: Etik Kurul
a) Delegeler ve delege grupları ile kongre kurulları arasında doğan ve doğrudan politik olmayan sorunların karşılıklı görüşmeler yoluyla çözümüne katkı sunulması amacıyla Genel Kurul ve İl Meclisleri düzeyinde, kota ilkeleri dikkate alınarak, en az üç en fazla yedi delegeden oluşan heyete Etik Kurul denir.
b) Etik Kurul hakemlik ya da iç hukuk uygulayan bir kurul olmayıp, karşılıklı diyalogla sorunların aşılması için uygun zeminin yaratılmasına katkıda bulunur.
c) Çalışma usul ve ilkeleri Genel Kurul tarafından çıkarılacak yönetmelikle belirlenir.
Madde 17: Delegenin Görevleri ve Seçim Sistemi
a) Delegeler seçimle belirlenir. Seçim esas ve usulleri genel Kurul tarafından hazırlanan yönetmelikte belirtilir.
b) Delege seçimleri her yılın 1-30 Eylül tarihleri arasında yerel birimlerde yapılır.
c) Seçimlerde tüzükte yer alan kadın ve gençlik kotalar uygulanır.
ç) Seçim süreci Genel Meclis tarafından görevlendirilen bir heyet tarafından yürütülür.
d) İllerde seçim süreci İl Meclisi tarafından görevlendirilen bir heyet tarafından düzenlenir.
e) Seçme ve seçilme hakkını kullanmak için program ve tüzüğü kabul etmek yeterlidir.
Madde 18-Kayıt Tutma Sistemi:
a) Kongre bünyesindeki çalışmalar saydamlık ve eşit bilgilenme esası üzerinden yapılır. Her kurul bünyesindeki delegelerin ve hesap vermekle yükümlü olduğu kurulların mensuplarının doğrudan ulaşabileceği iletişim ve bilgiye ulaşım sistemlerini kurmak ve kayıtlarını böyle bir sistematik içinde tutmak zorundadır.
b) Genel kurul iletişim, eşit ve saydam bilgilenme hakkı için gerekli tedbirleri alır.
Madde 19: Dayanışma
Kongre, faaliyetlerini her düzeydeki kurullarında yer alan delegelerin ve yerel meclis mensuplarının dayanışma ve katkılarıyla yürütür.
Madde 20: Geçici Maddeler
Kongrenin kuruluş döneminde, genel kurul delegelerinin belirlenmesinde aşağıdaki ilke ve yöntemler uygulanmıştır:
a)Kuruluş dönemi delegelerinin belirlenme usulü yalnızca bu dönem geçerlidir.
b) Kurumlar ve örgütlü yapılar, en az biri kadın olmak üzere iki delege ile gençlik örgütlenmeleri bir delege ile Genel Kurul'da temsil edilirler.
c) İllerde belirlenecek toplam delege sayısı 692 olup, bu sayının illere paylaşımında başta milletvekili oranı olmak üzere bazı kriterlerin dikkate alınması benimsenmiştir.
ç) Delegelerin genel olarak il düzeyinde, karşılıklı görüşmeler ve mutabakatlar yoluyla belirlenmesi, yeterli şartların olmaması nedeniyle seçim ilkesinden uzak durulması benimsenmiştir.
d) İllerde yapılacak delege belirleme çalışmalarında kurumlar ve örgütlü yapılar için %60, bireyler için %40 delege dengesinin uygulanması benimsenmiştir.
e) Büyük illerde ve ulaşım güçlüğü bulanan illerin ilçeleriyle delege dengesinin sağlanmasında ilgili kurulların katkılarıyla ve görüşmeler yoluyla çözüm bulunması benimsenmiştir.
f) İllerde yapılan toplantılarda delege adayı olarak belirlenenlerin liste olarak genel bir onaya sunulması yoluna gidilmesi benimsenmiştir.
Madde 21: Yürürlük
Bu tüzük Kongre Genel Kurulu tarafından kabul edildiği tarihte yürürlüğe girer.

KCK Nedir ve KCK Tutuklamaları Ne Anlama Gelir?

$
0
0


Bir zamanlar bir devrimci, “Ahlakım politik, politikam Ahlakidir” demişti. Yine aynı şekilde, biz de “Sosyolojimiz politik (ezilenler içindir), politikamız sosyolojiktir (bilimseldir)” diyebiliriz.
Bu nedenle, KCK nedir? Sorusu bizim terminolojimizde, sosyolojik olarak KCK nedir anlamındadır? Cevap da sosyolojik bir cevap olmalıdır. Ama bu cevap aynı zamanda politikamızı belirleyen veya tanımlayan bir cevap olur.
Peki, KCK nedir?
Sözcük olarak “Kürdistan Topluluklar Birliği” (Koma Civakan Kürdistan) diye çevriliyor bir çoklarınca. Muhtemelen “Topluluk” yerine, Almanca’daki “Gemeinde”, eskilerin “Cemaat” dediği, “Komün” kavramı daha denk düşüyor olsa gerek. Yani “Kürdistan Komünler Birliği” gibi bir çeviri ona adını verenlerin kastettiği anlamı daha doğru veriyor olabilir.

Şöyle veya böyle, bu fazla da önemli değildir[1]. Çünkü bu isim bizlere KCK’nın sosyolojik anlamı hakkında bir ipucu vermez. Şeyler her zaman “ismiyle müsemma” olmayabilirler.
KCK’nın Tüzüğünden (yapısından) veya onu kuranların ona yüklediği işlevden (Programından, görevlerinden) hareketle de ne olduğu tam olarak anlaşılamaz. Çünkü, “ismiyle müsemma” olmadığı gibi, “zarf ile mazruf” da (yapı ve işlev) uyum içinde değildir[2].
Bu nedenle, yani onun adıyla yapısı; yapısıyla ona yüklenen işlevler; resmen yüklenen işlevlerle fiili işlevleri veya beklenen politik işlevlerle, nesnel işlevleri (yani sosyolojik olarak işlevleri) arasında bir uygunluk bulunmaması nedeniyle, KCK’nın ne olduğunu anlamaya çalışanlar, fili tarif eden körler gibi tanımlar yapmaktadırlar . Evet bunların hepsinde, körlerin tarifinde olduğu gibi bir doğruluk payı, bir hakikat çekirdeği vardır ama, fil ne bir borudur ne bir sütun, bir hayvandır burnu boru ayakları sütun gibi. Bu nedenle, bu uyumsuzluklar soyutlama düzeyinde ayıklanmadan onun nesnel sosyolojik anlamı kavranamaz.
Biz bu uzun yola girip te, çok uzun yazdığımızdan sık sık şikayet eden kimi okuyucuları  bıktırmayalım ve kısa yoldan gidelim.
*
KCK’nın ne kadar kötü ve tehlikeli olduğunu anlatmak için, burjuva basını veya şimdi hükümete danışmanlık yapan polisler aşağı yukarı şunları söylüyorlar.
Bir belediye işçisi bile, belediye başkanına hesap sormaktadır” diyorlar.
KCK, PKK’nın hapisten çıkan kadrolarını istihdam etmek için bulduğu bir çözümdür” diyorlar.
KCK aslında PKK’dır, hatta PKK’yı da kapsayan esas örgüttür” diyorlar.
Liberallar ise, “KCK işte tam da sivil siyaset yapan insanlardan derleşiktir, kimse terör eylemine karışmamıştır, bunlar içeri tıkılarak sivil siyaset yolları tıkanmaktadır” diyerek sorunu bütünüyle taktik bir düzeyde tartışmaktadırlar[3]. Olayın hukuki olarak da skandal olduğunun bile üzerinde durmamaktadırlar.
Biz Marksistler olaylara böyle bakmayız.
Ama biz burada, fili tarif eden körlerin anlattıklarından, hükümetin destekçisi gazetelerin veya liberallerin dediklerinin nesnel anlamlarından KCK’nın ne olduğunu anlamaya çalışalım.
Aslında KCK’nın ne olduğunu anlamak için, en çarpıcı örnek, sanki kötü birşeymiş gibi anlatılan, bir belediye işçisinin bir belediye başkanından hesap sormasıdır.
KCK’nın özü budur.
Ezilenlerin, kendilerini temsil etmek üzere görevlendirdiklerinin sürekli başında durması, onları kontrol etmesidir. (Bunun için belli bir politik bilinç, tecrübe ve eğitim gerekir, bu da en çok hapisten çıkan kadrolarda vardır. Yani diğer özellikler de bununla bağlantılıdır.)
Liberalleri ve merkezi devletin polis kafalı memurlarını çileden çıkaran bu davranıştan daha güzel ne olabilir?
Bizlerin istediği de, tıpkı İslamiyetin ilk yıllarında, sıradan bir Müslümanın Hasreti Ömer’den hesap sorması gibi, elbet bir tek belediye işçisinin bile belediye başkanından hesap sorabilmesi değil midir?
Burjuvazi, küçük bir azınlık olduğu için ve demokrasi dediği oyunda, (ki bu oyuna, yani genel oy hakkına vs. yine ezilenlerin ve işçilerin mücadelesiyle katılmak zorunda kalmıştır) seçilenlerin, kendilerini seçenlerin denetiminde olmasını ortadan kaldıran usuller getirmiştir. Çünkü ancak bu mekanizmalarla ezilenlerin oylarıyla onları kendi istekleri hilafına yönetebilirler, ezilen sınıfların büyük mücadelelerle elde ettikleri demokrasiyi ezen sınıfların bir aracına çevirebilirler.
Örneğin burjuvazinin anlayışında geri alınma yoktur; görev mandatı yoktur (Yani sana oyumu şunları şunları yapman için veriyorum ve temsilcim olarak seçiyorum); seçilenler seçildikten sonra seçenlerin eğilimlerine göre değil, kendi vicdanına göre karar verecektir derler. Yani doğrudan demokrasinin fizik nedenlerle olanaksızlığından çıkan sorunları (reziletleri) bir faziletmiş gibi alıp; doğrudan bir demokrasiye yaklaşan biçimlerden olabildiğince uzaklaşıp “temsili demokrasi” denen, seçilenleri seçenlerden bağımsızlaştıran; onların kontrolünden çıkaran kurallar getirir egemen ve azınlık sınıflar. Çünkü bilirler ki, var olan devletin labirentlerinde, en kısa zamanda yanlışlıkla o binlerce engeli aşıp da gelen devrimciler, demokratlar, ezilenlerin politikacıları, yollarını kaybedecekler; hatta feth ettiklerini düşündükleri organlır ve yapılar tarafından feth edileceklerdir. Bu fetih için insani zaaflardan, yetkilerin ve bir takım imtiyazların sağladığı güce ve gücün baştan çıkarıcılığına kadar binlerce araç, bir gönüllüler ordusu gibi hazır beklemektedir zaten.
Bu nedenle, işçiler nerede bir devrim yaptılarsa veya yapmaya niyet ettilerse, ilk koydukları kurallar, seçenlerin seçilenleri denetlemesinin mekanizmalarını oluşturmak; seçilenlerin, seçenlerin iradelerinin dışına çıkma yollarını tıkamak yönünde olmuştur. Paris Komünü’nün burjuva devletini parçalamak olarak tanımlanan bütün tedbirleri özünde buna yöneliktir. Geri alma, ortalama işçi ücretinden fazla gelir olmaması vs., hep bu bağımsızlaşmayı önlemeye yöneliktir.
Burada yapı ve işlev kategorilerine ilişkin çok temel bir sorunla karşılaşılır. Organların, aletlerin, kurumların yapıları ve işlevleri arasında kopmaz bir bağ vardır. Yapı yoğunlaşmış işlevdir. Proletarya nasıl, özünde, küçük bir egemen azınlığın büyük bir çoğunluğu yönetmesinin aracı olarak yapılanmış bir cihazı; seçilenlerin seçenlerden bağımsızlaşmasına dayanan burjuva devlet cihazınını; ezilen çoğunluğun ezen azınlık üzerindeki egemenliğinin bir aracı olarak, sınıfsız topluma giden yolda bir araç olarak kullanamazsa; burjuva devlet cihazının yapısı böyle bir işleve imkan tanımazsa; tersinden ezilen sınıfların aracı olmaya uygun bir devlet cihazını da burjuvazi kendi sınıf egemenliğinin aracı olarak kullanamaz.
Bu nedenle, egemen bir sınıf olmak veya bir egemen sınıf olarak varlığını sürdürebilmek için, burjuvazi veya bürokrasinin de ilk yaptığı, ezilenlerin aracı olmaya uygun yapıdaki devlet cihazlarını parçalayıp, kendi amaçlarına uygun devlet cihazları kurmak olmuştur.
Fransız Devrimi’nde burjuvazinin, Ekim Devriminde Bürokrasinin hatta İslam devriminde Muaviye’nin yaptığı hep bu olmuştur: yani demokrasiyi tasfiye. Fikir ve örgütlenme özgürlüklerinin kaldırılması; seçilenleri bağımsızlaştıran mekanizmalar; yürütme ve yasamanın ayrılması vs..
Buna karşılık, 1791-1793 Birinci Paris Komünü’nde, 1871 İkinci Paris Komünü’nde, 1917 Şubat ve Ekim Devrimi Sovyetlerinde pleplerin ve işçilerin yaptığı da hep tersi olmuştur.
Aslında tam bu noktada, demokratik hareketin ve ezilenlerin programının özünün ne olması gerektiğine ilişkin temel programatik ilke de ortaya çıkmaktadır: programın özü, ezilenlerin üzerinde yükselemeyecek, onlara hizmet edecek bir devlet cihazını programlaştırmak ve somutlamak olmalı, bütün demokratik muhalefet, ezilenlerin mücadelesi bu noktada yoğunlaşmalıdır. Bu olmadan var olan devlet cihazı çerçevesinde zaten her hangi bir değişiklik de mümkün değildir ya da bunlar var olan sistemi reforme eden onun özüne dokunmayan değişiklikler olabilir. Bu vesileyle, tekrar belirtelim ki, Kongre’de bizim yıllardır önerdiğimiz ama bir türlü tartışılmasını, gündeme alınmasını veya oylanmasını sağlayamadığımız program ile Komisyon’un sunduğu program arasındaki temel fark da budur. Bizimkinin özü, var olan devlet cihazını tasfiye edip, onun yerine, ezilenlerin aracı olacak, ezenler tarafından kullanılamayacak bir cihaz örgütlemektir. Bu cebirsel formül karakterli aracın, ezilenlerin hangi politikalarına araç olacağı konusunu emekçilere bırakmaktadır. Diğer program ise, var olan, ezilenler tarafından kullanılamayacak devlet cihazına dokunmadan, ezilenlere ilişkin hedefler (aslında o bile yok ilke bildirimleri) koymaktadırlar. Yani arabayı atın önüne koşmaktadırlar.
Şimdi, soru şudur: ezilenler, tarihin nadir anlarında olduğu gibi, örgütlenip; egemenlerin koyduğu binbir engeli aşıp; kendi temsilcilerini bir şekilde, kendi iktidarlarının aracı olarak kullanamayacakları bir devlet cihazında kimi mevkileri seçimler yoluyla getirdiklerinde; yani bu mevkileri “ele geçirdiklerinde”, bu seçilenlerin, o devlet cihazı ve egemen sınıflar tarafından ele geçirilmemeleri için, yani feth edenlerin feth edilememeleri için, ne yapmalıdırlar, nasıl bir kontrol mekanizmaları oluşturmalıdırlar?
Elbette eğer seçilenler gönüllü olarak ezilenlerden kopmamak için somut davranışlar içindeyseler, bu mevkilerini, ezilenlerin mücadelesinin aracı olarak kullanıyorlarsa sorun olmaz pek. Örneğin bir Sabahat Tuncel, bir Gültan Kışanak, bir Emine Ayna, bir Selahattin Demirtaş vs. böyledirler. Burada hem içinden gelinen tabakalardan, hem de yüksek bir politik bilinç ve tecrübeden gelen bir öz denetim vardır.
Ancak, her zaman herkes bu örnekler gibi olmayabilir binlerce, milyonlarca taraftarı olan bir harekette. Ayrıca bu hareket bir ulusal hareketse ve içinde çok geniş burjuva kesimleri de bulunduruyorsa sorun daha da çözümü zor bir hal alır.
Bu durumda sorun sadece, ezilenlerin içinden çıkanların, onların eğilimlerini yansıtanların kontrolden çıkmasını engellemelerinin, mekanizmalarını oluşturmak da değildir. Burjuvazinin de içinde olduğu, açıktan karşı durmayıp, içinden ele geçirmeye ve manüple etmeye çalıştığı bir hareket varsa, burjuvazinin bu çabalarını da kontrol altına alacak mekanizmalar gerekir.
Dağda savaşmak ve ölmek, hapis yatmak, mitinglerde en önde olmak gibi konularda ezilenler hep en öndedir ve işin başını çekerler. Ama legal partiler, belediyeler, vekillikler vs. söz konusu olduğunda, bu alanlarda ezilenler, alttakiler hep deplasmandadırlar. Çünkü cahil bırakılmışlardır, çünkü burjuvazi gibi iş dünyasını, siyaset dünyasını ve bunların ilişkilerini yakından bilmezler, zamanları yoktur çoğu kez bu işlerle uğraşacak, maddi olanakları yoktur, tüm zamanlarını yaşam savaş alır. Bütün bu ve saymakla bitmeyecek, ezilenlerin aleyhine çalışan nedenlerle, legal politika alanında ve  hele o politik alanın ve örgütlerin zirvelerine çıktıkça, egemen sınıfların, çoğu egemen sınıflardan gelen aydınların, avukatların, tüccarların vs. ağırlığı hareketin içindeki gerçek oranlarıyla kıyaslanmayacak biçimde artar.
Bunlar bir yandan artık açıktan karşı duramadıklarından o harekete katılarak ona geniş bir hareket alanı ve güç verirler ama diğer yandan, en iyi niyetlileri bile sınıfsal eğilimleri, iç güdüleri ile hareketin içinde egemen sınıfların beşinci kolunu oluştururlar.
Bunların, başına geldikleri, kritik mevkilerine getirildikleri örgütlerin karar ve eylemlerini kendi sınıfsal eğilimleri ve çıkarları yönünde manüple etmeleri nasıl engellenebilecek, bunlara karşı ne yapılacaktır?
Bunların ezilenlere karşı sabotajlarını engelleyecek ama onların yeteneklerini devrim için kullanmayı sağlayacak nasıl bir mekanizma gerekir?
Ezilenlerin tarihsel tecrübesi buna “komiser” dediği denetleyiciler ile çözüm bulmaya çalışmıştır.
Bu sorunla bütün 19 ve 20. yüzyıl devrimleri ciddi biçimde karşılaşmıştır. Büyük Fransız Devrimi’nde Paris’in donsuzları, baldırı çıplakları; Ekim Devrimi sonrasında Rusya’nın İşçileri bu halk komiserleri aracılığıyla egemen sınıfların bilgisini ve örgütlenme yeteneğini devrim için kullanırken diğer yandan da onların sabotaj ve sapmalarını engelleyebilmiştir.
Bu savaşta subayların, üretimde mühendislerin ve yöneticilerin yanlarına, onları politik olarak denetleyecek politik ve ideolojik bakımdan daha eğitimli elemanlar koymak biçiminde olmuştur. Bunlara bu devrimlerde “komiser” denmiştir.
Geleceğin devrimlerinde, modern işçi sınıfının devrimlerinde, ezilenlerin muhtemelen artık bu gibi mekanizmalara ihtiyacı olmayacaktır. Çünkü, artık aydınların da önemli bir bölümü ücretlidir. Diğer yandan işçiler her şeye rağmen eskisiyle kıyaslanamayacak ölçüde kültivedir ve günlük yaşamları onları en baba burjuvaların bile bilemeyeceği kadar modern dünyanın ilişkileri ve örgütlenmesi hakkında eğitmektedir. Komiserler genellikle plebiyen karakterli, ezilenlere dayanan ama henüz yeterince kültive ve modern işçilere de dayanamayan hareketlerin bir ihtiyacına cevap verir. Örneğin bir Amerikan veya Alman devriminin ve işçilerinin Komiserlere ihtiyacı olmayacaktır. Toplumsal konumuyla işçi, ruh ve kültür durumuyla hala kapitalizm öncesi dünyaya ait (Kürt hareketinin başat özelliğidir bu aynı zamanda) kesimlerin bir ihtiyacıdır bu. Paris’in donsuzları da Rusya’nın emekçileri de böyleydi büyük ölçüde. “Gelenek üçüncü kuşakta oluşur” derler, Rus devrimini yapan işçiler, muazzam bir köylü denizi içinde küçük bir adaydılar ve neredeyse bir kuşak içinde proleterleşmişlerdi.
İşte KCK budur sosyolojik olarak, bu ihtiyaca Kürt Özgürlük Hareketinin esas gücünü oluşturan pleplerinin bulduğu çözümdür.
Elbet siyasi ve ideolojik olarak bu pleplerin eğilimleri yönünde sağlamlık ve eğitilmişlik aranmaktadır. Bunu sağlamaya yöneliktir Öcalan’ın önderliğinin tanınması ve PKK’nın başındakilerin aynı zamanda KCK’nın başında olması. Daha doğrusu artık KCK’nın başındakiler PKK’nın da başındadır. Tam da bu ihtiyaca uygundur yıllarca hapislerde kalmış tüm hayatını bu mücadeleye adamış ve siyasi olarak da hapiste büyük ölçüde kendini geliştirmiş olanların KCK saflarını doldurması; tam da bunun bir ifadesidir bir belediye işçisinin bir belediye reisinden hesap sorması.
KCK Kürdistan’ın yoksullarının, Kürt Özgürlük Hareketinin, egemen sınıfların kontrolüne geçmesini engellemesinin bir aracıdır. KCK, Kürt Özgürlük Hareketi içinde, ezilenlerin, yoksulların ağa çocuklarına, ağalara, kasaba avukatlarına, tüccarlara (yani özetle egemen sınıflara ve burjuvaziye) karşı mücadelesinin; onları denetim altına almasının bir aracıdır.
KCK’ya esas ihtiyaç duyulan alan tam da legal siyaset alanıdır. Çünkü esas orada ağırlığı artar egemen ve üst sınıfların. Orada kendi sahalarındadırlar. Dağdaki gerillalar zaten hayatını bile vermeye hazır yoksul Kürt gençleridir. Orada KCK’ya ihtiyaç yoktur.
Evet KCK sosyolojik olarak, Kürt ulusal hareketi içinde, pleplerin hem burjuvaziyle mücadelesinin ve hem de onlardan yararlanmasının bir aracıdır.
*
Şimdi bu çerçevede bakıldığında KCK tevkifatlarının anlamı daha iyi anlaşılır. Politik İslam şeklinde örgütlenmiş burjuvazi, KCK tevkifatlarıyla Kürt burjuvazisini ve üst sınıflarını, Kürt Özgürlük Mücadelesinin pleplerinin baskısından ve kontrolünden çıkarıp, Kürt hareketinin başına geçirmeyi hedeflemektedir.
Türk burjuvazisi ve Kürt burjuvazisinin bir kısmı (AKP ve Liberallerin yanındakiler) böylece bir yandan bütün şiddeti plepler üzerinde yoğunlaştırarak; diğer yandan burjuvaziyi kabul edebileceği Kürtçe üzerinde baskının kalkması gibi, zaten bu burjuvazinin şimdilik kabul etmeye hazır olduğunu her vesileyle ifade ettiği talepler otuyla teşvik ederek, Kürt Hareketi içindeki pleplerin etkisine son vermeyi; PKK’yı tecrit edip ezmeyi ummaktadır.
KCK tevkifatlarının hedefi, Kürt burjuvasizine, “artık PKK’dan korkmanıza gerek yok. Onlara soluk aldırmıyoruz ve aldırmayacağız. Bakın istediğiniz Kürt dili ve diğer konularda da bireysel haklar biçiminde baskıları kaldırıyoruz. Artık saflarınızı değiştirin buraya gelin, gelemiyorsanız da o plepleri başınızdan atın, bu yolda sizi destekliyoruz ve destekleyeceğiz” demekten başka bir anlama gelmemektedir.
Ancak, başarıya ulaştığı takdirde başarı kazananın (AKP iktidarı ve Türk devltenin) başını yiyecek “küçük bir hesap hatası” bulunmaktadır bu stratejide.
Kürt burjuvazisi, sanılanın aksine, Kürt özgürlük hareketinin, esas milliyetçi ve ayrı bir Kürt devleti hevesindeki kesimdir. PKK veya KCK burjuvazinin bu geici (“ilkel”) milliyetçiliğine karşı da bir duruştur ve onunla mücadeledir de aynı zamanda. Kürt burjuvazisi, şimdi bireysel haklara razı ise, bu hedefinin bunla sınırlı olmasından değil, şimdilik konjonktürün uygun olmamasından, bunu öne çıkarmanın gerçekçi olmayacağını düşünmesindendir. Ama Kürt burjuvazisi bu hareketin önderliğini ve kontrolünü ele geçirirse, olacak olan, bir yandan artık Kürt yoksullarıyla arası açıldığından ve başından beri onlardan korktuğundan, Türk devletine karşı desteği diğer devletlerde arar ve dünya ve bölge çapındaki devletler arasındaki mücadelenin bir piyonuna dönüşür. Öte yandan, Kürt gençlerinin öfkesini de, bu dengelerin hesaplarında gerçekten terör eylemleriyle bir pazarlık unsuru olarak kullanmaya çalışacaktır, tıpkı Bask burjuvazisinin yaptığı gibi.
Yani hükümetin bu planı başarıya ulaşır ve diyelim ki PKK ve KCK tamamen tecrit edilir ve ezilirse, esas o zaman gerçek terör neymiş ve Kürt hareketinin başka güçlerce kullanılması neymiş, o zaman görecektir Türk burjuvazisi ve devleti. Bunun sonu da sadece çok kanlı bir Kürt Türk çatışması ve bölünme olacaktır.
Türk devleti ve burjuvazisi bütün bunları da aklınca bölünmeyi engellemek için yapar. Kendi ayağına kurşun sıkar. Bu onların egemen sınıflara has dar görüşlülüğünün, miyopluğunun bir görünümüdür.
KCK tevkifatlarının ilk bölümü, ki o da aynı zamanda hala sürmektedir, esas olarak Kürt özgürlük hareketinin plebiyen kanadının burjuvaziyi denetleme mekanizmalarını parçalamak, baskı altına almak ve yok etmektir.
Son tevkifatların aydınlara yönelmesi ise aydınları da korkutarak, Kürt özgürlük hareketini legal mücadele alanından tamamen uzaklaştırmak ve tecrit etmeye yöneliktir. Bu anlamda, birinci hedefe şimdilik ulaşıldığı ve cepheyi genişletme bahasına ikinci aşamaya geçildiği anlamına gelir.
Peki bu saldırılara karşı, Kürt Özgürlük Hareketi ve Demokratik Muhalefet ne yapabilir, nasıl karşı durabilir?
Birincisi bu hamle, yani aydınların tutuklanması, şimdiye kadar AKP’ye epey geniş bir meşruiyet sağlamış ve ideolojik destek sunmuş liberallerin AKP ile aralarının açılması demektir. Bu iyi bir gelişmedir.
İkincisi, bu hamle doğrudan cepheden karşılanabilir. Yani evet ben de KCK üyesiyim diyen, sivil itaatsizlik denebilecek bir kampanya başarı ile yürütülürse bu hem hükümetin tecrit planını bozar hem de bir yenilgisine, bizzat kendisinin tecridine ve geri adım atmasına yol açar.
Üçüncüsü, yani KCK tutuklamalarına gelince, buna politik değil, hukuki itiraz noktasından yüklenilmelidir. Terörle Mücadele Kanununun en sıradan hukuk normlarını bile ayaklar altına almışlığı yetmiyormuş gibi, bu kanunun bile korkunç keyfi yorumlanışı esas yoğunlaşılması gereken ve en geniş cephe kurulabilecek en geniş aydın ve demokrat kesimlerin çekilebileceği bir savunma mevzii olabilir.
Dördüncüsü, gerek KCK gerek aydınların tutuklanmasıyla, Kürt ezilenlerinin siyasi eğitimi ve örgütlenmesi engellenmek istenmektedir. Fiilen bu hesap kolayca boşa çıkarılabilir hatta sonuç tam tersine hem içerdekilerin hem dışardaki geniş kesimin daha da siyasi olarak gelişmesi sağlanabilir. Yani bu tevkifatlar uzun vadede, yeni bir kuşağın ve sürgünlerin ortaya çıkması için bir fırsat olarak da görülebilir ve kullanılabilir.
Siyasi eğitim akademilerde olur diye bir kural yoktur. Kıvılcımlı’nın dediği gibi “Leninizm demiri Kutva’da (Komünist kadroları eğitmeye yönelik okul bir zamanların Sovyetler Birliği’nde) dövülmemiştir”. Elbet okullar, akademiler de olabildiğince olur, ama esas siyasi eğitim kitle mücadelelerinin içinde ve strateji ve program tartışmalarında elde edilebilir.
Bugün Kongre hareketinin bir programı yoktur. Bu yokluk bir metin olarak program yokluğu sanılmamalıdır, esas olarak bir programı yoktur. Yani ne için mücadele edecektir Kongre hareketi? Devletin, politik olanın dillere, halklara göre tanımlanmış politik birimler olarak mı tanımlanması yoksa böyle tanımlamaya karşı mı tanımlanması savunulacağı açık ve can alıcı bir sorun olarak ortada durmaktadır.
Bugünkü devleti tasfiye etmeden, sanki mümkünmüş gibi ekolojik, feminist, etnik vs. talepleri sıralamak mı, yoksa bütün bu mücadeleleri, ezilenlerin üzerinde yükselmeyecek, onlara hizmet edecek bir aracın, bu var olanın yerini alması için mücadelesinde birleştirmek mi?
Otonomi, var olan merkezi yapının yanısıra politik dışı bir alanda mı, yoksa tümüyle politik olması ve merkezi devletin tasfiyesi mi?
Otonominin dile, dine, soya vs. göre mi tanımlanacağı; yoksa böyle tanımlamaya karşı mı tanımlanacağı?
İşte Program tartışması, Strateji Tartışması, Metodoloji tartışması bunlardır. Ancak böyle bir tartışma gündeme taşınarak ve sürdürülerek, en geniş kesimlerin gerçekten siyasi ve teorik eğitimlerinde dev adımlarıyla yollar kat edilebilir.
Böylece aslında, bu KCK tevkifatları, tıpkı orman yangınları gibi, Avustralya Aborjinlerinin bilerek çıkardıkları bozkır yangınları gibi, yeni güçlerin, taze güçlerin ortaya çıkıp gelişmesinin bir aracı haline de gelebilir.
Ama bunun için her şeyden önce Türk sosyalistlerinin bunları anlaması gerekiyor. Bunun için de en büyük sorumluluk, sosyalistlerin gözlerini diktiği Ertuğrul Kürkçü, Sırrı Süreyye Önder, Levent Tüzel gibi vekillere düşüyor.
Ya onlar bu yöndeki bir gidişin başını çekip, gerçek bir siyasi eğitimin yolunu açacaklardır, ya da siyasi bakımdan birer sembol olarak kalacaklardır.
Bu stratejik ve taktik hamleler yapıldığında, çok değil bir iki yıl içinde bütün güç dengesi tersine çevrilip, AKP iktidarına son verilebilir ve ülke gerçekten köklü demokratik dönüşümlerin yoluna girebilir.
03 Kasım 2011 Perşembe
Demir Küçükaydın



[1]Elbet bizzat bu ismin alınmasının sosyolojik, dolayısıyla politik bir anlamı da vardır. Sadece ismin alınmasının değil, ismin çevirisinin ve KCK’nın tanımlanmasındaki farklılıkların da sosyoljik ve politik anlamları vardır.
Örneğin, KCK’yı “Kürdistan Halklar Birliği”, “Kürdistan Topluluklar Birliği” veya “Kürdistan Komünler Birliği” gibi çevirilerin her birisi, aynı zamanda bir politik duruşla da ilgilidir ve meraklı bir Marksist bunlardan hareketle farklı sınıfların çıkar ve konumlarının bir adlandırmada nasıl yansıdığını ve adlandırmaların sınıf mücadelesinin bir aracı olduğunu gösterebilir. Konuyu dağıtmamak için şimdilik burada buna girmiyoruz.
[2]Tüzüğüne bakılırsa yapısı neredeyse bir devlet örgütlenmesi gibidir (Savunma güçleri, mahkemeleri vardır). Bu nedenle de onu tüzüğünden hareketle anlamak isteyen kimi yazarlar “paralel devlet” gibi kavramlanla tanımlamaktadırlar. Ama öte yandan paralel bir devlet olamaz, çünkü vatandaşlarını kendi seçmekte ve Öcalan’ın önderliğinin kabulünü de bu “devletin” “vatandaşlığı”nın koşulu olarak koymaktadır. Yani bir tür örgüt gibidir. Bu yanıyla bakınca, bir paralel devlet olarak korkunç denecek derecede mutlak merkeziyetçi ve monolitik bir yapı olarak görülür. Ancak ona yüklenen işlevler böyle bir yapıya denk gelmemektedir. Yani yapısıyla devlet, işlevleriyle PKK gibi bir yapıdır; ismiyle de yerel birimlerin otonom örgütlenmesini çağrıştırır. Bunların hem hepsinden birazdır hem de hiç biri değildir.
Ama tam da bu uyumsuzluklar ve belirsizlikler, Kürt Özgürlük Hareketinin taşıyıcısı olan politik ve sınıfsal güçlerin kültürel ve ideolojik sınırlarını göstermektedir. Tam da bu sınırlar nedeniyle, Özgürlük Hareketi, Kürdistan’ın yoksullarının dışında, yani Batı’da tutunamamakta, yani “Türkiyelileş”ememektedir. Modern hiç bir işçi ve aydın böyle boğucu bir yapıda yer almaz, alamaz. İşçi hareketinin ve Marksizmin özelliği, hiç bir şeyin eleştiri ve süphe dışı olmaması, hiç bir tabu tanımamaktan başka tabusu olmamasıdır.
Bu tür yapılar, toplumsal konumuyla işçi, kültürel ve ruhsal durumuyla köylü karakterinde olan plebiyen hareketlerin özelliğidir. Zaten bu tam da Kürt özgürlük hareketinin temel özelliğidir ve Kürt özgürlük hareketinin sınırları da tam bu noktada ortaya çıkmaktadır.
Bunu aşmanın tek yolu, Türkiyedeki, modern işçilerin ve aydınların bu demokrasi mücadelesine bağımsız olarak sahip çıkması ve mücadeleye girmesidir. Bunun için de en önemli görev Türk sosyalistlerine düşer. Ama onlar da bu görevi ne anlayacak ne de yapacak kapasitede değildirler. Bütün çıkmazların temelinde Türk sosyalistlerinin, “sosyalizm”, “anti emperyalizm”, “sınıf”, “emek” vs. diyerek demokratik görevlerden kaçması  bulunmaktadır. Bunun da sınıfsal (çoğu orta sınıflar ve Alevilikle ilişkilidir) olduğu kadar, ideolojik (neredeyse tamamının kökü stalinizmdedir, yani pozitivisit bir metodolojide de denebilir) temelleri vardır.
[3]Elbette hukuk, niyetler üzerinden değil, somut eylemlerin yasalara biçimsel olarak uyup uymadığından hareketle karar verir veya vermelidir soyut olarak. Ama Türkiye’de, böyle bir durumun olmaması bile olağan karşılandığından, yani bırakalım demokratlığı bir yana, bir hukuk devletinin bile (çünkü o hukuğun kendisi demokrat olmayabilir ama en azından hukuka uygun davranılabilir) söz konusu olamayacağı gerçeğini es geçip, zımnen bunu kabullenmiş ve onaylamış olmaktadır itirazlarını tutuklanmalarını politik olarak yanlış bulan  kimi liberal gazeteciler. Sadece politik olarak yanlış değildir, hukuksuzdur da.

Adil Medya İle Söyleşi

$
0
0

Demir Küçükaydın, 1949 yılında Balıkesir’in Savaştepe ilçesinde doğdu. İstanbul Üniversitesinde sosyoloji, felsefe ve psikoloji okudu. Soğuk demircilik gibi birçok işlerde çalıştı. Taksi şoförlüğünden malulen emekli oldu.
1968’de yükselen gençlik hareketinde yer aldı. Türkiye İşçi Partisi, Deniz Gezmiş’in önderi olduğu Devrimci Öğrenci Birliğigibi örgütlerde üyelik, Dev-Genç, Yapı İşçileri Sendikası gibi örgütlerde yöneticilik yaptı.
Aliağa rafineri inşaatında işçi örgütlemelerine katıldı. Filistin’e gitti... Demokratik Halk Kurtuluşu Cephesinde yer aldı. Dönüşünde sınırda yakalandı. Daha sonra Dev-Genç davasından yargılandı. 1974’te çıkardığı Kıvılcımadlı gazete nedeniyle 17 Yıla mahkûm oldu. 10 yıl hapiste yattı. 25 yıl sürgünde yaşadı.
Birçok gazetede ve dergide yazdı. “Marksizmin Marksist Eleştirisi”; “Tersinden Kemalizm - Alevilik, Din Ulus ve Bilim Üzerine Beşikçi’nin Eleştirisi”, “Büyük Ortadoğu Projesi ve Sosyalist Strateji”; “Bir Devrimcinin Teorik ve Politik Otobiyografisi”; “Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak – Denemeler” gibi kitapları vardır.

Yazı ve kitaplarına www.demirden-kapilar.net ve www.akintiya-karsi.org/koxuzsitelerinden ulaşılabilir.
Demir Küçükaydın ile İslam, Sosyalizm ve birçok konu üzerine konuştuk...

Müslümanlar İslam havzasının geniş olduğunu düşünür. Toplumsal anlamda birçok yardımlaşma öğesi vardır. Bunlardan örnek verecek olursak İnfak, Zekat, Sadaka, Fitredir. Bütün bunlara alternatif olarak neden komünist/sosyalist bir hareketin var olmasını gerekli görüyorsunuz?
Aslına bakılırsa bütün büyük dinler, insanları iki yönden eşitlemeye çalışırlar: Topluluk olarak ve sınıfsal olarak. Sınıfsal olamayan aidiyetler vardır. Örneğin insanlar herhangi bir toteme taparlar veya herhangi bir aşirete bağlıdırlar. Ticari, ekonomik ilişkiler gelişince, o aşiret ilişkileri onun önünde bir engel olmaya başlar. Mekke’yi ele alalım. Kureyşliler, Mekke’nin zenginleriydi. Aşiretler de, aşiretsizler de vardı. Totemler, yani putlar bu aşiretlerin ayrılığının ve eşitsizliğinin sembolleriydi. Allah’ı kabul etmek, Allah’a şirk koşmamak, eşit olmak anlamına geliyordu. Allah büyük ölçüde eşitleyici bir varlıktır. Bütün farklı aşiretleri bir tek Allah’ın kulluğu ile eşitler. Bu bir biçimsel eşitlikti.
Gerçek bir iktisadi ya da sınıfsal eşitlik olması yönünde de dinlerin gayreti vardır. Hristiyanlıkta “ Komşunu kendinden önce düşün..” denir. İslamiyet’te faizin haram edilmesi, başkalarıyla elindekini paylaşmak gibi davranışlar her zaman övülmüştür, hatta farzdır.
Ama bütün tarih bize şunu gösterir: dünyanın en iyi ahlaki öğretileri bile fiiliyatta gerçekleşmemiştir. Bir süre sonra zenginler elindekileri vermemeye başlamışlardır.
Bu başarısızlık neden kaynaklanıyor?
Sorunun özü şurada aslında; tüketim ve bölüşüm aracılığıyla eşitlik çağrıları başarısız kalmaya mahkumdur. Çünkü bunlar eşitsizliğin nedenlerine girmez, onların sonuçlarıyla uğraşır. Sınıfları yok etmez, sınıfları veri alarak onların arasındaki farkı, tüketim ve bölüşüm farklılıklarını ılımlandırmaya çalışır.
Marksizm denilen öğreti de eşitlikçi çağrısıyla, bütün dinlerin mirasına bu anlamda sahiptir. Fakat bunun için çözümü başkadır. Nedenlerine girer. Dolayısıyla eşitliği üretim ve mülkiyet ilişkileri aracılığıyla sağlamakta çözümü bulur. Sınıfları kabul ederek eşitlemek değil, sınıfları var eden koşulları ortadan kaldırarak, sınıfları yok ederek eşitlemek. Bu anlamda bütün büyük dinlerin hiçbir zaman gerçekleştiremedikleri ideali gerçekleştirmenin gerçek koşullarını sağlar.
Tüketim ya da dağıtım alanında ahlaki önerilerle gerçek anlamda bir eşitlik sağlanamaz. Biz üretim ilişkileri alanında hareket ederek bir eşitliği sağladığımız taktirde, eşitlik sağlanabilir ve insanların iyi niyet veya ahlaklıklarına tabii olunmaz. Burada toplumsal sistemin kendisi eşitlikçi olur. Temel fark buradan gelir zaten.
Marksizm de tüm insanları eşitlemek ister “dil, din, “ırk” ne olursa olsun bütün insanlar eşittir” idealini sahiptir. Bu biçimsel eşitliğin varlığını veya olmasını veri kabul edip “gerçek bir eşitlik nasıl olabilir?” sorusuna cevap verir. Bütün dinler bunu ahlaki vaazlar vererek yapmaya çalışmışlardır, ama başarısızlıkla neticelenmiştir. Zenginler eninde sonunda tüm üretimleri ele geçirmişlerdir ya da onlar bir süre sonra dinlerin içinde egemen durumuna gelmişlerdir.
Kur’an-ı Kerim’de özel mülkiyeti sınırlayan birçok ayet vardır. Bu anlamda mülkiyeti sınırlayan, Marksizm’den çok ileri talepleri vardır. Özellikle Lenin döneminde fabrikaların işlemesi, işçilerin çalışması düzenli bir şekilde olmadı. Bunlardan dolayı orada da çatlaklar oluşmadı mı?
İki şeyi birbirinden ayırmak lazım. Dünyada sosyalizm diye bir şey hiç olmadı. İslam’ın başına gelen tabiri caizse, sosyalist teorinin de başına geldi. Nasıl İslam başlangıçta Mekke’de yoksulların bir hareketi olarak başladı ve onu bir takım zenginler ele geçirdi ise, bu zenginler İslam’ın bütün demokratik ve eşitleyici gücünü yok ettilerse öyle… Başlangıçta tüm Müslümanlar silahlıydı. Cami de toplanılırdı, -ki aslında bir meclis demekti cami- orada halifeden bile hesap sorabiliyorlardı ilk Müslümanlar. Ama o camiler ne oldu? Şam’daki halifenin emirlerinin okunduğu yerler haline dönüştü. Artı halifelik babadan oğula geçmeye başladı. Biat etmek bir bakıma onaylamak, seçmek demektir. Biat da, seçim de ortadan kalktı. Silahlı Müslümanların yerini devletin silahlı adamları aldı. Benzeri de sosyalizmin başına geldi. Nasıl Muaviye ve diğerlerinin yaptıklarına bakarak İslam dini veya öğretisi yargılanamazsa, Sovyetler ve diğerlerine bakarak da Sosyalist öğreti yargılanamaz. Sosyalizmin Muaviyesi de Stalin’dir diyelim…
Doğunun kültürünü almış bu topraklarda sizce komünizm ya da sosyalizm ne kadar etkili olabilir?
Doğunun kültürü dediğiniz nedir? Doğu dediğiniz nedir? Doğu coğrafi ya da sosyolojik bir kavram olarak ele alınabilir. Coğrafi olarak Doğu, Orta Doğu’nun doğusudur diyelim. Mesela Dicle ile Fırat’ın doğusundan ta Japonya’ya kadar doğudur, diyelim. Ama bu coğrafi bir kavram olur, sosyolojik doğu kavramı farklıdır. Fas batının batısında olmasına rağmen doğudur. Japonya doğunun doğusu olmasına rağmen batıdır. Neden? Neden doğudur, neden batıdır?
Doğu aslında özünde klasik uygarlıklara geçmiş demektir. Çin, Hindistan, İran, Akdeniz Bölgesi, Mısır, Mezopotamya gibi bölgeler sosyolojik olarak doğudur. Coğrafi olarak ister batıda olsun ister doğuda. Bunlar 5000 yıldır klasik sınıflı toplumların uygarlıklarının yaşadığı yerlerdir. Sınıflı toplumlar varsa oralarda her zaman eşitlikçi fikirlerde olmuştur. Hıristiyanlıkta örneğin Bogomillik; İslamiyette Alevilik, Bektaşilik, İsmaililik gibi Batıni tarikatlar; Hindistan’ın kast düzenine karşı Budizmin reformcu karakteri v.s… Dünya tarihine baktığımızda nerede bir sınıflı toplum varsa eşitlikçi idealler de olmuştur. Bu eşitlikçi idealler modern sosyalist fikirlerin ortaya çıkışına kadar, eşitlikçiliği daima tüketimi kısıtlayarak ya da zenginliği aşağılayarak, kanaatkarlığı yücelterek, Hint fakirlerinden tutun bu günkü İslam aleminde konformizmi reddeden, hatta sizin bulunduğunuz sitede övülen kanaatkarlığa malını başkalarıyla paylaşmaya yönelik anlayış ve çizgilere; uzak Asya’nın “spor”larından tutun, Hıristiyanlığın içindeki Katarlara kadar çeşitli tarikatlarakadar savunulmuştur. Bunlar bir anlamda her zaman Sosyalizm idealine sahip olmuşlardır. Bu anlamda sosyalizm bu topraklara yabancı değildir. Sadece bunun biçimi nasıl erişileceği üzerinden bir sorun vardır ki, Modern Sosyalizm, buna Marksizm diyelim, “üretim ilişkileri alanı üzerinden bunu değiştirebiliriz” demiştir. Tek fark oradadır.
Ben olabileceğini düşünüyorum. Mesela Osmanlı devletinde toprak mülkiyeti yoktu. Topraklar çiftçilere eşit olarak dağıtılıyordu. Osmanlı bir toprağı ele geçirdiği zaman nüfus sayımı ve arazi tahriri yapıyordu. Bir çift öküzle bir aileyi geçindirebilecek kadar toprakları eşit olarak dağıtıyordu. Bu Bolşeviklerin Ekim Devrimi’nden sonra yaptıklarının tıpkısıdır. Ya da Amerika’da Homestead Kanunu’ndan sonra batıdaki boş toprakların, Amerikalı çiftçilere verilişinin tıpkısıdır. Biri Amerika’da, biri Bolşevik Rusya’sında, biri Osmanlı’da.. Bir düzen, pekala insanlara rahatlık, mutluluk getirmiş, onların sırtındaki sömürüyü ve zulmü kaldırmışsa insanlar onu kabul edeceklerdir.
İslam’ın ve Sosyalizmin tarihsel süzgecinden sonra günümüze gelelim. Vahşi kapitalizm ile modern kapitalizmin etkin olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Bunun tam ortasına sıkışmış Türkiye Cumhuriyeti’ni düşünürsek… %99’u Müslüman oluşunu da baz alırsak; teorisini batı argümanlarının üzerinde temellendirmiş Marksist bir yönelim sizce Müslümanların gelenek ve göreneklerine uyum sağlar mı?
Bu ifadeye bazı itirazlarım var.
Birincisi kapitalizm her zaman vahşidir. İster modern, ister antika olsun. Vahşi de olmak zorundadır. Artı değerin kaynağı iş gücüdür. İşçi gücünü ne kadar ucuza ve ne kadar çok çalıştırırsan o çok kar edersin. Diğer kapitalistlerle o derece rahat rekabet edersin. Bu işin mantığının özü budur.
İkincisi; Türkiye’nin %99’u Müslüman değildir. Ayrıca, Türkiye’de hiç Müslüman yok (!) kendine Müslüman diyen insanlar var. Bu dünyada Müslüman olmak ta mümkün değildir…
Müslüman olmak mümkün değil midir?
İslam, doğru olarak, Dini bir “inanç” olarak görmez; toplumsal bir düzen olarak görür. Siz “Ben İslam dinine inanıyorum, dinim İslam’dır.” dediğinizde, aslında İslamiyet’in din tanımı üzerinden değil, Aydınlanmanın din tanımı üzerinden İslam’ı tanımlamış olursunuz. Dini İnanç olarak, kişinin özel bir sorunu olarak tanımlayan Aydınlanma’dır. Ben Müslümansam, Türkiye Cumhuriyeti’ne vergi vermemem, askerlik yapmamam, onun okullarına gitmemem gerekir. Bu anlamda hiç kimse Müslüman değil. Olamaz da zaten. Birisi  “ Ben Müslümanım ben Allah’ın adına vergi vereceğim, Allahın adına askerlik yapacağım, bana gönderilen kitaba göre o hukuktan yargılayacağım ya da yargılanacağım, ben Türkiye Cumhuriyeti’ni tanımıyorum, onun kararlarını tanımıyorum” dediği an yaşama şansı yoktur. Müslüman olma şansınız yoktur…
Uluslarla kaplı bu dünyada. “Elhamdülillah Müslüman’ım” diyen Müslümanlığını söylemiş olmaz. “Müslümanlığı bir inanç olarak kabul eden dindenim” demiş olur. Dini bir inanç olarak kim tanımlar? Tabi ki ulusçular tanımlar. Yani aslında “ben Türküm” demiş olur. Bir Müslüman Türk olamaz, bir Türk de Müslüman olamaz. Biz insanlara kendilerine atfettikleriyle değil, nesnel anlamlarıyla bakmalıyız.
İkincisi; Türkiye’nin %99’u Müslüman değil, Aleviler de Müslüman değildir. Alevilerin, klasik İslam’ında bildiği gibi, Müslüman olması için önce “gavur” olması gerekir. Alevilik İslamiyet’e Hristiyanlık’tan daha uzaktır.
'Alevilik İslamiyet’e Hristiyanlık’tan daha uzaktır' derken?
Alevilik sınıfsız köylü toplumunun dinidir. İslam’ın egemen olduğu topraklarda yaşayabilmek için kendisini Alevilik biçiminde var edebilmiştir. Eski çağ Müslümanları Aleviliğin İslam’a Hristiyanlık’tan bile uzak olduğunu biliyorlardı. Onun için “ Bir Alevinin Müslüman olması için önce gavur olması lazım” derler. Anlatmak istedikleri şuydu; Hristiyanlık ve Musevilik bir uygarlık dinidir. Sınıflı toplumun dinidir. İslam gibi. Ama Alevilik kitapsız, yani henüz uygarlığı ve yazıyı ve devleti bilmeyen köylülerin dinidir. Uygarlığı, yazıyı, kitabı bilmeyen bir toplumun dinidir. O uzaklığı ifade edebilmek içindir. Nasıl Müslüman yoksa bu günkü toplumda Alevilik de yoktur. Mümkün de olamaz. Ulusal devletlerin var olduğu bir dünyadayız. İnancının Hristiyanlık, Müslümanlık, Alevilik olduğunu söyleyenler, ne Hristiyan, ne Müslüman ne de Alevidirler. Onlar şu ve ya bu ulustan insanlardır. Onlar dinini inanç olduğunu söyleyen Türkler, Kürtler, Almanlar, Fransızlardır.
Son yıllarda İslamcılar dünya siyasetinde yer almaya başladılar. 11 Eylül ülkemizde de İslamcıların siyasette, cemaatler üzerinden söz sahibi olması gibi. Neticede İslam politikleşti.  Politik İslam sizce nedir?
Ben bugünkü dünyada İslam’ın olabileceğini düşünmüyorum. Ama İslam’ı bayrak yapan hareketler vardır. Bunlar modern sosyal partiler ve hareketlerdir. Bugünkü dünyada İslam’ı bayrak yapan birçok hareket var. Bunlar çeşitli sınıfların eğilimini yansıtıyorlar. Bunun içinde burjuvası var, emekçilerden, yoksullardan yana olanı var, küçük burjuva eğilimlerini yansıtanı var, çeşitli farklı kültürel renklere göre bunu ifade edeni var. İslam’ın içerisindeki farklı geleneklere göre bunu ifade edeni var v.s. Örneğin İran’daki Şiilik içerisinde siz bunu ifade edecekseniz, Şiiliğin varsayımları içerisinde mücahitleri kuran Ali Şeraiti de olduğu gibi başka bir paradigma içerisinde ifade ediyorsunuz. Sünni bir ülkede ifade edecekseniz, başka bir şekilde gidiyorsunuz. Pakistan’ın gelenekleri başka… böyle bir yanı da var farklılıkların. Politik İslam’a bakarsanız 20. yüzyılın başlarında İslam ülkeleri, bir yandan batının sömürgesi durumuna gelmişlerdir, bir yandan kapitalizm ile ilişkiye geçmişlerdir. Politik İslam böyle doğmuştur.
Sömürgeciliğe karşı, “İslam’ı var olan dünya içerisinde yeniden nasıl tanımlarız” diye bir sürü hareketler geliştirmişlerdir. Bugün politik İslam denen hareketlerin kaynağında bu vardır. Ben Politik İslam’ı modern politik partiler ya da hareketler olarak görüyorum. Kendilerinin iddiaları gerçek İslam’ın devamcıları, öz İslam’ın hakiki, bugünkü temsilcileri olmasına rağmen, biz bu hareketleri, onların kendi hakkındaki iddialarıyla değil, onların bugünkü dünyadaki nesnel konumlarıyla değerlendirdiğimizde bu sonuç ortaya çıkar. Bu nedenle ben onları modern siyasi partiler olarak görüyorum.
Ayrıca şöyle bir sorun var; Politik İslam denilen hareketler, bugünkü dünyada ulusal devletlerde var. Bu ulusal devletler tıpkı Mekke zamanının aşiretleri gibidirler. Bugünkü Dünya insanının mutluluğunun önündeki en büyük engel uluslar ve ulusal devletlerdir. Bu ulusları ve ulusal devletleri yıkıp yerine ne kuracaksınız? Politik İslam’ın cevabı ‘İslam’… Ama o zaman şöyle bir eşitsizliğe yol açmış olacak; -dünya çapında bir tek İslam Cumhuriyeti’ni varsayalım- Dünyanın büyük bir bölümü Hıristiyan, Budist , Konfüçyüsçü… bunları ya kese kese zorla Müslüman yapacaksınız ya da onları ikinci sınıf vatandaş yapacaksınız. Birtakım haklardan mahrum edeceksiniz. İslam hukukunu göre de siz, Allah’ın dediklerinden bir düzen kuracaksanız, onları ikinci sınıf vatandaş yapmanız gerekir. Osmanlı’nın Hıristiyanlara, Yahudilere yaptığı gibi. Bu ise eşitsizlik yaratacaktır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kendini Türklükle tanımlayıp, Türk olmayanlara ya da Sünni Müslümanlığı tanıyıp Alevileri ikinci sınıf vatandaş yapması onlardan aldığı vergilerle Sünni Müslümanların “din adamları”nın maaşlarını karşılaması gibi bir duruma düşeceksiniz. Budistler, Konfüçyüsçular, Hristiyanlar, Protestanlar hepsi ikinci sınıf insan olacak. Siyasal İslam bu sorunla yüzleşmiyor.
Ama bu sorunla yüzleşmediğinde de, fiilen İslam ile tanımlanmış bir ulusal devleti önermiş oluyor. Bugünkü Türkiye Cumhuriyeti kendini Türklükle tanımlıyor. Diğerlerini baskı altına alıyor. Kendisini İslam olarak tanımlayınca İslam’a dahil olmayanları baskı altına alacak bir ulus devlet kurmuş olacak. “Politik İslam”ın en eşitlikçisinde bile, hatta sizin yazdığınız sitenin bile, en zayıf noktası burada.
“Politik İslam” bununla yüzleşmek zorundadır. Çünkü, biçimsel veya hukuki eşitliğin olmadığı bir yerde gerçek veya iktisadi eşitliğin üzerine vurgu yapmak, o biçimsel eşitlik üzerinde bir körlük yaratmakta ve esas can alıcı sorundan kaçmaya yol açmakta. Türkiye sosyalistleri bu hatayı yaptı. Dünya Sosyalist hareketi de bu hatayı yaptı. Sanki Türkiye’de Kürtler, Rumlar eşitmiş gibi varsayılarak, sosyal bir eşitliği ön plana çıkardı. Ne oldu? Ulusalcılıkla sonuçlandı. Politik İslamcılık içerisinde bugün eşitlikçi ve özgürlükçü bir eğilim yansıyor. Özgürlükçü eğilim ulusçulukla yüzleşip kesin tavır almadığı takdirde, sosyalistlerin uğradığı aynı akıbete mahkum olacaktır. Yüzleştiği takdirde ise; İslam ile tanımlanmış bir ulus devlet kurmamak içinde dünya çapında insanların dini, dili, soyu, sopu ne olursa olsun, eşitlikçi bir düzen istiyorsa, fiiliyatta kendini İslamiyet ile değil de, inançların tamamen kişisel olduğu; bütün diğer dinlerin eşit düzeyde olduğu, bir düzenle tanımlamış olacaktır.
Politik İslam’ın en zayıf noktası budur. Bunu savunamıyorlar, orada takılıyorlar. Mantık sonuçlarına ulaşmış bir “Politik İslam” her türlü eşitsizliğe karşı mücadele eden, bir sosyalizmden farklı olamaz.
Son zamanlarda AKP ılımlı İslam adı altında birtakım politikalar yürütmeye çalıştı. Ekonomik ilişkilerde başarılı fakat siyasal ilişkilerde başarısız oldu. Özellikle Kürt açılımında istenilen sonuç alınamadı. Toplumun bir çok kesimiyle, aydınlarla bir araya gelindi. Bunun hakkında ne düşünüyorsunuz?
AKP bugün Anadolu’da yükselen burjuvaziyi temsil ediyor. Bu şu demektir: Osmanlı devletinin son zamanlarında Anadolu’da da iyi kötü bir kapitalizm gelişmişti ve bu kapitalizmin büyük ölçüde Rum ve Ermenilere dayanıyordu. Rum ve Ermeniler katledildi. Tıpkı Fransa 1600’lerde Protestanların kesilmesi gibi Türkiye’de de Hıristiyanlar kesildi veya sürüldü. Fransa’da Burjuva devrimi bununla nasıl 100 yıl geriye gittiyse, Türkiye’de de burjuva devrimi 100 yıl geriye gitti. Ve nasıl Fransa’da o katliamın ardından ‘devlet benim’ diyen Lui’ler egemen olduysa, Türkiye’de de bu “devletçiliğimiz”, Kemalizm denen ideoloji biçiminde egemen olmaya devam etti. Rum, Ermeni ve Hristiyan ailelerin malları ya hükümet veya belediye konakları oldu yada feodal ağaların konakları, ya da kasaba bezirganlarının evleri, konakları oldu. Üretici bir sermaye birden bire tefeci bezirgan bir sermayeye dönüştü.
Modern Kapitalist sermaye ile tefeci bezirgan sermaye arasında şöyle bir fark vardır. Kapitalist sermaye üretimle ilgilidir. Kendini çoğaltmak için üretimde bulunur. Tamam işçiyi sömürür ama işçiyi sömürürken toplumu zenginleştirir. Ama Tefeci Bezirgan sermayenin, yani kapitalizm öncesi sermayenin üretimle ilgisi yoktur. Kendini arttırdığı an üretim geriler. Köylü yoksulluktan ölür, sermaye bulamadığından aç kalmaya başlar. Tefeci bezirgan sermayenin yükselmesi için birilerinin ürünlerine el konulması gerekir...
İşte şimdi bu Hıristiyanların tasfiyesiyle Tefeci ve Bezigan sermayeye dönüşmüş sermayenin tekrar modern bir Kapitalist sermayeye dönüşü ve bunun yansımasıdır AKP. Yani Hıristiyanları kesenlerin veya onların mallarına konanların torunları, kestiklerinin bir zaman yaptıklarını yapmak durumuna geliyorlar. Fransa’da da böyle olmuştu. Yüz yıl sonra Protestanları kesenlerin torunları Fransız Devrimi’ni yapmışlardır. Tabii Türkiye’de bu tam şark usulü oluyor. Ciddi bir demokratikleşme olmaz.
Şu anki iktidar kendi açısından akıllıca davranıyor. Bu askeri bürokratik oligarşi karşısında iktidara gelebilmek için daha esnek bir politikaya geçtiler, Laik denen sermaye kesimlerinin desteğini de aldılar. Laik ve liberal aydınların desteğini aldılar ve iktidarlarını güçlendirdiler. Şimdi ikinci adıma geçiyorlar. Kürt hareketini nasıl tecrit ederiz? Kürt burjuvalarıyla nasıl ittifak kurarız diye davranıyorlar.
Kürt hareketi yoksullara dayanan bir harekettir. Elbette içinde zenginler de var. Şimdi onlar kendi akıllarından şöyle hesaplıyorlar; “ben bu yoksullara dayanan hareketin yoksullar kısmını nasıl tasfiye ederim ? Kürtlerin radyosunu, televizyonunu kurarım, Kürtçeye biraz özgürlük tanırım. Zaten Kürt burjuvazisi buna teşne. PKK ve KCK üzerinde baskıyı arttırırım. Onlara şu sinyali vermiş olurum 'Kürt yoksullarının taleplerinin ve örgütlerinin peşinden gitmeyi bırakın, bakın ben size kıyağımı yapıyorum'"... Onlar kendileri açısından akıllı davranıyorlar.
Ben bunun karşısında ne yaparım? Sorun orada aslında. Bu konu tartışılmıyor. Sorunu böyle koymak gerekir diye düşünüyorum.
Son dönem PKK şiddetini arttırmıştı, ardından devlet TSK’ya iyice yüklendi ve en son yaşadığımız Uludere katliamı oldu. Katliama karşı devlet ne özür diledi, nede geri adım attı, nede oradaki insanların yaralarını sardı. Aksine saldırganlığına devam etti ve şuan Kürt siyasetçiler tutuklanmaya devam ediyor. Bunun sonucuna ilişkin bir öngörünüz var mı?
Genel eğilimle geçici, taktik gelgitleri karıştırmamak gerekir. Uludere’de hükümet esas stratejisiyle çelişen davranışlar içerisindedir. Esas stratejisi bu kadar kesin bir şekilde Kürt düşmanlığı tarzında değildi. Stratejisi Kürtleri bölmek, içinden PKK’yı tecrit etmeye yönelikti.
Kürt hareketinin de bu hükümetin stratejisine karşı doğru düzgün bir stratejisi yoktur. Bu anlamda Uludere biraz “imdat” gibi oldu diyebiliriz. Kürt hareketinin kendini biraz toparlamasına yardım etti. Ama zaafını da örttü ve uzun vadede belki de zararlı oldu getirdiği toparlanmayla.
Bu hükümetin amacı zaten devleti demokratikleştirmek falan değildi. Var olan bürokratik mekanizmaya hiçbir şekilde dokunmak istemiyordu. Sadece kendi kontrolüne almak istiyordu. Bu amacına ulaşmış durumda. Dolayısıyla bu hükümetten demokratikleşme beklenemez.
Ama bu hükümetin sonunu da bizzat bu getirecektir. O askeri bürokratik oligarşi orada duruyorsa, sen onun temellerine dokunmamışsan, bir süre sonra maddi temelleri orada duran güç, bir şekilde politikada da yansımasını bulur. Bu şuna benzer: siz eşitlikçilikten söz ediyorsunuz ama bir toprak reformu yapmıyorsunuz. Toprak sahiplerinin malını alıp başka toprak sahiplerine vermeye kalkıyorsunuz. Bu bir sistemi değiştirmez Köylülere toprak dağıtırsanız bu bir şeyi değiştirebilirsiniz. Devleti dağıtıp gerçek gücü tüm seçilmiş organlara verirseniz; anti- demokratik yasaları kaldırırsanız bir şey değişir. Ama bütün bunlar, hepsi yerinde duracak siz o devletin direksiyonunu ele geçireceksiniz. Bir şey değişmez ve o sosyal güç yerinde durur. Ahmet’in yerini Mehmet alır. Olan biten budur.
BDP öncülüğünde yapılan Halkların Demokratik Kongresinde bir takım eleştirileriniz vardı. Bunları okurlarımızla paylaşır mısınız?
HDK güzel sözler söylüyor ama o güzel sözlerin içi boş, kendileri de boş. Bu şekilde olmaz.
İtirazlarımın birincisi örgütsel. HDK çeşitli Türk sol örgütlerine dayanıyor. Elbette başta tulumbaya bir bardak su koymanız gerekebilir su çekebilmek için. Örgütlere başlangıçta dayanabilirsiniz ama bir süre sonra o örgütlere dayanmayacaksınız. Örgütler lağv edilmeli ya da örgüt olarak değil üyelerinin fiili katılımları ölçüsünde etkili olmalı. Yani gerçek katılımlı katkıları üzerinden temsil edilen bir birlik oluşturmanız gerekir. Bunu yapmıyor HDK, bunu yapmadığı sürece de ne oluyor? Varoluş biçimsel oluyor. Hiçbir dinamizm gelişmiyor. Bürokratik bir mekanizma. Bu da tüm tüzüğe ve yapılanlara yansıyor.
İtirazlarımın ikincisi Programatik. Şu yanlışı yapıyor; “Biz artık başkalaştırmayacağız ötekileştirmeyeceğiz” vs. deniyor demogoji yapılıyor. Kürtlerin bir kolektif bir kimlik olarak tanınması isteniyor. Yanlış strateji ve program budur.
Hayır..! Türklüğün herhangi bir politik anlamının olmaması gerekiyor. Yani Kürtlüğün Kollektif bir kimlik olarak tanınması değil; Türklüğün bir kolektif kimlik olmaktan çıkarılması, Kürtlüğün, Türklüğün politik bir anlamının olmaması için mücadele etmek gerekiyor.
Esas sorun Kürtlerin de ayrı kimliğinin tanınması değil; Türklüğün de tanınmaması; ulusun Türklükle tanınmasına son verilmesidir.
Bu pratik olarak herkesin ana dilinde eğitim hakkı olması demektir. (Anadil eğitim değil, bu farklıdır) Ama anadilinde eğitim gören eşit yurttaşlar, aynı okullarda aynı tarih kitabını okumalıdır. Aynı Tarih kitabı. Somut bir örnek vereyim; okunacak tarihi bütün dinlerden, dillerden, oluşan bir kurul yazmalı mesela.. Bu Tarih, Kürt ya da Türk; Müslüman ya da Hıristiyan tarihi olmaz. Fiilen insanlık tarihi olur. Herkes anadilinde aynı okullarda bu aynı tarih kitabını okuyacak. Bu ne Türk tarihi, ne Kürt, ne Ermeni ne Rum tarihi olur... Bu ancak insanlık tarihi olur. Din, dil, etni körü, eşitlikçi bir tarih olur. Böyle bir cumhuriyet için mücadele edilmeli. Adı Türkiye olmuş onun önemi yok. Sadece isim olarak kalır, içeriği gerçekte demokratik olur. Bunun için mücadele edilebilir. Kürt hareketi bunu yaptığı takdirde, Türkiye’nin ezilenlerini, aydınlarını, orta sınıfını ulusalcıların peşine takılmış ilerici insanlarını kazanabilir. Bugün İslamcı harekete gönül vermiş ya da buradan bir çıkış yolu arayan en geniş kitleleri, özellikle işçileri, buna kazanabilir. İşte HDK’nın yapmadığı budur. Bunu yapmak zorundadır.
Ama bunu yapması da zordur. Kabul. Ama zorluk imkansızlık değildir. Bunu yapmadığı takdirde de çok kötü günler bekliyor. Kan gövdeyi götürebilir…
Son olarak okuyucularımıza, bizlere ne söylemek istersiniz?
Eşitlik iki türlüdür. Birincisi. İnsanların dinleri, dilleri, soyları vs. hiçbir şekilde onların avantajlı ya da dezavantajlı olması durumuna yol açmamalı. Bu biçimsel ya da hukuki eşitliktir. İlk idealimiz bu olmalıdır. İslam zamanında bu ideal için yola çıkmıştı. İnsanları farklı aşiretlerden alıp bir tek Allah aracılığıyla eşit kılıyordu. Aydınlanma bunun için çıktı. Farklı dinlerden soylardan insanlar vardı. Kimse farklı dininden fikrinden dolayı aşağılanamazdı. Bu biçimsel eşitliktir. Önce bunu elde etmeye çalışacağız.
Ama bu biçimsel eşitlik, gerçek eşitlikle, sosyal eşitlikle veya ekonomik eşitlikle desteklenmezse, bu biçimsel eşitlik hiçbir şey ifade etmeye bilir, bütün tarihin gösterdiği gibi bir  süre sonra o da yitirilir.
Gerçek bir eşitlik için ise iktisadi ilişkilerde değişiklikgerekir; üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin ortadan kaldırılması gerekir. Bunun için mücadele etmek gerekir.
Bayrağımız İslam olmuş, Hıristiyan olmuş, Aydınlama olmuş, Sosyalizm olmuş, bunların hiçbir önemi yok. Bizim ne olduğumuza ilişkin söylemlerimizin anlamı yok. Gerçekte somut olarak ne istiyoruz; ne için mücadele ediyoruz? Buna değer vermek gerekiyor.
Teşekkürler…

Ropörtaj- Kadir Kaçan/ Edit: Ümmü Gülsüm

Adilmedya.com

Theo Angelopoulos’un Ölümü ve “Dedemin İnsanları” Filmi Vesilesiyle Dedemin Anılarının ve Adının Peşindeki Arayışlar

$
0
0
Bir süre önce, “Dedemin İnsanları” filmini izleyince, bu film üzerine bir şeyler yazmaya niyet etmiştim. Filmde konunun ele alınışından hareketle günümüzün “ruh hali” üzerine bir şeyler karalamak istiyordum. Olmadı.
Geçenlerde çok beğendiğim yönetmen Theos Angelopulos öldü. Hem onun hayran olduğum sanatı hem de çağdaş Yunan tarihinin kroniği olan eserlerindeki üstünlükler ve kimi sınırlılıklar hakkında bir şeyler yazmak istiyordum. Maalesef zaman, Angelopoulos’un karelerindekinden çok hızlı geçtiğinden yine mümkün olmadı.
Bunun yerine borcumu, bir buçuk yıl kadar önce yazdığım “Dedemin Anılarının ve Adının Peşindeki Arayışlar” yazısıyla bir parça olsun ödemekten başka çare kalmadı.

Yazıyı okuyanlar yazamadığım yazıların ipuçlarını bu yazıda bulabilirler.
 Demir Küçükaydın
*

Dedemin Adının ve Anılarının Peşindeki Arayışlar


Babamın, daha ben küçük bir çocukken, babasının anılarını yazmış olduğundan ve bu anıların ağabeyi olan Reşat amcamda bulunduğundan biraz da gururla söz ettiğini; bunun üzerine, o çocuk aklıyla, “demek dedem önemli ve okumuş bir adammış ki böyle anılarını falan yazmış” diye düşündüğümü hatırlıyorum.
Yıllar sonra Üniversite’ye giderken, amcamları bir ziyaretimde, amcama dedemin anılarını sordum. Adını sultan Reşat’tan alan amcam, diğer odaya gitti ve elinde bir defterle geldi.
Ben kara kaplı kalın bir defter beklerken, kırk elli sayfalık, bakkalların veresiye defteri gibi, ince, kapsız bir defter görünce, doğrusu büyük hayal kırıklığı yaşamıştım.
Sonra amcama defterde neler olduğunu sordum. İçinde çok önemli ve söz edilmesi doğru olmayacak ailevi sırlar varmış gibi bir yüz ifadesi ve ses tonuyla, aileden söz ediyor dedi.
Bu da benim için ikinci bir hayal kırıklığı idi. Ben çok önemli olay ve kişilerden söz ediyor diye bekliyordum doğrusu.
Peki dedim tarihi olaylar yok mu, o zamanki örgütler, kişiler hakkında?
İttihat Terakki’den, Resneli Niyazi’den söz ediyor demişti ve bu cevap hayal kırıklığımı bir parça olsun gidermişti.
Sonra biraz okumasını isteyince de, “Mukaddime” bölümünü okuyarak benim anlayabileceğim yeni Türkçeye tercüme etmişti. Aklımda kaldığı kadarıyla, ilk satırlarında, insanların çelişkilerini peş peşe sıralamasını ilginç bulmuş ve o satırları Nazım Hikmet’in şiirinin ilk satırlarına benzetmiştim[1].
*
İnsan, genellikle çocukluğu ve ilk gençliğinde ailesinin tarihine ve köklerine, hatta genel olarak geçmişe karşı daha ilgisiz oluyor. Bunda anlaşılır bir yan da var, karşıda yaşanmayı bekleyen, uzun ve hiç bitmeyecekmiş gibi gelen bir gelecek varken, kim geçmişin karanlık ve silik dünyasıyla ilgilenir ki?
Hele genç insanın gerçekten bağımsızlığını ve kişiliğini kazanabilmesi için de sağlıklı bir tepki olan, bir an önce aileden ve bağlardan kurtulma gereği ve arzusu da buna eklenince, sonuç: geçmiş hakkında bir şeylerin öğrenilebileceği zamanlar, ona en az ilgi duyulan zamanlar oluyor.
İnsan yaşlandıkça, ailenin, çocukluğun ve köklerin kendisi üzerinde nasıl belirleyici etkileri olduğunu daha çok fark ediyor ve bu da ister istemez, çocukluk, aile ve kökler üzerine bir ilgi artışı ve yoğunlaşmayı getiriyor.
Ama artık çok geçtir, önceleri o geçmiş hakkında bir şeyler öğrenilebilecek olanlar varken ilgi yoktur; ilgi ortaya çıktığında ise artık o yaşlı kuşaklar yoktur.[2]
O zamanlar, babaannem, babam ve amcam yaşıyorlardı. Onlara çok şey sormak hatta Osmanlıca yazılmış defteri okutmak mümkündü. Ama o zamanlar bende ilgi yoktu. İlgim ortaya çıktığında ise onlar çoktan toprak olmuşlardı.
Dedeme ilişkin, ailedeki konuşmalardan aklımda kalanlar, fakir bir aileden geldiği, önemlice bir devlet memuru olduğu, veremden öldüğü, İttihat Terakki ve Resneli Niyazi ile bir şekilde ilişkili olduğu, Van’a vali olarak atandığı ama orada isyan olduğu için gitmediği şeklindeydi. Bunların ne ölçüde gerçek ve ne ölçüde efsane olduğunu bilmiyordum. Babam daha çok küçükken babasını kaybetmişti, bu nedenle anlatabileceği bir şeyler yoktu.
*
Sonraki yıllarda, Şark’ta anı yazma adeti olmadığını, olanların da yüzeysel ve resmi olduğunu gördükçe, bir aile tarihinin anı olarak yazılmasının bile önemli olduğunu düşünmeye başlamıştım.
Sonraki yıllarda toplumsal mücadelelerde yer alınca, bugünkü toplumu anlayabilmek için geçmişi bilmenin önemini fark ettikçe ve bu geçmiş hakkında bildiklerim çoğaldıkça, yaşayanların kaderinin izlediği yolu bu genel gidiş içinde değerlendirdikçe, bu kader ile ulusçuluğun bağı ortaya çıktıkça, bir tarihçi ve sosyolog olarak da dedemin anılarına ve ailenin köklerine olan ilgim daha da artmıştı.
Amerikalıların, “yanlış yerde yanlış zamanda bulunmak veya doğru yerde doğru zamanda bulunmak” gibi, her olayı açıklamaya yarayan bir formülü vardır.
Dedem Bahaeddin Demir Aydın, büyük olayların ta ortasında bulunmak bakımından, “doğru zamanda doğru yerdeydi.
Zaman olarak, Osmanlı’nın en kritik son yarım yüzyılında yaşamıştır. Dört yaşındayken “93 Harbi”nden başlar ve Meşrutiyet, Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşını yaşar o yarım asırdan kısa hayatında. Ve bir bakıma Osmanlı’nın fiili bitişiyle birlikte ölür. Kısa hayatı, o “İmparatorluğun en uzun” yarım “yüzyılı” kadar sürer. Adeta memuru olduğu imparatorlukla birlikte bitmiştir hayatı.
Mekân olarak, doğup büyüdüğü ve yaşadığı yerler de öyledir: Rumeli, Makedonya. “93 Harbi” orada olur. Ulusal isyanlar, birbiri ardınca oluşan bağımsız devletler, Meşrutiyet, Balkan Savaşları hep “Rumeli’dedir. Oralarda atılan bir kurşun birinci dünya savaşının başlama vuruşu olmuştur. Bütün bu büyük depremlerin merkez üssüdür Rumeli ve Balkanlar.
Ve Rumeli’de de olayların da en merkezi bölgesi, bir bakıma Yanya (İonina), Manastır (Bitola), Selanik üçgenidir. Anılarda geçen olay ve yerlerin neredeyse hepsi, bu fırtınaların merkezi konumundaki üçgenin içindedir.
Dolayısıyla, dedemin anıları ve ailenin tarihi “Balkanlaşma” kavramının ortaya çıktığı bir yerdeki insanın anıları olduğu için, özellikle ilgimi daha çok çekmeye başlamıştı.
Ama anıları okumak mümkün değildi. İkisi de “eski Türkçe” okuyabilen amcam ve babam ölmüştü. Hayat beni uzun hapislik ve Avrupa sürgünlerine savurduğundan ve Türkiye’ye gelemediğimden, anılara ulaşmam mümkün değildi.
*
Daha sonra, amcamın büyük kızı Yegâne, kendilerine kalmış ve hiç birimizin okuyamadığı bu anıları bana verdi ve bunları ancak benim okutup yeni Türkçeye çevirtebileceğimi, yoksa kaybolup gideceğini söyledi.
Ben de uzun yıllardır hapislerde ve Avrupa’da sürgünde yaşadığım için unutulmuş bir insan olarak, ancak çok sınırlı olan eski ilişkilerim aracılığıyla, yıllarca eski Türkçe bilen birilerini aradım. Arap harfleriyle yazılmış Osmanlıcayı okuyabilmek çok az sayıdaki uzmanın işiydi artık. Babam ve Amcam gibi, okuyabilen kuşaklar da giderek yok olmanın eşiğindeydi. Bulduğum birkaç kişi ise el yazısı olduğu için okuyamadılar.
Daha sonra bir tarih dergisi çıkaran Üniversite yıllarından, 68’den arkadaşım Fahri Aral ilgi gösterdi. Hatta çevirisinin neredeyse tamamlanacağını, derginin ilerdeki sayılarından birinde yayınlamaya planladığını bile söyledi. Ama sonra o çalıştığı işten ayrılınca o girişimin de izi tozu yok oldu.
Artık neredeyse umudumu yitirmiştim. Öyle görülüyordu ki, eğer bu anılar eski Türkçeden çevrilemezse, belki ben öldüğümde, bin bir dikkatle özel olarak saklamama rağmen, Arap alfabesiyle yazılmış sayfalarda ne olduğunu anlayacak hiç kimse olmayacağından, ölenin eşyalarıyla birlikte çöp tenekesini veya bir eskiciyi boylayabilir ve hiç olmamışa dönebilirlerdi. Kuzey Avrupa şehirlerinden birinde ölmüş artık kimsenin bilmediği ve hatırlamadığı bir ilticacının “evrakı metruke”si arasında çıkacak kapsız ve eski Türkçe bir deftercik kimi ilgilendirirdi ki?
Dedemin aklından bile geçmemiştir her halde, Türkiye’de “harf devrimi” diye bir “devrim” yapılıp, tam bir hafıza kaybı yaşanacağı ve torunlarının yazdıklarını okuyamayacağı.
Anıların bu unutulma ve yok olma tehlikesine karşı, anıları fotokopiyle olabildiğince çok çoğaltıp, ilgi gösteren herkese dağıtıyordum. Belki bu kopyalardan biri ilerde ilgi duyabilecek ve okuyabilecek birilerinin eline geçerdi. Denize, şişeyle mesajlar atmak gibiydi; geleceğe yönelik “adressiz mektuplar” yollamak gibiydi bu çabalarım.
*
Bereket, dedemin ve ailesinin hayatını allak bullak eden; hatta o anıların okunamamasına bile yol açan ulusçuluğun insanlığı boğan bir yağlı kement olduğu artık dayanılmaz biçimde açığa çıktığı, bu da ideolojik iklimde veya Almanların “Zeitgeist” dediği zamanın ruhunda köklü dönüşümlere yol açtığı için, anılar son anda bu akıbetten kurtuldu.
Artık “çok kültürlülük”, “farklılıklarda zenginlikler görmek”, “ötekileştirmemek”, “ulus devletin sonu” gibi kavramlar doldurmuştu ortalığı. Hâlbuki daha kısa zaman öncesine kadar lehçe farklarını bile yok edip standart bir eğitimi en büyük zenginlik olarak gören; farklılıklarda zenginlik değil, yoksulluk gören; ya da kültür ve dil farklılıklarını yoksulluğun ve geriliğin nedeni olarak gören bir dünya vardı. Yüzyılın başında, Balkanlar’ın “Balkanlaşma”sının ardında zaten tam da bu tamamen farklı “ideolojik iklim”, “çağ ruhu” vardı.
Ama ulusal devletler kendi içlerinde iyi kötü farklılıkları yok edip standartlaşmayı sağladıklarını düşündükleri an, globalizim denen dünya ticaretinin üretimden de hızlı büyümesi ve bunun ulusal sınırlara sığmaması, elektronikteki ilerlemelerin daha esnek üretim yöntemlerine olanak sağlaması; sermaye ve malların serbest dolaşımına karşılık, sırf ulusal devletlerin varlığı nedeniyle işgücü denen malın ulusal sınırlara bağlı kılınması ve o malı satan işçilerin fiilen ayaklarıyla, ulusal sınırları yıkma ve tanımama yönünde verdikleri oylar bütün algıları değiştiriyordu. Mızrak çuvala, uluslar ve ulusal sınırlar dünya ekonomisinin vardığı noktaya sığmaz olmuştu.
Ayrıca Türkiye’de bu ideolojik iklim değişimini, geçici olarak geriletmiş gibi görünse de daha da şiddetlendiren, yıllardır süren ve sistemi derinden sarsan, tam da “farklılıkları yok etmeye” yönelik politikaya karşı direniş anlamında bir Kürt hareketi vardı.
Ve nihayet, dünün “Balkan muhacirleri” veya “mübadiller”in çocukları, artık üçüncü nesle ulaşmışlar, göçmenlerde görülen genel eğilime uygun olarak köklerini aramaya başlamışlardı.
Bütün bunların toplu sonucu olan değişimler, Yeni Türkü’nün Külhani Şarkılar’ından (Rembetikolar), Kardeş Türküler’e veya  TRT 6’da Kürtçe yayınlara, Ahmet Ümit’in Romanlarından, “Roman Açılımları”na kadar her yerde izlenebiliyordu.
Bu değişimin özel bir görünümü olarak Mübadiller de, Mübadil Dernekleri kurdular, geziler düzenlediler, İnternette sayfalar açtılar, tartışma grupları kurdular, bilgi alışverişlerinde bulundular. Aynı sürecin benzerleri elbet, diğer ülkelerde de yaşanıyordu. Senkronize, kendini besleyen bir gidiş başlamıştı.
Anıları çevirtmenin mümkün olup olmadığını, kişisel ilişkili birkaç Osmanlıca bilen kişinin sınırlılıkları dışında arayabilmem ve ilk kez Mübadillerin mail grubunda sormam, hatta bu soruyu soracak cesareti veya olanağını bulmam; çocukluk ve ilk gençliğimden arkadaşım Mübadiller derneğinden Sefer Güvenç’in beni desteklemesi ve cesaretlendirmesi, biri daha sonra anıların Latin harflerine çevirisini yapan iki kişinin cevap vermesi, bir yayınevinin  ilgi gösterip çeviriyi teşvik etmesi hep bu bağlamda anlaşılabilirler.
İşte böyle bir dünya ve “ideolojik iklim”, “Zeitgeist” mümkün kıldı Demir Aydın’ın anılarının olmamışa dönmekten kurtulmasını
Anıların bu kaderi son anda nesli tükenmekten kurtulan atlara benzetilebilir. Sanılanın aksine, anavatanları Asya değil, Amerika olan atlar, tıpkı mamutlar gibi, hızla yok olurlarken, küçük bir popülasyonun, Amerika’ya insanların geçtiği yoldan, (yani jeolojik ölçülerde son saliselerde) Asya’ya geçmesiyle, yok olmaktan kurtulmuşlardır. Ve Amerika’da at türü yok olurken, o Asya’daki küçük popülasyon üremeye devam etmiştir. Ve orada sonradan ehlileştirilmeleriyle insanlık tarihinin gidişini bile değiştirmişlerdir.
Ve atlar Amerika’ya binlerce yıl sonra, tekrar İspanyol fatihlerle birlikte döneceklerdir. Bugün, insanlar var oldukça, farklı işlevlerle de olsa Atların var olacağından, bir bakıma toplumsal tarih ölçüleriyle, son anda ölümden kurtulup ölümsüzleştiklerinden bile söz edilebilir.
Yukarıda değinilen gelişmeler, dünya tarihsel ölçülerle biraz daha geç gerçekleşseydi veya bizim biyolojik ömrümüz biraz daha kısa, örneğin dedelerimizinki kadar olsaydı, bu anılar büyük bir olasılıkla Amerika’da türü tükenen atlar gibi yok olacaklardı. Ama şimdi son anda bu yok oluştan kurtulmuş bulunuyorlar.
*
Bu anılara ulaşamadığım aradaki yıllarda, hiç olmazsa ailenin köklerinin bulunduğu yerleri tanımaya çalıştım, ama bunun da önüne yine uluslar ve ulusçuluk engeli çıkmıştı.
Sürgünlükte, Türkiye’ye gelemediğim için, birçok mülteci gibi ben de doğup büyüdüğüm Ege kasabalarından hiç farkı olmayan Yunanistan’da veya en azından Fenikelilerin ticaret yollarını açmalarından beri iktisadi ve kültürel bir bütün olan Akdeniz ülkelerinden birinde geçiriyordum tatillerimi. Oralarda her şey daha bir tanıdıktı. İnsanların dillerini bilmesem bile vücut dillerini anlayabiliyordum.
1989 ve 90 yıllarında Duvar’ın ve Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra, “Balkanlaşma” kavramını yaratan Balkanlar, Hobsbawm’ın dediği gibi, “kısa yüzyıl[3]boyunca verdiği kısa bir aradan sonra, sanki tarihe kaldığı yerden devam ediyormuşçasına ulusal boğazlaşmaların alanı olmuştu yine.
Bu nedenle Avrupa hudutlarında bir parya olmak anlamına gelen bir ilticacı pasaportuyla oralara gitmek neredeyse olanaksızdı artık.
Ancak Doksanların ortalarında, Fransa’dan alınmış ilticacı pasaportumun pek fazla bir hareket imkânı sağlamadığı koşullarda, Preveze yakınlarındaki Igomenitza’dan başlayarak, çocukluğumda adını duyduğum Yanya (İonina), Kesriye (Kastoria), Kayalar (Ptolemeida) vs. üzerinden Volos ve Selaniğe giden yolla, bir bakıma ailenin göç ettiği rotayla, Angelopulos’un yolunu tersinden kat etme olanağı bulabildim.
Bu seyahatten dönüşümden bir süre sonra, Angelopulos’un Odysse’in Bakışı’nı görünce, film ile benim seyahatim arasındaki böylesine bir paralellik beni şaşkınlığa uğratmıştı.
Theo Angelopoulos, “Odysse’in Bakışı” adlı filminde, Osmanlı’nın ve Balkanlar’ın ilk filmci ve fotoğrafçılarından olan Makedonyalı Manaki Kardeşler’in, kaybolmuş hayali iki film rulosunun peşine düşen, tıpkı Odysse gibi uzun yıllar sonra, ayrıldığı yere dönmüş bir rejisörün, yolculuğu imgesiyle ele alıyordu Balkanların kaderini. Yolculuk Selanik’ten başlıyor ve bütün Balkanlar’ı aşıp Saraybosna’da son buluyordu.
Manaki Kardeşler’in kayıp film ruloları imgesinin işlevini, benim seyahatimde, Aileden duyulmuş ama çocuklukta önem verilmediği için dikkat edilmemiş ve unutulmuş bölük pörçük anılar; dedemin içinde ne olduğunu bilmediğim anı defteri ve biraz da dedemin adının dolayısıyla kendi adımın nereden geldiği sorusu görüyordu.
*
Şimdi Anıları okuyunca görülüyor ki, Angelopoulos’la ortaklıklar sadece bizlerin arayışlarında ve aynı topraklardaki yolculuklarında değil, anlatılan olayların kendilerinde de varmış.
Okuyamadığım anıların yazarı olan Dedem 1872’de Kesriye’de doğmuş. Fiktif kayıp ruloları çeken Manaki Kardeşler 1878 ve 1880 tarihlerinde Kesriye’ye kuş uçuşu mesafesi 50 kilometreyi geçmeyen Avdela’da doğmuşlar[4]. Manaki Kardeşler’in ilk filminde, Büyükanneleri Despina yün eğirmektedir. Yine Manaki Kardeşler’in dokumacı ve iplik eğirici kadınları gösteren meşhur bir fotoğrafı vardır.
Demir Aydın’ın annesi de, anılarında yazdığına göre: “Validem de pederime el bezlerini dokumak ve nakış, el işleri eden ve mukabilinde aldığı mebaliğle pederime muavenet eyler idi.” Yani aşağı yukarı, Despina Ana’nın filmine veya eğirici ve dokumacı kadınlar fotoğraflarına bakarak Demir Aydın’ın annesi, Değirmenci Selim’in kızı Fatma’nın nasıl yaşadığı hakkında daha somut bir imge oluşturulabilir.
Dedem ile Manaki Kardeşler’in yolları da birçok kez karşılaşmış belli ki. Kimbilir belki tanışırlardı bile gıyaben. Eskiden insanlar, aşağı yukarı yüz kilometrelik bir daire içinde kimin, kim ve kimlerden olduğunu bilirlerdi.
Örneğin ana tarafım Kayalarlı, baba tarafım Kesriyeli ama bir şekilde birbirlerini bildiklerini biliyorum. Hatta daha sonra anne ve babamın evlenmesine yol açan ilişkiler ta bu Rumeli’deki gıyabi tanımalarla bağlantılı.
Ama elde iki somut delil var, Dedemle Manaki kardeşlerin aynı yerde aynı zamanda olduklarına dair.
Sadece günlük hayatı değil önemli olayları da kaydeden Manaki Kardeşler, Sultan Reşat’ın Makedonya gezisinde uğradığı Selanik ve Manastır’daki karşılanışlarını da filme çekmişlerdi.
Demir Aydın Efendi’nin de tam aynı zamanda oralarda bulunduğunu, belki de filmlerde ki görülen karşılayıcı kalabalıktakilerden biri olduğunu şu satırlarından biliyoruz:
Heyetlerden tasdik edilen zevat yanında huzur-i padişahiye çıkmak üzere telli bir karat verdiler. Anın üzerine huzura çukub padişahımızı yakından görmek şerefine nail oldum. Manastır’a teşriflerinde dahi gayri hal vuku bulmuş ve ikinci defa olarak Kayalar İttihat Terakki Cemiyeti namına ki telli bir karat ile huzura çıkılmıştır.”
*
Manaki Kardeşler de, Demir Aydın Efendi de aynı bölgenin, aynı kültünün ve aynı çağın insanlarıydılar.
Bu yer, bu yaşam ve bu çağ neydi?
Bunların ne olduğundadır, Angelopulos’un hayali kayıp rulo imgelerinde veya benim Arap alfabesiyle ve ilmiye Osmanlıcasıyla yazıldığından, okuyup anlayamadığım anılarda belki bulurum diye düşündüğüm cevabı.
“Ne?” sorusundan ne anlaşıldığına ve neyin kastedildiğindedir cevap. Daha doğrusu anlaşılan ve kastedilenin ardındaki gizli varsayımlardadır cevap. Bu anlamda cevap sorunun kendisidir. Simurg, kendisini arayan kuşların ta kendisidir.
Ne demek istediğimizi şöyle formüle edelim: Bugün İnternet’te Manaki Kardeşler veya bunların diğer dillerdeki versiyonlarını sorduğunuzda gördüklerinizdedir cevap.
Manaki Kandeşler’in Yunan sitelerinde Yunan sinemasının, Makedonya Sitelerinde Makedonya ulusal sinemasının, muhtemelen henüz Yugoslavya varken de Yugoslav Sinemasının, eh Makedonlar da özünde Slav olduğuna göre Bulgar sinemasının ilk kurucuları ve öncüleri olduğu yazılır.
Aynı olgu ters yüz edilerek Türklerde de görülür. Osmanlı’nın bütün savaşlarına veya fetihlerine veya mirasına sahip çıkan Türkler nedense Manaki Kardeşler’i Osmanlı veya Türk sinemasının ilk öncüleri olarak anmazlar[5].
Hepsinin ortak uzlaşma noktası belki de “Balkan Sineması”nın ilk kurucuları ve öncüleri olarak tanımlamalarında bulunabilir.
İşte sır biraz da bu “Balkan Sineması” kavramında gizlidir.
Manaki Kardeşler Osmanlı Yurttaşlarıydı. Ömürlerinin önemli bir bölümünü Osmanlı Yurttaşları olarak geçirmişlerdi. İlk öncü film denemelerini Osmanlı devletinin yurttaşları olarak yapmışlardı.
Ve şimdi bugün, hiç bir konuda anlaşamayan ulusçular, Osmanlı dememek için, Balkan sözcüğünün ardına sığınarak, aslında bir ulus yaratmak için bir de ulusal tarih yaratmak zorunda olduklarını ele veriyorlar. Siyasal kavramların yerini, birden bire lokal bir kavram  alıyor: Balkanlar!..
Balkanlar sözcüğü ya da kavramı, yaşanan tarihin yaşanması zorunlu bir tarih olmadığını gizlemeye ve unutturmaya yöneliktir. Uluslar kendilerine bir Tarih yaratabilmek için, unutmak ve unutturmak zorundadırlar.
Bu unutturma ve unutma, yani yaşanan tarihin akıl dışılığı ancak, hayallerin ya da olası başka tarihlerin aynasında görülebilir. Böyle bir ayna tutulabilir ulusların tarihine, kendi çirkin yüzünü görebilmesi için.
*
Zayıf da olsa, Osmanlı’da da, demokratik bir ulusçuluğu[6]savunan bir damar vardı. Demokratik bir ulusçuluk, yani Büyük Fransız ve Amerikan devrimlerinin ulusçuluğu, ulusu bir dille, dinle, soyla, tarihle tanımlamayan, hatta aksine böyle tanımlamaya karşı tanımlayan ulusçuluk. Bu damar birkaç örnekle gösterilebilir.
Örneğin, Velensinli Rigas, şimdi sanılanın ya da Helen ulusçularının görmek ve göstermek istediklerinin aksine, bir Yunan ya da Helen ulusçusu değildi, Osmanlı topraklarında tüm halkların bir arada yaşayacağı, Fransız devriminin ideallerine uygun, demokratik ve meşruti bir cumhuriyeti savunuyordu. Demokratik bir ulusçuluğu savunan bir Osmanlı idi, bir Yunan veya Helen devleti idealini değil; Osmanlı topraklarında demokratik bir Anayasal rejim idealini savunuyordu.
O zamanlar Selanik nüfusunun yarısından fazlasını oluşturan[7]Yahudiler ve bu Yahudilerin ezici çoğunluğunu oluşturduğu, binlerce üyeli sendikalar kuran, gösteriler yapan Selanikli İşçiler, Türk ya da Yahudi milliyetçisi değillerdi. Bütün işçileri birleştirmeyi hedefliyorlar birkaç dilde yayınlar yapıyorlardı.
Dikran Zevan bir Ermeni milliyetçisi değildi. “Biz ‘Ermeni Milleti’ adına konuşmak istemiyoruz, çünkü bizim için halkları ayıran ırklar ya da diller değildir, sınıflar, toplumsal, ekonomik ve siyasal kategorilerdir. Ermeniler ve Türkler yoktur; sadece ezenler ve ezilenler, sömürenler ve sömürülenler vardır. (. . . ) Gerçek bir bağlaşma ancak Türk halkıyla yapılabilir.” diye yazıyordu örneğin.
Tevfik Fikret bir Türk milliyetçisi değildi. “Vatanım ruy-i Zemin, Milletim Nev-i Beşer” diyor ve Abdülhamit’e suikast düzenleyen Ermeni devrimcinin başarısız kalmasına lanet eden, “Bir Lahza i Tahattur” (Bir Anlık Gecikme) başlıklı şiirler yazıyordu.
Oldukça milliyetçi olan Taşnak partisinin, örneğin 1908’den sonra yazdığı bildirilerinde bile şöyle yansıyordu bu eğilimin ve damarın etkileri:
“‘Biz’ derken Daşnak ya da diğer Ermeni devrimci partilerini değil, Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan ve müstebit hükümetin yıkıcılığına, yağmacılığına ve baskıcılığına uğrayan herkesi, bütün Osmanlıları, yani bütün Türkleri, Ermenileri, Arnavutları, Arapları, Rumları, Süryanileri kastettiğimiz anlaşılmalı. (...) Yoksulları soyanların hepsi, özgürlük ve eşitliğe karşı koyanlar, ister Ermeni olsunlar, ister Türk, Arap, Süryani, Arnavut ya da Rum, bizim hasmımız ve düşmanlarımızdır, öyle de kalacaklardır. (...) Biz özgürlüğüz, bilgiyiz, eşitliğiz, yasayız. (...). Biz işçileriz, biz ülkemizin lanetlileriyiz, alevleri yükseltenleriz, ülkemizdeki yenilikçileriz biz. ” (Osmanlı İmparatorluğunda Sosyalizm ve Milliyetçilik, Derleyenler Mete Tunçay-Erik Jan Zürcher, İletişim Yayınları, 1995, s. 190)
Yani yaşanan tarih yaşanması zorunlu bir tarih değildi. Pekâlâ, bu demokratik ulusçuluğa dayanan, demokratik ve humanist damar da üstün gelebilirdi. O zaman, bu gün her biri ayrı bir ulus olmuş olan farklı diller konuşan halklar, İsviçre’de olduğu gibi, aynı demokratik cumhuriyet veya ulusun yurttaşları olarak yaşayabilirlerdi.
O zaman tarih bu günkü tarihten başka, Türklerin, Yunanlıların, Bulgarların, Makedonların, Arnavutların, Ermenilerin tarihi olarak değil, tarihi böyle anlatmaya karşı verilen mücadele ve zaferlerin tarihi olarak yazılacak ve Manaki Kardeşler belki bu tarih içinde, demokratik bir sinemanın günlük hayata dikkati çeken ilk öncüleri olarak anılacaklardı.
Öyle bir tarih içinde Osmanlı devlet memuru Bahaeddin Demir Aydın efendinin[8]yeri ne olurdu? Bilmiyoruz. Ama anılarında bir kez bile Türk kelimesi geçmeyen; henüz iktidara gelmeden önce İttihat Terakki gibi bir örgütte yer almış, memur arkadaşlarıyla kooperatifler kurmuş, İstanbul’da “Kesriyeli Rum ve Bulgar hemşeri”leriyle buluşup eğlenen bu memurun pek ala böyle bir gelişime karşı çıkmak bir yana içinde yer alabileceği düşünülebilir. Ama zaten öyle bir tarihte bu anılar da başka türlü yazılırdı ve sonra gelenler tarafından da başka türlü okunurdu.
Her anı, her hatırlama aynı zamanda bir şeyleri unutma ve unutturmadır. Tarihler de öyledir, yazılan her tarih aynı zamanda yazılmayan bir tarihtir.
*
Yazılan tarihlerden bu yazılmamış tarihler üzerine ipuçları çıkarılabilir mi? Kanımca çıkarılabilir.
Bunu, adımı kendisinden aldığım dedemin adının nereden geldiği sorusu ve bu yöndeki arayışlarım somut olarak gösterebilir. Burada bu arayışı ve sonuçlarını kısaca anlatarak yazılmayan tarihe nasıl ulaşılabileceğini göstermek denenebilir.
Linguistiğin alt bölümlerinden biri olan Onomastik (İsimbilim) her ne kadar bu günkü Türkiye’de politik ve ideolojik mücadeleler alanında araçsallaştırılmışlığı nedeniyle oldukça olumsuz çağrışımlar yapıyorsa da, politik ve ideolojik kaygılardan azade olarak ele alındığında,  sadece linguistik bakımdan değil, sosyolojik bakımdan da çok değerli ipuçları verebilir.
Daha küçük bir çocukken bana, adımın ve soyadımızın dedemin adından geldiği söylenmişti. Hatta belki de biraz adım dolayısıyla babaannemin biraz ayrıcalıklı bir torunu olmuştum.
Evet, adım dedemin adıydı hatta göbek adım olan Bahaeddin de dedemden geliyordu. Ve nihayet soyadımız da yine dedemden geliyordu. Soyadın Aydın olmayıp da Küçükaydın olmasının nedeni ise, yanlış bilmiyorsam, Soyadı Kanunu çıktığında, aynı mahallede aynı soy addan iki tane olamayacağı kuralı imiş. Aydın ve diğer türevleri kapıldığından ve kala kala bir tek küçük kaldığından Aydın yerine Küçükaydın alınmış.
Torunlara dedelerinin adı verilir genellikle. Dedemin adı da Demir olduğundan bana Demir adı verilmişti. Hatta diğer adı da Göbek adı olarak verilmişti. Ortada son derece sıradan ve normal bir durum vardı.
Ama burada sıradan ve normal olmayanın, dedemin adının Demir olması olduğunu çok sonra toplumsal olaylara ilgi duyup, yoğunlaşıp da insanların sınıfsal konumları üzerine kafa yorduğumda ve sonradan tarih ile bu sınıfsal konumlar arasındaki ilgiler üzerine yoğunlaştığımda fark ettim.
Demir adı üzerine ilk düşünmeye başlamam 25 yaşımdadır ve çok garip bir hikâyesi vardır.
Bir gazete çıkardığım için Toptaşı Cezaevi’ndeydim 1974’te. Af çıkacaktı ve bütün mahkûmlar yataklarını denk etmişler günlerdir gergin ve sabırsız bekliyorlardı. O sıralar Demirel ve Erbakan’ın partileri, Aslında affın gündeme gelmesinin temel nedeni “Anarşistler” olmakla birlikte, “Anarşistleri” af kapsamı dışında tutmak için manevralar yapıyorlar ve bu da affın çıkmasını geciktiriyordu.
Bu gecikme, gergin bir bekleyiş içindeki mahkûmların bir bölümünün bu işin suçlusu olarak politik mahkûmları görmesine ve göstermesine yol açıyor ve bu da bizim gibi politik nedenlerle içerde olup da genel hükümlü ve tutuklularla birlikte yatanların durumunu çok kritik bir hale getiriyordu. En küçük bir tahrik ve kıvılcımla yüzlerce mahkûm bizi linç edebilirdi.
(Sanırım o sıra Türkiye’de sadece biz dört beş kişi bu durumdaydık. Diğer politik tutuklu ve hükümlüler askeri cezaevlerindeydi. Onlar için böyle bir risk bulunmuyordu.)
Bu kritik günlerde, düşmanca ve suçlayıcı bakışlar arasında bize sempatiyle bakan küçük de olsa bir mahkûm grubu da bulunuyordu. Bunlardan biri de mahkûmların “Barzani” dediği, yanık sesli, Barzani’de Peşmergelik yapmış, okuma yazma bilmeyen, yanlış hatırlamıyorsam Hakkâri taraflarından bir Kürt idi.
Hapishanede mahkûmun yatağı bir bakıma evi gibidir. Başka birinin yatağına sahibinden izinsiz oturmak bir yana dokunmak bile “haneye tecavüz” sayılır. Misafirlikte “evsahibi”nin yatağında oturulur. Yatak aynı zamanda “misafir odası”dır.
Bir gün akşam sayımdan sonra kapılar kapandığında, üç dört arkadaş yan yana koyduğumuz yataklarımızda oturur ve pek yalnız dolaşmamaya dikkat ederken, çaycı bize çay getirdi ve yollayanın “Barzani” olduğunu söyledi.
Bu “Barzani”nin bizimle tanışmak istediği anlamına geliyordu. Biz de derhal kendisini misafirliğe çağırdık.
O kritik durumda bize çay ısmarlaması ve yatağımıza gelmesi elbette aynı zamanda diğer mahkûmlara verilmiş bir mesaj anlamına geliyordu: “bu insanlar benim dostumdur onlara yapılan bir yanlış bana yapılmış demektir.
Hapishanelerde mahkûmların arasında belli bir hiyerarşi vardır. Bu sadece kişiliklerle ilgili değildir, suçun türüyle de ilgilidir. Aslında suç ve suçlu türleriyle kişilikler arasında da belli bir ilişki olduğu söylenebilir.
Katiller, sıralamada en üsttedirler. En altta ırza tecavüz edenler bulunur, elbet onun da kendi içinde ayrıca dereceleri vardır. Arada hırsızlar, dolandırıcılar vs. bulunur. Sanılanın aksine katiller, insan olarak da, sözlerine güvenilebilir, sözlerinin bir ağırlığı olan insanlardır.
Barzani” cinayetten yattığından ve Kürtlerin çoğunun “aşiret çocuğu” olduğu bilindiğinden, onun bizimle tanış olmak istemesi ve yatağımıza misafir olarak gelmesi bizlere o zor durumda verilmiş büyük bir destek anlamına da geliyordu.
Barzani” yataklarımıza gelip, tanışıp sohbete başladığımızda birden bire bu okuma yazma bile bilmeyen adamın, çok derin bir bilgisi olduğunu fark ettim. Bu fark ediş yine adımla dolayısıyla dedemin adıyla ilgili bir konuşma ile oldu.
Tanıştığımızda, adımı öğrenince fiziğime şöyle bir dikkatlice bakıp beni süzdükten sonra, “Rumeli muhaciri misiniz?” dedi. “Evet” deyince de “Adın dedenden mi geliyor? Dedenin de adı Demir miydi?” diye sordu.
Bunu sorması ilginçti. Adımla dedemin adı arasında ilişkiyi nereden çıkarmıştı ki? Hele dedemin adının Demir olmasını?
Ama o akşam fırsat olmadı ya da konuşmanın akışı uymadı ve bunları kendisine soramadım[9]. Tabii ümmi “Barzani”nin bütün bunları bilmesinin ardında nasıl bir birikim olduğu sorusu kafamda takılı kaldı.[10]
Bu bağlantıyı kurması ve bilmesi şu nedenle ilginçti. Demir adı normal olarak çok az bulunmasına rağmen “memur çocuğu” adıdır. Yani memurlar, öğretmenler, subaylar, aydınların çocuklarına vereceği türden bir addır.
Modernleşmeye gerici bir ulusçuluk üzerinden geçişlerde, ulusu yaratmak için ulusal bir tarih yaratmak zorundadır ulusçular. Ve ulusun son derece yeni ve modern bir olgu olması ölçüsünde ulusu tarihin derinliklerinde kurmaya çalışırlar. Ulusun kökleri pagan döneme kadar uzatılır. Bu köklere dönüş gibi yazılır, kaybedilmiş saf ulusal bilincin bulunması gibi yazılır tarih.
Bütün bunlarda da, çocuklara Pagan dönemin isimlerinin verilmesi eşlik eder. Timur, Oğuz, Kürşat, Selçuk, Orhan, İlhan vs. gibi isimler çocuklara verilmeye başlanır. Büyük babaların ve büyük anaların isimleri, onların anısına verilse de, genellikle bir “göbek adı” olarak “tenzili rütbeye”  uğrar, bizzat benim adımda da kısmen olduğu gibi. Demir de (Temur, Timur) pagan bir isimdir.
Ulusçuluğun taşıyıcıları genellikle aydınlar ve memurlar olduğundan Demir de bu nedenle bir “Memur çocuğu adı”dır. Hatta görünüşte göbek adımın Bahaeddin olması da bu kuralı doğruluyor gibiydi.
Aslında normal olarak ben de bu tabakalardan geliyor sayılabilirdim. Gerçi aile göçler nedeniyle yoksullaştığı için, babam okuyamamış ve işçi olmuştu ama işçi olan babam dahil aile bütün kültürüyle bu memur ve aydınlar tabakasına dahildi. Bu nedenle adımın Timur’un daha başka bir versiyonu olan Demir olması böyle açıklanabilirdi.
Ama benim adımda bu genel eğilime tam denk düşmeyen tam tersine bir durum ve çelişki vardı.
Dedemin adı Demir olduğu için bana Demir adı verilmişti. Ve dedeme Demir adı verildiği zamanlar, henüz daha ulusçuluk Müslüman ahaliye bulaşmadığından ve modernleşme ile uluslaşma arasında bir ilişki henüz kurulamamış olduğundan, dedeme Demir adı verilmesinin bu süreçle belli ki ilgisi yoktu. Dedemin ne doğduğu dönem ne de ailesinin sınıfsal konumu, daha sonra özellikle cumhuriyetten sonra görülen nedenlerle, Demir adını çocuklarına vermeye uygun değildi.
Soru şuydu: dedeme niçin Demir adı verilmişti? Nereden çıkıyordu bu Demir adı? Sonradan da alınmış değildi. Yani öz adı Bahaeddin olabilir de, sonra ulusçuluğun yükselişine paralel olarak Demir adını da kendisine almış olabilirdi. Ama böyle de değildi, bugün anılarından da öğreniyoruz ki, Bahaeddin adı sonradan alınmıştır. Doğum adı Demir Aydın’dır.
Anıların Önsözünü (“Mukkaddime”) şöyle imzalıyor: “İlmiye Muhasebe Kalemi Birinci Sınıf Ketebesinden Kesriyeli Bahaeddin Aydın”. Yine o anılarında doğum tarihi ve adını şöyle ifade ediyor: “1289 tarihinde Demir Aydınki icrayı memuriyet-i tescilde Bahaeddin Aydın”. Demek ki, dedemin esas adı: Demir Aydın. Bahaeddin ise tabiri caiz ise resmi adı, memuriyet adı. Yani gerçek adı, pagan adı memuriyette tenzili rütbeye uğramış.
Bir bakıma Cumhuriyetten sonra memurlar ve aydınlar arasında görülecek olan eğilimin, İbrani geleneğinden gelen dini isimlerin yerine İslam öncesi isimler alma eğiliminin tam tersi görülüyor dedemde. Modernleşmeye ve memur olmaya İslam öncesi ismin bırakılması eşlik ediyordu.
Bu çelişki nasıl açıklanabilirdi?
*
Bu çelişkinin çözümünü, yıllar sonra “Tarihin kayıp halkası”yla karşılaştığımda Din üzerine çalışmalarda bulacaktım. Bu kısaca söyle açıklanabilir.
Neredeyse şu yirminci yüzyılın ortalarına kadar yeryüzündeki insanların yüzde sekseni köylerde yaşıyordu. Köyler ise, bir kaç bin yıl boyunca klasik uygarlıklarla veya ikiyüz yıldır modern kapitalist sanayi uygarlığı ile ekonomik, hukuki, ahlaki, sanatsal vs. ilişkiler içinde olsalar bile büyük çoğunluğuyla, hala esas olarak kapalı ekonomiye dayanan, neolitik devrimin teknik düzeyinde ve buna uygun ortaklaşmacı komünal ilişkiler içindeki topluluklardı. Rus Mir’i, Alman Mark’ı vesilesiyle zaten Marks ve Engels tarafından bu olguya çoktan dikkat de çekilmiş bulunuyordu.
1970’lerin başındaki Dersim köylerini anlatan aşağıdaki satırlar, yakın zamana kadar, yeryüzündeki insanların yüzde sekseni için de geçerliydi.
“Düzgün Baba’nın kırk gün çileye girdiği dağın eteğindeki, Çele adlı mağarayı ziyaretgah olduğu için tercih etmedik. Zirveler ve zirvelerdeki ulu ağaçlar bizim ilgi alanlarımız içindeydi, buralara derin illetler ve ihtiyaçlar içinde olan insanlar geliyor, kurbanlar kesiyor, dallara rengarenk dilek çaputları bağlıyorlardı. Dağın eteğindeki Bostan köyü, bizim en çok dayandığımız köydü. Ve bu köy, Düzgün’ün babası Kureyş’in köyü olduğu için kurbanların kesildiği, paraların dağıtıldığı bir ziyaretgahtı. Kureyşin evini dolduran kalabalıklara ilk kez girdiğimde, kendimi güvenlikte hissettim ve değişik yörelerden gelen insanlarla tanıştım. Bu gibi yerlerde, herkes kendi yöresinin velilerinden, onların gösterdikleri kerametlerden sözediyordu. Ziyaretgahlar bana farklı bir diyarda olduğumu telkin ediyordu. Boz ayıya binip, yılanı kamçı olarak kullanan, ördüğü duvara binince duvarı yürüten ya da atıldığı alevli fırından sağ salim çıkan velilerin, gazaba gelince top gibi taş gülleler savuran kutsal dağların diyarındaydım.” (M. Oruçoğlu, “Dersim ve Biz”)
Bir kaç bin yıl boyunca klasik uygarlıklar ve sınıflar ve bir lüks mallara dayanan dünya ticareti vardı ama bütün bunlar insanlığın büyük bölümü için, hala günlük yaşamın bir parçası değildi. Bütün bu uygarlıklar, aslında sahillerde, vadilerde ve yol kavşaklarındaki şehirlerden ibaretti.
O şehirlerden bir kaç kilometre uzaklaşınca ya da vadilerden bir kaç yüz metre yükselince, uygarlıktan birden bire neolitik devrimden beri neredeyse değişmeden kalmış, hatta uygarlığın devletlerinin aldığı vergiler ve baskı nedeniyle daha da kötü koşullarda yaşayan, bu nedenle de dinine aynı zamanda bir köylü partisi karakteri kazandırmış, otaklaşmacı köy toplulukları dünyasına giriliyordu. Mekansal değişim aynı zamanda bir çağ değişimi olarak ortaya çıkıyordu.
Çocukluğumun geçtiği Ege bile böyleydi. Soma gibi neredeyse yüz yıldır en modern teknikle kömür çıkarılan kasabanın, hala Homeros gibi kör destancıların megafonla destan okudukları Çarşamba pazarlarında ürünlerini satıp şeker, gaz gibi bir kaç acil ihtiyacını karşılamaya gelen köylü kadınlarda bile o dünya görülebilirdi. Bakırçayı vadisinden biraz uzaklaşıp, dağlarda yükseldikçe, Yörükler, Çepniler, Tahtacılar denenlerin dünyasına girilirdi. O dünya yukarıda aktarılan yetmişlerin Dersim’indeki dünyadan farklı değildi. Ortaokuldayken, aynı sınıfta okuduğum köyden gelen arkadaşların, gök gürültüsünün hazreti Davud’un narası olduğunu inanarak savunduklarını yaşamıştım. (Çok sonraları bu Davut’un aslında Pagan dönemde yunan Mitolojisindeki tanrıların İslami formu olduğunu da görecektim.) B. Traven’in roman ve hikayelerinde aynı dünyanın Güney Amerika’da da olduğu görülebilir. Afrika’da ise bugün bile büyük ölçüde yaşıyor.
Ama insanlığın büyük bölümünün yirminci yüzyılın ortalarına kadar bile yaşadığı bu topluluklar ve insanlar hakkında hemen hemen hiç bir şey yoktu tarih ve sosyoloji kitaplarında. Sanki böyle bir gerçeklik yokmuş gibiydi. Ve binlerce yıl boyunca klasik uygarlıklardan da bunlar hakkında bir şey kalmamıştı.
Bunun sırrı yine ortaklaşmacı neolitik köy komünündeydi. Köyler, neolitik topluluklar ya da komünler henüz yazıyı, yani bu uygarlık ürününü bilmez. Bu nedenle de kendini yazıya dökemez. Sözlü bir gelenekle, uygarlığın baskısı karşısında özel anlamların ardına gizlenmiş bir dille bilgisini ve kurumlarını kuşaktan kuşağa aktarır. Kendisi eğer kendisini yazmaya kalksa, yazmaya kalktığı an, yani yazıyı öğrendiği an uygarlaşmış olacağından, kendisi yok olur ve yok olacağından kendini anlatamaz.
Bir bakıma kuantum fiziğinin kuralı gibi bir durum vardır. Nasıl bir parçacığın hem konumunu hem hızını aynı anda bilmek mümkün değilse öyle. Komün varsa, yazı ve uygarlık yoktur, dolayısıyla onu anlatacak insan ve araçlar. Ama yazı ve uygarlık varsa komün yoktur. İkisi bir arada olamaz. Bu çelişkidir bu tarihin kayıp halkasını ortaya çıkaran bir bakıma.
Elbette uygar komünü bilir, ama “cahiliye” onun için lanetlenesi ve yok edilmesi gereken bir şeydir. “Cadı” diye yakılmalıdır. Dolayısıyla ondan sadece lanetlemek için söz eder, etmek zorunda kaldığında. Bütün vakayinameler bunun kanıtlarıyla doludur.
Gerçek durum bu olunca, şu beş bin yıllık tarih, aslında bir takım komünlerin uygarlıklara geçişlerinin tarihi olarak de görülebilir. Son bir kaç yüz yıl boyunca bu geçiş, artık klasik uygarlıklara değil, modern kapitalist sanayi uygarlığına geçiştir ve baş döndürücü bir hızla gerçekleşip artık sonuna gelmiştir. Artık dünya nüfusunun çoğu köylerde yaşamıyor ve köyler de o kapalı ekonomiye dayanan köyler değil.
*
Ne klasik Yunan, ne Roma, ne ikinci Yunan karakterli Roma olan Bizans ne de aslında ikinci Roma’nın bir rönesansı ve üçüncü bir Roma’dan başka bir şey olmayan ve Padişahların kendilerini “Sultan-ı Rum” (Roma İmparatoru) olarak tanımladıkları Osmanlı, en çok dayandığı çekirdek bölgeleri, yani Balkanlar’ı ve Anadolu’yu bile tam olarak uygarlaştıramadı. Balkan ve Ön Asya dağları, binlerce yıl boyunca ortaklaşmacı köy komünü veya topluluğu yaşam ve geleneklerinin yaşadığı yerler olmaya devam etti.
Ve bu köy toplulukları, bu üretim düzeyi ve yaşama uygun, uygarlıkların dinleriyle ilgisiz dinlerin de yaşadığı yerler oldular. Bütün dünyada ve Anadolu’da olduğu gibi Balkanlar’da da böyleydi bu.
Aslında insanlığın büyük bir çoğunluğu için neolitik devrim ve onun yayılışı, sağladığı emek üretkenliği ile belli bir nüfus artışı ve yoğunluğu sağlamıştır. Neolitik devrimler ve onun yayılmalarıyla ulaşılan nüfus ve yoğunluklar aşağı yukarı 5000 yıl boyunca değişmemiştir. Nüfus artışı ve yoğunluğu bir de sanayi devriminden sonra ani bir sıçrama gösterir.
Tarih boyunca büyük nüfus hareketleri aslında hiç de çok fazla değildir ve oldukça sınırlıdır. Uygarlıklar dönemi boyunca, fatihler ya da kavimler göçleri denenler ile gelenler, nüfusun onda birinden daha fazlasını oluşturmazlar ve oluşturmamışlardır. Son yıllardaki genetik soyağacını araştırma teknikleriyle yapılan incelemeler de bunu kanıtlamaktadır. İtalya’da Toskana’da yaşayan köylüler aslında Etrüsklerin torunlarıdır. İskoçya’daki Norman fatihlerin oranının yüzde onu geçmediği son araştırmalarla ortaya çıktı. Anadolu’nun bu günkü ahalisi de (Balkan ve Kafkaslardan yüzyılın başında, ulusçuluktan sonra gelenler hariç tutulursa) yüzde beşi onu haricinde ta ilk neolitik devrimin sağladığı nüfus patlamasından beri yaşayanlardır.
Yani Nazım’ın şiirine bile “dört nala gelip Orta Asya’dan” diye geçmiş, “Orta Asya’dan gelen Türkler” de tıpkı o Türk ulusunun icadından sonra çocuklara verilen Türkçe isimler gibi ulusçuluğun bir uydurmasıdırlar. O “Türkler” geldiğinde, Anadolu, yeryüzünün ilk neolitik devriminin gerçekleştiği ve çoktan beri uygarlığa da geçmiş topraklar olarak, tüm Orta Asya’dan daha fazla bir nüfusa ve Asya bozkırlarıyla kıyaslanmayacak bir nüfus yoğunluğuna sahipti. Bu binlerce yıldır burada yaşayan köylülerin yok edildiğine dair en küçük bir veri olmadığına göre bu günkü Türkler aslında binlerce yıldır burada yaşayan insanların torunlarıdır. Büyük bir olasılıkla, arkeolojik bir höyük kazısında, mezarlardaki kemikleri çıkaran civar köylülerden gelen işçilerin çıkardıkları, kendi atalarının kemiklerinden başka bir şey değildir.
*
Orfeus-İsa - Roma Katakombları
Balkanlar da böyleydi bütün dünya gibi. Aslında gören göz için her şey de apaçık ortadaydı.
Yunanlı tarihçiler Orfeusçuluğun Trakya’da çok yaygın olduğunu yazıyorlardı. Orfeusçuluk ise, klasik Yunan tanrılarına dayanan dinin “sapkınlığı” idi. Orfeus büyük bir olasılıkla, yine kendisi de bir “sapkınlık” olan Dionysos “kültü[11]” içindeki bir reform hareketiydi. Orfeus muhtemelen o zamanların Hacı Bektaşi Veli’si veya Sarı Saltuğu idi.[12]
Roma neredeyse kölelerinin büyük bölümünü bu uygarlığa geçmemiş Balkan ve Slav komünlerinden devşirdiği için, birçok batı dilinde Köle sözcüğünü hala Slav kökünden gelen kelimeler oluşturmaktadır.
Ve Üçüncü Roma’nın (Osmanlı), “Devşirme”leri yani bir tür “Kölemen”leri genellikle Balkanlar’dan toplaması, birinci Roma’nın bu geleneğinin devamı olarak da görülebilir. Köleler her zaman Komün’den devşirilir ve sanılanın aksine “egemen sınıf”ı oluştururlar uygarlıklarda.
Anadolu ve Balkanlar’da ilk Hıristiyanlığın yayılışı, bir bakıma, neolitik köy komününün klasik uygarlıkların çürümesine, zulmüne, soygununa ve sömürüsüne direnişinin, bir yangın gibi yayılmasından başka bir şey değildi. Sonra her zaman olduğu gibi, bizzat bu dini bayrak eden ve içini boşaltıp ehlileştiren uygarlık, daha somut olarak Bizans, onun otantik ve devrimci biçimini savunanları lanetleyip kovuşturdu.
Bu ilk yayılışların her biri bir devrimdi ve bu devrimler bir yeni dinin yayılışları biçiminde gerçekleşiyordu. Ve her devrim ve dinle birlikte isimler de değişiyordu. İsimler dinden ayrı değildir. Aslında ulusçuluk da bir modern çağ dini olduğundan bu kuralı doğrular.

Devletin resmi Hıristiyanlığı karşısında, dünün o Orfeusçu sonra ilk devrimci döneminde Hıristiyan olan Komünleri, Bogomil veya Katar olarak yaşamaya devam ettiler. Neredeyse bütün Balkanlar’da Köy komününün dini hep bu “sapkın” mezhepler oldu.
İşte İslam’ın veya “Osmanlı’nın yayılışı” denen şey, aslında Anadolu ve Balkanlar’daki köy komününün, Bizans’ın çürümüş, baskıcı, sömürgen ve soyguncu düzenine karşı isyanının yayılışından başka bir şey değildir. Anadolu’nun Paulikanlar’ı Alevilere, Balkanlar’ın Bogomil ya da Katar’ları Balkan Alevi ve Bektaşilerine dönüştü.
Bu dönüşüm boyunca başlangıçta bu köy komünüyle ittifak yapan ve ondan güç alan fatihler ise, yani Osmanlı, devletleştikçe aynı Bizans’ın konumuna geçti ve tıpkı Bizans’ın yaptığı gibi, bu köy komünlerini “sapkınlık” olarak kovuşturdu.
Şeyh Bedrettin bunları bildiği için Deliormanlar’a karargah kuruyordu. Müritleri bunları bildiği için, İzmir ve Manisa civarındaki dağlarda Huruç eyliyorlardı. Çünkü oralar Demir Baba’ların, “Yeraltından şifalı sular çıkaran, tahta kılıcıyla yedi başlı devi öldüren ve öldüğünde, kırk tabutta, aynı anda bedeni görülen, zalimlerin düşmanı Sarı Saltık”ların dünyasıdır.
Demir Baba Tekkesinde İslam öncesine ait kalıntılar
Bugünkü Bulgaristan’da bulunan Demir Baba’nın türbesi, muhtemelen Hıristiyanlıktan bile çok daha eski bir kutsal mekanın üzerindedir[13]. Bu aslında o sürekli kopuşlar, din değiştirmeler biçiminde kendini dışa vuran nelolitik köy komünü ve ilişkilerinin sürekliliğinin ifadesidir. Nasıl şehirlerde her Cami’nin ardında bir kilise, Her kilisenin ardında bir eski Yunan veya Roma tapınağı, onun ardında da çok daha eskilere giden bir başka kutsal yer varsa aynı şekilde köylerde de Alevi-Bektaşi Babalarının türbeleri veya ziyaret yerlerinin ardında da aynı sapkın mezheplerin kutsal yerlerinin sürekliliği vardır.
Aslında insanlar genetik olarak hep aynı insanlardır, ilişkiler değişmekte ve de ilişkilere bağlı olarak dinleri dolayısıyla isimleri değişmektedir. Balkanların dağlarında yüz yıllarca aynı kalan ve değişmeyen öz, neolitik köy komünüdür. Değişen, varlığı sürdürmeyi sağlayan yeni biçimlerdir. Komün aynı kalabilmek için hep değişmiş, egemen uygarlığın dini içinde kendini hep yeniden tanımlamış ve var etmiştir.

*
Tarih’e böyle bir bakış, Dedemin adına ilişkin sorunu otomatik olarak çözüyordu.
Bu devrimin gerçekleşmesi, yani Balkanlarda Hıristiyan sapkınlıklarının, yani Bogomilliğin yerini İslam Sapkınlıklarının, yani Alevi-Bektaşiliğin alması, elbette o zamanın devrimcileri olan, ermişler, evliyalar vs. aracılığıyla gerçekleşiyordu. Bunlardan biri de, Anadolu’daki Hacı Bektaş Veli gibi Rumeli’ndeki Demir Baba idi. Bu “ermiş” yani o zamanın devrimcisi nedeniyle ona hürmeten, Rumeli’de Demir adı yaygındı.
Yani Demir adı ulusçulukla değil, uygarlık öncesiyle, ortaklaşmacı neolitik köy topluluğu ve onun kendi dönüşümleriyle ilgiliydi ve ondan geliyordu. Ve sanki ters gibi görünen, Demir’in terk edilip Bahaeddin’in alınması aslında uygarlaşmanın, Sünnileşmenin, devletli ve sınıflı topluma dahil olmanın bir görünümü ve sonucuydu. Dedemin adındaki çelişkiyi ve benim adımdaki görünüşteki uyumu yaradan, Klasik uygarlıklardan ulusçuluğa geçiş çağında (benim adımda olduğu gibi Bahaeddin’den Demir’e) komünden uygarlığa (dedemin adında olduğu gibi Demir’den Bahaeddin’e) geç bir geçişin sembolü olmalarıydı[14].
Dedeme Demir adı verilmesinin açıklaması bu olabilirdi. Belli ki, on dokuzuncu yüzyıl boyunca kapitalist gelişmelerin de hızlanmasına bağlı olarak, Balkanlar’daki köy komününün çözülüşü hızlanmıştı. Köyünde sapkın olanlar, kasabaya veya şehre inince yavaş yavaş Sünni Müslümanlara[15]ya da Hıristiyanlara dönüşüyorlardı. Buna elbette isimlerin değişmesi eşlik ediyordu. Önceleri, Alevi Bektaşi dedelerinin veya ulularının adlarını alanlar bu sefer uygarlık dini yani Müslüman (veya Hıristiyan) isimleri almaya başlıyorlardı. Nasıl Alp Arslan’ın oğlu uygarlaşmaya bağlı olarak Melikşah, Orhan’ın oğlu Murat adını aldıysa öyle.
Ama yine de, eski geleneklerin kalıntıları, bir ismin bir çocuğa verilmesi biçiminde sürüyordu da, nasıl bu gün hala dedelerin, nenelerin isimleri torunlara verilirken sürüyorsa öyle.
Dedemin adı yükselen ulusçuluktan dolayı değil, eski sapkınlığın, Köy komünü geleneklerinin, Alevi - Bektaşi geleneğin bir kalıntısıydı belli ki. Yok olan o geleneğin kuğu çığlığıydı[16].
*
Demir adının o bölgede yaygın olduğunu da şuradan biliyorum.
Ömrümün çeyrek yüzyılını, İstanbul’un Kadıköy’ü veya İzmir’in Karşıyakası gibi, bir şehrin bir semti gibi ama yine de ayrı bir şehir havasındaki, Sartre’ın “Altona Mahkumları”na ilham veren Hamburg’un Altona’sında, sürgün yaşayarak geçirdim. Burada Sotiris diye bir lokantacı vardı. “Altona Mahkumları” olan Türkiyeli ilticacıların satranç oynadığı bir kahveye takılır ve onlarla satranç oynardı zaman zaman.
Bir gün bu Sotiris’le konuşurken, babasının Kastoryalı (Kesriyeli) olduğunu, Yunan iç savaşında gerillalar safında bulunduğunu, sonra da yenilince Yunanistan’ı terk ettiğini, kendisinin Romanya ve Macaristan’da büyüdüğünü, sonra da Almanya’ya geldiğini anlatmıştı. Hemşeri çıkmıştık yani.
Ama bu Sotiris’in bir özelliği vardı, Süleyman Demirel’e çok benziyordu, bir akrabalık, bir genetik yakınlık olmadan böylesine bir benzerliğe pek rastlanamaz. Bunu aklımdan geçirmiş ama olanaksız diye düşünmüştüm. Biri Ispartalı “Çoban Sülü”, diğeri Balkanlı bir Yunanlı.
Yıllar sonra kökleri aramak üzere Kesriye’ye (Kastoria) gittiğimde, orada da tıpkı Türkiye’de olduğu gibi bütün tarihin silinip yok edildiğini görmüş ve hayal kırıklığı içinde göl kenarında, sakince bir yerde hem bir kilise hem de müzeye çevrilmiş bir “Osmanlı evi” bulunan bir yere gitmiştim. Kilisenin papazı aynı zamanda turistlere rehberlik yapıyor ve onlara Almanca bir şeyler anlatıyordu. Turist rehberliği yapan papaza Almanca, buralarda eski, Osmanlı’lardan kalmış bir şeyler olup olmadığı sordum. Biraz serçe bir ifadeyle yoktur, kalmamıştır deyince. Duvarlardaki ikonalara kısa bir göz attıktan sonra, göl kenarında bir masaya oturdum ve bir çay söyledim.
Beş on dakika sonra o papaz-rehber oturduğum yere geldi ve bana mükemmel bir Türkçeyle, nereli olduğumu sordu. Ailemin buralardan geldiğini, merak ettiğim ve tanımak için buralara yolumun düştüğünü söyledim ve ona nereli olduğunu Türkçeyi nereden bildiğini sordum.
Niksarlıyız, ana dilim Türkçedir, bizler mübadelede buraya geldik dedi ve ekledi. “Sizin Cumhur reisiniz de buralıdır, Kesriyelidir.” Yok dedim buralı değil Ispartalı. Yok diye ısrar etti, onun babasını burada tanıyan yaşlılar var. Onlar oraya buradan mübadelede gittiler.
Birden bire kafamda bir şimşek çaktı. Sotiris’in niye böyle Demirel’e benzediği de açıklığa kavuşmuş oluyordu. Muhtemelen aynı veya yakın köylerin insanıydılar, üç beş kuşak öncesinde belki de yakın akraba bile çıkabilirlerdi.
Eğer doğruysa buradan şöyle bir sonuç da kolayca çıkardı. Demir’el’in soyadındaki Demirel’de Demir’le, bu Demir de muhtemelen, tıpkı dedemin adı gibi,  Orpheusçu, Bogomil, Alevi-Bektaşi geleneğinden Demir Baba ile bağlantılı olabilirdi.
*
Ama hikâye burada bitmiyor ve aşağı yukarı bu varsayımlar kanıtlanıyor.
Yıllar sonra, Türkiye’ye geldiğimde, yazlığı Ayvalık’ta Cunda adasında olan bir Hamburg’tan bir arkadaşımı ziyaret etmiştim. Bütün ailesi, kızları, damatları, torunları da oradaydı. Onları ve yeni ana baba olmuş kızını ve eşini tanıştırırken damadının, Demirel’e benzettiğim ve sonra da Demirel’le de aynı yöreden olduğunu öğrendiğim Sotiris’in oğlu olduğunu söyledi.
Bunun üzerine genç babaya, bizim hemşeri sayılabileceğimizi. İkimizin de köklerinin Kastoriya’ya dayandığını söyleyip, yukarıda anlattığım, hikâyeyi ona da anlattım.
Hikayenin sonunda Demirel’e çok benzettiğim Sotiris’in oğlunun bana söylediği ise tahminlerimi doğrulayan bir sürpriz oldu. Sotiris’in oğlu, “Bizim de soyadımız Demiropulos” dedi.
Bu Sotiris ile Demirel arasındaki fizyolojik benzerliğin muhtemelen aynı zamanda bir akrabalıkla da bağlantılı olabileceğini gösteriyordu. Aynı zamanda, Balkanlar’da ve o bölgede Demir Adının yaygınlığını; bu Demir adının büyük bir olasılıkla Orta Asya veya Türklükle değil, köy komünüyle, Balkanlar’daki “Sapkınlık”la ilgili olduğunu da kanıtlıyordu 
Ulusçuluğun yükseldiği çağda uygarlığa geçen çözülen köy komününün kalıntısı olan aynı Demir ismi, bir kolda Türk Demirel’e diğer kolda Yunan Demiropulos’a dönüşüyordu.
Dedemin Demir adı beni Balkan neolitik köy komünü ve sapkın tarikatlarla, tarihin kayıp halkası ve ulusçulukla tekrar karşılaştırmıştı.
Dedemin adı Osmanlılıktan Türklüğe, yani klasik uygarlıktan modern ulus devlete, geçtiği için değil; uygarlık öncesinin bir kalıntısı olarak Demir’di ve zaten o uygarlaştıkça, son Roma’nın en son günlerinde onun bir memuru olurken, bu Batıni adı terk etmiş ve Bahaeddin adını almıştı. Klasik uygarlıklar çökerken o klasik uygarlıklara en son geçen bir çevre ve aileden geldiğini gösteriyordu bu isim.
Ve ne klasik uygarlıkların, ne de modern uygarlığın tarihi anlatışlarında bu neolitik köy toplumunun yeri yoktu. Birinde yok edilmesi gereken “cahiliye”, birinde düzgün ve aklın egemenliğine doğru ilerleyen bir tarihin en geri ve hurafelerle, mitlerle dolu, “Tarih Öncesi”nde kaldığı var sayılan “karanlık” bir dönemiydi. O “tarih öncesi” ise, yirminci yüzyılın ortalarına kadar insanlığın büyük çoğunluğu için yaşanan “şimdi”ydi.
*
Dedemin doğup büyüdüğü yer olan, Kesriye (Kastoria), Makedonya’daki birçok şehir gibi (Yanya, Ohri vs.) bir gölün kenarında, gölün içine doğru bir yarımadanın üzerine kurulmuş, bugün nüfusu yirmi binler civarında bir şehir.
Hem suda hem karada yaşayan memeli hayvanların (Samur vs.) derisi çok kıymetli olur. Eskiden bu gölde de bol miktarda Kastor adı verilen Avrupa Kunduzu varmış. Şehrin adının[17]büyük bir olasılıkla bu Hayvandan geldiği düşünülüyor.
Şehrin ekonomisi büyük ölçüde bu hayvanın derisine ve derisinin işlenmesine bağlı ve bu nedenle de hep zengin bir şehir olmuş. Yüzyıllarca Kesriyeli deri tüccarlarının önemli büyük şehirlerde temsilcileri olmuş. Bugün bile Paris, Londra gibi büyük şehirlerde dericilik hala Kesriyeli tüccarların elindeymiş. Şehirde 1400’lerden beri İspanya’dan gelmiş Sefarad Yahudilerin varlığı kayda geçmiş.[18]
On dokuzuncu yüzyılın başlarında bölgeyi gezen Seyyah William Martin Leake, şehrin nüfusunu, onda biri Yahudi, kalanları yarı yarıya Müslüman ve Ortodoks 600 aile olarak belirliyor. Ve 12 Yüzyıldan beri neredeyse şehrin değişmeden kaldığını ifade ediyor.
Kesriye Sanayinin çevre üzerindeki tahrip edici etkilerini çok önceden yaşamış bir şehir olmalı. Bugün artık gölde bu kürkleri işlenen ve Kesriyelileri dünyanın sayılı dericileri yapan kunduzlar (kastorlar) yok. Büyük bir olasılıkla, hem avlanması hem de derilerini işleyen debbağhanelerin (tabakhane) son derece zehirli artıkları göldeki kastorların soyunu tüketmiş olmalı.
Kürk üretimi, deri işlemesi ve ticareti Osmanlı dönemi boyunca Kesriye’yi epeyce zengin bir şehir yapmış. Bu şehrin, Osmanlı’nın keyfi idaresi, tefecilik ağır vergiler altında ezilen ve yok olan civardaki yoksul köylüleri kendine çektiği, onlara iş ve aş kapısı olduğu tahmin edilebilir. Aynı zamanda bu şehirde bir burjuvazinin ve burjuva fikirlerin gelişimine de uygun bir zemin hazırladığı düşünülebilir.
*
Böyle bir şehirde doğmuş dedem. Ama muhtemelen, birkaç kuşak önce civar köylerde yaşayan bir aileden geliyor olsa gerek Demir adının ima ettiği gibi. Babası ve Anasının fakir olmaları, babasının balıkçılık, anasının ev işleri ve dokumacılık yapması da bu varsayımı destekliyor[19]. Malları olmadığı için okuması ve sınıf atlamak için tek yolun memurluk olması da ayrı bir delil sayılabilir.
Yani kökleri Osmanlı devlet aygıtından değil, muhtemelen Slav veya Arnavut kökenli civardaki “sapkın” köylerden. Bizans zamanındaki Hıristiyan “sapkın”lığından Bogomil veya Katar, Bizans baskısına karşı direnişte ve Osmanlı ile ittifakta, Demir Baba’lar gibi “Evliyalar” aracılığıyla Osmanlı zamanındaki Müslüman “sapkın”lığına (Alevi-Bektaşi) geçmiş, şehre göçünce de kolayca Sünnileşmiş bir aileden geldiği tahmin edilebilir[20].
*
Önemli tarihsel olaylar bakımından doğru zamanda doğru yerde olmak, o insanların kaderi bakımından pekâlâ yanlış zamanda yanlış yerde bulunmak anlamına da gelir. Önemli tarihsel olaylar bağlamında doğru zamanda doğru yerde bulunan Dedem ve ailesi için durum tam böyleydi: kendi yaşamları bakımından yanlış zamanda yanlış yerdeydiler. Bunun sonucu da, birbiri peşi sıra gelen alt üstlükler; birbiri peşi sıra ölen çocuklar; göçler, hayal kırıklıkları.
Anılar yorgun, artık koyuvermiş, yorulmuş, tükenmiş, hayal kırıklıkları yaşamış bir insanın ruh halini yansıtıyor. Hatta tam bu ruh halinin anıların yazılmasının nedeni olduğu bile düşünülebilir.
Daha ilk satırlarında 45 yaşında hayatına bakıp bir “hiç”ten başka bir şey görmediğini yazarak başlıyor anılarına.
Belli ki, yorgun, koyuvermiş ve beklentisi yok. Belki de bu anılar tutunabilmek için son bir çaba. Çünkü unutulmak da, hiç bir iz bırakmadan yok olmak da istemiyor. “Bari birkaç sene olsun sözde kalmak ve gözle görünmek için” kaleme sarılıyorum diyor.
İnsan iki kere ölür derler, biri biyolojik olarak öldüğünde, bir de birileri bir gün bir yerlerde ondan son kez söz ettiğinde.
Söz uçar yazı kalır” derler.  Gerçekten de yazılmış anılar en azından uzunca bir süre, ikinci anlamda ölümün gecikmesi, hatta toplumsal tarihin ölçüleriyle sonsuza kadar uzaması, bir anlamda ölümsüzlük demektir.
Ama Demir Aydın anılarını yazmasına rağmen az daha ikinci anlamda da ölecekti ve fiilen ölmüş de sayılırdı. Çünkü hayatını mahveden ulusçuluk ve onun sonuçlarından biri olan “Harf Devrimi”, onların, kendileri için yazılmış sonraki kuşaklarca okunup anlaşılmasını neredeyse olanaksız kılmıştı. Ulusçuluk sadece birinci ölümünün değil, az daha ikinci ölümünün de nedeni olacaktı. Aslında ikinci ölüm anlamında, bir ölümden sonraki diriliş gibi de (”Basü badel mevt”, “reenkarnasyon”) görülebilir.
*

Yazardaki tükenmişlik ve umutsuzluk kanımca anıların içeriğini de belirliyor. Muhtemelen tam da bu nedenle aslında bir aile tarihi ve aile için yazılmış.
Şarkta okuma yazma bilenler aşağı yukarı “Devlet Sınıfları”nı ya da “Kapıkulları”nı oluştururlar. Varlıklarıyla devletin özdeşleştiği bu biricik okuma yazma bilen tabakası arasından anı yazan pek çıkmaz.
Kırk yılda bir çıkan ise, genellikle resmi bir yazışma gibi yazar anılarını.
Ve o resmi yazışma gibi anıların hemen hepsinde esas yazılması gerekenler yazılmaz; “bunlar benimle mezara gidecektir” tarzında notlar düşüldüğü görülür. Hele özel hayat, iç dünyalar ve içtenlik bu anılarda neredeyse hiç yer almaz. Anılar genellikle önemli toplumsal, siyasal olaylar ve bunlardaki kişisel roller üzerine olur.
Şimdi artık nihayet okuyabildiğimde gördüğüm gibi, Demir Aydın’ın anıları biraz daha farklı bir özellik sunuyor.
Önemli siyasal ve toplumsal olayların geçtiği yerlerde bulunmasına rağmen onlardan kendisinin veya ailesinin hayatına etkileri ölçüsünde söz edilmektedir genellikle. Kanımca bu “ilginç olmayan” yanı onları ilginç kılmaktadır tarihçi ve sosyologlar için.
Denebilir ki, bir kuş bakışı ya da perspektifi yoktur anılarda. Aşağıdan yukarı doğru, sıradan insanların büyük olayları algılayışının perspektifiyle, bir tür “kurbağa perspektifi” ile yazılmışlardır.
Anılar, vakayinamecilerin, kronikçilerin geleneksel stilindedirler. Tarih sırasına göre olayların anlatılması biçiminde giderler. Bu bakımdan son antik imparatorluğun bir memuru olduğu gibi bu antik imparatorlukların tarihçilik (kronikçilik) geleneğine de bağlanabilir. Vakayinamelerin, kroniklerin son örneklerinden biri gibi de görülebilir.
Ama artık devletin ya da büyük adamların değil, bir ailenin kroniğidir. Zaten bunu önsözde açıkça da belirtir: “ailemin sergüzeşt hayatı hakkında bir şeyler” karalamak olarak niteler yazdıklarını.
Ama bu kronik artık bir anı formu altındadır. Anı ise modern bir formdur. Bu bakımdan bir geçiş biçimi özelliği taşımaktadır. Bu geçiş karakteri içeriğinde de görülmektedir. Esas olarak doğumlar, ölümler, terfiler, maaşlar, tayinler anlatılırken, zaman zaman kimi içten ya da aile sırrı olacak bölümler de görülmektedir.
Belki de bu anıları tam bu özellikleri ilginç kılıyor. Büyük olayları anlatan klasik tarih ve tarihçiler için pek değerli bilgiler olmayabilir ama günlük hayatın ve sıradan insanın dünyasını merkeze alan bir tarih ve tarihçilik için epey malzeme sunduğu varsayılabilir.
*
Dedemin Anıları, ismi ve yaşadığı yerler üzerine yazabileceklerim şimdilik bu kadar.
07 Ekim 2010 Perşembe
Demir Küçükaydın

Hoş Bir Tesadüf
Dedemin anılarının hazırlanmasıyla ilgili olarak görüşmek üzere yayınevine bir gidişimde o zamana ilişkin bazı görsel malzemeyle kitabın zenginleştirilmesi üzerine konuşmuştuk. Ben de bu önsözü yazarken İnternette yüzeysel bir araştırma yapmış ve bazı görsel malzemeler de toplamıştım. Bunların arasında, Kesriyeli Yahudi bir aileye ilişkin bir fotoğraf  da vardı.
Bu konuşmadan sonra çıkıp bir Fotoğrafçılık dergisi de çıkaran bir arkadaşımı ziyarete gittim. Çıkardıkları dergiden[21]bir sayı verdi bir fikir sahibi olayım diye. Derginin içine bakınca, İnternette araştırma yaparken bulduğum Kesriyeli Yahudi Ailesi’nin fotoğrafına rastladım ve ben bunu biliyorum dedim. Sonra fotoğrafı çekene ve diğer fotoğraflara bakınca, bir hazineyle karşılaştığımı gördüm.
Fotoğrafçı, Leonidas Papazoğlu idi. Dedemle aynı yıl (1872) Kesriye’de doğmuştu ve aynı neredeyse aynı yıl (1918) Kesriye’de İspanyol gribinden ölmüştü. (Dedem de muhtemelen, oğlu bahriyeli Necmettin gibi bu İspanyol gribinden ölmüş).
Papazoğulları, tıpkı Manaki’ler gibi iki kardeşler (diğer kardeşin adı Pandelis). Babalarının ölümünden sonra (1890’ların sonu)  Kesriye’ye yerleşmişler ve orada yıllarca fotoğrafçılık yapmışlar. Kimbilir belki dedemin elde bulunan tek resmi resmi bile Papazoğlu’nun çektiği bir resim olabilir. Belki Dedemin anılarında anlattığı  İstanbul’a ilk gelişinde orada buluştuğu ve misafirperverliklerini övdüğü Kesriyeli Rum ve Bulgar hemşehrileri arasında Papazoğlu kardeşler de vardı. Çünkü küçük bir kasabada herkes birbirini tanır hele aynı yıl doğmuşlarsa. Ve büyük şehre gidenler birbirlerine yardımcı olurlar.
Leonidas Papazoğlu’nun fotoğrafları o dönemin Kesriye ve Balkanlarının eşsiz belgeleri. Özellikle çeteler ve tiplere ait fotoğraflar o dönemin insanları, giyinişleri ve ilişkileri hakkında daha somut bir görüntü sağlıyor.
Bu resimlerden bir seçme Wikimedia’da şu adreste var: http://commons.wikimedia.org/wiki/Category:Pictures_by_Leonidas_Papazoglou

16 Ekim 2010 Cumartesi
Demir Küçükaydın



[1]Nazım’ın “Onlarki (...) / korkak / cesur / cahil / hakim / ve çocukturlar (...)” şeklinde sürensatırlarına benzetmiştim. Şimdi dedemin anılarının girişindeki o satırların şöyle olduğunu görüyorum:
“İnsan namıyla be-nâm olan eşraf-ı mahlukat, “âlim, fâzıl, kamil, sehi, şeci*, sabır, kâbet, metin, fedakar! Aynı zamanda hayvan, cahil, bencil, korkak, aciz naciz, vahşi, şaki, dini, cani, gaddar, hûn-hârdır.”
Her ne kadar Nazım Hikmet proletaryadan, Demir Aydın genel olarak insanlardan bahsediyorsa da çelişkili özellikleri yan yana dizmek bakımından bir yakınlıkları olduğu ve o ilk izlenimin pek temelsiz olmadığı görülüyor.
[2] Bir bakıma dedemin anıları bu genel eğilimin bir gerçekleşmesi olarak görülebilir. Ölümüne yakın ailesi ve geçmişi üzerine düşünmeye ve yazmaya başlar.
[3] Eric Hobsbawm, takvimi değil, temel karakteristiklerini göz önüne alarak, Yirminci Yüzyılı 1917’de Ekim Devrimi ile başlatıp 1989 veya 90’larda Duvar’ın veya Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle bitiriyor ve bu nedenle ona “Kısa Yüzyıl” ama aynı zamanda bir “Aşırılıklar Çağı” diyor.
[4] Yanaki (1878-1954) ve Milton (1880-1964) Manaki, Avdela’nın Vlach köyünde doğdular. 1898 yılında Yanaki bir meslek lisesinde kaligrafi ve çizim öğrettiği Yanya’da bir fotoğraf stüdyosu açtı. Aynı sene, Milton Manaki’de ona katıldı ve kardeşinin stüdyosunda fotoğraf sanatını öğrenmeye başladı.
1904’te Manaki Kardeşler Manastır’a (Bitola) taşınmaya karar verdiler. Şehir o dönemde Balkanların önemli bir ekonomik, politik ve kültürel merkeziydi. Bir sene sonra Manastır’da meşhur “Sanat Fotoğrafçılığı Atölyesi”ni açtılar. 19. yüzyıldan 20. yüzyıla geçerken, Balkan Savaşları ve 1. Dünya Savaşı ile çalkalanan Balkanlar’da Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkan kanadında yer alan Manastır’da 30 bin Türk askeri bulunuyordu. Burada askeri akademi, okullar, bankalar ve matbaalar vardı. Avrupa etkisinde zengin ailelerin yanı sıra banliyölerde yoksul sınıfın da olduğu bir ticaret merkezi haline gelmişti. Kısaca, Manastır’da yoğun bir şekilde fotoğraf makinesiyle çalışan Manaki Kardeşleri cezbeden ilginç, çekici bir hayat vardı
Milton Manaki’nin anılarında 1905’te ağabeyi Yanaki’nin Avrupa’daki başkentlere seyahat ettiği yazar. Yanaki Londra’daki Charles Şehir Ticaret Merkezi’nden 300 model numaralı Bioskop film kamerası alır. Camera 300 olarak bilinen bu kamerayla mahalledeki ve ailelerindeki başka kadınlarla gezinen 114 yaşındaki neneleri Despina’yı ölümsüzleştirirler (1905). Bu onların ilk filmidir.
Ölümünden kısa bir süre önce, Milton tüm foıtoğraflarını ve dosyalarını Makedonya Devlet Arşivi’ne verir. Bu kararı sayesinde Manaki Kardeşlerin çok önemli eserleri korunmuştur. Bugün Bitola Arşivinde içlerinden 10,952’si Manaki Kardeşler tarafından basılmış ve gerisi negatiflerden çoğaltılmış 17,854 fotoğraf bulunmaktadır. 1950’de 2000 metreden uzun film malzemesi basılıp çoğaltılmış ve Budapeşte’deki laboratuarda 1955 yılında 35 mm.’ye aktarılmıştır. Bu eserler, bugün Üsküp’teki Makedonya Sinematek’nde korunmaktadırlar.  Bugün Makedonya’da Bitola’da (Manastır) onların anısına film festivalleri ve ödülleri bulunmaktadır.
[5] Tabii burada da zamanın ruhuna uygun olarak farklı eğilimler görülmeye başlıyor. Resmi tarih Fuat Uzkınay'ın 1914 yılında çektiği 'Ayastefonas'taki Rus Abidesinin Yıkılışı' filmini ilk Türk filmi kabul ediyor. Ama sinema tarihçisi Burçak Evren, Osmanlı tebasından olan Manaki kardeşlerin 1911'de Sutan V. Mehmet'in (Reşat) Bitola (Manastır) ziyaretini belgeleyen filminin, Türk sinemasının ilk filmi olduğunu söylüyormuş.
[6]Demokratik bir ulusçuluk” derken ulusun bir dile, dine, etniye, soya, kültüre, ırka, tarihe göre tanımlanmasını reddeden, ulusu böyle tanımlamaya karşı tanımlayan ulusçuluğu kastediyoruz. Sanılanın, yaygın ve yanıltıcı kullanımın aksine, bu da ulusçuluğun, ulus devletin aşılması ve sonu değil, bir ulusçuluktur ama demokratik bir ulusçuluktur. Ulusçuluğun ve ulusal devletin aşılması, bu en demokratik ulusçuluğun bile reddi ile; nasıl tanımlanırsa tanımlansın, ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesinin reddi ile, yani bütün ulusal sınırların ve devletlerin reddi ve imhası ile mümkün olabilir.
[7]İkinci Dünya Savaşı’na kadar Selanik nüfusunun çoğunluğunu Yahudiler oluşturuyordu. Naziler bu insanları imha ettiler.
[8] Burada “Bey” değil “Efendi” sözcüğünü kasıtlı kullanıyorum. Babaannem eşinin kendisine “Bey” denmesinden hoşlanmadığını “Efendi” sıfatını tercih ettiğini, Herkesin “Bey” olabileceğini ama “Efendi” olamayacağını söylediğini söylerdi hatırladığım kadarıyla.
[9]O sıralar asıl ilgimi çeken konu, Kürt aşiretlerinin birbiriyle yakınlıkları ve bunların şemasıydı ve bu konuda da gerçekten çok şeyler biliyordu. O gece oturup, bütün Kürt aşiretlerinin bir şemasını çıkarmıştık. Bu şema daha sonra hapishanedeki aramalarda kaybolup gitti. Yanlış hatırlamıyorsam şemada “Mil” ve “Zil” diye iki ana kol olduğu görülüyor ve diğer bütün aşiretler bunlardan bir ağacın dalları gibi dağılıyordu.
[10]“Kürdistan”daki Medreselerin bu binlerce yıldan süzülmüş birikimin taşıyıcısı olduğunu, medreselerin kapanmasının ruhsal ve entelektüel bir çölleşme ile sonuçlandığını yıllar sonra fark edebilecektim. Bir Musa Anter veya Sırrı Süreyya Önder’de görülen o başka derinlikler, bu yok olmuş Medrese birikimiyle ilgiliydi kanımca.
[11] Dionysos, (Baküs, Cemşid) dini neolitik devrimin bütün izlerini taşımaktadır. Burada ilginç bir anekdot aktarılabilir o neolitik köy topluluğunun bugüne kadar başka biçimler altında devam ettiğine ilişkin olarak. Eurupides’in Bakkhalar’ını çeviren Sabahattin Eyüboğlu kitabın Önsöz’ünde şöyle bir Anekdot aktarıyor:
“Bektaşi ayinlerinde Dionysos dininden bazı izler bulunması kuvvetle tahmin edilebilir. Bu münasebetle şahsi bir hatıramı anlatmadan geçemeyeceğim. 1943 yılında İzmir’de Müze Müdürü Selahattin’in yardımıyla meydana çıkarılan bir Yunan agorasını gezmeye gitmiştim. Selahattin Bey’e Bakkhalar tragedyasında adı geçen Tmolos Dağı’nın yerini sormuş ve Manisa’daki Bozdağ olduğunu öğrenmiştim. Selahattin Bey bana, “Yunan agorasında heykeller ve abideler arasında bulduğu, Türklere ait çok eski mezar taşları gösterdi; bunların ilk Bektaşi kadınlara ait olduğunu ve bu kadınların agoraya tesadüfen gömülmüş olmadıklarını söyledi. Biraz tereddüt ettikten sonra bana bir sır da verdi: “Bektaşiliğin Dionysos diniyle yakın akrabalığını ispat edebilecek haldeyim, türlü türlü bilgiler biriktirdim, ama bunlar ancak ölümümden sonra ortaya çıkacak, siz de kimseye söylemeyin” Umarım ki geçen yıl Selahattin Bey’i çok sevdiği agorasından ansızın ayıran ölüm bu sırrı da alıp götürmemiştir.”
Sır, ulusal tarih ile gerçeğin çelişmesidir. Türk devletinin memuru ve resmi tarihi ile o memurun öğrendiği ve görmezden gelemeyeceği gerçekler çelişmektedir. Ölümünden sonraya aktararak bu çelişkiden kurtulmaya çalışmaktadır. O mezarlar “Türk” değildir ya da “Türk” mezarı denenler aslında orada binlerce yıldır yaşayanlardır. Yani Bu günün Bektaşi ve Alevileri vs.. Dünün katarları, Paulikanları, Bogomilleri; daha öncesinin Orfeusçuları veya Dyonizosçularıdır. Örneğin Bu günkü Horon, Hora tepme vs. veya Alevi Bektaşi dansları, hepsi bu neolilitik dinlerden, Dyonizos’un “horos”undan geliyor olabilir. Bu süreklilik Balkanlar’da da aynen görülebilir. Örneğin Demir Baba tekkesi muhtemelen daha önce Pagan dönemde de yine benzer işlevleri olan bir kutsal yer olsa gerektir.
[12] Muhtemelen Anadolu ve Balkanlarda ilk Müslümanlık nasıl Bizans’ın resmi Ortodoks Hıristiyanlığına karşı, Bogomil ve Paulikanların , Alevi Bektaşilik biçiminde bir yenilenme yaşamalarıyla yayılarak girdi ise, ilk Hristiyanlık da “Pagan” dönemin resmi dinine karşı, o dönemin “Paulikan veya “Bogomil”leri; “Alevi” ve “Bektaşi”leri olan “Orpheus”çuların ilk Hıristiyanlık biçiminde bir yenilenme yaşamalarıyla girmiş olabilir. Orpheus’u İsa olarak gösteren Roma Katakomblarındaki resimler bunu ima ediyorlar. Ayrıca “Orpheus Kültü”nün, çok tanrılı Antik dönemde tek tanrı fikrine yol açıcılık yaptığı da birçok araştırmacı tarafından ifade edilmektedir. Bunların ciddi biçimde araştırılması gerekmektedir.
[13] Kesriye’de her yıl yapılan Karnaval da Dyonizos kültüyle ilgilidir. Bu karnavalla ilgili Leonidas Papazoğlu’nun da çektiği fotoğraflar vardır.
[14]Çocukluğumda birkaç kez Babaannemin “Biz Türk değiliz, Osmanlıyız” dediğini hatırlıyorum. Bu ifade okulda bütün öğrendiklerimle çelişiyordu ve nereye koyacağımı bilemiyordum. Dedemin anılarında da Türk sozü hiç geçmiz. Tırnak içinde “Jön Türkler” olarak geçer ama kendi kullanımı değildir.
[15] Hikmet Kıvılcımlı’nın adında da benzer bir eğilim görülür. Asıl adı Ali’dir. Annesi veya teyzesinin rüyasına bir Bektaşi Babası girip Ali adının verilmesini ister. Sapkın gelenek, rüyada Bektaşi babası ve Ali adıyla  varlığını hissettirir, ama artık uygarlaşma ve Sünnileşme gerçekleşmiştir, Arapça kökenli Hikmet adını alır. Ali ikinci plana düşer.
[16] Muhtemelen Aydın soyadının da, aydınlanma ile iç içe geçmiş Aydın kavramıyla ilgisi yok ve yine aynı gelenekle ilgili olabilir. Bilindiği gibi, Rumeli de Aydın adı da çoktur. Bunun bir nedeni, Alevilere, sapkın mezheplerden olanlara, “ışık taifesi” denmesiyle bağlantılı olabilir. Ayrıca daha sonra Kesriye’de bir de Aydın Baba dergahı olduğunu öğrendim. Aydın adı verilmesi bu Bektaşi babasıyla da ilgili olabilir.
[17] Latince Kastel (Kasr) veya Grek mitolojisindeki Castor ve Pollux’tan geldiğini öne süren teoriler de var.
[18]İkinci Dünya Savaşının son zamanlarında (Mart 1944) Alman işgalciler şehrin Yahudilerini (763 kişi) Auschwitz-Birkenau konsantrasyon kamplarına götürüp imha ediyorlar. Bundan dört buçuk ay sonra Halk Ordusunun gerillaları şehri kurtarıyor. İç savaşın sonunda en son savaşların olduğu yerlerden biri Kesriye aynı zamanda.
[19]“Pederim balık avlamak ve ahiren balık avlamak sanatını terk ederek alıp satmak sanatıyla meşgul idi. Validem de pederime el bezlerini dokumak ve nakış, el işleri eden ve mukabilinde aldığı mebaliğle pederime muavenet eyler idi”
[20] Ancak bu Sünnileşmenin neredeyse bütün Balkanlar’da olduğu gibi derine işlemediği de görülmektedir. Uzunca bir dönem her akşam içki içer. “Validem (…) bazı işret alemlerinde bulunduğumdan dolayı son derece mütessir olur ve bu hallerden vazgeçmekliğimi emir eder idi”. “1303 senesinden 1318 senesi evasıtına kadar işret kullandım. Binaenaleyh giceleri bazen saat bir, ikide bazen de üç derununda eve gelür idim.”
[21] Fotoğrafevi İz Dergisi, No:20, 2009/2

Marksizm’in Krizinin Temeli: Yapı - Özne İlişkisi Sorunu ve Sorunun Çözümü

$
0
0
Biri Tarihsel Maddeciliğin bir açıklaması (Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı'ya Önsöz), diğeri bir uygulaması (Komünist Manifesto) olan bu iki metin, toplumsal değişimin mekanizmasını; Toplumsal Devrimdenen aynı olguyu ele alırlar ama bunu farklı kavram sistemleriyle ve önermelerle açıklarlar:
Teorinin bir açıklaması olan Önsöz'de şöyle:
"Gelişmelerinin belirli bir aşamasında toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine, ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder."
 Teorinin bu açıklamasının içinden çıktığı tarihe bir uygulaması, aynı zamanda bir dökümü ve programatik sonucu olan Manifesto'da şöyle:
"Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir.
Özgür insan ile köle, patrisyen ile pleb, bey ile serf, lonca ustası ile kalfa, tek sözcükle, ezen ile ezilen birbirleriyle sürekli karşı-karşıya gelmişler, kesintisiz, kimi zaman üstü örtülü, kimi zaman açık bir savaş, her keresinde ya toplumun tümüyle devrimci bir yeniden kuruluşuyla, ya da çatışan sınıfların birlikte mahvolmalarıyla sonuçlanan bir savaş sürdürmüşlerdir."
Bu iki çok temel açıklama üzerinde dikkatlice durulursu, farklı kavram sistemlerine ya da moda deyimiyle “paradigmalara” (değerler dizgesine) dayandığı görülür.
Önsöz devrimleri üretici güçler ve üretim ilişkilerinin; altyapı ve üstyapının çelişkisiyle; Manifestosınıfların çelişkisiyle açıklamaktadır.
Önsöz'de devrimlere yol açan Üretici Güçler ve onlardaki gelişme ve bunun üretim ilişkileriyle çelişkisidir; Manifesto'da ise Sınıfların arasındaki mücadeledir.
Önsöz’de Devrim tüm üst yapının değişmesi olarak ele alınırken; Manifesto’da ise Devrim devletle dolayısıyla politik iktidarla sınırlıdır.
Özetle: Önsöz, devrimleri Yapısal kavramlarla açıklamaktadır; Manifesto ise Öznelerle.
Bu farklı açıklama ilkeleri farklı sonuçlara da yol açarlar.
Önsöz'deki üretici güçler ve üretim ilişkileri çelişkisinden, açık uçlu bir gidiş, yani devrim kadar bir çöküş olasılığı da çıkmaz, ilerleyen bir tarih çıkar.
Ama Manifesto'daki sınıflar çatışmasından, çatışanların toplu bir çöküşü, yani açık uçlu bir tarih, devrim kadar çöküş de çıkar ve tam bu nedenle de toplu çöküşten de söz edilir Manifesto'da.
Önsöz'den, sınıfsız toplumlarda da devrimler olacağı ve olması gerektiği sonucu çıkar, çünkü Üretici Güçler sınıfsız toplumlarda da gelişir ve değişirler. Ama Manifesto'dan sınıfsız toplumlarda devrimler olacağı sonucu çıkarılamaz, çünkü sınıflar yoktur.
Bu çelişki ve farklar, metinlerin birinin teoriyi açıklayan, diğerinin uygulayan metinlere ait olmalarından doğmamaktadır.
Bu iki metindeki kavramlar arasında belli bir çelişki (veya kopukluk) vardır.
Bu çelişkinin ortadan kaldırılması için en azından bu iki kavram sistemi arasındaki ilişkinin bir bağının kurulması gerekmektedir.
Öte yandan, bu çelişik ve farklı sonuçlara yol açan kavram sistemleri, belli dönemlere ilişkin olarak, her biri aynı zamanda kendine göre iç tutarlılığı olan açıklamalar da sunmaktadır ya da en azından öyle görünmektedir. İkisinde de gerçeği daha derinden kavramayı sağlayan bir yan vardır. Dolayısıyla bunlar öyle kolayca bir yana da atılamazlar.
Yani bir bakıma Fizikteki, biri atom altı alemde son derece tutarlı ve doyurucu açıklamalar sunan ve deneylerle kanıtlanabilen Kuantum Kuramı, diğeri, büyük alan ve kütlelerde aynı şekilde hem kanıtlanabilen ve hem de doğru öngörüler yapma olanağı sunan Genel Görecelik Kuramı arasındaki gibi bir ilişki söz konusudur. Bu iki kuram, aynı kavram sistemi içinde birleşmiş değildir. Modern fiziğin bütün çabası, bu iki teorik sistemi de içinde birleştiren ve kapsayan, eski deyimiyle bir "Birleşik Alanlar Kuramı" veya daha yeni ve moda deyimiyle "Evren Formülü"ne ulaşabilmektir.
İşte Marksizm’in ihtiyacı olan da, bu farklı açıklama ilkelerini bir tek açıklama ilkesinde toparlamak; bir "Toplum Formülü"ne ulaşmaktır.
Marksistlerin çoğu bu çelişkinin adını koymamışlardır ve bilincinde değildirler ama suda yaşayıp da suda yaşadığını bilmeyen balıklar gibi, bilinçsizce yaptıkları hep bu çelişkiyi aşma çabasından başka bir şey de değildir.
Bu çelişki ve sorun, özellikle ikinci dünya savaşından sonraki dönemde, Marksistleri meşgul etmekte, adını koymadan bu çelişkiyi çözme girişimleri bulunmaktadır.
Marksizm’in krizinin temelinde bu çelişkinin yattığı söylenebilir.
Kıvılcımlının tüm teorik çabası da, Yapı ve Özne sorunu olarak tanımladığımız bu çelişkiyi, bu uyumsuzluğu adını koymadan aşma çabasından başka bir şey değildir.
*
“Üretici Güçler” ayaklanıp devrimleri yapmadıklarına ve yapamayacaklarına göre, en azından Üretici Güçlerin belli bir grup insanın varlığında ve eyleminde ete kemiğe bürünüp devrimlerin öznesi olarak ortaya çıkması gerekir.
Bu sorun şöyle de ifade edilebilir: Üretici güçler, hangi mekanizmayla devrimci sınıfın varlığında bir özne olarak ortaya çıkmaktadır ve bu çıkış iç tutarlılığı olan hangi kavramlar aracılığıyla açıklanabilir?
İşte, Yapı ve Özne çelişkisini, Marks, “Devrimci sınıfın kendisinin en büyük üretici güç olduğuönermesiyle aşar ya da aşmaya çalışır. Yani özne ve yapı, iki farklı açıklama ilkesi değil; aynı gerçekliğin iki farklı görünümü gibi ele alınır.
Marks bu özdeşliği Felsefenin Sefaleti'ndeki şu satırlarla ifade der:
"Sınıflar zıtlaşması üzerine kurulu her Toplum için ezilen bir sınıf hayati bir zarurettir. Ezilen sınıfın kurtuluşu için: Daha önce edinilmiş üretici güçlerle, varolan sosyal münasebetlerin artık birlikte varolamaz bulunmaları gerektir. Bütün üretim aletleri içinde en büyük üretici güç, devrimci sınıfın ta kendisidir. Devrimci elemanların sınıf olarak örgütlenmesi: Eski Toplum içinde meydana gelebilecek olan bütün üretici güçlerin varolduğunu farz ve kabul ettirir."
Gerçi her ne kadar bu bağlantıda, Önsöz’ün mantığına göre sınıfsız toplumda da devrimler olması gerekirken, sınıfsız toplumda bu “en büyük üretici güç” olan “devrimci sınıf” olmadığından, devrimlerin olmaması gerektiği gibi bir çelişkili sonuca yol açan bir tutarsızlık bulunuyorsa da, en azından modern tarih için, işçi hareketi de esas olarak Avrupa ile sınırlı kaldığı sürece, bu açıklama sorunu çözmüş gibi görünüyordu.
Gerçekten de 19. Yüzyılda Tekniğin gelişmesine paralel olarak bizzat onu kullanan ve onunla birlikte gelişen ve de aynı zamanda üretici olan sınıfın aynı zamanda en büyük üretici güç olduğu önermesi gerçeğe tıpatıp uyuyor görünüyordu.
Böylece de Yapı ve Özne (Önsöz ve Manifesto) arasındaki bağlantı sorunsuz olarak çözülmüş görünüyordu.
Ancak İkinci Dünya savaşından sonra bu resim değişmeye başladı, hatta tam tersi bir durum ortaya çıktı.
Artık Kapitalizmin, üretici güçlerin verili gelişim düzeyi için bir engel olduğu açık olarak ortaya çıkmasına rağmen ve en büyük üretici güç olan işçi sınıfı var olmasına ve örgütlü olmasına rağmen, ne bu sınıf devrimcilik yapıyor ne de devrimler oluyordu. Buna karşılık devrimci hareketler, köylü ve ulusal kurtuluş hareketleri olarak Üçüncü Dünyaya kayıyordu.
Bu durum ister istemez Marksist teoride ciddi bir bunalıma yol açtı. Özne ve Yapı ilişkisi ve özdeşliği eskisi kadar kolayca kurulamıyordu artık. Evet, Üretici Güçler gelişmişti ve ilişkilere sığmıyordu ama “en büyük üretici güç” olan İşçi Sınıfı, bu güçlerin özne hali, davranması gerektiği gibi davranmıyordu.
Bu çelişkiyi açıklama ve aşma denemeleri damgasını vurur 20.yüzyılın Marksizmine.
Troçkizm diye bilinen klasik Marksist gelenek, "öznel koşullar" la bir açıklama sunuyordu.
Troçki’nin adına bağlı, aslında Klasik Marksist önermelerin mantığına bağlı gelenek, Avrupa'da geri bir ülkede (Rusya) devrimin işçileri iktidara getirmesi; bu devrim yayılamayıp tecrit olunca, tam da üretici güçlerin geriliği durumunda sosyalizm olamayacağı, Marks'ın dediği gibi bütün pislikler geri döndüğü için, Sovyetlerin bürokratik yozlaşmaya uğraması ve bu yozlaşmanın da Üçüncü Enternasyonal ve Ekim devriminin etkisi ve prestiji ile bütün dünya işçi hareketini öznel olarak felç etmesi şeklinde bir açıklama getiriyordu.
Bu açıklamaya göre de sorun öznel koşullarla ilgiliydi. Sorun bu öznel zaafın aşılması (Troçkist terminolojide: “önderlik krizi”) olarak koyuluyor ve yapı ve özne ilişkisinin sorunları kendi içinde az çok tutarlı olan bu açıklamanınufku dışında kalıyordu.
Ama gerçekten de Klasik Marksizmin (Yani Marks, Engels, Lenin’lerin kavramlarıyla) temel kavramlarıyla oynanmadıkça yapılabilecek biricik tutarlı açıklama bu olabilirdi. Ve tam da bu nedenle, bu açıklamanın gücü, bir bakıma tam da güçsüzlüğünün, en temel sorunlardaki körlüğünün ve onları gündem dışında tutuşunun nedeni olarak ortaya çıkıyordu.
*
Bir diğer gelenek yine bu dönemde "Üçüncü Dünyacılık" biçiminde oluştu. Devrimci hareketlerin geri ülkelere ve sömürgelere kayması sonucu bu öznelerin yapı ile ilişkisinin nasıl kurulacağı sorununu gündeme getiriyor ve bunlar, ekonominin dolayımıyla, kapitalist sistemi bir merkez ve çevre çelişkisi içinde ele alarak, Özne'yi, yani Üçüncü Dünyadaki Hareketleri, Yapı'ya bağlamaya çalıştılar. Son duruşmada bu bağı ekonomi ve onun da temelinde yoksulluk, sömürü ve baskı üzerinden kurmaya çalıştılar. Ama bunların hiç de bu bağı kurmaya yetmediği, yoksulluk, sömürü ve baskının bütün sınıflı toplum tarihinde görüldüğü, bu açıklama çabasının en zayıf yeriydi.
*
Yapısalcılık, Avrupa'da ise, İşçi Sınıfının devrimcilik gösterememesinin ortaya çıkardığı hayal kırıklığı ve bunalım, özne tarihten çıkarılarak, bu kategori reddedilerek, yapısalcılığa geçilerekçözülmeye çalışıldı.
Türkiye'de de Küçük burjuva devrimciliğinin kendisinde büyük bir keramet bulduğu, Kapital'i okumadan "Kapitali Okumak" diye kitap yazan Althusser'in "Tarihin öznesi yoktur" önermesi, (Marks her ne kadar Tarihin değil de devrimlerin özneleri ile meşgul idiyse de) bu geçiş ve sorun karşısında teslim bayrağını çekişin bir sembolü olarak görülebilir.
Bu akımın evriminin; özneyi tarihten silişinin, yani yapısalcılığın, nasıl bir öznelciliğe evrimleşip çölde yok olan bir akarsu gibi buharlaştığı, Perry Anderson'un Tarihsel Maddeciliğin İzinde adlı eserinde etraflıca anlatılmaktadır.
*
Post Marksizm. Ancak tarihin ince alayı öyledir ki, öznenin yok edilerek sorunun çözümünün arandığı noktadaortalığı özneler kapladı: İşçi Sınıfı ortalıkta yoktu ama Kadın Hareketi, Ulusal Kurtuluş Hareketleri, Siyah Hareketleri, Ekoloji Hareketleri, Barış Hareketleri gibi, üretim süreçleriyle doğrudan ilişkisi olmayan, sınıfların aksine üretim ilişkileri içindeki konumlarına göre ortaya çıkmayan özneler ortalığı kapladı. İşçi sınıfı her hangi bir devrimcilik gösteremez, Keynezyanizmi savunmakla uğraşırken, bu "Yeni Sosyal Hareketler" çok radikal bir çıkış gösteriyorlardı.
Peki, o zaman bu nasıl açıklanacaktı?  İşçi Sınıfının kendisi üretimle ilgiliydi ve o zaman özne ve yapı arasındaki ilişkiyi kurmak kolay olabiliyordu. Şimdi radikallikleri ya da varoluşları, üretim münasebetleri içindeki ilişkilerden kaynaklanmayan bu öznelerin varlığını yapıya, üretici güçlere bağlamak nasıl mümkün olacaktı? Bu yöndeki çabalar genellikle Post Marksizm biçiminde Marksizm’in terki ile sonuçlandı. Bu yöndeki son çabalardan birini, bunların son silik yankısını, belki de kuğu çığlığını, Negri'nin “Çokluk” unda görüyoruz.
*
Ama tıpkı Yapısalcıların Özneyi yok ettikleri yerde tarihin ince bir alayıyla ortalığı özneler kapladıysa; Negri'nin bu ortalığı kaplamış öznelere "Çokluk" dediği yerde bir yokluk ortalığı kapladı.
Ama bu yokluğa da Politik İslam veya Ulusal çatışmaların varlığı damgasını vuruyordu veya bunların varlığı o yokluğun öteki yüzüydü.
*
Ama bu arada zaten Duvar yıkıldığından beri artık Marksist teorinin de bir yeri kalmadığından, bu sorunları tartışacak ve ortaya koyacak kimse de kalmadı.
Bunu tartışacak insanların ve bu insanlara yön verecek bir sosyal hareketin olmaması bu sorunlar olmadığı anlamına gelmiyordu elbette. Ama somut durum buydu.
Böylece Yapı ve Özne Sorunu ve bunların çelişkisi, bu bağlantının modern tarihte doğrulanmaması veya bu bağlantıyı Marks'ın koyduğu biçimde ele alışın modern tarihi açıklamaması, fiilen, kendileri günlük politikanın girdabında ayakta durmaya çalışan tek tük Marksistlerin bilincinden ve gündeminden düşmüş oluyordu.
Dolayısıyla bu yapı ve özne sorunuyla Antik Tarih'te karşılaşıp şimdiye kadar bu alanda en sistemli çabayı göstermiş bulunan Kıvılcımlı'nın yaptığının öneminin ve anlamının anlaşılmasının koşulları da ortadan kalkmış bulunuyordu.
*
Marksizm, Yapı ve Özne ilişkisini kurmakta, sadece İkinci Dünya Savaşı sonrası modern tarihte sorunla karşılaşılmıyordu; sorun çok daha köklü ve aşılmaz olarak, tüm Antik Tarih'te yani kapitalizm öncesi sınıflı toplumlarda ortaya çıkıyordu.
İşte Kıvılcımlı'nın teorik eseri, bir bakıma, kavramsal iç tutarlılığa değer veren ve eleştirel Devrimci Marksizm’in özne ve yapı çelişkisini aşmak, bu farklı ilkeleri bir ilkede birleştirmek için giriştiği en kapsamlı ve sistematik çaba olmasındadır.
Kıvılcımlı, Kapitalizm öncesi sınıflı toplumlar tarihinde, uygarlıkların ve/veya devletlerin kuruluş ve yıkılışlarının aslında devrimler olduğu gözlemini yapmıştı. Tabii ortaya bu devrimlerin mekanizmalarının Marksizm’in kavramsal araçlarıyla açıklanması da gerekiyordu. Ama burada yeni sorunlar ortaya çıkıyordu.
Eğer kapitalizm öncesi tarihte devrimleri yapanlar üreticiler, yani esas olarak köylüler veya köleler olsaydı, bu üreticilikten hareketle "En büyük üretici güç üreticilerin kendileridir" denilerek, devrimci sınıf ve üretici güç özdeşliği kapitalizm öncesi tarihe de uzatılabilir ve sistem belki bir ölçüde kurtulabilirdi.
Ama olgulara bakınca, kapitalizm öncesi tarihte köleler ve serfler devrimci bir sınıf değildiler ve modern tarihte işçi sınıfının gördüğü işlevi görenler, henüz Komün yaşamından kopmamış ve uygarlaşmamış “barbarlar”dı. Üretici ve ezilen sınıflar devrimci bir sınıf oluşturmuyorlardı. Keza bu “barbarlar” üretici bir sınıf olmadıkları gibi, üretici güçlerin gelişmişliğine dayanmıyorlardı, genellikle daha geri bir üretici güçler seviyesini ve üretim ilişkilerini temsil ediyorlardı.
Ve nihayet, kapitalizm öncesi klasik uygarlıklar tarihinde üretici güçlerin gelişmesi de söz konusu değildi. Sanayi devrimine kadar neredeyse hiçbir gelişme yoktu. Var olan gelişmeler nicel denebilecek karakterdeydi, bu sınırlı gelişmelerle tarihin o tüm karmaşıklığını ve onlarca tarihsel devrimi açıklamak mümkün değildi.
Bu durumda, bir Marksist olarak Kıvılcımlı'nın karşısına şu soru çıkıyordu: bu gidiş o teorinin kavramlarıyla nasıl açıklanabilirdi? Eldeki kavramlar Böyle bir açıklamayı olanaklı kılıyorlar mıydı?
Bu sorunu bizzat onun kaleminden okuyalım:
"Şimdi burada genellikle deyimlendirilen Devrim şartlarını, Tarihsel Devrim problemi ile karşılaştıralım: 
 1 - Antika Medeniyet "sınıfların zıtlaşması üzerine kurulu" bir Toplumdur. Orada ezilen sınıf: Kölelerdir. 
 2 -Kölelerin kurtuluşu için antika üretici güçlerle, antika üretim münasebetleri arasında "birlikte varolamaz"lık yetmiş midir? Hayır. Bu, moda deyimiyle "coeksiztans: Birlikte varoluş" imkânsızlığı, ne köleleri, ne antika medeniyetleri kurtarabilmiştir. Tersine bütünüyle Toplumu batırmıştır. Neden? Tarihsel maddeciliğin üçüncü şartına geliyoruz: 
 3 - Çünkü, Antika medeniyetlerde "en büyük üretici güç olan devrimci sınıf" yoktur. O neden? 
 4 - Çünkü: Antika medeniyetlerde "Devrimci elemanların sınıf olarak örgütlenmesi"ni gerektiren bütün üretici güçler "eski toplumun içinde meydana" gelememiştir. Ve o yüzden medeniyet batmıştır. 
 Tek başına her kadim medeniyet için doğru olan bu kural, bir Antika medeniyet battıktan sonra, başka bir antika medeniyetin doğuşunu aydınlatmakta yetersiz kalır. Bir medeniyet batmıştır, ama "medeniyetler" hiçbir vakit yeryüzünde sona ermemişlerdir. Antika Tarihin hiçbir çağında insanlık bütünü ile medeniyetten uzaklaşıp, ebediyen barbarlığa dönememiştir. Tersine, her batan medeniyetin yanıbaşın da yeni bir medeniyet, (hatta kendi üzerinde bir Rönesans) daima doğuvermiştir. 
 Öyleyse, ortada: Medeniyetin tümüyle ve kesince yokolması değil, bir biçimden başka biçime geçmesi vardır. Son arkeoloji belgeleri, Irak'tan başka hiçbir yerde, kendiliğinden yeni bir medeniyet doğmadığını, en bağımsız görünen Amerika "Yerli" kültürünün bile Uzakdoğu'dan sıçrama olduğunu, daha önceki mitoloji elemanlarıyla da desteklenince ispat etmiş gibidir. İlk Irak medeniyetinden Modern çağa dek gelmiş medeniyetin özellikle geçit konaklarında "üretici güçler" bakımından durum ne olmuştur? 
 Antika medeniyetleri deviren güç, Toplumun kendi içinden doğma, amacı belirli bir sosyal sınıf olmamışsa da, Toplum dışından başka bir Toplumun vurucu gücü gelmiş, eski medeniyeti baskınla yıkıp yerle bir etmiştir. Bu dışarıdan gelen güce, Greklerin "Yabancı: Ecnebi" anlamına kullandıkları "BARBAR" adı veriliyor. (Osmanlı: Atalarından dirlikçi olmayan bütün öteki yurttaşlara "ecnebi" derdi.) Tarihsel maddeciliğe göre: 
 "Güç (zor, acı kuvvet): Yeni bir Topluma gebe olan her eski Toplumun ebesidir. Gücün kendisi de bir ekonomik kudrettir." (40) 
 Antika Tarihte "güç" barbar kılığına girip medeniyet Toplumunu yıkıyordu. Bu en görmek istemeyecek bir göze batan olaydı. Yıkış sebebi: Eski medeniyetin "Gebe" olmayışından ileri geliyordu. Eski medeniyet yıkıldıktan sonra, doğan Yeni medeniyetin hangi üretici güç, nasıl "ebesi" oluyordu. Problem bu idi. Yalnız bu noktanın aydınlatımı, Tarihsel Devrimlerin en kör düğümünü çözebilirdi. Ne çare ki, tarihsel maddeciliğin keşfedildiği gündenberi, resmi Tarihsel bilimler (Fransızca'nın akar deyimiyle "c'en etait fait": İşi bitik) duruma girmişlerdir."
Bu satırlarda çok açık görüldüğü gibi, Kıvılcımlı sorunu belki Yapı ve Özne sorunu olarak adlandırmamıştır ama ortada nasıl çok temel ve zor bir sorun bulunduğunun tamamen farkındadır ve bunu açıkça ortaya koymaktadır.
Kıvılcımlı'nın önünde bir değil, birbiriyle de çelişen ve bağlantısı kurulması gereken, çözülmesi gereken birçok sorun bulunuyordu. Örneğin, Antik Tarihte Üretici Güçler (Teknoloji) neredeyse gelişmediğine göre, Üretici Güçlerin gelişmesinin devrimlerin ve toplumsal değişimin temeli olduğu önermesi nasıl ayakta kalacaktı?
Öte yandan en büyük üretici güç olan Devrimci Sınıf yoksa, bu sınıfın işlevini gören ve daha geri bir üretici güçler seviyesini (teknolojiyi) temsil eden barbarların nasıl olup da "Tarihsel" de olsa devrimler yaptığı sorusu ortaya çıkıyor ve her ikisi de (yani hem tekniğin gelişmemesi hem de barbarın geri bir teknik düzeyi temsil etmesi) üretici güçlerin (tekniğin) gelişmesinin devrimlerin ve tarihin esas devindirici gücünün olduğu önermesini; Marksizm'in bu en temel önermesini gözden geçirmeyi gerektiriyordu.
Kıvılcımlı bunu Marks ve Engels'teki kaynağa dönerek, Marks ve Engels'in benzer sorunlar karşısında ifade ettiği unutulmuş göndermelerine dayanarak ve onları antik tarihteki olgular ışığında yeniden yorumlayarakçözmeye çalıştı.
Marks ve Engels, Alman İdeolojisi'nde "Kollektif Aksiyon" yeteneğinin bizzat kendisinin bir üretici güç olduğunu söylemiyorlar mıydı? Örneğin şöyle yazıyorlardı:
"Hayatın üretimi, çalışmakla kişi hayatının, döl yetiştirmekle başkasına ait hayatın üretimi, hemen çifte bir münâsebet olarak gözükür: - Bir yandan tabiî bir münasebettir, öte yandan sosyal bir münasebettir.. Bundan çıkan sonuca göre, üretim yordamı (istihsal tarzı), yahut belirli bir sanayi seviyesi: daima kollektif bir aksiyon (topluca eylem) yordamı veya belirli bir sosyal seviye ile ortaklaşa bulunur, ve kollektif aksiyon yordamlığının kendisi de "bir üretici güç" tür; insanların erişebilecekleri üretici güçlerin miktarı sosyal durumu şartlandırır; demek "İnsanlık Tarihi" daima, sanayi ve değişim (mübadele) tarihi ile bağlı olarak incelenmeli ve işlenmeli (ekilip biçilmeli) dir." (abç, K. Marks, Die Deutsche Ideologie, s. 19).
Bu alıntı aracılığıyla Kıvılcımlı, Barbar'ı, tıpkı işçi sınıfının en büyük üretici güç olması gibi, Kollektif Aksiyon yeteneği aracılığıyla bir üretici güç olarak tanımlayarak, Yapı ve Özne çelişkisini aşma olanağı buluyordu. Bu iki kavram sistemini, tıpkı Marks gibi, Özneyi doğrudan Üretici Güç olarak tanımlayarak aşmaya çalışıyordu. Ve bunu yaparken de ustaya sadık bir talebe olarak yine ustasının dediklerine dayanıyordu.
Ama sadece bu kadar da değildi karşılaştığı sorunu çözerken Kıvlcımlı'nın dayandığı.
Engels, ömrünün sonlarına doğru Starkenburg'a yazdığı bir mektupta Tarihsel Maddeciliği tekrar bir özet olarak açıklarken, gelenekleri ve coğrafyayı da ekonomik ilişkiler alanında sayar. Kıvılcımlı'nın Üretici Güçleri tanımlarken çok zikredip dayandığı alıntı şudur:
"Tarihin belirlendirici temeli olarak baktığımız ekonomik ilişkiler deyince bu ad altında şunu anlıyoruz: Belirli bir Toplum insanlarının geçimlerini üretimlerini ve (işbölümü bulunduğu ölçüde) ürünlerini aralarında değiştirmelerini anlıyoruz. Demek bütün üretim ve taşıt tekniği bunun içindedir. Kavrayışımıza göre, bu teknik, aynı zamanda ürünlerin değişim ( mübadele ) yordamı gibi, ürün üleşimini ( tevziini ) de ve dolayısıyla Kandaş toplum eridikten sonra, sınıflara bölünüşü de, dolayısı ile egemenlik münasebetlerini ve köleliği de, dolayısıyla Devleti, Siyaseti, Hukuku vs.yi de belirlendirir. Ekonomik ilişkiler sırasına, ayrıca, o münasebetlerin üzerinde geçtikleri coğrafya temeli de girer ve çok kez yalnız gelenekle veya vis inertiae ( atalet hassasıyla: durunç gücüyIe ) alıkonularak daha önceki gelişim konaklarından beriye gerçekten aktarılmış kalıntılar da ve tabiî gene her sosyal biçimi dışarıda çerçeveleyen ortam da girer." (F. Engels: Heinz Starkenburg'a mektup, 25 Ocak 1894)
Bu alıntı aracılığıyla Kıvılcımlı Gelenek ve Coğrafyayı da Üretici Güç yapar. Eh gelenek de esas olarak Barbar’ın kolektif aksiyon yeteneği olarak ortaya çıktığına göre, Üretici Güçler ve Özne arasındaki çelişki aşımlaş gibi görünüyordu.
Bunun sonucunda, Kıvılcımlı tüm Üretici Güçler kavramını değiştirerek ve kapsamını çok genişleterek, bu çelişkiyi aşmaya çalışıyordu. Bunu yaparken de tamamen Marks-Engels’ten alıntılara dayanıyordu.
Bu sonucu Kıvılcımlı’nın kendi kaleminden okuyalım:
"TARİH VE ÜRETİCİ GÜÇLER
 Klasik Tarih, metafizik metodu yüzünden: Her çağın yalnız  örnek yanını ele almıştır; doğuş ve ölüş anlarını yeterince önemsememiştir. Diyalektik metodlu klasik Tarihsel maddecilik: Hangi çağda olursa olsun, insan Toplumunun, genel olarak ve s o n duruşmada, "ÜRETİCİ GÜÇLER"le hareket ettiğini göstermiştir. Amâ, özellikle her çağda ve hele bir çağdan ötekine geçiş konağı içinde,o yere ve zamana göre somut olarak hangi "Üretici Güçler"in ayrı ayrı nasıl rol oynadıklarını araştırma ve bulma yetkisini, artık F e 1 s e f e yerine yalnız ve ancak olaylara dayanan sırf Bilim'e ısmarlamıştır.
 Üretici Güçleri başlıca dört bölüme ayırabiliriz:
 1- TEKNİK: Toplumun tabiatle güreşinde kullandığı cansız araçlar ve kullanımları. Aygıtlar, avadanlıklar (âletler, cihazlar) ve metodlar (usuller).
 2 - COĞRAFYA: Toplumu doğrudan doğruya dışarıdan, daha doğrusu mekân içinde çevreliyen maddî ortam. İklim, Tabiat, v.s.
 3 - TARİH: Toplumu doğrudan doğruya içeriden daha doğrusu zaman içinde çevreliyen manevî ortam. Gelenek, görenek kalıntıları, v.s.
 4 - İNSAN: Toplumun gerek dış-maddî ortamını, gerek içmanevî ortamını teknik-araçla işliyen Kollektif Aksiyon (Topluca Eylem), Zor ve şiddet anlamlı "Güç", v.s.
 Sosyoloji bakımından yukarıki dört ÜRETİCİ GÜÇLER dalından yalnız birisini, TEKNİK üretici gücü ele almak mümkündür; soyutlaştırılmış (tecrit edilmiş) sosyal olaylar hiç değilse bir kerteyedek teknikle aydınlatılabilir. Hele modern çağda teknik olağanüstü gelişkin olduğundan, öteki üç grup üretici güçler belirli süre için değişmez sayılırsa, yalnız başına Teknik üretici güçler, sosyal olayların gidişinde jalon (yol gösterici sırık) rolünü oynayabilir.
 Tarih bakımından Teknikle birlikte, (Coğrafya-Tarih-İnsan) sözcükleriyle özetlediğimiz öteki üç üretici güç de ele alınmadıkça yeterli aydınlığa kavuşulamaz. Çünkü Tarih son derece somut bir konudur. Robenson masalındaki gibi tek başına kalmış uyduruk insanın değil, gerçek insanın eylemidir. Gerçek insan: Hem TOPLUM YARATIĞIDIR, hem TOPLUM YARATICI'dır. Tarih, o gerçek insanın: Belirli geçmişinden kalma gelenek, göreneklerle, içinde yaşadığı belirli coğrafya ve iklim şartlarına göre,belirli bir tekniğe ve metoda dayanarak yaptığı yaşama güreşinde, gene belirli bir seviyeye ulaşmış Kolektif aksiyonundan doğar ve gelişir. Tarihte herşeye can veren bu kollektif aksiyondur.
 Onun için, araştırmamız SOMUT TARİH olduğu ölçüde, insan aksiyonunu manivelâ gücüyle on kat, yüz kat, ve ilh. büyüten üretici tekniği elbet başta tutacaktır. Ama, hele Antika Tarih Toplumunda yalnız başına teknik, insanı umutsuzluğa düşürecek kadar yavaş gelişmiştir. Buna karşılık: Her toplumun içinden çıktığı Tarih gelenek-görenekleri, içine girdiği Coğrafya etki-tepkileri altında gösterilmiş. İnsanca kollektif aksiyon Teknikten hızlı davranmıştır denilebilir. Onun için, özellikle antika Tarihte, dört küme üretici güçlerin dördünü birden hesaba katmak gerekir. Yalnız teknik, olayların tümüyle aydınlanmasını değil, şemalaştırılmasını bile yapmaya yetemez.
 Modern Toplumda Teknik: Maddî coğrafya ve Manevî Tarih üretici güçlerini öylesine kökten ve kolaylıkla havaya uçurabiliyor ki, Toplum hareketinde yalnız Teknikle kollektif aksiyon karşı karşıya kalmış gibidir. Gene de, hangi toplum biçiminde olursa olsun insan: 1- Kendinden önce gelmiş, geçmiş kuşaklardan arta kalan gelenek-göreneklere göre, 2-İçinde bulunduğu coğrafya ortamına göre, 3 - Elinde tuttuğu Tekniğe göre bir kollektif aksiyon başarır. Tümüyle insanlığa, dört başlı üretici güçler içinde Teknik: En son duruşmada ağır basmıştır. Ama, Antika Tarihte her belirli medeniyet için: Kollektif aksiyon üretici gücü azaldığı zaman, Coğrafya üretici gücü durmuş, görenek ve geleneğin üretici gücü dağılmış, Teknik gerilemiştir. Böyle bir Medeniyet karşısında: Tekniği daha güçlü olmasa bile yeni bir coğrafya üretici gücünü temsil eden gelenek-görenek ve Kollektif aksiyon güçleri daha üstün olan geri bir barbar toplum, kolayca zafer kazanmıştır."
Kıvılcımlı Özne ve Yapı arasındaki farkı, kollektif aksiyon ve geleneğin üretici güç olduğuna dair Marks ve Engels'in değinmelerine dayanarak, Marks gibi, özneyi bizzat üretici güç yaparak, Marks'ın yolunu izleyerek, hem Marksist teoriyi kurtarmış olur, hem de Antik tarihi anlayabilmek için daha gelişmiş kavramsal araçlara ulaştığını düşünür. (Biz de uzun yıllar, hem bu sorunu problematize eden başka Marksist görmediğimiz; hem de daha iyi ve tutarlı bir açıklamaya rastlamadığımız için, Marksist bir din teorisinin olmadığını görene kadar böyle düşündük.)
Kıvılcımlı'nın Üretici Güçler kavramının benzeri bir açıklama dünyada hiçbir Marksist’te yoktur. Bu olmayış rastlantısal da değildir.

*

Ne var ki, Kıvılcımlı'nın bu çabası, Yapı ve Özne arasındaki bu ayrılığı bir kapatma çabası olmaktan öteye gitmez. Yapı ve Özne iki farklı açıklama ilkesi olarak var olmaya devam eder.
Kıvılcımlı, ortada gerçekliği iki farklı ilkeyle, iki farklı paradigmayla ele alan bu Yapı ve Özne çelişkisinin niye var olduğu yönünde bir soru sormadığı gibi, kendisi fiilen bu çelişkiyle boğuşmasına rağmen, uğraşının konusunun özünde bu çelişkiyi aşmak olduğunu bile görmemiş ve bunu da zaten tam bu nedenle hiçbir yerde ifade etmemiştir. Kıvılcımlı'da böyle bir sorun yoktur.
Gerek Marks’ın, gerek Kıvılcımlı'nın, üretici gücü doğrudan değiştirici özne olarak tanımlayarak, ya da özneyi doğrudan üretici güç olarak tanımlayarak, Yapı ve Özne arasındaki çelişkiyi aşmaya, bir kavramsal bütünlüğe ulaşmaya çalışmaları; gerek Troçki'nin öznel etkenle benzeri sorunu aşma çabası; gerek "Üçüncü Dünyacı" ların ya da "Merkez-Çevre" ile açıklayan "Dörtlü Çete"nin çabaları; gerek Özneyi yok ederek bu sorunu aşmaya çalışanlar; gerek öznelerin çokluğundan ve üretim ilişkileri ile doğrudan bir bağının bulunmamasından başları dönen post Marksistlerin çabaları bir bakıma, elde var olan teoriyi ve kavramsal sistemi kurtarmak için fizikçilerin yirminci yüzyılın başlarında "esir" diye bir kavram üretmelerine benzer. Son duruşmada bu çabaların hepsi bunun gibi "reformist" girişimlerdir.
*
Şimdi burada bu çelişkinin neden var olduğuna ve bizim aşmak için kurduğumuz teorik sisteme gelelim. Bu hem Marks’ın hem de Kıvılcımlı’nın eleştirisidir ve aynı zamanda sorunun çözümüdür.
Şu soruyla başlanabilir: iki farklı açıklama ilkesinin var oluşunun nedeni nedir? Niçin böyle birbiriyle çelişkili iki farklı açıklama ilkesi vardır? Bu iki farklı açıklama ilkesinin varlığının ardında hangi daha temel metodolojik yanlış yatmaktadır? Olması gereken bunları şimdiye kadar yapıldığı gibi uzlaştıracak girişimler mi yoksa tamamen başka bir yaklaşım mıdır?
Bu nedenle, bu uzlaştırma girişimlerini bir kenara koyup, tekrar bu çelişkinin kendisine, varolan çelişkiyi çözme girişimlerine ve bunların eleştirilerine yoğunlaşmayı bırakıp; onun niye varolduğunu açıklamaya çalışalım; kaynağa dönelim.
*
Özne ve Yapı ayrımı şeklinde ortaya çıkan bu iki farklı açıklama ilkesinin varlığı, tıpkı bir madalyonun arka yüzü gibi, başka teorik ve kavramsal yokluklarınöbür yüzüdür. Zaten daha sonra sorunun çözümü de tam bu yoklukları çözme çabasının sonucu gerçekleşmiştir.
Nedir bu yokluklar?
Hemen hemen bütün ciddi Marksistlerin var olmadığını teslim ettiği: bir Ulus Teorisi ve bir sistemleştirilmiş Üstyapılar Teorisidir. Bu yokluklar (Ulus ve Üstyapılar Teorileri) ile iki farklı açıklama ilkesinin varlığı (Yapı ve Özne) aynı özün ya da sorunun farklı görünümleri olmasın?
Ama Ulus ve Üstyapılardan farklı olarak, bütün (ciddi ve gayrı ciddi) Marksistlerin hiç birisinin varolmadığını söylemediği, var olmadığı bilinmeyen bir olmayan daha vardır: Marksist bir Din Teorisi yoktur.
Ve bir Din Teorisinin olmadığına dair bir belirlemenin yokluğu, bizzat bir üstyapılar ve ulus teorisi olmamasının bir görünümü (tezahürü) olmasın?
Yani tam da bir Üstyapılar ve Ulus Teorisinin yokluğu bir Din Teorisi yokluğunun görünümüdür ve tam da bir Din teorisi olmadığı için Yapı ve Özne çelişkisi, farklı iki açıklama ilkesi vardır denemez mi?
Bizim iddiamız tam da böyle olduğudur.
Özetle, din teorisinin yokluğunun ardında Toplumve Din kavramlarının Aydınlanmacı karakteri;  Toplum’un ve onun Somut Varoluş Biçiminin ne olduğu sorusunun bulunmaması yatmaktadır. Çünkü Din, Toplum’un Somut Varoluş Biçimini belirler.
Bu varoluş biçimi (biz Toplum’un bu Somut Varoluş Biçimi’ne Topluluk (Gemeinde, Cemaat)  diyeceğiz.) üretici güçler; üretim ilişkilerine göre belirlenir ve değişir. O halde bir somut varoluş biçiminden, üretici güçlerin ve üretim ilişkilerinin yeni durumuna uygun bir Topluluğa (Somut Varoluş Biçimine) geçiş, bunu belirleyen Din olduğuna göre, bir Din’den diğer Din’e geçiştir.
Yani aslında, Tarihsel Maddecilik veya Diyalektik Sosyoloji denen bilimin, yani Marksizm’in kendisinden başlayarak her şeyin yeniden tanımlanması ve kurulması gerekmektedir.
Aşağıda bu çözümü gerçekleştirirken izlediğimiz yolu özetleyerek çözümü ve sistemin yeniden nasıl kurulduğunu göstermeyi deneyelim.
*
Sorunun çözümü yolunda ilk açılım, Ulus Teorisi alanında gerçekleşir. Kritik yıl 1983'dür, yani tam çeyrek yüzyıl öncesi. Bu yıl ulusçuluk üzerine Gelner, Hobsbawm ve Anderson'un kitapları yayınlanır.
Bu kitapların ikisinin yazarı olan Hobsbawm ve Anderson da Gellner'in ulusçuluk tanımını paylaştıklarını söylerler. Yani her üç yazar da aynı ulusçuluk tanımında anlaşmaktadırlar ve aslında kritik teorik katkıyı yapan Gellner'dir.
Bu teorik katkının o zamana kadarki ulus ve ulusçuluk teorilerinden çok temel bir metodolojik farkı vardır.
O zamana kadarki bütün ulus teorileri uluslara bakarak, onlar arasında ortak olanı arayarak bir ulus tanımına ulaşmaya çalışmışlardı ve bu tam bir teorik fiyaskoyu temsil ediyordu.
Bunlar ise, ulus nasıl bir topluluktur veya varoluştur sorusunu sorarlar. Ulusu başka topluluk biçimleriyle kıyaslayarak anlamayaçalışırlar. Cevap: ulusun sınıflar gibi değil, dinler, dernekler, cemaatler gibi bir topluluk olduğudur.
Bu ulus ve ulusçuluk alanında gerçek bir "Kopernik Devrimi"dir. Aslında yaptıkları son derece basit bir metodolojik değişimdi, Ulusun ne olduğunu anlamak için onu ulusun dışında ama aynı küme içindebulunanlarla kıyaslamak.
İnsanlara bakarak insanları tanımlayamazsınız: Onu ancak, diğer hayvanlarla ilişki içinde, o daha büyük küme içindeki ayırıcı özellikleriyle tanımlayabilirsiniz.
Ulus ne türden bir toplum ya da topluluktur sorusu, onun örneğin sınıflar gibi olmadığını, dinler gibi olduğunu gösterir. Yani Anderson’un yanlış anlaşılmış kitabının deyimiyle uluslar cemaatlerdir (Komünete, Gemeinschaft, Topluluk) ama politik cemaatler.
Cemaatlerin örneğin sınıflardan farkı şudur, insanlar kendilerini öyle kabul ettikleri an ve sürece o cemaatler var olurlar. Ama sınıflar böyle değildir, insanların irade ve kabullerinden bağımsız olarak sınıflar vardır ve insanlar belli bir sınıftandırlar.
Yani uluslar olduğu için ulusçular değil, ulusçular olduğu için uluslar vardır. Tıpkı Müslümanlar olmadan Müslümanlık olamayacağı gibi, örneği Türkler olmadan da Türklük olmaz.
O halde, ulusçular olmadan ulus olamayacağına göre, Ulusçuluk nedir?
Gellner'in bütün diğer yazarlarca da kabul edilen tanımına göre, "ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesi"ni kabul etmek ve savunmaktır ulusçuluk.
Ulusçuluk böyle tanımlandığı an, o zamana kadar Ulus konusundaki bütün Marksist programın ulusçu karakteri da ortaya çıkıyor ve çelişik gibi görünen fenomenler açıklığa kavuşuyordu.
"Ulusların kaderlerini tayin hakkı", tamı tamına"ulusal olanla politik olanın çakışması" ilkesinin savunması değil miydi?
"Ezen bir ulusun özgür olamaz" da aynı şekilde ulusçuluğun bir ilkesiydi.
Enternasyonalizmin de özünde ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesine dayandığı, yani ulusçu bir ilke olduğu ortaya çıkıyordu.
Böylece çelişkili gibi görünen, dünyadaki ulusların büyük bölümünü, ulusçu olmadığı iddiasındaki Marksistlerin yaratması; Marksistlerin kurduğu bütün devletlerin ulusal devlet olması; Enternasyonalizmin aslında hiçbir zaman somut bir işlev görmemesi; "sosyalist ülkeler" arasındaki ulusal savaşlar; onlar yıkıldıktan sonra ulusal boğazlaşmaların ortalığı kaplaması; dünyada sosyalistlerin programı olan bir ilkenin (Lenin: "ulusların kendi kaderini tayin hakkı") neden aynı zamanda emperyalizmin de (Wilson) savunduğu bir ilke olduğu; sosyalizmin niye bir ulus teorisi olmadığı; ulusçuların niye sosyalist; sosyalistlerin niye ulusçu olduğu gibi sorunların hepsi bir tek darbede çözülmüş oluyordu.
Çünkü Marksistlerin ulus tanımları bizzat ulusçuların ulus tanımlarıydı ve ulusçular ulusun ne olduğunu anlayamazlardı. Marksistler de ulusçuların ulus tanımlarıyla ulusu tanımladıklarından ve dolayısıyla ulusçu olduklarından ulusun ve ulusçuluğun ne olduğunu anlayamıyorlardı.
Ulusçuluk, "politik olan ile ulusal olanın çakışmasıilkesi” ve bunu savunmakise, Marksistlerin programı, ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesini reddetmek olabilirdi ve olmalıydı. Yani ulusal olan da tıpkı bir din gibi, kanarya severlik gibi, bütünüyle politik bağlamı ve anlamından boşalmalı, tümüyle özel bir sorun olmalıydı. "Proletarya diktatörlüğü", ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesi karşısında onu özel olmaya zorlayan bir diktatörlük olabilirdi.
Böylece bu bildiriyi sunan Demir Küçükaydın, daha 1990'ların ortalarında, önce Özgür Gündem ("Milliyetçiliğin Sonu" adlı makale) gazetesinde, sonra Sosyalizmin Sorunları ("Enternasyonalizmin Sonu" adlı deneme) dergisinde, Gellner'in tanımına dayanarak, işçi hareketinin ve Marksist hareketin dayandığı "enternasyonalizm" ve "ulusların kendi kaderini tayin hakkı" gibi ilkelerin ulusçu karakterini gösterip, ulusal sorunun Marksist programatik çözüm formülasyonunu yapıyordu: Ulusal olanla politik olanın bağının koparılması. Diğer bir deyişle, “ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesi”nin reddi ve buna son verilmesi.
Bu devasa bir adımdı, birçok sorunu çözüyordu ama içinde iki hatası, iki gizli varsayımı vardı. (Bu hatalardan arınma; onları görme ve aşma bir on yıl daha gerektirecekti)
"Ulusal olan"dan, bugünkü yaygın uluslar ve ulusçular gibi, bir tarihe, bir dile, bir dine dayanan ulusçuluğun “ulusal olan” dediklerini anlıyordu. Dolayısıyla, "Ulusal olanın kişisel ve özel olması" derken, bir dile, dine, soya, tarihe dayanan ulusalın özele ait olmasını anlıyordu. Yani bir dile, dine, soya, “ırk”a dayanmayan bir ulusçuluğun da bir ulusçuluk olduğunu görmüyordu.
Yani aslında farkına varmadan, bir dile dine dayanmayan, nispeten daha demokratik bir ulusçuluktan başka bir şeyi savunmuş olmuyordu.
Çünkü "ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesi"ni savunmak ulusçuluk ise, ulusal olan ille de bir dille, bir dinle, bir soyla, bir tarihle tanımlanacak diye bir koşul yoktur. Pek ala, burjuva devrimlerinin ilk evresinde olduğu gibi; Marks-Engels ve Lenin'lerin "Demokratik Cumhuriyet" ilkesinde olduğu gibi; hiçbir dilsel, dinsel, tarihsel vs. göndermesi olmayan, böyle göndermelere karşı olarak da ulusal olanı tanımlayan bir ulusçuluk da olabilir.
Bu, o ulusçuluğun ulusçuluk olmadığını değil, daha demokratik, daha "ilerici" bir ulusçuluk olduğunu gösterir.
Böylece ilk keşif bu iki ulusçuluğun ayrımı oldu. Aslında bugün bir anlamda "ulus devletin aşılması" olarak tanımlanan şeyin, olsa olsa demokratik bir ulusçuluk olduğu ortaya çıkıyordu. Halbuki esas hedef uluslara ve ulusal sınırlara karşı mücadeleydi ve öyle olmalıydı. Bizzat Avrupa Birliği girişimi bile gösteriyordu ki, sırf bir mekana dayanan en demokratik ulusçuluk bile bugünkü dünyada bir apartheid rejimini savunmak anlamına gelirdi.  O halde uluslara ve ulusal sınırlara karşı mücadele, programımızın başına geçmesi geçmeliydi.
Bu aynı zamanda, globalleşmiş dünyada tüm mallar serbestçe dolaşırken, işgücünün dolaşımının engellenmesine, yani dünyanın siyah ve beyaz diye bölünmesine; dünya çapındaki apartheit rejimine, karşı da bir programdı ve gerçek bir sosyal hareketin (Milyonlarca yoksulun ayaklarıyla zengin ülkelere katılmaya çalışması) programatik bir ifadesi de oluyordu.
Ama bunun mantıki sonuçları daha da devrimciydi. Örneğin, eski devrim kavrayışında, ulusa dayanan devletin sosyalist olması ve böyle devletlerin ilerde birleşmesi gibi bir perspektifin yerini, bu sefer uluslara karşı mücadele, yani nasıl tanımlanırsa tanımlansın, ulusal olanın politik olanla ilişkisini ortadan kaldırmaköne geçiyordu.
Bu sonuçlar, Marks'ın öğretisiyle de tam uyum içindeydi. Marks dememiş miydi İşçi sınıfı burjuva devletini parçalamak zorundadır onu sınıfsız topluma giden yolda bir araç olarak kullanamaz. Burjuva devletinin en demokratik biçimiyle bile en temel özelliği: ulusal olmasıydı. O halde, en demokratik biçimiyle bile ulusal devlet sınıfsız topluma gidişin aracı olamayacağından, ulusal devletin kendisine karşı, onu parçalamak için mücadele ve onun yıkılması esas acil görev olarak ortaya çıkıyordu. Marks’ın kendisi bu sonucu çıkaramamış olsa da çıkarılması gereken sonuç buydu, teorinin iç tutarlılığının gereği olarak.
*
Böylece “ulusal olan” kavramında bir netlik ve devasa bir programatik ilerleme sağlanmış oluyordu. Ama "Ulusal olanla Politik olanın çakışması ilkesi" şeklindeki ulusçuluk tanımında ikinci bir kavram daha vardı: "Politik olan".
Ulusal Olan” kavramının analizi ulus teorisini kurmayı ve Marksistlerin programını yeniden tanımlamayı sağlıyordu; “Politik Olan” kavramı ise Din Teorisini kurmayı sağlayacaktı.
Bütün yukarıdaki çıkarsamaları yapar ve sonuçları çıkarırken, politik olanın, politik kavramınınanalitik bir kategori, sosyolojik bir kategori olduğunu sanıyorduk ve "politik olan nedir" diye sormuyorduk. İkinci gizli varsayım buydu.
İkinci büyük ve esas devrim bir bakıma, "Politik" kavramının analitik değil, normatif; sosyolojik değil, hukuki bir kavram olduğunu keşfetmek; yani tersinden ifade etmek gerekirse; dinin din olmadığını; bu ayrımın kendisinin ve bu ayrımın kendisinin ve dolayısıyla bu ayrım sayesinde var olan ulusun din olduğunu keşfetmek oldu.
Ama bunun için de Din kavramının üç farklı anlamını birbirinden ayırmak ve analiz etmek gerekiyordu.
Elbette klasik Marksist geleneğe uygun olarak, gerek klasik uygarlıklarda, gerek bugünkü dünyada var olan biçimiyle politik dinsel hareketlerin, dinsel hareketler olmadıklarını, bunların partiler ve sosyal hareketler olduklarını, dinin sadece bir bayrak olduğunu vs. zaten görüyor ve savunuyordum. Dinin bu ilk anlamı açıktı.
Ama yinede aynı din kavramıyla karşılanan iki farklı “din” daha vardı ve bunları henüz ayıramamıştım. Modern toplum'daki, hukuki olarak, inanç olarak, özel olarak tanımlanmış din ve sosyolojik olarak, toplumun somut biçimini belirleyen, yani tümüyle üstyapıyı oluşturan Din.
Din kavramının bu üç farklı anlam ve kullanışını ayırmak, Din veya üstyapılar teorisinin temelini oluşturdu. Bu keşif “politik” kavramının analizinden çıktı.
Peki "politik olmayan" neydi? Bu "Özel olan" anlamına geliyordu. Bizzat özel kavramı, yani politik olan kavramının zıddı aslında inanç anlamında da kullanılıyordu, ama “inanç” diye sosyolojik bir kategori yoktu ve olamazdı. “İnanç”, hukuki veya epistemolojik bir kategori olabilirdi. Hukuki ve epistemolojik kategoriler ise Dinin sosyolojik olarak ne olduğunu açıklamazlardı.
Bu akıl yürütme, politik kavramının da analitik değil, hukuki, politik ve ideolojik bir kavram olduğunu gösteriyordu.
Marksistler de dine ilişkin taleplerini, onu bir inanç olarak tanımlayarak ortaya koymuşlardı. Ama dine inanç denmesi, onun burjuva hukukunca normatif tanımlanmasından başka bir şey değildi. Sosyolojik bir fenomen, normatif (hukuki) kavramlarla tanımlanmış oluyor ve bu ancak politika dışı olanlar din olabilirler anlamına geliyordu.
O zaman "ulusal olanla politik olanın çakışması" tanımı da, "politik olan" burjuva toplumunun normatif bir kategorisi olduğuna göre, Marksistler dine, fiili programlarıyla “inanç” diyerek, modern toplumun dininin birer savunucusu oluyorlar ve bu dinin kavramlarını bilimsel kavramlar derekesine yükseltmiş oluyorlardı.
Böylece bunun bilincine varılarak Modern toplumun dininin, yani kendisinin din olmadığını söyleyen dinin; dinin inanç olduğunu söyleyen dinin (çünkü toplumun somut biçimini bu ayrım aracılığıyla tanımlar, yani bütün tarihte dinlerin yaptığını yapar) analizine girilmiş oluyordu.
İşte bu çıkarsamanın yapılışı, yani dinin tümüyle üstyapı olduğuçıkarsaması, Kıvılcımlı'nın din üzerine çalışmaları olmasaydı, dini sosyolojik olarak ele alış ve tanımlama çabaları olmasaydı, yapılamazdı.
Kıvılcımlı'nın Üretici Güçler teorisini yeniden formüle ederek Yapı ve Özne çelişkisini aşma çabası başarısız olmuştu ama dinin ne olduğunun anlaşılabilmesi için büyük bir birikim yapmıştı ve Kıvılcımlı’nın en önemli katkılarından biri tam da bu noktadaydı.
Din toplumun üstyapısı olduğuna göre, üstyapının somut biçimi olduğuna göre, modern toplumun dini neydi?
Modern toplumun dini: bizzat bu politik ve özel ayrılığı ve önceki dinlerin özel olarak, inanç olarak, kişisel olarak tanımlanmasıydı.
Böylece modern toplumda da Ateistlerin de, Hıristiyanların da, Müslümanların da, Budistlerin de vs., aslında dinleri özel bir sorun olarak kabul eden dinden, bu özel ve politik ayrımını, bu hukuki ve normatif ayrımı kabul eden dinden oldukları ortaya çıkıyordu.
Böylece dinin sosyolojik tanımı, aslında modern toplumun dininin analizine başlangıç anlamına geliyordu.
Ama bu analizin kendisi de bizzat başka bir dinin temeliydi, çünkü bizzat bu analizin kendisine göre, tanımı gereği üstyapının yani dinin dışında hiçbir şey, sadece hukuk değil, bilgi de, bilim de metodoloji de olamazdı. Yani bilim de dinseldi. Ve bilim din zıtlığının aslında modern toplumun dininin bir kategorisi olduğu ortaya çıkıyordu. Yani Öznel ve nesnel akıl ayrımının kendisi de açıklanmış ve aşılması mümkün oluyordu.
Ve eğer din, bir toplumun tüm üstyapısı ise, sosyalist bir hareket de bir din olmak, yepyeni bir din olarak, yani tümüyle farklı bir toplum ve uygarlık projesi olarak ortaya çıkmak zorundaydı. Bu projenin temeli bizzat bu analizin kendisiydi. Böylece daire kapanıyor ve Marksizm’in sistem karakteri de yeniden kurulmuş oluyordu.
Peki, modern toplumun dini neden dinleri "Özel", "İnanç", "Politik Olmayan" olarak tanımlamaktaydı?
İslam ve Aydınlanma aynı soruya farklı çağlarda verilmiş iki cevaptılar.
İslam, kendisinin "Putlar" dediği kabile totemlerinin var olduğu çağda, bu totemlere dayanan toplumun, birden dünya ticaret yollarının merkezinde bulunmasına ve dünya ticaretine uygun bir üstyapı ihtiyacının ürünü olarak ortaya çıkmıştı, Allah bu dünya pazarını ve bu pazarın ve bu ticaret yollarının ihtiyacı olan bir dünya topluluğunu, ortak hukuku vs. temsil ediyordu.  Ve bunu binlerce yıllık uygarlıkların birikimi ve dersleri temelinde, özellikle rahiplerin bilgi tekeline (Din adamlığı olmaması) ve klasik uygarlıkların kastlaşma eğilimine karşı tedbirlerle (Namazda herkesin aynı sırada yer alması, servetin ve kazancın dağılımı vs.) yapıyordu.
Aydınlanmanın doğuşunda ise, dünya ticaret yollarının merkezine gelen, henüz komün gelenekleri de epeyce yaşayan Batı Avrupalılar ise, (1500'lerin Batı Avrupa'sı, 600'lerin Arap yarımadası gibi, medeniyetlerin "kenarı"ndaydı ama birden ticaret yollarının merkezine geçmişti keşiflerle) kendileri bizzat Hıristiyan’dılar. Ve bilinen dünya artık uygarlık dinleriyle kaplıydı. Her uygarlık alanının kendi dini vardı. (Çin'de Konfüçyüs, Tao, Budizm; Hint'te Hinduizm ve Budizm; İran'da Şiilik; Ön Asya ve Akdeniz'de İslam, Hıristiyanlık ve Yahudilik)
Bu uygarlıkların dinlerini birleştirerek bir dünya dini yaratma çabaları, çok önce ipek yolları üzerinde Mani ile ve sonra da Hindistan'da son Tarihsel Devrim’i yapan, Babür'ün bir oğlunca denenmiş bir çıkmaz sokaktı.
Tıpkı Muhammet'in var olan kabilelerden birinin tanrısını baş tanrı yapmak yerine bütün putları reddeden bir tanrıyı önermesi gibi bir yol izlenebilirdi. Aydınlanma bunu, dinin tanımını değiştirerek ve bunu değiştirmek için de bir özel politik ayrımı yaratarak başardı.
Var olan dinlerin kişinin özel sorunu olduğunu söylemek onları toplumsal örgütlenmeden dışlayarak, kendisinin (bu ayrıma dayanan yeni dinin) basit eklentileri haline getirmek anlamına geliyordu.
Önceki dinler sosyolojik olarak tam da özele ilişkin olmadığı, inanç olmadığı, tüm toplumun üstyapısını örgütlediği için özel olarak tanımlanarak, İslam’ın totemlere karşı Allah ile yaptığı; inanç ya da özele ilişkin denerek ve böylece dinler toplumsal hayatın örgütlenmesinden dışlanarak ve onun basit bir eklentisi haline getirilerek yapılmış oluyordu.
Bu dinin özü ve sonucu olanİnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, bu dinin "Kelime-i Şahadeti" veya istavroz çıkarışıydı. Sanılanın aksine bu bildirge, bir canlı türü olarak insanların haklarını değil, bu din tarafından insan olarak kabul edilmenin koşullarını ortaya koyuyordu: önceki dinlerin (inançların veya soyların) özel olduğunu, politik olanı belirlemediğini ve belirlememesi gerektiğini kabul, İnsan olmanın koşuluydu; tıpkı Müslüman olmanın koşulunun putları tanımamak, Allah'ı tanımak olması gibi.  Aydınlanma’daki “İnsan”; İslam'daki Müslimin tam karşılığıdır. Puta taparlara karşı Müslim ne idi ise, İnsan da diğer dinlere karşı odur. İnsan ve Müslim, biri putların (totemlerin) diğeri tek tanrılı dinlerin (uygarlık dinlerinin) egemen olduğu bir dünyada, dünya pazarının ihtiyaçlarına uygun bir dinden olanı tanımlarlar.
Aydınlanma” da denen modern toplumun dininde, henüz başlangıçta, özel-politik ayrımının işlevi, kapitalizm öncesinin dinini (üstyapısını) işlevsizleştirmeye, politik alanın dışına atmaya yönelikti. Bu dönemde politik olan, zımnen bütün insanlıkla tanımlanır. Devrimci dönemde Politik olan dinleri özel olarak tanımlamanın ta kendisidir.
Ama bu din de tıpkı İslam gibi, daha ilk zaferlerini tadarken gericileşti. Burjuvazinin egemenliği ile birlikte bu politik olan, önce "yurttaş" ve "insan" kavramlarının özdeşleştirilmesiyle ilk anlam kaymasına uğradı, sonra "yurttaş"ları, belli bir toprak parçasındaki insanlarla tanımlayan nispeten demokratik bir ulusçuluk biçiminde; daha sonra ulusu tarihle, dille, dinle, soyla tanımlayan gerici ulusçuluk biçiminde tanımlanmaya başlandı. Artık insan olmak: bir ulustan olmakla; ulustan olmak da: belli bir dil, din veya tarihten olmakla dolayımlanmış oluyordu. İnsanların eşitliğinin yerini ulusların eşitliği alıyordu. Yani ulusçuluk modern toplumun dininin karşı devrime uğramış, gerici biçimiydi.
Daha sonra bütün geri kalan insanlar, bu modern toplumun dinine, daha önce insanların İslamiyet’e, tıpkı Muhammet ve Ergin Halifeler sonrası dönemde, onun Muaviye'nin karşı devrimiyle yerleşmiş gerici biçiminde geçmeleri gibi, onun en gerici biçiminde, ulusçuluk biçiminde ve de ulusçuluğun da en gerici biçimlerinde geçtiler.
Bu nedenle, modern toplumun dinine geçişler onun en gerici biçiminde gerçekleştiğinden, Modernitenin yayılışı ulusçuluğun yayılması olarak ortaya çıktı ve göründü.
İnsanlar başka tarihlerin olanaklı ve olası olduğunu tasavvur bile edemez oldular.
Buradan şu programatik ve stratejik sonuç otomatikman ortaya çıkıyordu: bizlerin programı modern toplumun dininin devrimci biçimine bir dönüş olmak zorundadır. Ama bizim bulunduğumuz dünyada artık uygarlık dinleri değil, aydınlanmanın inkarı olan gerici ve karşı devrimci gerici din olan uluslar ve ulusçuluk, Mekke'nin putları gibi ortalığı kaplamış bulunmaktadırlar. Biz bu gerici ulusların ve ulusçuluğun dünyayı kapladığı çağda, İnsan tanımını yeni koşullara uygun olarak yapmak veya var olan tanımı geliştirmek zorundayız, Muhammet'in Müslim tanımı gibi.
O halde, İnsan, nasıl tanımlanırsa tanımlansın ulusal olanın bütünüyle özel bir sorun olmasını kabul eden ve bunun için mücadele edendir. Nasıl bir Puta tapar bir Müslim olamaz ise, bir Türk, bir Kürt, bir Alman, bir Amerikalı, bir Avrupalı da İnsan olamaz.
Görüldüğü gibi sonuçlar da alt üst edicidir; çok daha kapsamlı, derin ve açıklayıcıdır.
*
Din kavramının tümüyle üstyapı olarak tanımlanmasına bağlı olarak Devrim kavramı ve kavrayışı da değişiyordu. Böylece Yapı ve Özne çelişkisi de çözülüyordu.
Marks'ın tanımına göre, devrimler bir üstyapıdan, üretici güçlerin veya üretim ilişkilerinin veya ekonomik ilişkilerin var olan düzeyine uygun bir üstyapıya geçişlerdir. Din tümüyle üstyapı olduğuna göre, devrimler bir dinden diğer dine geçişlerdir.
Gerek Marks ve gerek Kıvılcımlı, bir din teorisi olmadığından, üretici güçlerle devrimi yapan özne arasında bir özdeşlik kurarak bu Yapı ve Özne çelişkisini aşmaya çalışmışlardı. Bu Tarih’i açıklayamadığı gibi, Klasik Marksizm’de Devrimleri sadece modern tarihe sıkıştırmıştı; Kıvılcımlı’da da Sınıflı toplumlar tarihiyle sınırlıyordu. Öte yandan her iki sınırlama da sınıflı, yani devletli toplumlarla sınırlı olduğundan, devrim kavramı sadece iktidar ve iktisadi ilişkilerle sınırlanmış oluyordu. Oysaki Devrim kavramı tüm Tarihi ve tüm Üstyapıyı kapsamalıydı, Önsöz’deki kavramsallaştırmaya göre.
Biz ise, Din’in aslında Üstyapı’nın somut var olduğu biçim olduğunu keşfederek, Özne Yapı çelişkisini, Üstyapı-Din özdeşliği ile aşıyorduk. İnsanlar kendileri belli bir dinden olup olmayı kendileri belirleyebildiğinden özne sorunu da aşılmış oluyordu. Yeni dinlerin ortaya çıkışı; bir dinden diğerine geçişler devrimlerin oluşu ve yayılışı idi. Böylece sadece Devrim’i sınıflı ve sınıfsız tüm tarihe yaymış olmuyorduk; aynı zamanda Devlet’le sınırlı olmaktan çıkarıyor tüm üstyapıyı kapsar hale getiriyorduk. Böylece otomatikman başka bir uygarlığı programlaştırmak; devrimi sırf ekonomik ve politik değişikliklerle sınırlamamak şeklinde ifade edilen sorunu da bir yan ürün olarak çözmüş oluyorduk.
Din Üstyapı ise, Dinin (Üstyapının) ilk işlevi de somut toplumun sınırlarını çizmek idi. Böylece soyut olarak Toplum kavramı ile, onun somut var oluş biçiminin ayrılması da mümkün oluyordu.
Toplumun üstyapısı din olduğuna göre, bir Toplum somutta ancak bir Topluluk (Cemaat, Gemeinde,  Toplumun somut var oluş biçimi) olarak var olabilir. Devrimler topluluklardan başka topluluklara dönüşümler olarak anlaşılabilir ve anlaşılmalıdır. Tıpkı biyolojik evrimin yeni türlerin ortaya çıkışları ile gerçekleşmesi gibi. Canlı türleri nasıl biyolojik evrimin gerçekleştiği somut form ise, topluluklar da (Dinler toplulukları belirlerler) toplumsal evrimin gerçekleştiği somut biçimdir.
Ama bundan bu günkü anlamıyla bir hukuki anlamda cemaati veya modern toplumu toplum olarak tanımlayıp da modern olmayan toplumları cemaat olarak tanımlayan gerici sosyolojilerin kavramını (Örneğin Murat Belge'nin sık sık değindiği Ferdinand Tönnies'deki Cemaat ve Toplum kavramı zikredilebilir. Tönnies, modern toplumun dininin topluluğunu (cemaatını) Toplum, diğerlerini Topluluk (cemaat) olarak tanımlar.) anlamamak gerekir. Burada Cemaat (Topluluk, Gemeinde, Komünete) derken sosyolojik bir tanım yapıyoruz. Toplum'un somut var oluş biçimi olarak, daha başka bir kavram bulamadığımız için bunu kullanıyoruz.
Totemli kabileler de, klasik uygarlıkların dinleri de, modern uluslar da cemaatlerdir. Yani modern toplum da ancak cemaat biçiminde var olabilir sosyolojik olarak. Ama sosyolojik olarak cemaat olan modern toplum, kendisinin cemaat değil toplum olduğunu söyler. (Bu nedenle bütün sosyoloji modern toplumun dininin kavramlarıyla iş görür. Sosyoloji modern toplumun dininin gerici biçiminin teolojisidir.)
Nasıl üretici güçler devrim yapamaz ise, aslında sınıflar da devrim yapamaz. Çünkü Sınıflar da toplumun üstyapısının somut var oluş biçimleri değil, analitik kavramlardır. Analitik kavramlar devrim yapmazlar.
Elbette sınıfların yetenekleri ve memnuniyetsizlikleri devrimlerin gerçekleşmesinde muazzam bir öneme sahiptir ama onlar bunu sınıf olarak değil, ayrı bir dinin, yeni bir dinin, yeni bir topluluğun (cemaatin) öncüleri olarak yaparlar. Devrimleri yapan köleler değil Hıristiyanlardı, Plepler değil Müslümanlardı, burjuvalar veya proleterler değil Aydınlanmacılar ya da Ulusçulardı ve gelecekte de eğer olursa İşçiler değil, İnsanlar olacaktır. Tür olarak İnsanlar değil ama, ulusal olanı özel olarak kabul edenler, aydınlanmanın ideallerine dayanarak bir tek dünya topluluğu (cemaati) kurmak için harekete geçenler. Yani nasıl köleler Hıristiyan olarak, Plepler Müslüman olarak devrim yaptılarsa İşçiler de ancak Türk, Alman vs. olmaktan çıkıp İnsan olduklarında devrim yapabilirler.
*
Böylece bir yanda sınıflara (öznelere), diğer yanda üretici güçlere (yapıya) dayanan iki farklı ilkenin, iki farklı paradigmanın varlığı son bulmaktadır. Din bir toplumun tüm üstyapısı olduğu için, bir dinden diğer dine geçişlerin, üretici güçlerin ve üretim ilişkilerinin yeni durumuna uygun üstyapılara geçişler, yani devrimler olduğu ortaya çıkmakta; ama aynı zamanda bir din, ancak insanlar kendilerini bir dinden gördüklerinde var olup toplumu düzenleyen bir yapı haline dönüşebilmektedir. İnsanların bir dinden diğer dine geçişleri, bir üstyapıdan diğer üstyapıya geçişleridir.
Böylece Yapı ve Özne çelişkisi aşılmış olur. Tabii Devrimler de artık sadece modern tarihe ve sıkışıp kalmış olmaktan çıkar ve tüm insanlık tarihine yayılır ve o tarih çok daha anlaşılır olur.
Buna bağlı olarak, Devrim’i sadece devlet ve politik iktidarla sınırlayan Aydınlanma’nın devrim anlayışı da aşılmakta; kendini sadece ekonomi ve politik değişikliklerle sınırlayan bir devrim kavramından, bir uygarlığın programlaştırılmasına geçiş mümkün olmaktadır.
Aynı zamanda Modern toplumun yapısının analizinin de başlangıcıdır dinin bir toplumun tüm üst yapısı olduğu ama Dini inanç veya özele ilişkin olarak tanımlamanın da modern toplumun dini olduğu önermesi. Bu önerme Modern toplumun üstyapısının (Dininin) yüzündeki peçeyi çıkarır. Aydınlanma’nın (ve daha sonra ulusçuluğun) kendisinin Din olmadığını, akli olduğunu iddia ederken, aslında tam da yeni bir din kurduğunu deşifre etmiş olur.
Ve tabii dinin bu tanımı, sosyalizmin modern toplumun dini içinde bir tarikat, bir parti olmaktan çıkıp, yani sınıfsal eğilimleri yansıtan ama dini değiştirmeyip onun içinde bir muhalefet hareketi olmaktan çıkıp, bir din olması gerektiğini ortaya koymaktadır.
Ve buna bağlı olarak Bilim kavramının da yüzündeki peçe düşmektedir. Din tümüyle üstyapıysa, bilim de dinseldir. Aydınlanma’nın bilim din ayrılığı da dinseldir. Bu da aşılmalıdır ve aşılmış olur.
Böylece Marksizm bilimselleştikçe ve aydınlanmanın bilim kavramını da eleştirip gerçek anlamda bilim oldukça bir din olması gerektiğinive din olacağı ortaya çıkmış olur.
*
Şimdi en temeldeki kavrama Toplum kavramına gelelim ve bu kavramdaki Aydınlanma etkisini görelim. Yukarıdaki sorunların hepsi, son duruşmada Toplum kavramındaki yanlışlıkta toplanır.
Aydınlanma (ya da daha sonraki ulusçuluk) kendi dininin tanımladığı ilişki ve topluluğa Toplum demektedir bütün sorun buradan çıkmaktadır. Böylece Topluluk (cemaat) kavramı da dinlerle, politik olmayanla inançla ilişkilendirilmektedir. İşte bu ilişkilendirmenin bizzat kendisi modern toplumun somut Topluluğunun tanımıdır. Ve sosyolojik olarak Topluluk kavramına yer bulunmamaktadır burada.
Toplum genellikle hep insanlar arası ilişki olarak tanımlanmaktadır. Ama burada tam anlamıyla bir totoloji bulunmaktadır.
İnsan kavramı, aslında tıpkı Müslim gibi bir kavramdır. Aydınlanmanın kendi ilkelerini kabul edene verdiği isimdir. Yani belli bir Topluluğu normatif olarak tanımlamaya yarar ama Toplum’u değil. Yani bu anlamda İnsan, sosyolojik olarak toplumu tanımlamada kullanılmaz.
Sosyal bir hayvan olarak insan türünden söz edildiğinde ise, bu tanım biyolojik bir tanımdır, sosyolojik bir tanım değildir yine kullanılamaz.
Sosyolojik olarak insan, her hangi bir dine göre, o dinden olan anlamındadır. Yeryüzünde hiçbir din, biyolojik bir tür olarak tüm insanları insan kabul etmez ve etmemiştir. Din dışında da hiçbir şey, dolayısıyla bir insan tanımı da olamayacağından, insan aslında, son derece belirsiz, izafi, her dine göre değişen bir kavramdır.
İnsanın sosyolojik bir tanımını, yani sosyalizm dini açısından, yani Tarihsel Maddecilik veya Marksizm açısından yapmak gerekirse, her dine göre o dinden (veya o dinin tolere ettiğinden) olandır diye tanımlanabilir. Zaten tam da bu nedenle, komünlerin çoğunda İnsan kavramı o kabilenin soyundan olanlarla özdeştir.
Biyolojik anlamıyla insan, bir dinden olduğunda, bir topluluktan olduğunda, yani bir cemaatin üyesi olduğunda ancak sosyolojik olarak İnsan olabilir. Yani İnsan bir Topluluktan olandır. Bu "bir dinden olandır" diye de ifade edilebilir.
Peki, Toplum'u İnsanlar arası ilişki olarak tanımlamak bir totoloji olduğuna göre nasıl tanımlanabilir.
Toplum her şeyden önce bir hareket biçimidir, bir var oluş biçimidir, dolayısıyla onun tanımı diğer var oluş ve hareket biçimleriyle ayırıcı ilişki içinde yapılabilir.
Toplum her şeyden önce varlığın ya da oluşun (evrimin, hareketin, gidişin) özgül bir biçimidir.
Dolayısıyla sosyolojinin (Marksizmin) konusu olan Toplum ve onun evrimi, genel olarak Varlığın evriminin bir momenti olarak, yani diğer varlık biçimleri ve onların evrimi ile farkı çerçevesinde tanımlanabilir.
Kabaca fizik evrenin evrimi, temel parçacıkların veya kuvvetlerin; canlıların evrimi türlerin evrimi biçiminde ortaya çıkar. Toplumun evrimi de toplulukların (Cemaatlerin) evrimi biçiminde gerçekleşir. Türler nasıl biyolojik evrimin gerçekleştiği temel birim ise, Topluluk da toplumsal evrimin gerçekleştiği temel birimdir.
Evrimin mekanizmalarıyla, evrimin gerçekleştiği varoluşun özgül biçimlerini karıştırmamak gerekir. Elbette canlıların değişiminin temelinde, tıpkı toplumun iktisadi ilişkilerindeki değişmeler gibi DNA şifrelerindeki değişimler vardır ama nasıl canlılardaki değişim tür değişimleri biçiminde gerçekleşirse, toplumsal evrim de, üretici güçler ve üretim ilişkilerindeki değişmeleri DNA’daki değişmelere benzetirsek, topluluk tanımlarının değişmeleri (din değişmeleri) biçiminde gerçekleşir. Türler nasıl canlıların evriminin gerçekleştiği somut biçim ise, topluluklar da toplumun evriminin gerçekleştiği somut biçimdir.
Sosyolojinin ya da Marksizmin en büyük eksiği, tıpkı biyolojideki tür kavramı gibi, evrimin gerçekleştiği temel birime ilişkin bir kavramının bulunmamasıydı, bunun ardında da Aydınlanmanın kendi cemaatine cemaat demeyip toplum demesi yatıyordu. Ve tam da bu eksiklik nedeniyle, özne olarak sınıflar (veya barbarlar vs.) koyuluyor ve Yapı ve Özne çelişkisi ortaya çıkıyordu.
Bunun nasıl kavramsal saçmalıklara yol açtığına bir örnek verelim.
Türk Toplumu” diye bir şey olamaz. Ama Türk Ulusu, yani bir Topluluk olabilir. Türk Toplumu kavramı, Maymun Canlısı, Demir Maddesi gibi bir saçma kavramdır. Maymun türünden söz edilebilir maymun canlısından değil; Demir atomundan ya da elementinden söz edilebilir, demir maddesinden değil. Ama topluma gelince Maymun Canlısı saçmalığı gibi “Türk Toplumu”ndan söz edilmektedir, Türk ulusu, cemaatı ya da dininden değil..
Tarihi anlaşılmaz kılan da, Yapı ve Özne çelişkilerini ve ayrımlarını yaratan da toplumsal evrimin gerçekleştiği birimin tanımlanmamış olmasıdır. Bunun ardında da Aydınlanma’nın Toplum ve Din kavramları bulunmaktadır.
Ortada, toplumsal evrimin gerçekleştiği temel birim, yani topluluk kavramı olmayınca, toplumsal evrimin açıklanmasında zorluklarla karşılaşılmış, aşılmaz Yapı ve Özne ayrımlarına takılınmış ve gerçekteki toplumsal değişimler hiçbir şekilde ne açıklanabilmiş ne de gerçekten devrimci bir hareket yani yeni bir din yaratılabilmiştir.
Bu nedenledir Marksist tarih kitaplarında modern çağdaki birkaç devrimden başka devrim sayılamaması, çünkü din değişimlerinin, dinlerin ortaya çıkış ve egemen oluşlarının, yayılışlarının, yani bir topluluktan diğer topluluğa geçişlerin devrim olduğu anlaşılamamaktadır. Topluluk kavramı yoktur ki onun geçişleri olsun. Topluluk kavramının yokluğunun ardında ise hem dinin aydınlanmacı tanımı (inanç, ideoloji vs.) hem de toplumun aydınlanmacı tanımı (insanlar arası ilişki) bulunmaktadır.
*
Marksizm’in gelişimine teorik katkımız böylece özetlenebilir. Bunun programatik (uluslara karşı savaşı öne almak) ve örgütsel (bir parti (tarikat) olmaktan çıkmak yeni bir din olmak; (tüm işçileri sosyalist olmaya değil, tüm işçileri ve insanları İnsan olmaya çağırmak) gibi sonuçları üzerine ayrıca yazılacak çok şey var ve bunları ele almaya çalışıyoruz ve çalışacağız.
Ne yazık ki, Türkçede bunları anlayabilecek az sayıdaki kişiler okumuyor, okuyanlar da bu arka planı bilmediğinden anlamıyor.
Yapabileceğimiz tek şey dinleyen ve anlayan varmış gibi konuşmaya devam etmek.
Özetle, Klasik Marksizm’in de Kıvılcımlı’nın da yüz elli yıllık serüveni, bir bakıma aydınlanma'nın Din ve Toplum kavramlarının ortaya çıkardığı bu sorunu çözme çabaları olmuştur.
Bu çabalar başarısız kalmaya mahkûmdu, çünkü sorun yanlış koyuluyordu.
Ama bizzat bu çözme çabaları, çok karmaşık yollardan sorunun çözümü için birikim yapmış tır.
Batı Marksizm’i ve Troçkist geleneğin yanı sıra Kıvılcımlı da hem bu başarısız çözme çabalarının, hem de bu birikimin anıtsal örneğidir.
Bir rastlantı sonucu bu üç geleneği de tanıyan belki de tek kişi olduğumuzdan, bu yük bizim sırtımıza bindi.
Bunu nereye kadar taşıyıp götürebildiğimizi ise zaman gösterecektir.
19 Kasım 2008 Çarşamba
Demir Küçükaydın

Teori ve Politika (12 Eylülcülerin ve Diğerlerinin Yargılanması karşısındaki Tavırlar Üzerine)

$
0
0
Çok uzunca bir süredir, kimi sosyalistlerin geçmişte yaşananlara (12 Mart, 12 Eylül vs.) ilişkin intikamcı bir tonla söylediklerini okudukça bu konuda sosyalist teorinin tüm öncüllerinin ve mantık sonuçlarının; eski güzel geleneklerin unutulduğunu acıyla gördükçe, buna karşı bir şeyler yazmak gerekir, keşke biri yazsa diye aklımdan geçirmeden edemiyordum. Kimseden ses çıkmayınca gene iş başa düştü diye uygun bir zaman bulmaya çalışıyordum.
En son geçen hafta sonu, “Sosyalist Yeniden Kuruluş” isimli girişimin İstanbul’da yaptığı üç toplantıdan birine gitmiştim. Sosyalistler nerede, ne yapıyorlar, neler tartışıyorlar; bakalım buradan bir şeyler çıkar mı diye, radar ekranından yitirmemek için.
Oradaki kimi konuşmaları dinleyince, artık geciktirmemeli sorun çok daha derinde ve metodolojik diye düşünüp hemen yazmaya karar verdim. Dün sabah kalkınca bu yazıyı yazdım. Sonra bir gün demlensin hele diye beklemeye bıraktığımda, Radikal’de İskender Pala ile yapılmış söyleşiyi okuyunca artık daha fazla geciktirmemeli diyerek bu gün son şeklini verip yayınlıyorum.
*
Pazar günkü toplantıda, her şey her zaman olduğu gibi yine yeterince can sıkıcıydı: yüz elli civarı bir katılımcı, yaşlı ve erkek ağırlıklı bir topluluk
Ertuğrul Kürkçü’nun, Kürt özgürlük hareketi gibi ezilen kitlelere dayanan bir hareketle yakın ilişkiye girdiğinden ve onların öz suyundan beslenmeye başladığından beri, beri kat ettiği yolu ve olumlu gelişmeleri yansıtan konuşması haricinde bütün konuşmalar o topluluğun bileşiminden de daha moral bozucuydu. Bir tek politik veya teorik zeka parıltısı olan konuşma yoktu. Ve yine her zaman olduğu gibi, eğer küçük bir umut ışığı veren konuşmalar vardıysa, bunlar da yine birkaç kadının ve gencin yaptığı konuşmalardı.
Daha kötüsü çoğu onlarca yıldır sosyalist olan konuşmacıların, teorik ve politik konulara ilişkin bir tek konuşma yoktu (ki Ertuğrul Kürkçü’nün açılışta yaptığı ve tartışmalara zemin olarak sunduğu konuşması tam da bu konulardaydı).
Ama bundan daha da kötüsü, öncüllerini, bildiklerini de unutmuşlardı. Çoğu söyledikleri sözlerin nereye gideceğinin, mantık sonuçlarının ne olacağının bile farkında değildi. Bilgeliğin son perdesi veya üzerine tartışılması gereği bile duymadan kabul ettikleri aksiyom derekesindeki temel görüş: eğer Sosyalist veya devrimci veya kurmak istenin toplumun örneği ilişkiler şimdiden kurulamazsa veya böyle kişilikler şimdiden oluşmazsa, bu girişimin de diğerleri gibi başarısızlığa uğrayacağıydı.
Marksizm’in tam da bu görüşlerle çatışma ve mücadele içinde doğduğunu unutmuşlardı. Kendilerini Marksist sanıyorlardı hala ve aslında Marksizm’in kendisine karşı mücadele içinde doğduğu görüşleri savunuyorlardı ve bunun farkında bile değildiler.
Bu temel yanlış, idealizmdi; yani varlığın düşünceyi değil; düşüncenin varlığı belirlediği ön kabulü. Bu metodolojik temel yanlış itirazsız egemenliğini sürdürüyor ve her yerden yedi başlı ejderha gibi bir başını çıkarıyordu.
Gerçi Türk solunda bu idealizmin her zaman derin kökleri olmuştu onun köylü, esnaf veya küçük burjuva toplumsal temeline bağlı olarak.
Örneğin sınıfların nesnel toplumsal bölünmeler değil de bilinçle oluşan bölünmeler olduğu yönündeki yaklaşım. Bunun “halk safları”nı politik ve ideolojik kriterlerle belirleme biçiminde ortaya çıkması. Yani düşüncenin varlığı belirlemesi. Böylece nesnel olarak ezilen sınıflarda yer alanlara karşı ikna değil, imha politikalarının yerleşmesi ve içine kapanıp sektleşme.
Örneğin, bir partinin merkez komitesinin bir kararı veya bileşiminin değişmesiyle (Kuruçef’in veya Çu En Lay’in partiye egemen olması gibi) ölenin sosyo ekonomik yapısının değişmesi, yani bir anda, revizyonist (“revizyonist ülkeler” – revizyonizm nasıl bir rejim veya üretim bicimi veya sosyo ekonomik formasyondur o da ayrı bir sorun ve yanlış), kapitalist veya emperyalist olması (“Sovyet Sosyal Emperyalizmi” örneğin). Yani yine düşüncenin varlığı belirlemesi.
Bu örnekler çoğaltılabilir. Ama artık o ülkelerin ve tartışmaların omadığı bu dünyada aynı idealizm, aynı temel metodolojik yanlış bu sefer kendini başka biçimlerde ele veriyor; meduza başını başka biçimlerde ve tartışmalarda çıkarıyor. O Sosyalist Yeniden Kuruluş tartışmasında da yansıyan ve her yerde duyulabilecek; sosyalist veya devrimci ilişkilerin veya ahlakın ya da kişiliklerin bizlere egemen olmadıkça eski yanlışların tekrarlanacağı veya başarısız olunacağı gibi önermelerde. Yani önce bizler, kafalar değişecek ancak o zaman toplumsal düzen değişecek.
Ama bununla sanki ilgisizmiş gibi görünen intikamcılıkta, cezalandırmayı toplumsal sorunların çözümüymüş gibi sunan veya algılayan yaklaşımlarda da aynı metodolojik yanlış kafasını çıkarıyor. Ve bu aynı temel ve metodolojik yanlış bakımından, sosyalistlerin çoğu ile Recep Tayyip, ne kadar zıt görünürlerse görünsünler, aynı yerde bulunuyorlar
Geçenlerde Recep Tayyip de, bu darbecilerin cezalandırılmasının başka darbecilere ders olacağı ve bunun darbeleri önleyeceği türünden bir sözler ediyordu. Ve bir de üstüne üstlük bunları intikamcı olmadıklarının kanıtı olarak, çoğu sosyalist olan kimi muhaliflerin, 12 Eylülcülere yeterince sert ve güçlü, ibretlik cezalar verilmeyeceği, bunun yolunun yapıldığı itirazlarına cevap olarak.
Halbuki, bırakalım Marksizmi bir yana, olağan burjuva toplumunun Kriminoloji veya hukuku bile, cezaların ve onların sertliğinin hiçbir caydırıcılığının olmadığını; önemli olanın o suç oluşturan eylemi yaratan koşulların ortadan kaldırılmasının önemli olduğunu söylemez mi?
En caydırıcı ve ibretlik cezalar verilse bile, toplumsal koşullar uygunsa ve pahalı, baskıcı, bürokratik ve militer bir devlet cihazı varlığını sürdürüyorsa; en geniş fikir ve örgütlenme özgürlükleri ortamında ezilenler birlerce biçimde örgütlenmemişse darbeleri engelleyemez. Darbeleri engellemenin bir tek yolu vardır. Devletin merkezi, bürokratik, militer yapısına son vermek; en geniş fikir ve örgütlenme özgürlükleri ile geniş ezilen yığınların örgütlenme ve kendilerini savunma mekanizmalarının yollarını açmak.
Ve tarihin acı alayı odur ki, sözde bir daha darbeler olmasın diye yapılan bu mahkemeler, aslında tam da bütün bunların yapılmadığını gizleyen bir yanılsama yaratan bir sis örtüsü olarak kullanılmaktadır. Yani darbelere karşı mahkemeler aslında gelecekte yapılabilecek olası başka darbelerin yollarına taşlar döşemektedir.
Ama sosyalistler, eleştirilerini, darbecilerle hesaplaşmanın yeterince güçlü ve sert yapılmadığı gibi bir noktadan yaparak, bu politikanın basit bir aracına veya piyonuna dönüşmektedirler. Ve üstüne üstlük, intikamcı bir söyleme de hapsolarak, iktidara bir de ahlaki üstünlük ve erdem kaftanı bahşederek.
Metodolojik hatalar böyledir. En zıt göründüklerinizle aynı yerde ve varsayımlarda buluşur ve ittifaklar kurarsınız. Şimdi artık unutulmuş olan Marksizm, şimdi hor görülen o teorik tartışmalar, o “zıtların birliği”ni görmenin kavramsal araçlarını sunardı en azından.
*
Marksizm’in doğum çığlığı, temel önermesi, “insanların düşüncelerinin varlıklarını değil, varlıkların düşüncelerini belirlediği” önermesidir.
Toplumsal hayatın maddi temelleri (üretim, bölüşüm, tüketim, değişim ilişkileri) anlaşılmadan kendisinin anlaşılamayacağına ilişkin bu materyalist denen sosyolojik önerme, aslında en manevi değerlerin temelidir.
Bu önermenin mantıki sonucu ve ahlaki sonucu, egemen sınıfların dahi kötü ya da suçlu olmadığı, onların toplumsal koşulların sonucu olarak sömürdükleri; bizlerin sorununun insanlar ve cezalandırılmaları değil; o sömürüyü ve baskıyı yaratan toplumsal koşulları değiştirmek olduğu; bu nedenle sosyalizmin sadece ezilenleri değil; ezenleri ve sömürenleri de kurtarıcı olduğudur. Tam da bu mantıki sonuçları nedeniyle bu materyalist önerme aynı zamanda en humanist ve maddiyata zerrece değer vermeyen bir ahlakın temelidir.
Eğer “esirgeyip bağışlayan Allah” ile söze başlayan İslam’ın diliyle konuşursak, bu “düşüncenin varlığı değil; varlığın düşünceyi belirlediği” önermesi; tıpkı İslam’ın Allah’ı gibi, insanların suçlardan esirgenmesinin ve suçlarının bağışlanmasının temel ilkesi ve gerekçesidir.
Çünkü, eğer insanların düşüncelerini varlıkları belirliyorsa, sosyolojik düzeyde, her insan prensip olarak (hikmetinden sual olunmayan Allah gibi) sırrına erilememiş toplumsal kuvvetlerin bir kurbanı olarak görülebilir. Böyle bir görüş açısından ise, insanlar değil, o toplumsal kuvvetler ve o toplumsal kuvvetlerin var oluşuna ve etkilerine yol açan düzenler; toplumsal sistemler ve onların ardındaki üretim ilişkileri temel neden olarak görülürler.
Ve tam da bu nedenle, sosyalist düşüncenin ve değişim programlarının insanlarla değil, toplumsal düzenlerle sorunu vardır. İnsanların ancak onları şöyle veya böyle davranmaya zorlayan toplumsal düzenler değiştirildiklerinde değişebileceklerini söyler sosyalist düşünce.
Ne yazık ki o Pazar günkü toplantıda da görüldüğü gibi, bu çok temel materyalist önerme ve bunun ardındaki derin humanizm çoktan unutulmuş bulunuyor. Sosyalistlerin her toplantısında, kendilerine sosyalist diyenlerin, insanlar arasındaki sosyalist ilişkileri; kurmayı düşündükleri toplumun ilişkilerinin bu günkü toplumda minyatür örneklerini kurmaktan, bunlar olmadan hiçbir şey olamayacağını söylediklerini duyarsınız
Marksizmi bilmeyen daha genç kuşakların veya uzun gericilik yıllarında amneziye uğrayıp bildiklerini de unutmuş sosyalistlerin bu ifadelerini duyunca, insanın aklına gelecek tasavvurlarının geleceği değil, o tasavvurları yapanların dünyasını yansıtmaktan başka bir şey yapmadığı, yine unutulmuş bu gerçek geliyor. Böylesine basit bir gerçeği bile kavrayamayışlar ve unutuşlar karşısında çaresizlikle kıvranmaktan başka bir şey gelmez insanın elinden.
O arkadaşların, “sosyalist ilişkiler”, “devrimci ilişkiler”, sosyalist ya da devrimci ya da demokrat kişilikler dedikleri,  bir küçük burjuvanın, bir esnafın veya bir köylünün dünyasından, ilişkilerinden ve kişiliğinden başka bir şey değildir. Devrimci ahlak dedikleri henüz modern olmayı bile becerememiş bir dünyanın birbiriyle rekabet içindeki esnaf, köylü ve küçük burjuvalarının antika ahlak anlayışından ötesi değildir.
Onlara, bir zamanlar, şimdi tıpkı kendilerinin “sosyalist kişilikler” ya da “ilişkiler” yaratmaktan söz etmeleri gibi, Ekim Devrimi’nden sonra bir “proleter kültür”ü yaratmaktan söz edenlere, Lenin’in önce hele bir “kültürlü tüccarlar” olabilelim deyişleri geliyor insanın aklına.
Ama öylesine hafızasını yitirmiş; teoriye ilginin öylesine yok olduğu; insanların genelleme yeteneklerini öylesine yitirdiği bir dönemdeyiz ki, Ekim Devrimi’nden sonra yapılmış bu tartışmaları kim bilir ve kimin ilgisini çeker? Hele bunları iyi kötü bilenlerin bile bildiklerini veya onlardan çıkacak mantıki sonuçları unuttukları bir dönemde kim dinler bunları?
İnsanların düşünceleri varlıklarını değil; varlıkları düşüncelerini belirliyorsa, bu önermenin kimi sonuçları vardır.
Bu sonuçlardan birincisi, geleceğin toplumunun ilişkilerinin bu günkü toplumda yaratılamayacağıdır. Bu yöndeki ahlaki vaazların hiçbir anlam ifade etmediği ve aslında tam da bu günkü toplumun ilişkilerinin ve düşüncelerinin bir yansıması olduğudur.
Bunun bir sonucu daha vardır. Eğer geleceğin toplumunun ilişkileri bu toplumda yaratılamaz ise, o zaman bütün enerjinin ve zamanın, o geleceğin toplumunun maddi ilişkilerine ulaşma mücadelesine yöneltilmesi gerektiğidir. Yani her şeyden önce ekonominin ve bunun için de öncelikle politikanın; yani devletin değiştirilmesine; yani özel mülkiyete, kara dayanan ekonomiye, devlete, devletler de milletler biçiminde örgütlendiğinden millete ve milletlere karşı bir mücadeleye girmek gerektiğidir. Bunun için gereğinde iğneyle kuyu kazarcasına bir ömür boyu uğraş vermek ve her yenilgi, yanlış veya başarısızlıktan sonra, her seferinde Sisyphos gibi yeni baştan başlamak gerektiğidir.
İşte o toplantıda, olmayan bu politik bakıştı. Bu politik bakış yokluğu ile geleceğin ilişkileri ya da kişiliklerini şimdiden kurma anlayışının varlığı, aynı madalyonun iki yüzüdür.
Ama bu anlayışın bir sonucu daha vardır. Eğer insanların düşüncelerini toplumsal varlıkları belirliyorsa, kendilerine karşı mücadele ettiğimiz burjuvalarla, diktatörlerle de insanlar olarak bir sorunumuz yoktur. Biz onlara karşı bu mücadelede karşımıza çıktıkları için mücadele ederiz.
Kişileri cezalandırma, onlardan intikam alma gibi bir sorunumuz olamaz. Biz kişileri öyle veya böyle davranmaya zorlayan toplumsal ilişkileri değiştirmeyi esas alırız.
Yani burjuvaları işçileri sömürdükleri için cezalandırmak gibi bir derdimiz olamaz bizim. Onları işçileri sömürdükleri için çalışma kamplarında yaşamaya veya yoksulluğa mahkum etmek gibi bir sorunumuz olamaz bizim. Aksine, eşitlikçi bir düzenin, sadece ezilenlerin değil;  ama aynı zamanda ezenlerin de kurtuluşuna hizmet edeceğinden hareket ederiz.
Tam da bu kabuller nedeniyle, ezilenler, egemen sınıfları, burjuvaları, insanları sömürdükleri için yargılama ve cezalandırma gibi yöntemlere başvurmayacaklardır ve vurmamalıdırlar. (Bunu şimdi yazmak ve hatırlatmak zorunda kalmak bile nasıl bir hafıza kaybıyla malul olunduğunun bir başka delili aslında) Sömürüyü ortadan kaldırmanın yolu, burjuvaları cezalandırmak değil; mülkiyet ilişkilerini; toplumsal ilişkileri değiştirmektir.
Aynı mantık, sadece mülkiyet ilişkileri için değil; aynı zamanda kendisi de bizzat o mülkiyet ilişkilerinin ürünü olan devlet ve rejimler için de geçerlidir. Sorun o devletlerin yapısında ve rejimlerin örgütlenişinedir. Onların değiştirilmesi gerekir. Her biri aslında korkak ve aciz; korkak ve aciz olduğu kadar ve bir bakıma tam da bu nedenle gaddar ve keyfi memurlara da eğer sistemi değiştirme mücadelesine bir direniş içinde değillerse ve mücadelenin olağan karşılaşmaları ötesinde, cezalandırma gibi bir sorunu olamaz ezilenlerin.
Ama ortada bir direniş varsa düzenin ve devletin yapısının değiştirilmesine karşı, elbette bu mücadelenin bir parçası olarak; bütün savaşlarda olduğu gibi hukuki veya askeri araçların kullanılması; karşı tarafın direncinin kırılması gerekir. Ama bu başka bir sorundur; orada savaşın kendi kuralları ve mantığı vardır.
Ve hatta egemenlerin direncini eğer daha barışçı araçlarla kırmak veya onları tarafsızlaştırmak, yani onları satın almak mümkün ise, en büyük maddi fedakarlıkları bile yapabilmeyi göze almalıdır ezilenler.
Marks, bir yerde (tam hatırlayamıyorum şimdi neredeydi), eğer der egemen sınıfların sert bir direnişini engelleyecekse ve onları tarafsızlaştıracaksa, onların ellerindeki toprakların ve üretim araçlarının gereğinde tazminatla toplumsallaştırılmalarının, direnişin ve onu kırma çabalarının yol açacağı insan, zaman vs. kayıplarını göz önüne alarak, bunun en ucuz yol bile olacağından söz eder.
Şimdi bunları aktaralım bakalım Kenan Evren veya 12 Eylülcülerin yargılanması ile ilgili davaya ve o davalar esnasında kimilerinin söylediklerine.
Sosyalistlerin demesi gereken neydi öncelikle?
Nasıl kimi toprakların veya fabrikaların kimi kapitalistlerin elinden alınıp başka kapitalistlerin eline verilmesi ve eski sahiplerinin cezalandırılması sömürüyü ortadan kaldırmazsa; yapılması gerekenin mülkiyet münasebetlerini değiştirmek gerektiği; yani toprakların ve üretim araçlarının toplumsallaştırılması gerektiği; ancak bu koşullarda sömürünün ortadan kaldırılabileceği ise; aynı kural devlet için de geçerlidir.
Bu pahalı, baskıcı, bürokratik ve militer devlet cihazı ve tümüyle anti demokratik yasalar radikal bir şekilde ortadan kaldırılmadığı sürece; darbeci generallerin, politikacıların cezalandırılması, sermayenin bir elden diğer ele geçmesinden farklı değildir.  Çünkü, demokrasiyi çoğunluğun karar alabilmesi olarak görmenin kendisi anti demokratik ve gerici bir ilkeyi savunmaktır, çünkü genel olarak, çoğunluğun karar alma hakkı olarak demokrasi, en korkunç gericilikle bir arada bulunabilir. Çoğunluk ancak demokratik ilkelerin ve hakların savunucusu bir çoğunluk olduğunda demokrasiden söz edilebilir. Çünkü, çoğunluğun kendisini demokratik ilkelere bağlamadığı ve bunları savunmadığı, demokratik olmayan bir ülkede, çoğunluk, azınlıkların bire kadar kırılmasını gayet demokratik bir şekilde çoğunluk olarak karar altına alabilir. Örneğin Türkçe konuşan çoğunluk, gayet demokratik bir şekilde, Kürtleri Türkçe öğrenmeye mecbur kılarak en anti demokratik kararları almakta ve savunmaktadır. Örneğin Sünni çoğunluk, dinsizleri, Alevileri ve Hırıstiyanları vs. kendisi gibi yaşamaya; din derslerine zorlayan kararlar aldırmakta; azınlıkları bey vakit sonuna kadar açılmış ve bir terör ve güç gösterisine dönüştürülmüş ezanları dinlemeye zorlamakta veya onlardan Diynet işleri için zorla vergiler alabilmektedir.
Politik karar yetkisinin, generallerden demokratik hedefleri olmayan; yani bu devlet cihazını parçalamak gibi bir hedefi olmayan bir çoğunluğun eline geçmesi, ne demokrasinin gelmesi ne de darbe tehlikelerinin ortadan kalkacağı anlamına gelmez. Aksine bu ikisi birbirini besler. Anti demokratik çoğunluğun yaratacağı memnuniyetsizlikler, bir süre sonra o gülü, militer, bürokratik cihazın varlığında temelini bulan; binlerce yıllık tecrübeli; ta Firavunlar, Nemrutlar çağından kalma; gereğinde çok esnek ve geri çekilmeyi bilen; ve hatta gereğinde, uzun zamandır çıkarları çatıştığında nasıl “doğucu” ve “anti-emperyalist” oluyorsa “demokrat” da olabilen askeri bürokratik oligarşinin yedeği olabilir ve hatta askeri bürokratik oligarşi, milletin teveccühünü tekrar kazanmış olarak son derece demokratik yollardan eskisi gibikarar alma gücünü tekrar da kazanabilir ve böyle giderse kazanacaktır da.
Böyle bir anlayışı ifade eden bir tavır, hem politik olarak radikal bir demokrasinin savunusu; AKP’nin (yani burjuvazinin) olduğu kadar askeri bürokratik oligarşinin de eleştirisi ve onlara karşı radikal demokrat bir alternatif olur; hem de intikamcılık veya cezalandırmacılığın karşısında çok daha insani, aynı zamanda çok daha teorik ve metodolojik olarak da doğru olurdu.
Sol ve radikal demokrat bir politik güç yokluğunun temel nedenlerinden biri, bir bakıma düşüncenin varlığı belirlediği noktasına varan metodolojik temel yanlışlarda bulunmaktadır.
Ve yapılan nedir? Ortalıkta görülen nedir?
“Hesap soracağız”; “Kafeste getirilsin” gibi intikamcı söylemler.
Bu intikamın yeterince şiddetle alınmasın veya cezalandırılmanın yeterince yapılmayacağı; bunu engellediği hoktasından hükümete yönelik bir eleştiri.
Demokratik bir program ve hedefler üzerine (Bugünkü pahalı, baskıcı, bürokratik, militer cihazın tasfiyesi ve parçalanması) politik bir mücadelenin yokluğu ile intikamcı; hesap sorucu, cezalardan medet umucu bir bayağılığın varlığı. Aynı madalyonun iki yüzü.
Ve böylece hükümet solcuların eline bir oyuncak veriyor. Onların bu oyuncakla oynaması aracılıyla; Kenan Evren’in yargılamasının gündemi belirlemesini sağlıyor ve bunu sanki darbelere ve darbecilere karşı bir mücadele gibi gösterebiliyor.
En ağır cezalar verilse de; hatta bununla yetinilmeyip, tıpkı hakikat komisyonları gibi komisyonlar kurulup darbeler toplumun vicdanında mahkûm edilse de; eğer bu pahalı; baskıcı; bürokratik; merkezi; militer devlet cihazı yerinde duruyorsa; bu gücü yerinde duran devlet, her zaman, koşullar ve sınıf ilişkileri uygun olduğunda var olan düzeni ve kendi varlığını korumak için yapabilir ve yapacaktır.
Liberaller, bu pahalı ve baskıcı, merkezi, bürokratik, militer cihazı hiçbir şekilde ortadan kaldırmayı hedeflemeyen; aksine onu reforme edip yetkinleştiren ve şimdilik seçilmiş bir hükümetin egemenliğinin aracı olarak kullanan hükümetin yaptıklarını demokratikleşme diye ne kadar boyayıp satmaya çalışırlarsa çalışsınlar; yarın öbür gün dünyanın ve ülkenin koşullarındaki bir değişmeye bağlı olarak ortam ve sınıf ilişkileri uygun olduğunda; dokunmadıkları cihazın sınıflardan bağımsız bir güç gibi kendilerine ve şimdi destekçisi oldukları hükümete karşı bir darbe yaptıklarını veya askeri bürokratik oligarşinin uygun sınıf ilişkilerini kullanarak tekrar legal yollardan iktidarı ele geçirdiğini ve şimdi kendisine yapılanların intikamını aldıklarını göreceklerdir.
Ama liberallere ve hükümete karşı karşı çıkan, en radikal muhalefeti 12 Eylülcüleri yeterince sert ve kapsamlı olarak mahkemeye çıkarmadığı veya cezalandırmadığı için eleştiri noktasında yapan ya da tam da böyle gerekçelerle müdahil olmayı reddeden veya müdahil olan “yetmez ama evet”çi veya ulusalcı sosyalistler bu askeri bürokratik cihazın değiştirilmesini gündemden uzaklaştırmanın araçlarına dönüşerek bu yenilgilerini bile zafer gibi gösteriyorlar veya görüyorlar.
Hayır baylar, biz sosyalistler, gerçek ve radikal demokartlar olarak bu oyuna gelmeyiz. 12 Eylülcülerin yargılanması ne darbelere, ne keyfiliğe karşı demokrasi yolunda en küçük bir adım bile oluşturmaz. Aksine, bu adımların yokluğunu gizler ve ezilenlerin gözüne kül atar.
Bizim sorunumuz 12 Eylülcülerin yargılanması değildir. Örneğin tüm emniyet kuvvetlerinin Avrupa’daki gibi seçilmiş mahalli yetkililerin emrine verilmesidir. Bizim sorunumuz merkezden atanan Vali, kaymakam gibi bütün kurumların kaldırılması bunların yerini seçilmiş yönetici ve meclislerin almasıdır. Her türlü fikir ve örgütlenme özgürlüğü sınırlarının kaldırılması; böylece halkın en geniş şekilde örgütlenip kendini savunabilmesinin koşullarının yaratılmasıdır. Bu ordunun bütünüyle tasfiyesi ve İsviçre’deki gibi tüm emekçilerin silahlı olduğu, sadece çok özel teknik birliklerden (radar vs.) ibaret küçük bir profesyonellerden ibaret bir ordunun bugünkünün yerini almasıdır.
Böyle halkın örgütlü olduğu; merkezi cihazın çok sınırlı yetki ve gücünün olduğu; tüm düzeyde tüm yöneticilerin seçimle geldiği ve emniyet kuvvetlerinin bunların elinde bulunduğu; halkın en küçük hücresine kadar bağımsızca örgütlendiği; çoğunluğu oluşturan çalışan nüfusun bizzat kendisinin ordu olduğu bir ülkede, ordu hem kendi vatandaşlarına karşı bir darbe yapamaz; hem hiçbir ülkeyi tehdit edemez hem de hiçbir ülke böyle bir arda milyonlarca insandan oluşabilecek bir orduya sahip bir ülkeyi işgal etme gibi bir şeye cesaret edemez.
Bizler eleştiri ve tartışmaları örneğin böyle noktalara çekip; hükümetin ve burjuvazinin korkaklığını, Askeri bürokratik oligarşiyle kayakçı dövüşünü bitip tükenmezce sergileyecek; bu demokratik talep ve hedefleri adım adım geniş yığınların bilincinde biriktirecek yerde; 12 Eylülcülerden hesap sorma; mahkemeye kafeste getirme gibi hedeflerle, sadece liberallerin ve hükümetin basit piyonlarına dönüşürüz. İster ulusalcı sol ister liberal sol olunsun, sonuç değişmez ve temeldeki metodolojik hata aynı hata olarak kalmaya devam eder.
Hiç de rastlantı değildir, bir yanda geleceğin ilişkilerini (bunlar demokrasi, sosyalizm, demokratlık vs. oluyor söylemine göre) şimdi kurmaktan söz edip de bu olmadan bir şey olamayacağını söyleyenlerin aynı zamanda 12 Eylül’den hesap sormayı programatik bir hedef haline getirenlerin aynı solcular ve sosyalistler olması.
Çünkü hepsinin temelinde aynı metodolojik yanlış yatmaktadır. İnsanların varlıklarının düşüncelerini belirlediğini unutmuşlar ve düşüncelerinin varlıklarını belirlediğini var saymaktadırlar.
Ama tam da düşüncelerin varlıkları belirlediği düşüncesinin kendisi; varlıkların düşünceleri belirlediğinin bir delilidir. Çünkü bu küçük burjuvazinin varlığında kaynağını ve temelini bulan bir düşünce ve yöntemdir.
*
Burada, bizlerin nasıl intikamcılıkla işimizin olmadığına ve gereğinde intikamcılara karşı intikamın nesnesi olanları korumakla da yükümlü olduğumuza dair Deniz Gezmiş7e ilişkin bir anımızı anlatalım.
1968’lerde İstanbul Üniversitesi, faşistlerle bir seri silahlı çatışmalar sonrası; ve bu çatışmalarda faşistlerin fiilen askeri yenilgilere uğratılmasıyla devrimcilerin özgürce ve korkmadan fikirlerini ifade edebilip savundukları yer haline gelebilmişti.
Bu çatışmaların en sonuncusunda, Faşistleri, kelimenin tam anlamıyla, İstanbul Üniversitesi Yemekhanesinin oradan Bakırcılar çarşısına dökmüştük.
İşte bu çatışma başladığında önceleri bizler hukuk binasının içindeydik ve faşistler dışarıdan bize saldırıyorlar ve askeri bakımdan çok elverişli bir konumda bulunuyorlardı.
Biraz aşağıda yemek kuyruğunda yüzlerce öğrenci sanki o çatışma kendi gelecekleriyle de ilgili değilmiş gibi bekliyorlar ve bizi seyrediyorlardı. Aslında beş on kişi oradan taşlarla faşistlere saldırsalar, hatta birkaç slogan atsalar, faşistler iki ateş arasında kalabilir faşistlerin terörüne son verilebilirdi. Durumumuz çok kritikti.
Bu arada bizler faşistleri arkadan çevirmeyi akıl edip, bir kısmımız onları binanın içinden oyalarken, biz (Deniz, Cihan vs.) faşistleri arkan kuşatıp, çok küçük bir güç olmamıza rağmen, iki  ateş arasında bırakarak, onları paniğe uğratıp bakırcılar çarşısına doğru kovalamış ve oradan dökmüştük.
Güç dengesi bizden yana dönüşüp de kazanacağımız anlaşılınca, o ana kadar hiçbir şey olmamış gibi yemek kuyruğunda duranlar, o son noktada hep güçlüden ve zafer vaat edenden yana kayan çoğunluk, bizden bizlerin safına geçmiş ve bizlerden çok daha büyük bir heyecan ve aşırılıkla zaferi kutlamaya başlamışlardı.
İşte tam bu arada, “bu da onlardandı, bu da faşitti” diye bu sonradan saflara katılanların bazılarının birisini bir köşeye sıkıştırıp dövmeye başladıklarını, hatta linç etmek üzere olduklarını gördük.
İşte bu noktada bizim yaptığımız, yalnız ve silahsız bir insana vurulmayacağını söyleyip çocuğu linçten kurtarmak oldu. Ve tam bu noktada Deniz Gezmiş, dövülen çocuğun üzerine kapanıp, kendisi darbeler yeme bahasına onu darbelerden korudu. Sonra biz duruma hakim olunca, çocuğu sağ salim oradan uzaklaştırdık.
Sıradan biri de olabilirdi. Ama büyük bir olasılıkla az önce bize taş ve kurşun atanlardan ve belki imkân bulsa, “Allahsız komünistler”i işkenceyle öldüreceklerden biriydi.
Devrimciler sosyalistler böyle davranmalıdır.
Kafeste getirme talepleri ortaya atan kimilerine karşı; bizlere nice acılar çektirmiş Kenan Evren’in üstüne kapanıp, “bu yaşlı bir insandır; hele yaşlılar ve hastalar, eğer yargılanacaklarsa bile onların bu durumları göz önüne alınarak insanlara uygun koşullar sağlanıp yargılanmalıdır veya bu koşullar sağlanamıyorsa gereğinde yargılamaktan vaz geçilmelidir” diye savunacak bir sosyalist kalmadı mı bu ülkede, Deniz’in o az önce bize belki taş atan veya kurşun sıkan; bulsa bir kaşık suda boğacak olan faşistin üzerine kapanıp onu linçten koruduğu gibi?
“O güzel insanlar o güzel atlara binip gittiler.”

Demir Küçükaydın
17 Nisan 2012 Salı

Sarkis Hatspanian’ın “Hocalı Katliamı” ile İlgili Yazısı, Gazi Katliamı, Ergenekon, Gün Zileli ve Milliyetçilik Üzerine

$
0
0

23 Nisan çocuk bayramının, kendisinin unutturulması için koyulduğu ve çocukların masumiyetinin de kendisine kurban edildiği 24 Nisan Ermeni Katliamının yıl dönümü yine geliyor.
Sol veya Sosyalist örgütler, artık kendilerinin bile “görücüye çıkmak” diye tanımladıkları, 1 Mayıs gösterileri için toplantılar, kimin nerede nasıl yürüyeceğine, nasıl güçlü ve etkili görüneceklerine ilişkin ince hesaplar ve pazarlıklar yaptıkları toplantıları sürdürüyorlar. Ama 24 Nisan bunların içinde hiçbir yer tutmuyor. Belki bir iki küçük sol örgütün ve birkaç bireyin bir uğraşı olarak kalıyor.
Aslında Türkiyeli sosyalistlerin ve İşçilerin, 1 Mayıs’ın da tıpkı 23 Nisan gibi, 24 Nisan’ı unutturmanın, gizlemenin, gündemden düşürmenin ve bizzat 1 Mayıs’ın kendisini anlamsızlaştırmanın bir aracı haline dönüştüğünü görüp, 1 Mayıs’ı 24 Nisan’da yapmaları ve 1 Mayıs’ı gerçek 1 Mayıs’ın özünde bulunan mesaja tekrar kavuşturmaları beklenirdi. Ama onlar böyle “milliyetçi” dalaşmalarla uğraşmayacak kadar derin “Enternasyonalist”tirler.

Marksizm’e göre gerçeklik somuttur. Bu her şeyin her an kendi zıddına döneceği, bugün doğru olanın bir anda en büyük yanlış olacağı veya olabileceği anlamına gelir.
Artık 1 Mayıs’ı 1 Mayıs’ta kutlamak, kendi zıddına dönmüş, Türkiye’deki demokrasi, hak ve eşitlik mücadelesine hizmet etmekten çıkmış bulunuyor. 1 Mayıs artık açıkça 24 Nisan’ı örtmenin, gündemden düşürmenin, bilinçlerden uzak tutmanın bir aracına dönüşmüşken; 24 Nisan egemenler ve anti demokratik güçler için 1 Mayıs’tan bin kere daha patlayıcı bir özelliğe sahipken; 1 Mayıs’ı 1 Mayıs’ta kutlamakta ısrar etmek, bu politikanın basit bir aracı olmaktan başka bir sonuç vermez.
1 Mayıs’ı 24 Nisan’da yapmalı. En azından demokratlar, sosyalistler, “24 Nisan Ermeni Katliamı en azından vicdanlarda mahkum edilmedikçe, bu topraklarda bir matem ve utanç günü olarak anılmadıkça, 1 mayıs’ı 1 Mayıs’ta kutlamak bizlere haram olsun” diyerek 1 Mayıs’a gerçek politik anlamını, işlevini; enternasyonalist, demokratik ve eşitlikçi anlamını tekrar kazandırabilirler.
Bu vesileyle tüm Türkiye’nin sosyalistlerini bu konuyu tartışmaya, gündeme almaya ve böyle davranmaya davet ediyorum.
Şu an belki çok geç. Ama hala yapılabilecek bir şeyler olabilir.
Örneğin bu 1 Mayıs’ta 1 Mayıs’ın bütün sloganları, 24 Nisan katliamı üzerine yapılabilir. Örneğin, “Bugün 1 Mayıs değil 24 Nisan!” diye bir slogan bu 1 Mayıs’a damgasını vurabilir. Ve gelecek yıllardan itibaren 1 Mayıs gösterileri 24 Nisan’larda yapılabilir.
*
Ermeni katliamı, kimin ne ölçüde demokrat olduğunu anlamak ve ölçmek için en sağlam ve şaşmaz mihenk taşıdır. Bu nedenle, Türkiye’deki demokrasi mücadelesi, ancak bu katliamın damarı üzerinden yürüyebilir.
Tarih tarihle ilgili değildir. İnsanlar Tarih aracılığıyla bugünün mücadelelerini yürütürler ve geleceğin toplumunu kurarlar. Ermeni katliamını gündeme taşımadan, onun nedenlerini açıklamadan ve bunları mahkum etmeden, böyle bir tarih okullarda okunur bir tarih olmadan Türkiye’de demokrasiden söz etmek, bir kandırmacaya katılmaktan veya alet olmaktan başka bir anlama gelmez.
O demokratik ülkede ve tarihte, örneğin Türkiye’de Sosyalist ve Komünist hareketin tarihi 1920’de TKP’nin Bakü Kongresi’nde başlamayacaktır, Taşnak, Hıncak, Selanik İşçiler Birliği vs. nin kuruluşu ile başlayacaktır. Mustafa Suphi’lerin yerini Balkanlı sosyalistler, Varteks Efendi’ler, Tigran Zevan’lar alacaktır. Modernleşme ile gelen Demokratikleşme mücadelesi Şinası, Namık Kemal, Ziya Paşa vs. ile değil; Velensinli Rigas ile başlayacaktır örneğin. İlk roman, ilk tiyatro, ilk sinema, Müslümanlık ve Türklük üzerinden değil; Osmanlı’da en azından Tanzimat’tan beri, tüm yurttaşlar kanun önünde eşit olduğuna göre, İlk Rum veya Ermeni veya Balkanlı yazarların eserleri ile başlayacaktır.
Böyle bir Tarih olmadan, bir demokrasi hareketi ve demokratik bir ülke düşünülemez ve de Kürt ve Türklerin birbirini boğazlamasının önüne geçilemez. Türkler ancak birer Türk olmaktan çıkıp birer Demokrat haline dönüştüklerinde Türkiye denen yerlerde Demokrasi olabilir.
Bunun ilk koşulu da, Türklerin kendi Türklüklerine karşı mücadelesidir. Hz. Muhammet’in dediği gibi, kendi nefsine karşı savaş, savaşların en kutsalıdır ve en zorudur. Türklerin kendi Türklüklerine karşı savaş ta böyle kutsal ve zor bir savaştır. Ve bu savaş, her şeydin önce Tarih ve Kavramlarda verilir. Türkler Türklüğe karşı bir savaş içinde demokrat olabilirler.
Ve bu savaş sadece Tarih’te olmaz. Kavramlarda da yürütülmek zorundadır. Evet kavramlarda.
O tarih ile birlikte dilin ve kavramların da değişmesi gerekir.
Ermeni Katliamı, Ermeni Katliamı değil, İttihat Terakki’nin Babıali Darbesi ile (hatta Askeri Bürokratik oligarşinin 1908 ile) başlayan Demokrasinin yok edilmesi savaşının en zirve noktasıdır, demokrasinin son kalıntılarının ve toplumsal dayanağının katledilmesidir. Yani sadece bir katliam değil, bir karşı devrimin; halk hareket ve örgütlenmelerinin ezilişinin zirvesidir. O zaman Tarih: 1908, Babıali Darbesi, Ermeni Katliamı şeklindeki bir karşı devrimler zinciri olarak görülür. Buna bağlı olarak, bir karşı devrim olarak tanımlanmaya başlar örneğin.
“Ermeni Diyasporası” “Ermeni Diyasporası” değil; Anadolu’nun Diyasporası’dır, bizlerin, bugünkü Türkiye’nin diyasporasıdır örneğin. Her sözün, her kavramın yeniden tanımlanması gerekecektir.
Sosyalistler tekrar eski itibarlarına ve toplumun gündemini belirleme güçlerine ancak böyle radikal bir demokrasinin teorik ve kavramsal öncüleri olarak; politik öncüleri olarak yeniden kavuşabilirler. Ama bütün bunları yapabilmeleri için de önce Türklüklerine karşı mücadeleye girip, demokrat olmaya başlamaları gerekiyor. Sanılanın aksine, Türkiye’nin anarsiştleri de, komünistleri de, kendi öznel yargıları ve özlemleri öyle olsa bile, nesnel olarak demokrat bile değillerdir. Hepsi Türk milliyetçisidir.
Onlar öylesine gerici bir milliyetçilik anlayışına sahiplerdir ki, örneğin Ermeni katliamının tanınmasını veya Kürtlerin ayrı devlet kurmalarının veya bireysel haklarının tanınmasının veya bir Türk tarafından savunulmasının milliyetçilik olmadığını düşünürler.
Onların anlamadıkları şu basit gerçektir, uzun vadeli Türk ulusunun genel çıkarlarını düşünen bir Türk milliyetçisi de pek ala Kürtlerin haklarını savunabilir ve bunun için mücadeleye girebilir. Bunun milliyetçilikle çelişen hiçbir yanı yoktur. Bir ulusun çoklarlarının daha akıllıca savunusundan başka bir şey değildir bu. Bu henüz demokrat olmak bile değildir. Demokrat olmak için önce ulusun veya ulusların bir dille, bir dinle, bir soyla tanımlanmasına karşı mücadele etmek gerekir. Yani Demokrat olmak için Kürtlerin haklarını veya Kürtlerin ayrı bir devlet kurmasını savunmak yetmez; Türklüğün politik bir anlamı olmaktan çıkmasını; yani ulusun Türklükle tanımlanmasına karşı bir mücadele içinde olmak ve bunu reddetmek gerekir.
Böylesi yok. Bu nedenle Türkiye’de demokrasi ve demokrat da yok. Bu nedenle sosyalistler de Anarşistler de aslında birer milliyetçidirler.
Bunu somut bir örnekle görelim. Ama önce olgular ve belgeler.
*
Sarkis Hatspanian’ı Türkiye Sosyalistlerinden pek fazla tanıyan olduğunu sanmıyorum. Çünkü nerede söz ettiysem, hep hiç bilinmediğini gördüm. İşin doğrusu ben de tanımazdım.
Kim olduğu hakkında Ragıp Zarakolu’nun “Uzak Yakın Ükeden Gelen Mektup” başlıklı yazısından bir fikir edinilebilir:
 “Bu coğrafya’da Ermeni olmanın yükü ağırdır. Ama hem Ermeni hem solcu iseniz bu yük daha da ağırlaşır. Ocak ayında Ermenistan’ın Vardaşen Mahpushanesi’nden “Acı Bir Kayıp” bir mektup ulaştı elime. Bir “Çınar”, bir “Eski Tüfek”, “Deli” namıyla maruf Kevork Yoldaş, sonsuzluğa doğru yelken açan bir tekneyle ayrılmıştı aramızdan.
Hapisliğin en kötü anlarından biri, hep yeniden buluşmayı, kucaklaşmayı hayal ettiğiniz bir sevdiğinizi yitirdiğinizi öğrendiğiniz andır. Sanki ağır bir tokat yemiş gibi olursunuz, olduğunuz yerde sallanırken. Hayal ettiğiniz o kavuşma anının asla gerçekleşmeyeceği dank eder kafanıza. Bir yandan da bir suçluluk duygusu kaplar içini. Keşkeler kovalar birbirini.
İşte o an gerçek mahpusluğun başladığı andır.
12 Eylül sonrasından ve onu izleyen Kürt savaşında az insan yaşamadı bu duyguyu zindanda…
Oğul, yoldaşı saydığı babasının sonsuza intikal edişini şu satırlarla duyuruyordu bizlere:
“Kevork Yoldaş, TKP tevkifatlarından nasibini almış bir hem Ermeni ve hem komünisttir. Hiç bir koşulda Ermeniliğini de ve komünistliğini de saklamamış, her iki kimliğiyle iftihar etmiş ve bu niteliklerinden ötürü “T.C” işkencehanelerinden ve cezaevlerinden geçmiş, 1974 “affı” ile “özgürlüğüne” kavuşmuş bir yoldaşımızdır. Anısı ışığımız olsun!
Sireliner, 1915’te durdurulmak istenen saatimizi tik-tak...tik-tak yeniden çalıştırma görevini yerine getirmiş neslin temsilcisi, “T.C” mahpusanelerinde Ermeni kimliğini başı dimdik bir direniş örneğiyle omuzlamayı kader bilmiş, “Düşmana inat bir gün fazla yaşamak” amacıyla baskı, zulüm ve hakarete maruz kalmayı tek bir defa bile sineye çekmeden hep insanlık onuruna sadık kalma şerefine nail olarak yaşadığı 81 eziyet dolu senelerine, bir de “Der-Zor’a ertelenmiş sürgün” 3 göçü sığdırmak zorunda kalmış olan, Kilikya Ermenilerince
“Deli Kevork”, diğer halktan olanlarca “Gavuroğlu” olarak tanımlanmış sevgili babam Kevork Dzeruni HATSPANİAN, 28 Ocak 2010 günü Köln’de vefat etmiştir. Doğup büyüdüğü anavatanından uzak ve bize yabancı yerlerde toprağa verilme acısıyla dünyevi yaşama veda eden babamın ruhu eminim şimdi Adıyaman’dan İskenderun’a uzanan sıradağlarda özgürce kanatlanıp uçmaktadır. Dürüst, namuslu, onur dolu, hep insanca yaşama arzu ve özlemiyle çarpmış koskoca bir yürek taşımış babamın anısını yaşatacak, gerçekleştiremediği tüm rüyalarının da “deli” mırasçısı olmaya çalışacağım ! Sarkis HATSPANIAN “Vardaşen” Mahpusanesi, Ermenistan – 29 Ocak 2010.””
Yani Sarkis Hatspanian, Komünist bir babanın oğluydu.
Zarakolu, aynı yazıda Sarkis Hatspanian hakkında yazılan ve kendisinin imzaladığı bir mektubu da aktarıyordu orada da Sarkis Hatspanian hakkında şu bilgiler bulunuyordu:
“(…)  Sarkis Hatspanian Türkiye devrimci hareketi içinde yetişmiş, 1980 cuntasından sonra kovuşturmaya uğramış, tutuklanıp 12 Eylül tezgahında işkence görmüştür. Bunun ardından, kaçak yollardan ulaştığı ve mülteci olarak yaşadığı Fransa’da kendini geliştirmiş, sanat dünyasında isim yapmıştı. Ne ki, Ermeni halkının bu yiğit evladı, ülkesinin ve halkının çağrısıyla Fransa’daki koşullarına sırtını dönüp, Ermenistan’ın kuruluşuna katılmak üzere halkının yanına koşmuştur. Bu konuda hiçbir özveriden kaçınmadığı da malumunuzdur.”
Bu kısa bilgi, bundan sonra anlatılacakların daha iyi kavranabilmesi bakımından gereklidir.
4 Ağustos 2010 tarihinde şöyle bir e-mail geldi:
“Sayın Demir Küçükaydın, 2008'den beri Ermenistan'da politik tutuklu olarak bulunan, Garbis Altunoğlu ile aynı okulda okumuş, Kilikya doğumlu Sarkis Hatspanian "Ermeni-Türk ilişkileri ve İsmail Beşikçi"  konulu bir yazı hazırlamaktayken, sayın Sait Çetinoğlu'ndan sizin "Tersinden Kemalizm" adli çalışmanız hakkında duymuş olduğundan,  eğer mümkünse çalışmanızla tanışmak ister. E-mail adresiniz bize sayın Çetinoğlu tarafından ulaştırılmıştır.”
Bunun üzerine kendisine istediği yazıları ilettim. Bu vesileyle Sarkis Hatspanian’ın çalışmaları varsa okumak istediğimi bildirdim. Bunun üzerine bana bazı yazıları iletildi. Bu yazıları Köxüz sitesinde yayınlamak istediğimi ilettim. Bu iletime gelen cevap şöyleydi:
“(…) Sarkis yazısının sitenizde yayınlanmasını ister mi, istemez mi onu ancak kendisinden öğrenip, cevabını size iletirim. Hiç tanımadığım sitenizle merak edip tanıştım, orada "Demokratik bir Türkiye için" yazıyordu. Sarkis'i oldukça yakinen tanıdığımdan söylüyorum, onun tırnak içerisine alınmadan Türkiye ifadesini kullanan kişilere karşı özel bir "sevgisi" olmadığını biliyorum, hatta Türk ve Kürt soluna mensup insanların da hep "sol gösterip sağ vuranlardan" olduğunu, bir yerine yüz defa şahsen ondan duymuş biriyim. Neyse, isteğinizi gerektiği gibi ona ileteceğime emin olabilirsiniz.”
Ben de bu aracılık yapan kişiye şu açıklamayı yolladım:
Cevabınız için teşekkür ederim. Ama bir dikkatsizlik, önyargı veya yanlış anlama sonucu olduğunu düşündüğüm bir noktayı düzeltmek isterim.
Diyorsunuz ki: "Hiç tanımadığım sitenizle merak edip tanıştım, orada "Demokratik bir Türkiye için" yazıyordu."
Köxüz sitesinin logosunda "Türkiye" ifadesi bulunmamaktadır. Türkiye diye okuduğunuz yerde "Cumhuriyet" sözcüğü bulunmaktadır.
Biz burada “Cumhuriyet” sözcüğünü bilinçli olarak kullandık ve “Türkiye” sözcüğünü de bilinçli olarak kullanmadık. Çünkü biz demokrasinin ancak ulusu hiçbir dile, dine, soya, tarihe, etniye, ırka hatta bölgeye göre tanımlamamış, aksine bunlarla tanımlamaya karşı tanımlamış, bunların hiçbir politik anlamının bulunmadığı bir cumhuriyette olacağına inanıyoruz ve bu nedenle her hangi birini eşitsiz kılacak veya öyle bir anlama gelecek bir ifadeyi oraya koymadık.
Aslında bu proje yeni değildir ve Tigran Zevan veya Velensinli Rigas veya Tevfik Fikret gibi aydınlanmacı veya sosyalistlerin de idealiydi. Bir anlamda bu yenilmiş geleneği yeniden canlandırıp bu günün dünyasında yeniden savunmaya çalışıyoruz.
Benim yazılarımı okursanız bu konunun çok açık olarak savunulduğunu görürsünüz. Elbette sitenin yazarlarının hepsinin açık olarak böyle bir duruşu yoktur. Ama böyle bir duruşa kapalı değillerdir.
Ben özellikle uluslar ve ulusçuluk teorileriyle de çok ilgileniyorum ve yazıyorum. Yazılarımı okursanız bilinenlerden çok farklı bir duruşla karşılaşacağınızı düşünüyorum.
Selam ve Saygılarımla
Bunun üzerine aracılık yapan bu kişiden şu maili aldım:
“Sayın Demir Küçükaydın, Tekrar merhabalar,
Koxuz  web sitesi hakkındaki aydınlatıcı bilgilendirmeniz için çok teşekkürler. Ancak, soyu kırılmış, köksüzleştirilmiş bir ulusun evlatlarını, Türkiye ya da adı olmayan bir ütopik demokratik cumhuriyet farklılığına inandırmanız hiç de kolay değil. Yazılarınızın, Sarkis'e ulaştırılmış olduğunu az önce onu ziyaretinden dönen eşinden öğrendim, size çok teşekkür edip, postayla size yazı yollayabileceği bir adresinizin ona bildirilmesini rica etmiş. Bu arada, ben de onun bulunduğu cezaevinin posta adresini öğrendim. (…)”
Ezilen bir ulustan, ırktan, dinden, cinsten insanların bu kuşkuculuğu anladığım ve hatta belli bir dereceye kadar sağlıklı da bulduğumdan bu tartışmaya devam etmedim. Ancak “soyu kırılmış” “köksüzleşterilmiş” uluslardan söz etmesinin benim açıkladığım ulus teorisi açısından, ulusların soya, köke dayandığı bir ulus anlayışını yansıtıyordu ki, bu da en gerici ulusçuluk anlayışlarından biriydi.
Bu vesileyle, şu farka dikkat çekmek isterim. Ulusçuluk konusunda pek ala demokratik özlem ve programınız olabilir ama aynı zamanda kavramlarınızla hiç de o demokratik ulusçuluğa uymayan gerici bir ulusçuluk anlayışına dayanabilirsiniz. Yani örneğin, Türkiye’de diyelim, ulusun her hangi bir dil, din, etni, soy vs. ile tanımlanmasına karşı olabilirsiniz. Ama bunu “Ulus devletin aşılması” veya sonu veya ulusçuluğun aşılması olarak tanımladığınız an,  en gerici ulusçuluk anlayışını, ifade etmiş ve ona dayanmış olursunuz. Çünkü, ancak, ulusların dile, dine, tarihe vs. dayanan birimler olduğu anlayışına sahipseniz bunlara dayanmayan bir ulusçuluğun ulusçuluğun aşılması olduğunu söyleyebilirsiniz.
Yani insan aynı zamanda programatik olarak demokratik bir ulusçuluğu savunurken veya bunun için mücadele ederken, aynı zamanda gerici bir ulusçuluğa dayanabilir, bunu savunabilir ve yeniden üretebilir.
Aşağı yukarı bütün Türk solu, hatta dünya solu, hatta esas olarak Marksizm bu çelişkiyle maluldür.
Bunun nedeni de ulusların ne olduğuna dair tutarlı ve Marksist bir teorinin olmamasıdır. Ulusçuluğun, ulusal olanla politik olanın çakışması anlamına geldiği türünden bir tanıma ulaştığınızda, yani ulusçuluğun ne olduğunu anladığınızda; yukarıdaki ulusçuluk anlayışının, ulusal olanın nasıl tanımlanacağı açısından bir fark olduğunu anladığınızda ancak ulusçu olmaktan çıkmaya başlarsınız.
Bu nedenle, kişinin kendine sosyalist, enternasyonalist, Marksist ve de Leninist, (ve hatta) Maoist veya Anarşist veya Müslüman demesi hiçbir şekilde o kişiyi ulusçuluktan azade kılmaz.
Bu kısa nottan sonra, benim niye aynı zamanda, Köxüz sitesinde aslında benim dayandığım ölçülere göre milliyetçi ve hatta gerici milliyetçi yazarlara yer verdiğim, hatta neredeyse bütün yazarların böyle olduğu daha iyi anlaşılabilir.
Yazarların hepsi, bu satırlarının yazarının ulus ve ulusçuluk teorisini bilmediğinden, okumadığından veya kabul etmediğinden dolayı fiilen en gerici ulus ve ulusçuluk tanımlarına dayanırlar ve onu yeniden üretirler. Ama aynı zamanda bu yazarlar, kendilerinin ulusçu olmadığını; ulusçuluğa karşı olduklarını düşünürler ve önlerine demokratik bir ulusçuluğa dayanan bir somut program koyulsa bunu kabul edip savunmaya eğilimlidirler. Ama bu kabul edip savunmaya eğilimli oldukları şeyin, artık ulusçuluk olmadığını düşündükleri için de aynı zamanda birer gerici ulusçudurlar.
İşte bu anlayışla, bu demokratik bir özlem içindeki gerici ulusçuların mücadele içinde; birbirlerini dengeleyerek ve nötralize ederek, fiilen demokratik bir ulusçuluğun oluşumuna katkıda bulunmalarını; yani her biri gerici ulusçuluğa dayanan demokratik özlemlerin gerici ulusçuluklarının birbirini nötralize edip, demokratik özlemin ortada biricik artı olarak kalması için Köxüz sitesinde bütün bunlar yer alır. Bu bir anlamda, yokluk içinden bir demokratik ve politik bir hareket ve eğilim ortaya çıkarma çabasıdır. Elde var olanla bir şeyler yapmaya çalışmaktır.
İşte bu çerçevede Sarkis Hatspanian’ın da yazılarını yayınlamak talebimizi iletmiştik. Bizim açımızdan, Köxüz’ün diğer yazarları gibi muhtemelen o da kendisinin milliyetçi olmadığını düşünen, ama bizce yine bütün diğer yazarlar gibi aslında gerici milliyetçiliğe dayanan biriydi. Ama hem Ermeni hem de Hapiste olması nedeniyle, egemen ulusun sosyalist ve milliyetçi olanlarına göre bin kat daha fazla destek gösterilmesi gerekiyordu. Bu nedenle kendisinin yazılarını Köxüz sitesinde yayınlamak için izin istiyorduk.
Bu yazışmalardan sonra Köxüz sitesinde sayın Hatspanian’ın hem de çok önemli ve çok güzel yazılarını yayınladık. Bunlar içinde Doğan Akhanlı’ya bir moral hediyesi olarak yazılmış, bir Başiktaşlı olarak Beşiktaşlılara bir türlü yayınlatamadığım, nefis “Beşiktaşlı Mehdi’nin Öyküsü” (http://www.akintiya-karsi.org/koxuz/node/6862); Ermeni sosyalistleri veya solcuları arasındaki strateji tartışmalarını yansıtan “Hrant’ı Anmak” (http://www.akintiya-karsi.org/koxuz/node/7466); Türkiyeli sosyalistlerin, 12 Eyül’ün idam ettikleri arasında saymadığı, bunu eleştiren ve  Levon Ekmekciyan’ı anlatan çok önemli “ “Unutulan” Adam” (http://www.akintiya-karsi.org/koxuz/node/7481) başlıklı yazı; Orhan Bakır’ı ve Türk sosyalist hareketi içindeki Ermeni devrimcilerin dünyasını anlattığı “Hayali Gönlümde Yadigar Kalan” (http://www.armenieninfo.net/sarkis-hatspanian/1231-sarkis-hatspanian-armenak-bakirciyan-ermeni-devrimci.html) başlıklı yazılara özellikle dikkati çekmek isterim.
Bu kısa arka plandan sonra şimdi “Hocalı Katliamı” ve Gün Zileli’nin milliyetçiliği konusuna gelebiliriz.
Ama önce “Hocalı Katliamı”
*
27 Şubat 2012 tarihinde Sarkis Hatspanian, “yayınlanması” ricasıyla “26-27 Şubat 1992: Hocalı Katliamı” Yalanının Anatomisi” başlıklı yazıyı yolladı.
Bu yazıyı, önüne küçük bir not koyarak aynen Köxüz sitesinde yayınladık (Yazı şu adreste:  http://koxuz.net/anasayfa/2012/02/28/26-27-subat-1992-hocali-katliami-yalaninin-anatomisi-sarkis-hatspanian/). Notu ve yazıyı (Yazı çok uzun olduğundan bu yazının sonunda Ek 1 olarak bulunuyor) aynen aktarıyorum. Çünkü “Hocalı Katliamı” konusunun da Türkiye’deki kamuoyu tarafından bilinmesi çok önemli ve bu konuda Hatspaniyan bir çok ezber bozucu bilgi vermektedir. Not ise, hem kısa hem de bundan sonraki bölümlerin konusu olduğu için burada.
Yazının önüne koyduğumuz not şöyleydi:
“Köxüz’ün notu:
Sayın Sarkis Hatspanian’dan aşağıdaki yazıyı yayınlanması ricasıyla aldık. Yayınlıyoruz.
Hatspanian bir Ermeni milliyetçisi olmasına rağmen halklara karşı düşmanlık yapmamaktadır. Türklerden veya başkalarından gelecek yazıları da, aynı şekilde haklara karşı bir düşmanlık yapmadığı; bir nefret söylemi geliştirmediği; bu yazıda olduğu gibi olgular ve çıkarsamalarla iknaya yönelik olduğu takdirde tartışmanın bir parçası olarak yayınlarız.
Böylece umarız Hocalı’da ne olduğu konusu da en azından olgular düzeyinde tartışılır.
Sayın Hatspanian’ın anlattıklarından çıkacak sonuç Hocalı’da aslında Türk faşistlerinin kaçmak isteyenleri katlettiği, Hocalı’nın kaybının da faşistlerin planını bozduğudur. Bu çok önemli bir bilgi ve sonuçtur. Ergenekon, Azerbaycan ve Kıbrıs’ta gerçekte neler olduğu anlaşılmadan anlaşılamaz.
 Biz her türlü görüşün açıkça ifade edilmesinden ve birbirlerini delillerle, mantıki çıkarsamalarla eleştirmesinden ve çürütmesinden yanayız.
Köxüz sitesi
Böylece aynı zamanda Hükümet ve liberallerin sözümona Ergenekon derken sadece, sivil hükümete karşı darbe yapanları ve gerçek Ergenekon’a hiçbir şekilde dokunmadığını da teşhir etmiş de oluyorduk. Çünkü Ergenekon’un gerçek kökleri yerinde durmaktadır ve bunların üzerine gitmek ne kelime, Hükümet bizzat bu köklerin politikasını savunmaktadır. Bizzat “Hocalı” mitingi ve bizzat Hükümet’in en önemli bakanlarından biri olan İçişleri Bakanı’nın bu mitinge katılması, Hükümet ile Ergenekon arasındaki bu ittifakın ve iş birliğinin bir ifadesidir.
(Sarkis Hatspanian’ın yazısını konuyu dağıtmaması için bu yazının arkasına ek belge olarak bulunuyor. Okuyucunun burada arkaya atlayıp bu yazıyı okumasını öneririz.)
Hatspanian’ın yazısı ve Mitingten kısa bir süre sonra Sendika Org sitesinde Kemal Erdem imzalı ““Azerbaycan Darbesi” ve “Gazi Katliamı” arasındaki bağlantı üzerine (Bir “Devlet Sırrı”nın ya da “Devlet Terörü”nün anatomisi)” (http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=43587) yazı yayınlandı. Bu yazıya da dikkatimizi çeken, Sayın Hatspanian oldu.
Bu yazılar Ergenekon’un Azerbeycan ve Türkiye’deki faaliyetlerini çok net bir biçimde açıklamaktadırlar. Aslında aynı zamanda bu günkü hükümetin, darbecilere karşı tutuklamalar yapar ve kendi iktidarını emniyete alırken, aynı zamanda en gerici faşist ve ırkçı milliyetçilerle, yani gerçek Ergenekon’la nasıl fiili bir ittifak içine girdiğini ve Hocalı Mitingi’nin aslında tam da bir kırılma noktası ve bu ittifakı onaylayan ve mühürleyen bir miting olduğunun en açık belgelerini sunuyorlar[1].
Yani Ergenekon’a karşı mücadele her şeyden önce Kıbrıs ve Azerbaycan ve de Kerkük ve Musul, ya da Kuzey Iraktaki yuvalar ve oradaki Türk devletinin varlığı ve politikaları üzerinden yapılabilir. Buralara dokunmak ise bu hükümetin yapabileceği veya yapmak istediği bir iş değildir. Sol ve demokrat kamuoyunun, esas eleştirisini buralara yöneltmesi gerekir. Sol ve demokrat muhalefet, kamuoyunun dikkatini buraya çekerek, buradan hem ulusalcıların tuzağına, hem de liberallerin ve hükümetin tuzağına düşmeyen gerçek demokratik bir muhalefet geliştirebilir.
Bu nedenle bu yazının sonuna koyulan yazılar bir başlangıç olabilir.
*
Bu kısa nottan sonra şimdi yazının önüne koyulmuş bu kısa nota yönelik eleştirilere ve sosyalistlerin milliyetçiliği konusuna gelelim.
Bu kısa nota ilk eleştiri bizzat Sarkis Hatspanian’ın kendisinden geldi.
Yazıyı Facebook’ta da paylaşmıştık, orada kendisi şu eleştiriyi yaptı:
“Sayın Demir Küçükaydın, yazımı Köxüz sitesinde yayınladığınız için size çok teşekkür ediyorum, bu davranışınız ile bana bir kez daha gerçek bir aydın ve demokrat olduğunuzu göstermiş oldunuz. Ancak, bana hayatımda (sadece iki hafta önce 50 yaşıma girdim) ilk defa birisi, yani siz (bir Ermeni milliyetçisi) demiş olduğuna da çok şaşırdığımı bilmenizi isterdim. Sizi sadece şahane analitik yazılarınızdan tanıyor ve beğeniyorum, beğenip-beğenmediğinizi bilmesem dahi... siz de beni yazılarımdan tanıyorsunuz diye biliyorum. Eğer benim sizin de yayınlayıp-yaygınlaştırdığınız yazılarımda milliyetçilik yaptığım yerleri gösterebilirseniz size müteşekkir olurum da, mahpusluğumda gösterdiğiniz ve bende hayranlık uyandıran insani davranışınıza duyduğum çok ama çok büyük bir saygıyla, YURTSEVER olmayı MİLLİYETÇİ olmaktan ayırt edebilsek daha iyi olur düşüncesinde olduğumu belirtiyor, duyarlı vicdanınıza, dürüst bilincinize güvendiğimi de peşinen ilan ediyorum. İyi olunuz !”
Biz de sayın Hatspanian’ın itirazına karşı Milliyetçiliğin ne olduğuna ilişkin şu açıklamayı yaptık.
Sayın Hatspanian,
Size ilk kez birinin “Ermeni Milliyetçisi” demesine şaşırdığınızı ve “Yurtsever olmayı Milliyetçi olmaktan” ayırmak gerekitğini yazıyorsunuz.
Aslında böyle bir itirazı beklemiyor değildim. Çünkü son yıllarda bu konu (Milletler ve Milliyetçilik) üzerine neredeyse küçük bir kütüphane oluşturacak kadar yazmama rağmen, maalesef bu yazılarım okunmadığı ve kimi okuyanlarca da anlaşılmadığı için (çünkü milliyetçiler milliyetçiliğin ne olduğunu anlayamazlar)  bu tür “milliyetçilik” eleştirilerim çoğu kişi için şaşırtıcı oluyor. Ancak şunu bilmenizi isterim ki bu öyle geçer ayak söylenmiş bir eleştiri değildir.
Milliyetçiler milliyetçiliği, aşağı yukarı, başka milletlerin varlığını ve haklarını inkar etmek, onları baskı altına almak şeklinde anlarlar. Böyle olmayanları da onlar genellikle “Yurtsever” hatta “Enternasyonalist” olarak tanımlarlar.
Yani ben tam da sizin de katıldığınız milliyetçilik tanımının milliyetçilerin milliyetçilik tanımı olduğunu söylüyorum.
Peki, benim milliyetçilik tanımım ne?
Buna geçmeden önce bir iki küçük açıklama yapayım.
Ben Marks, Engels, Lenin, Troçki, Kıvılcımlı gibi büyük enternasyonalistleri; hatta enternasyonalizmin kendisini bile milliyetçilik olarak görüyor ve tanımlıyorum. (Bu durumda size de Milliyetçi dememi her halde yadırgamamanız gerekir.)
Lenin, Kıvılcımlı, Troçki’nin milliyetçiliği üzerine “Marksizmin Marksist Eleştirisi”nde geniş bölümler var. Gariptir ki, bu güne kadar ne bir “Marksist”, ne bir “Leninist”, ne bir “Troçkist”, ne bir “Doktorcu” çıkıp bu eleştirilerime cevap verebilmiş değildir. Tam bir suskunluk var.)
Bunların milliyetçilik anlayışına göre, sınıfsal çıkarı değil; ulusun çıkarını öne alan milliyetçidir; sınıfsal çıkarı öne alan da sosyalist veya enternasyonalist.
Ben ise sorunu tam da böyle koymanın milliyetçilik olduğunu söylüyorum.
Neden ve nasıl?
Somut örneklerle açıklamayı deneyeyim. Örneğin Marks, “başka ulusları ezen bir ulus özgür olamaz” dediğinde, enternasyonalist bir tanım yapmıştır deniyor. Ben ise sapına kadar milliyetçi ve hem de gerici milliyetçi bir tanım yapmıştır diyorum.
Neden ve nasıl?
Örneğin şimdi bir Türk çıksa, “bizler 1915’te Ermenileri, Süryanileri kestik; Rumları kestik ve sürdük; Kürtlerin haklarını inkar ettik ve ezdik” dese ve örneğin, Ermeni, Saüryani ve Rumlardan özür dilemek; Kürtlerin haklarını vermek gerektiğini, hatta isterlerse ayrılabileceklerini söylese, Türk Milliyetçisi olmaktan çıkar mı?
Hayır çıkmaz.
Aksine Türk milletinin çıkarlarını daha akıllıca ve uzun vadeli olarak savunmuş olur.
Çünkü bu aslında Türk milletinin çıkarlarını daha uzun vadeli ve akıllıca savunmaktır. Öte yandan, bu diğer ulusların varlığını ve haklarını inkar etmediğinden, Marks’ın tanımına göre, sosyalistlik ve enternasyonalistliktir de. Yani bir ulusun çıkarlarını uzun vadeli ve akıllıca savunmak ile Enternasyonalizm arasında bir fark yoktur.
Bunun milliyetçilik olmadığını söyleyenler sadece bunların kendileri değil, aynı zamanda Marksistler hatta bunu satılmışlık olarak, ihanet olarak gören Türk faşistleridir.
Demek ki Faşistler, Marksistler ve Milliyetçiler aynı milliyetçilik tanımındaanlaşmaktadırlar. Sadece buna yükledikleri değer farklıdır. Marksistler ve milliyetçiler, bir milletin çıkarlarını uzun vadeli olarak, daha akıllıca savunmanın milliyetçilik olmadığını söylerken (Milliyetçiler bunun yurtseverlik; Marksistler Enternasyonalizm olduğunu söylerler) ona olumlu bir değer yüklerler, faşistler olumsuz bir değer. Yüklenen değerler farklıdır, ama milliyetçiliğin ne olduğu konusunda anlayışlarda esas olarak fark yoktur. Yani aslında milliyetçiliğin ne olduğu konusunda, Faşistler, Milliyetçiler ve Marksistler arasında bir fark da yoktur.
Yani aslında, başka ulusların varlığını kabul etmek; onları baskı altına almayı reddetmek; milliyetçilikle çelişmez, aksine tamı tamına milliyetçilik budur. “Başka ulusları ezen bir ulus özgür olamaz” önermesi veya “Ulusların kendi kaderini tayin hakkı” tamı tamına bu ilkenin savunusu ve ifadesidir.
Bana göre bu ilke ve ifade bütünüyle gerici milliyetçiliklebile tam bir uyum halindedir. (Tabii “gerici milliyetçilik” derken ne kastettiğim de ayrıca aşağıda var.)
Şimdi gelelim benim milliyetçilik tanımıma. Ben milliyetçiliği, “Ulusal olanla politik olanın çakışması” yani “her milletin bir devleti olmalı” ilkesini savunmak olarak anlıyor ve tanımlıyorum. (Bu tanım da aslında benim değil. Bu tanımı yapan Ernst Gellner ve Benedict Anderson, E. Hobsbawm gibilerince de paylaşılıyor. Ben sadece bu önermeyi mantık sonuçlarına, programatik sonuçlara götürmüş ve daha sonra bu önermenin analiziyle de Marksist bir din ve üstyapılar teorisi şekillendirmiş bulunuyorum.)
Tabii burada “ulusal olan ne?” sorusu gündeme geliyor. “Ulusal olan”ı gerici ulusçular farklı biçimlerde tanımlarlar. Örneğin kimi dine göre (Pakistan), kimi dile göre, kimi bunların bir kombinasyonuna göre (Örneğin Ermeni ve Türk Milliyetçilikleri büyük ölçüde böyle), kimi soya göre, kimi ırka göre, kimi kültüre göre tanımlarlar. Ama bütün bunların hepsinin ortak özelliği ulusların bir tarihi olduğunu söylemek ve bir tarihe göre tanımlamaktır. (Bana göre Ulusların tarihi yoktur. Dünyanın en eski ulusu Amerika’dır ve tarihsizdir.)
İşte ulusal olanı, böyle bir din, bir dil, bir tarih, bir soy, bir ırk, bir kültür üzerinden tanımlamalara ben “gerici milliyetçilik” diyorum. Elbette bu gericilikler içinde de bir gericilik hiyerarşisi vardır. Bir ulusu bir ırka göre tanımlamak ile (Örneğin Türklerin Orta Asya’dan geldiği) bir kültür’e göre tanımlamak arasındaki fark. (Örneğin Türklerin esas olarak aslında önce Müslüman sonra oradan Türk olmuş, hafızasını kaybetmiş Rum ve Ermeniler olduğunu söyleyen ve Türk Tarihinin bir parçası olarak Bizans ve Ermeni tarihlerini okutan bir Türk milliyetçiliği de mümkündür –ki böylesi olgulara da daha denk düştüğü için daha az şizofrenik olur - ve böyle bir kültürel olarak tanımlanmış bir Türk milliyetçiliği de gerici bir milliyetçiliktir, sadece bir ırka göre tanımlamaya nispetle daha esnek olduğu söylenebilir.)
Peki “demokratik bir milliyetçilik” nedir?
Demokratik bir milliyetçilik, ulusal olanla politik olanın çakışmasını reddetmez, bu nedenle milliyetçidir, ama ulusal olanı demokratik olarak tanımlar. Yani gerici milliyetçilerin ulusal olanı tanımlarkenki kriterlerinin hepsini kişilerin özel sorunu olarak görür. Yani, Türk., Kürt, Müslüman, beyaz, siyah, şu veya bu kültürden olmak, kişilerin özel bir sonunu olur. Ulusu bunlarla tanımlamaya karşı tanımlar. Yani örneğin, bu ulus, hiç bir tarihsel, dinsel, kavimsel göndermede bulunmaz. Yani ulusun bir dili, dini, tarihi, kültürü olmaz. Pratik olarak örneklemek gerekirse, herkesin ana dilinde eğitim hakkı olur. Tarih derslerinde, Ermeni, Türk, Kürt tarihleri değil, ulusların tarihlerinin olmadığına dair bir tarih okutulur. Herkes kendi ana dilinde, aynı okulda ama bu ulusların tarihi olmadığına dair tarihi okur.
Ama elbette okuldan çıkınca, nasıl gerçekten laik bir ülkede, okulda DNA’ları, Darvin yasalarını okuyan, isterse din dersine gidip, özel hayatında İnsanı Tanrı’nın yarattığını öğrenebilirse, elbette, örneğin Türkler Türklerin Orta Asyadan geldiğine veay insanlığı tohumlamak üzere başka dünyalardan gönderildiklerine veya Türklerin hafızasını yitirmiş Rum ve Ermeniler olduğuna dair tarihler okuyabilirler; bunları araştıracak birlikler kurabilirler, yayınlar yapabilirler, aralarında tartışabilirler. Bu bütün “uluslar” için de böyledir. Ama bunların hepsi kişilerin özel sorunu olur.
Böyle bir düzeni savunmak da milliyetçiliktir, ama bu demokratik bir milliyetçiliktir. Ya da ben böyle tanımlıyorum. Gerici milliyetçilerin milliyetçilik tanımına göre ise, bu milliyetçiliğin ötesi gibi bir şeydir.
Peki, milliyetçilik olmayan nedir?
Nasıl tanımlanırsa tanımlansın, ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesine karşı olmak milliyetçi olmamak demektir. Yani uluslara karşı(dikkat edin, ulusçulara demiyorum, uluslara diyorum), ulusal devlet ve sınırlara karşı savaşıen acil görev olarak önüne koyanlar ulusçu olmaktan çıkabilirler. Nasıl tanımlanırsa tanımlansın, ulusal olanın özel, yani politik dışı olmasını savunmak, ulusçu olmamak, olabilir.
Göreceğiniz gibi alışılmış paradigmalar ve tartışmaların hepsini boş düşüren, bambaşka bir bakış bu. Kavramak ise, aynı zamanda hem çok basit hem de çok zor.
Bu konuda çok yazdım. Bu yazılarımın çoğu eski Köxüz sitesinde var (Kitaplarım ücretsiz indirilebilir: http://www.akintiya-karsi.org/koxuz/). Özellikle Marksizmin Marksist Eleştirisi içindeki, Sosyalizmin Milliyetçilikle İmtihanı başlıklı yazımı öneririm dediklerimin daha iyi anlaşılması için. (http://www.akintiya-karsi.org/koxuz/icerik/marksizmin-marksist-elestirisi-genisletilmis-ikinci-baski) Ayrıca Ermeni katliamı konusunda yazılarımın da bir derlemesi var: (http://www.akintiya-karsi.org/koxuz/icerik/ermeni-katliami-ve-sorunu-uezerine-yazilar)
Hasılı fazla dert etmeyin, fazla gönül koymayın, Marks’a bile milliyetçi diyen; Marks’ın sözünü, “ulusal olanı, bir din, bir dil, bir tarih vs. ile tanımlayan ulusları ezen bir ulus ancak özgür (demokratik)bir ulus olabilir” şeklinde formüle eden birisi size “ulusçu” dedi.
Selam ve saygılarımla
Demir Küçükaydın 29 Şubat 2012 Çarşamba”
Sayın Hatspanian ile tartışmamız burada bitti.
*
Ama bu tartışmada sayın Hatspanian’a “Milliyetçi” derken, bu yazının başında da dediğim gibi, Köxüz’ün diğer yazarlarının milliyetçi olmadığını söylemiş olmuyordum. Aksine, tüm yazılarım hem mantık sonuçlarıyla bunu içerir (Marks’a bile “gerici milliyetçi” dediğim göz önüne getirilsin) hem de bunu zaman zaman yazılarımda açıkça yazmıştım.
Ama ben milliyetçi derken başka şey anlıyordum, milliyetçiler milliyetçi derken başka şey anlıyorlardı.
Şimdi, burada sadece Sarkis Hatspnian’ın milliyetçiliğinden söz etmemiz elbette adaletsiz bir davranış olur. Hatta diğer Gün Zileli gibi yazarların çoğu, Türk olduklarından (Onlar kendilerinin Türk olmadığını söyleyeceklerdir ama bunun mümkün olamayacağı da okumadıkları kitaplarımızda ve yazılarımızda uzun uzadıya açıklanmaktadır.) ve bizzat bu satırların yazarı da Türk olduğundan, yani egemen ulustan olduğundan, çite kavrulmuş gerici bir milliyetçilik olur.
Onun için, Gün Zileli örneği ile, bu Türk milliyetçiliğinin nasıl bir Enternasyonalizm (Bu Anarşizm, Marksizm, Troçkizm, hatta İslam, Alevilik vs. de olabilir) biçiminde hem de bir egemen ulus milliyetçiliği biçiminde ortaya çıktığını görelim.
*
Yukarıda aktarılan Hatspanian’ın yazısının Köxüz imzasıyla yayınlanan sunuşuna bir eleştiri de Gün Zileli’den geldi.
Gün Zileli, bir mail ile, şöyle bir eleştiri yapmıştı:
ya demir be, şu "ergenekon" söylemini bırakın artık. Ergenekon diye bir şeyin AKP ve liberaller tarafından uydurulduğu artık ayan beyan ortaya çıkmadı mı?
Ben kendisine kısaca şu cevabı verdim:
“Gün,
Kontrgerilla’nın adı, bunlar Ergenekon davası açmadan önce de Ergenekon’du. Onlar ordudaki cuntalara Ergenekon diyorlar diye Ergenekon yok olmadı. Özel Savaş Dairesi Ergenekon’dur.
Sarkis’in yazısını da o sitede de yayınlamanı dilerim. Bu konuyu tartışmaya sokturmalı kanımca.
Selamlar
Demir”
Bu vesileyle “o site” ve öncesi hakkında kısa bir açıklama yapmak gerekiyor. Önce öncesi.
Bu satırların yazarı neredeyse 2005 yılından beri kurulmuş Köxüz sitesini yönetir. Gün Zileli de, yine bu yazının başında açıklanan nedenlerle bu sitenin bir yazarıdır. Yıllardır yazdığı bütün yazılar Köxüz sitesinde yayınlanmıştır.
Köxüz sitesi birisine yazarlık teklif ettiğinde, o kişi yazmayı kabul etmişse, o kişinin yazılarına karşı hiçbir denetim uygulamaz. Zaten normal olanı da budur. Birisine yazarlık teklif etmek onun görüşleri hakkında bir fikir edinildiği anlamına gelir, yani birisine yazarlık teklif edilmemekle bir denetim zaten uygulanmış olur.
Bu sıradan, her olağan uygar ilişkide olması gereken bir davranıştır. Buna öyle devrimcilik, demokratlık, çoğulculuk gibi sıfatlar vermek bile anlamsızdır.
Ama bu anlayış ve davranış, Türkiye’de hemen hemen hiç yoktur ve aksi davranışlar bile normal karşılanmaktadır. Bu hem genel kültüre, hem de solcuların, sosyalistlerin politik kültürüne de sinmiştir.
İşin ilginci, bunları yapanlar da en çok özgürlükçülükten, demokratlıktan, çoğulculuktan vs. söz edenlerdir.
Bunu tecrübelerle biliyorum. Birçok kez başıma gelmiştir. Benden yazı veya söyleşi istenmiştir. Yazdıklarım veya söyleşi, benden yazı isteyenlerin bir eleştirisi olduğu veya onların görüşleriyle uyuşmadığı için yayınlamamışlardır.
Hâlbuki yapılması gereken, o yazıyı yayınlamak, ama bir yanlış yaptık, biz bu kişinin başka görüşler söyleyeceğini sanıyorduk diye bir açıklama veya o yazının eleştirisini de yayınlamak olabilir. Yani dergi sayfalarında yayınlanır ve fikir fikirle eleştirilir, idari bir kararla yayınlamayarak “eleştiril”mez. Bir daha da o kişiden yazı veya söyleşi istenmez. Ama istenmişse, oyunun ortasında kural değiştirilmez.
Tekrar edeyim, bu gibi davranışların devrimcilik, çoğulculuk, demokratlık gibi böyle kutsal kavramlarla da tanımlanması gerekmez. Bu normal uygar bir insani ilişkidir. Örneğin, otomatik kapanan kapılar varsa, arkanızdakine çarpmaması için kapıyı açık tutmanız ve arkanızdakinin kapıyı tuttuktan veya geçtikten sonra kapıyı bırakmanız ve arkanızdakinin de size teşekkür etmesi gibi, günlük, sıradan, otomatikleşmiş bir davranış ve anlayıştır veya olağan uygar şehir hayatında böyle olması gerekir. Ama kimse kapıyı tutmadığı gibi kapıyı tutar gibi yapanlar da tam geçerken kapıyı salıp yüzünüze çarpmasına yol açıyorlar ve bunu normal bir davranış olarak karşılamanızı, “Burasının Türkiye” olduğunu söylüyorlar.
Bu en son Dipnotdergisinde başıma gelmiş ve bu konuyu belgeleriyle ve uzun bir yazıyla paylaşmıştım. Ancak bu yazıya gelen kimi yankılar Dipnot’un yayın kurulunun (benim görüşlerimi bilmelerine ve ısrarla benden yazı istemelerine rağmen) yazıyı yayınlamamasını son derece normal karşılıyorlardı. Bunlardan biri bana “sen Avrupa’da mı yaşadın, onlar böyle şeyler beklerler, burası Türkiye” diye bir eleştiri ile safiyane bir şekilde Dipnotyayın kurulunun davranışını onayladığını belirtince bunun bilincine varmıştım. (Bu aynen toplantılarda ve onların tartışma bölümlerinde de sık sık yaşadığım bir problem.)
Bu kısa açıklamaları yapmamın nedeni anlayışımın veya olması gereken anlayışın ne olduğunun iyice kavranması, çünkü anlatacağım hikayenin bundan sonrasının anlaşılması için bu gerekli.
İkinci nokta da şu, Gün Zileli bu arada kendi kişisel sitesinden ayrı Toplumsal Devrim diye bir site kurmuş (Adresi: http://www.toplumsaldevrim.com/). Benden bu sitede yazmamı istedi. Ben de özel olarak yazı yazamayacağımı, yazılarımı Köxüz’de ve kişisel sayfamda yayınladığımı, isterse oradan alıp yayınlayabileceğini söyledim. (Zaten, Köxüz sitesinde de sitedeki yazıların kaynak gösterilerek alınıp yayınlanabileceği yazar.)
Bu vesileyle, Gün Zileli’nin politik tutumuna ilişkin görüşlerimi de belirteyim. Bunları özel olarak Günün görüşleri bağlamında sanırım hiç ifade etmedim, ama her zaman her yerde ifade ettiğim görüşlerdir ve onları mantık sonuçlarına veya Gün’ün görüş ve tavırlarına uygulayanlar otomatik olarak bu sonuçları zaten çıkarabilirler. (Son zamanlarda Özgür Üniversite’deki bir iki seminerde birkaç kez sözlü kendisine karşı da kısmen ifade ettim sanırım.)
Gün bugün kendisini anarşist olarak tanımlamaktadır. (Ancak kişisel kanım Anarşist bir kabuk içinde hala “Beyaz Aydınlıkçı” olduğudur. Şaka yollu dediğim gibi: “bir kere Beyaz Aydınlıkçı her zaman Beyaz Aydınlıkçı”)
Gün’ün görüşleri ve açıklamalarına dayanarak, son derece zengin ve çok farklılıklar içeren geniş anarşist görüşleri mahkum etmek gibi bir yola girmek istemem. Bir görüşü onun en kaliteli temsilcileri üzerinden eleştirmek ve eğer o yoksa bu işi de üstlenip eleştirmek gerekir kanımca.
Gün’ün yazı ve konuşmalarına bakınca aslında son derece basit bir açıklama şemasına ve her derde deva ebegümecine sahip olduğu görülür. Eskiden sosyalistler, her sorunu, “temel neden ekonomiktir”, “temel neden sınıfsaldır” diyerek, her kapıyı açan bir maymuncuk veya her derde deva bir ebegümeci ile açıklarlardı. Gün’de de bu artık anarşizme uygun bir forma bürünmüş bulunuyor.
Aynı temel metodolojik yanlış yerli yerinde duruyor, sadece o yanlıştaki “rakamlar” değişmiş bulunuyor. Ekonomi veya sınıfların yerini bu sefer otorite veya hiyerarşi ebegümeci/maymuncuğu almış bulunuyor.
Ancak bu o kadar masum bir pozisyon değildir. Bu, Türkiye’deki somut toplumsal mücadeleler içinde, can alıcı sorunlardan uzak durma, dolayısıyla fiilen tarafsızlık veya uzaklıkla zımnen egemenlerin yanında yer alma; ama aynı zamanda, politik terminolojiyle Radikalliği de elden bırakmamanın bir yoludur. Son yıllarda, özellikle orta sınıf gençler arasında, TKP’den Anarşistlere kadar çok keskin ve de devrimci namlı akımların epey popüler olmasının ardında bu vardır.
Anarşizm (Aynı işlevi, Komünizm, Leninizm, Troçkizm de görüyor yerine göre), ona demokratik bir politikadan ve mücadeleden uzak durup fiilen o mücadele eden güçler karşısında tarafsızlığı ile egemen ve güçlü olanın politikasına fiili bir destek verme olanağı sunmaktadır.
Gün’ün politik pozisyonu da aşağı yukarı böyledir. Örneğin Kürt sorunu mu? “Zaten PKK’da hiyerarşik ve anti demokratiktir”, “benim milliyetim yok, ben milletlere ve milliyetçiliğe karşıyım” diyerek; bu günlük politikanın “bataklıklarına” ve “pisliklerine” bulaşmayarak, İstanbul gibi “bin kocadan arta kalan”, politik bekaretini sürdürmektedir yıllardır.
Benzer işlevi Marksistlerde “Sınıf” veya “anti emperyalizm” vs. görmektedir.
Anarşistlerin değil ama Marksistlerin şahsında bu pozisyonun fiilen ulusalcılıkla sonuçlandığını defalarca yazıp eleştirmişimdir. Hatta Marksist ve sosyalistlere “Marksistliği., sosyalistliği bırakın, biraz demokrat olun o zaman daha iyi ve çok Marksist olursunuz” derim veya “Türkiye’de sosyalist çokluğu ile demokrat yokluğu arasında bir bağ olduğundan” söz ederim.
Ancak son yıllarda, şöyle bir değişim oldu, AKP’nin iktidara gelmesi ve Kürt Özgürlük hareketinin bir güç olarak kurumlarıyla ortaya çıkmasıyla birlikte, eskiden Kürt özgürlük hareketine uzak duran şehir orta sınıfları ona yakınlaşma eğilimleri göstermeye başladı. Kürt özgürlük hareketi de yalıtılmışlığı içinde ittifaklara ihtiyaç duyduğundan ve şimdilerde çok kötü bir durumda bulunduğundan bu yakınlaşma çabalarına duyarsız kalmadı ve kalmıyor. Böylece belli bir değişim ortaya çıktı.
Bu toplumsal değişim, yer ve yön değiştirme, bizzat Gün’ün yazılarında da yansımasını bulmaya başladı. Daha günlük politikaya yönelik yazılar yazmaya, bin kocadan arta kalan bekaretini yitirmeye başladı. Ancak günlük politika alanına girdikçe, onun ardındaki ulusalcı bir duruşla sonuçlanan öz daha açık ve seçik olarak da ortaya çıkıyordu.
İşte şimdi daha iyi seziliyor ki, bu Toplumsal Devrim sitesi, bir bakıma bu eğilimin bir adım daha ileri gidişiymiş bir bakıma. Bunu sitenin havasına bakınca fark ettim.0
İşin doğrusu bazı okuyucular beni, bu ulusalcıların ve eski Aydınlıkçıların arasında ne arıyorsun diye eleştirdilerse de, benim yazılarımın içeriği o sitenin mesajıyla  ve benim için en karşı saflara bile görüşlerimi iletmek ve oralardaki insanların kafasına bir iki soru takmak her zaman çok önemli olduğundan sorun etmedim.
Oyunu kuralları içinde oynadıkları takdirde, onlar kendi ulusalcı mesajlarını yaymak için belki adımdan ve okuyucularımdan yararlanacaklar ama ben de aynı şekilde sitenin mesajına karşı mesajlarımı ve görüşlerimi daha geniş kesimlere iletme imkanı bulacaktım.
Yani, benim için izolasyondan kurtulmak, yazılarımı olabildiğince geniş bir okuyucu kitlesine ulaştırmak temel sorunlardan biri olduğundan, sitede adımın anılması, bunun bir kefaretiydi. Yazılarımın içeriklerinin sevabı ulusalcı bir tonu olan bir sitede  de yayınlanmanın günahını fazlasıyla götürürdü[2].
Eh site bildirisinde “Özgürlük ve Devrim” için başlığı altında “Toplumsal devrimin iki önemli bileşeni, devrimde ve özgürlükte ısrar eden Anarşistler ve Marksistlerdir. Özgürlüksüz bir devrim, aynı zamanda devrimin ölümü demektir. Toplumsal devrimsiz bir özgürlük ise bir aldatmacadan öteye gidemez. Anarşistlerle Marksistlerin devrim ve özgürlük için bir araya gelerek toplumsal devrimci bir odak oluşturmaları zorunluluktur ve aynı zamanda bu ilginç bir deney olacaktır.” Türünden bol bol özgürlük sözleri edip vaatlerinde bulunduğuna göre, en azından yazılarımı sansür etmeyeceklerini umabilirdim. Gerçi bu yazının başında da belirttiğim gibi kim en çok özgürlük ve demokrasi sözü ediyorsa ondan daha çok kuşkulanmak gibi bir alışkanlığım vardır ama, burjuva hukukunda bile kesin delil ve tarafsız bir mahkemenin kararı olmadıkça herkes masum sayılacağından, kuşkuyu kafamın arkasında taşısam bile bu benim davranışlarımı etkilemezdi ve etkilememeliydi.
Gerçi daha ilk adımda, bu yazıdan sonra birkaç yazı daha yazmama rağmen[3] bu yazılarım siteye alınmamıştı ama, olabilir gözden kaçmıştır, teknik bir aksaklık olmuştur gibilerden, fazla da sorun etmedim.
İşte bu arka plana dayanarak, Gün’e “Sarkis’in yazısını o sitede” yayınlamasını öneriyordum.
Yani Bir bakıma, Gün’e ve siteye gerçekten demokrat ve ulusalcı olmayan bir mesaj için bir imkan sunuyor bir fırsat vermek istiyordum.
Gün Zileli’nin cevabı şu oldu:
“Demir, yazıyı okudum. Senin de belirttiğin gibi milliyetçi bir perspektifle yazılmış. Hem de çok, fazlasıyla. Yani ermeniler tamamen masum, azeriler de faşist. Bu yazım tarzı bana, 1915 ermeni katliamını yapan türk tarafının savunmalarını hatırlattı. Bu tür milliyetçi boğzlaşmalarda taraf tutmayı doğru bulmuyorum. Milliyetçi olsa bile bana objektif olduğu konusunda biraz güven verseydi yine basılmasını savunurdum yazının ama bu haliyle olmaz. Basılmasını doğru bulmuyorum kısacası. sevgiler.”
Doğrusu cevap beni şaşırtmadı. Ben de kendisine şu cevabı yazdım.
Selam Gün,
 Ben eskiden beri Ergenekon derim ve  aslında bir çok kişi de yıllardır Ergenekon der. Bu öyle uydurma bir isim değil bildiğim kadarıyla. Ben bunu yetmişli yıllardan beri duyar ve bilirim ve zaman zaman da kullanırım. Onun şimdi içeriğinin boşalmış olması gerçeği değiştirmez. Her neyse, kelimelere fazla takmamalı. Devrimciler bundan AKP’nin içeri tıktıklarıya sınırlı bir kesimi anlamıyorlar. Ben de esas olarak onlara yönelik yazıyorum.
Sarkis’in yazısına gelince.
Sarkis’in yazısı  bence Azerilere karşı nefret aşılayan bir yazı değil, Azeri ve Türk faşistlerini eleştiren bir yazı.
Bunu yayınlamamanı garip bulduğumu belirtmeliyim. “Türk”ler olarak bize böyle bir yazıyı yayınlamak düşer kanımca. Aynen Garbis’in yazısı gibi. Ona da katılmıyorsun ama yayınlıyorsun mesela.
Eleştirini de ayrıca koyarsın. Ya da yazının önüne koyabilirsin.
İdari bir tedbirle yayınlamamak benim için pek anlaşılabilir değil. Hele ki, olaya bambaşka bir bakış açısı da getiren bir yazı olarak.
Yazar benim için de milliyetçi ama Türk milliyetçilerinin bütün yazıları ortalığı doldurmuş ve onlar Ermenileri toptan suçlarken, bir Ermeni’nin Türk ve Azeri düşmanlığı yapmayan ve olayı başka türlü anlatan bir yazısı en azından bu eşitsizliği bir parça dengeleyebilmek için yayınlanmalı kanımca. Neyse önemli değil. Ama ben böyle Sosyalist gerekçelerle biz Türklerin (bana Türk olmadığını Milliyetinin olmadığını söyleme. Bu devletin vatandaşı isen, bu devlete vergi veriyorsan, kararlarını tanıyor ve uyguluyorsan, kanunlara uygun yaşıyorsan Türksündür. Daha ayrıntılısı Marksizmin Marksist Eleştirisi’nin Sosyalizmin Milliyetçilikle İmtihanı adlı bölümünde) böyle bir yazıyı yayınlamamasını şahsen daha tehlikeli bir milliyetçilik olarak gördüğümü söylemeliyim.
 Bu durumda başka bir yol önereyim yazının yayınlanması için.
Sen benden yazı istemiş ve bir yazımı sanırım aktarmıştın. Bu yazıyı Köxüz’ün notuyla birlikte benim adıma yayınla istersen.
Eğer yayınlamazsan ben de bunu benden gelen yazıları da elekten geçireceğin olarak algılayacağım.
Kendine iyi bak
Selamlar
Demir
Gün’den Arkadaşlarına danışacağına dair bir cevap geldi önce:
“Arkadaşlara danışıp sana yeniden döneceğim Demir. Garbis'in yazısına yaptığımız gibi biz de kendi özel notumuzu koyup yayımlayabilirim. Bu arada, ben türk vatandaşı değilim, vergi de vermiyorum:)”
Daha sonra hemen ardından arkadaşlarıyla yazışmasını da aktardı:
“Arkadaşlar, demir aşağıdaki yazıyı yayımlamamızda ısrar ediyor. ben önce reddettim, yazarın ermeni milliyetçisi olduğu gerekçesiyle. siz ne dersiniz. yazışmayı dikkatle okuyun da.”
Gelen cevaplar da şöyleydi:
Birinci Cevap:
 “yayınlamayalım derim.
bu yazı yayınlandığında, karşılığında bir türk ırkçısının da aynı milliyetçilikle yazılmış yazısını da yayınlamak zorunda kalırız. demir küçükaydın, bu yazıdan cevap hakkı doğacağını ya da türklerin milliyetçilik konusunda ne gibi argümanlarla cevap verebileceğini unutmuş sanırım.
bunun sonucunda site, her türlü farklı milletin birbirine "ırkçı-faşist" dediği bir sürü yazıyla dolar. ve tabii bu yazılarda katliam savunuculuğu da yer alır.
milliyetçilerin birbirine hakaret ettiği bir dizi yazı yayınlamak durumunda bırakılmak, yayınlamadığında da milliyetçilikle suçlanmak da işin diğer boyutu.
ben kendimi türklük üzerinden tanımlamıyorum, kendini türk olarak tanımlayıp (sanki bunun seçme şansı varmış gibi) bir de bundan "utanç duymayı" ve bunu dayatmayı da anlamıyorum.”
İkinci Cevap:
“Bence Köxsüz'ün notu ve bizim de ekleyeceğimiz bir notla yayımlayalım.”
Üçüncü cevap hakkında ise önce şu maildeki bilgiler vardı:
“bu arkadaş yazıyı henüz okumamış ama yazdığını sana da yolluyorum.
Sarkis Hatspanian'ın yazısını henüz okumadım, birazdan bakacağım. Ama senin ve Demir Küçükaydın'ın yazışmalarındaki tartışmaya dair benim tutumum şu:
Türk milliyetçisi görüşlerin ortalığı kaplaması ve buna denge oluşturacak bir Ermeni milliyetçisi görüşün yer bulmasına aracı olmak gibi bir durumumuz olmamalı. Biz kavga eden milliyetçiliklerin tahterevallisi değiliz kanımca.
Eğer Hatspanian'ın görüşleri ile Türk milliyetçilerininkiler arasında bir kıyas yapmak isteyen olursa, oturup bu milliyetçilikleri analiz eden bir yazı hazırlayabilir. Ama biz milliyetçiliklerin birbirine yanıt vermesine aracı olmayalım. Ayrıca da bunun sonu gelmez.
Ergenekon tartışmasına gelince, NATO'nun Türkiye'deki kontrgerilla yapılanması için kullanılan isimlerden birinin de bu olduğu bilinen bir şey. Bugün yargılaması yapılan Ergenekon'un ne olduğunu, nasıl tarif edildiğini, özel yetkili savcılığın iddianamesinden anlamak lazım.
Kontrgerilla, devletin kendisidir. Derin devlet falan diye ayrım yapmak da anlamsız. Hatta Ergenekon kapsamında yargılanan bir generalin (Orgeneral Kemal Yavuz) dün davada söylediği ve bugünkü gazetelerde yer alan sözleri de tam böyle. Aynı şeyi, Ayhan Çarkın da söylemişti. Kendisiyle cezaevinde görüşen milletvekili (Hüseyin Aygün), "infazları yapan Susurluk mu, Ergenekon mu vs." gibi bir şey sormuştu Çarkın'a. Onun da yanıtı şuydu: "Hayır devlet. Milli Güvenlik Kurulu talimatıyla Emniyet Genel Müdürlüğü."
Yani özel bir örgüt aramanın lüzumu yok. O özel örgüt, devlet.
Bunu söylemek için bu katiller sürüsünden alıntı yapmaya elbette lüzum yok ama parçası oldukları yapıyı, gayet net tarif ediyorlar.
Gelelim bugün yargılanan Ergenekon'un özel yetkili savcılık iddianamelerinde nasıl tarif edildiğine: "Devletin içine sızmış çeteler."
Devlet iyi ve temiz ama işte o namussuz çeteler yok mu? İşte artık o çeteler de tasfiye edildi ve "Türkiye'nin bağırsakları temizlendi!"
Tabii Hrant Dink'in katlinin yanıtına yetmiyor, bu özel yetkili kurgu.
Ayrıca da Ergenekon diye içeride tutulan isimlerin epeyce bir kısmının da devlet ile bir suç ortaklığı olmadığı kanaatindeyim. Her şeyin birbirine karıştırılıp, suyun bulandırıldığı ve bugünün iktidarının ihtiyacına cevap verecek şekilde dizayn edildiği bu Ergenekon meselesinde aynı dili kullanmama taraftarıyım. Benim kanaatimce devlete bir kod isim vermeye lüzum yok. Tapu kadastro idaresi ile emniyet müdürlüğünü birbirinden ayırt edecek bir kavramsallaştırmaya ihtiyaç duyuyorsak, "kontrgerilla" neyimize yetmiyor. Ben bu kanıdayım.
Sevgiler”
Burada ifade edilen görüşlerden de anlaşılacağı gibi, bu kişinin de cevabı yayınlamama yönünde olmuş ki Gün’de son kararı bildiren mail geldi:
Demir, arkadaşların da fikrini sordum. Çoğunluk benim gibi düşünüyor, milliyetçi dalaşmalarda taraf olunamayacağı kanaatindeyiz. Garbis'in yazısını yayımlamakla bu aynı şey değil. Garbis senin yazına karşı bir yazı yazdı ve sonuç olarak bu fikri bir tartışmadır. Sarkis'in yazısı ise fikri bir tartışmanın ötesinde tamamen milliyetçi güdülerle yazılmış bir yazıdır. Bunu yayımlarsak buna cevaben gelen bir ermeni düşmanı faşistin yazısını da yayımlamak zorunda kalırız ki bunu hiç ama hiç istemeyiz. Ama sen aynı konuda bir yazı yazıp yollarsan seve seve basarız, diyelim ki katılmasak bile. (kaldı ki neden katılmayalım). Sevgiler.
Gün
Ben de Gün’e şu cevabı verdim:
Selam Gün,
Ben bunu benim yazım gibi yayınlamanı önermiştim. Yani benim yazımı sansür etmiş oldun. Bundan sonra o sitede yazmam söz konusu olamaz. Lütfen bundan sonra yazılarımı orada yayınlama. Sen yine köxüz'de yazmaya devam edebilirsin. Köxüz birisini yazar seçti mi, onun yazılarına karışmıyor.
Benim bakış açımdan sen ve o arkadaşlar da milliyetçi. Hem de gerici milliyetçi. Çünkü milliyetçilik tanımlarınız tam da gerici milliyetçilerin milliyetçilik tanımlarıyla aynı.
Ne sen ne de danıştığın arkadaşlar yıllardır yazdıklarımı okumamışsınız belli ki.
Aşağıda Sarkis için yazdıklarımın sizler için de geçerli olduğunu düşünüyorum.
Kendine iyi bak
Demir
Burada Sarkis’in kendisine milliyetçi denmesine şaşırması vesilesiyle yazdığım ve yazının başında aktardığım yazıyı da ekledim.
Gün bana bunun üzerine şu cevabı verdi:
Demir,
 Tutumunu doğru bilmiyorum. Sen bize yazıyı benim yazım diye yollamadın. Köxuz'ün notuyla birlikte Sarkis'in yazısı diye yolladın. Ulusal konuda milliyetçi bir savunu olmasının ötesinde bu yazı, Hocalı katliamında rol oynamış milislerde görevli alan birisinin yazısıdır ve bu bakımdan savunusunun hiçbir değeri ve ikna edici yanı yoktur. Kısacası, Sarkis'in yazısını basmakla, Topal Osman'ın yazısını basmak arasında özünde bir fark yoktur. Yazmama kararına saygı duyuyorum ama yanlış da buluyorum. Sütunlarımız sana her zaman açıktır. sevgilerimle.
Gün
Ben buna önerimi tekrar alıntılayarak cevap verdim:
Gün,
Aşağıda alıntı olarak önerim bulunuyor. Yani benim adıma, benim yazım olarak, ama bütünüyle alıntıdan ibaret bir yazı olarak yayınlanmasını öneriyordum.
Sanırım bu kısmı da okumamışsın.
Kendine iyi bak
Bunun üzerine Gün’den şu cevap geldi:
Demir, sadece şu koşulla yayımlayabiliriz. sen (koxuz'ün notunu falan bırak bir yana) bu konuda bir yazı yazarsın. Sarkis'ten de alıntılar yaparsın, o zaman olur. Katılmadığımız noktalar varsa belirterek yayımlarız. aynen Garbis'in yazısına yaptığımız gibi. madem o kadar gönüllüsün, üşenme de bir yazı yaz bu konuda. sevgiler. Gün
Ben de şu cevabı verdim:
Gün,
Ben yayınlanmaması için yazmamıştım onu. Biliyorum artık yayınlamayacağınızı. Sadece hatırlatmak içindi. Ama şimdi yazdığın benim yazımın içeriğini belirleme gibi bir anlama geliyor ki, artık bu kadarına pes.
Demir
Buna Gün’ün cevabı şuydu:
yok canım, senin yazının içeriğini nasıl belirleyebilirim ki. sadece bu konuda bir yazı yazmanı önerdim. hiç olumlu bir sonuca varmak gibi bir niyetin yok, ben öyle anlıyorum. Politik manevra yapıyorsun gibime geliyor. yapma bunu, bırak bu eski alışkanlıkları. yazını bekliyoruz
Ben de Bunun üzerine şu cevabı verip aşağıdaki öneriyi yaptım:
Ben yazım olarak, köxüz'ün sunuşuyla birlikte Hatspanian'ın yazısını yolladım yani. Yani yazımın içeriğini böyle belirledim. Bu çok açık. Sen bana hayır öyle değil otur ayrı yaz dersen yazımın içeriğini belirlemiş olursun Gün. Bunu sen benden daha iyi bilirsin.
İkincisi, politik manevra gibi bir sorunum yok. Aksine ben en azından başkalarından da köxüz'deki serbestliği beklemiştim: köxüz'de biri yazar olarak seçilince, onun ne yazacağına hiç bir şekilde karışılmazdı ve karışılmaz. Ben o siteyi de böyle sanmıştım. Yanılmışım.
Neyse, bu ayrı ama bu vesileyle ben bunca malzeme birikmişken, bu olayda milliyetçilik ve yapılanın nasıl bir milliyetçilik olduğuna ilişkin bir yazı yazmak ve milliyetçilik üzerine bir tartışma başlatmayı düşünüyorum. Ama senin ve danıştığın arkadaşların cevapları özel bir yazışma olduğu için, ve onları da malzeme olarak kullanmak istediğim için, bunları yazımda kaynak olarak kullanma izni istiyorum.
Yani benim isteklerim, sizin itirazlarınız vs. hepsini kamuoyu da bilecek tabii yazının akışı içinde. Hatta önce bütün bu yazışmaları belge olarak koyup sonra da bunların analizini yapmak istiyorum.
Hasılı sizin itirazlarınız ve yazıya ilişkin yorumlarınız, benim yazdıklarım, Sarkis'in yazısı, Facebook'teki Haspatiyanla tartışmalar vs. hepsi üzerinden bir yazı yazmayı düşünüyorum.
Bunu elbette fiktiv kişilerle de yapabilirim. bu kişi ve yazılanlar tamamen hayal mahsuludür diye de bir not da ekleyebilirim. Benim için kişilerin önemi yok, fikirler önemli. Ama sizlerin fikirlerinizin arkasında olduğunuzu düşünerek ve eğer gerçeğe uymayan bir şey varsa itiraz hakkınız da olması ve gereğinde daha rahat itiraz edebilmeniz için bu öneriyi yapıyorum.
Yani eğer izin verirseniz, daha açık olur. Böylece sizlere olan eleştirilerimi kamuoyu ile paylaşmış olurum. Ve sizin görüşlerinizi temel alarak sosyalistlerdeki milliyetçiliği eleştiririm. Tabii sizler de isterseniz ayrı yazılar yazarsınız. Böylece verimli bir tartışma da başlatılabilir.
Tabii sağlığım ve zamanım elverirse.
Cevabını bekliyorum.
Demir”
Bunun üzerine Gün’den izin veren şu cevap geldi:
tabii ki seviniriz. istediğin gibi değerlendirebilirsin yazılanları da. yazını basarız. selamlar.”
*
Okuyucuya bu yazışmaları aktardıktan sonra, bu yazışmalarda dile gelen görüşlerdeki milliyetçiliği, önermeleri tek tek analiz etmeyi düşünüyordum başlangıçta. Ama bu konuda o kadar çok yazdım ve öylesine geniş bir literatür vardır ki, içimden gelmiyordu. Kaldı ki milliyetçilere milliyetçiliğin ne olduğunu göstermenin ne kadar zor olduğunu iyi bilenlerdenim. Türklerin en ırkçı sözlere bile bizde ırkçılık yoktur diyerek başlamaları; ibzzat yukarıdaki örneklerde olduğu gibi,  sosyalistlerin en milliyetçi tavırları milliyetçiliğe karşı sözler ve gerekçelerle yapmaları o kadar çok ki, insan çaresizlik içinde kalıyor.
Bu nedenle, somut bir örnek üzerinden gideyim bu belki çok daha açıklayıcı olur.
Benim Hamburg’ta Ermeni bir arkadaşım vardı. O da bana bir eleştiri yolladı. Ama bu sefer bir milliyetçi olmakla suçlanan bendim. Hem de Türk milliyetçilerinin hiç de sorun görmediği noktadan beni milliyetçi olmakla eleştiriyordu.
Aşağıda onun bu eleştirisini ve benim ona cevabımı aktarıyorum. Bu örnek, kanımca bizlere işlemiş gerici milliyetçiliği kavramayı çok daha iyi sağlayabilir belki.
Arkadaşımın bana eleştirisi şuydu:
“Demir merhaba,
(…)  Sarkis’in yazısıyla ilgili notu okudum. Neden onun milliyetçi olduğunu ille oraya yazmaya bir ihtiyaç duyduğunu anlamadım. Köxüz'de yayımlanan diğer yazarlarla ilgili de mi milliyetçi mi değil mi diye araştırıyorsun? Veya Sarkis’in dışında hiç bir "milliyetçi" yazar bulunmuyor mu Köxüz sitesinde? Yani bir milliyetçi Ermeni’ye özel mir muamele mi var?
Aslında bir not yazman iyi ve yazdıkların da çok doğru. Sadece o "milliyetçidir ama neyse iyi biri..." hiç yazmasaydın daha iyi olurdu. Tamam, Sarkis'de ulusal duygu var. Kabul edelim. Ama kimde yok ki? Sen de biraz Etyen gibi bir "milliyetçi" - "milliyetçi değil" ayrımı yapıyorsun. Hoşuna gitmez bu benzetme ama bana böyle geliyor. Etyen de beğenmediği herkesi "milliyetçi"likle suçluyor. Belki de korkuyor ki Türkler onu "milliyetçi" Ermeni olarak görürler.
Hocalı üzerine de şunu görmek lazım: Türkiye'de herkes hemfikir. Agos'tan, Eyten'den, Liberallerden, Solcusu, Sağcısı herkes diyor ki Hocalı da Ermeniler Azerileri katletti! Hiç biri kalkıp da senin notunda yazdığın gibi cesaret edip de der mi "yahu hele bir araştıralım bakalim 20 yıl önce orada neler olmuş, ne gibi kanıt var vs.." Hiç biri bir şey bilmediği halde "Hocalı Katliamı" (diye) bağrıyor. Ermeni de, çünkü nasıl desin ki orada "katliam olmadı". Mümkün değil! Hrant'ın durumundan daha da kötüsüne düşer.
Liberal-Solcu kesim de "Hocalı da Katliam olmadı" der mi? Veya bir sorgu işareti en azından koyar mı? Hayır! Nasıl da Ermeni soykırım dersiniz de Hocalı da katliam oldu mu olmadı mı sorarsınız! Yani durum Türkiye’de böyle.
Dışarda da aynı. Almanya'da hangi Türk (demokrat-solcu) 20 yıl önce neler olduğunu biliyor? Bilmeyenin de "Katliam oldu" demesi garip değil mi? Nasıl Ermeni soykırımı üzerine hiç bilgileri olmadığı halde "soykırım oldu" diyorlar ya Hocalı’da da aynısı. Nedeni de açık.
Sen duydun veya okudum mu Revanduz (Kürdistan'da bir şehir) da 1916 de Ermeniler 5000 Kürt’ü katletmiş? O zaman şehri Rus birlikleri ele geçirmiş ve onunla birlikte Ermeniler de gelmiş ve 5000 Kürdü vahşice katletmiş! Bunu Naci Kutlay yazıyor. Sen inanıyor musun? Yani Halapçe boyutunda bir katliam işlemişler Ermeniler Revanduz’da. 500 değil 5000 kadın, çoluk çocuk Ermeniler vadiye atmış! İnanıyor musun?”
Bu eleştiriye yazdığım cevap da şuydu.
Merhaba …,
(…) Eleştirine gelince, soyut olarak haklısın derim. Ama somut olarak öyle değil.
Köxüz'ün yazarlarının da milliyetçi olduğunu, Türklerin sosyalistlerinin de milliyetçi olduğunu, keza Marks’ların falan da milliyetçi olduğunu yazdığım için sık sık, eğer öyle bir not düşmeden yayınlarsam benim Sarkis'in yazısını sosyalist bir yazı olarak yayınladığımı düşüneceklerinden (çünkü bu eleştiriyle çok sık karşılaşıyorum) öyle bir not koydum. Köxüz’deki diğer yazıları da milliyetçi olmalarına rağmen yayınladığımı da belirttiğim için (bunu bir çok kereler yazdım) pek fazla düşünmeden koydum. Ayrıca Sarkis'in milliyetçiliği (Ki o buna yurtseverlik diyor ve ben bunları ayırmıyorum. Bunu da kitabımda yazmıştım) kötü görmediğini bildiğim için bir sorun görmedim.
Ama yine de, Sarkis'in Ermeni olması dolayısıyla daha da hassas davranıp böyle bir not koymamam gerekirdi sanırım. Yani bir pozitif ayrımcılık yapmam gerekirdi. Bu anlamda, pozitif bir ayrımcılık yapmadığım ve bunun yanlış olduğu anlamında, eleştirini kabul ediyorum.
Öte yandan ben milliyetçi derken, yazıyı okuduysan göreceğin gibi, çok farklı şey kastediyorum: Ulusal olanla politik olanın çakışmasını savunmaktır milliyetçilik benim dilimde. Bunu da bu anlamda son yıllarda kullanmaya alıştığımdan biraz da bunun verdiği rahatlıkla yazmış da olabilir ve böyle hassasiyet göstermemiş olabilirim.
Aslında ben Hocalı hakkında hiç bir şey bilmiyordum. Türklerin ne dediğini de bilmiyordum. Hatta son günlere kadar adını bile duymamıştım. İlk kez konuyu Sarkis'in yazısından öğrendim. Konu hakkında hiç bir şey bilmememe rağmen, kimsenin o yazıyı yayınlamayacağını tahmin ettiğimden, Sarkis'in anlattıklarını temel alarak bir tartışma başlatmayı denedim.
Ben daha önce de eski Köxüz sitesinde, Sarkis'in hapisteyken yazdığı yazıları yayınladım. Daha sonra -elimde delil yok ama şahsi kanaatim budur - site sanırım, bu yazılar nedeniyle, özellikle de muhtemelen Ekmekciyanla ilgili yazı nedeniyle Türkiye'de yasaklandı ve girilemiyor. Bu nedenle de sitenin adresini org'tan net'e aktardık. Yine Sarkis'in yazısı nedeniyle bu sitenin de yine yasaklanacağını düşünüyorum. Bu ara sanırım saldırılar da oluyor.
Sarkis'in yazısının içeriği hakkında bir şey söyleyecek bir kesin bilgim de olmadığından (Şahsi kanaatim Sarkis'in anlattıklarının büyük ölçüde ve esas olarak doğru olduğudur, ama bu benim kanaatim, gerçekten konuyu bilmiyorum.) ama öte yandan bu yazının yayınlanması gerektiğini düşündüğümden o notu koydum. Yoksa ben de biliyorum kimsenin fikrinin değişmeyeceğini. Ve emin ol sağlık ve bürokrasi sorunlarından hala vakit bulup da konuyu inceleyebilmiş değilim.
Öte yandan o notu koyarak, konuyu tartışmaya açmanın daha kolay olacağını da düşündüm. Yani birileri yalan yanlış cevap bile verseydi, konunun tartışılmasının kendisi başlı başına bir ilerleme olurdu. Yani bir bakıma ileri sıçrayabilmek için bir gerileme, hız alma, cepheyi genişletme taktiğinin bir parçası olarak da algılamanı ve bu kaygımın asıl belirleyici olduğunu, bu kaygımın bir bakıma pozitif ayrımcılık yapmamı gölgelediğini görmeni dilerim.
Bu yönde girişimim de oldu. Ama başaramadım. Ama bu başarısızlığı konu ederek yine de konuyu tekrar gündeme alma çabasına devam etmeyi düşünüyorum zamanım ve imkanım olursa.
Özetle şöyle. Gün Zileli, bir site açmıştı ve benden yazı istemişti. Ben de yazı yazamayacağımı ama yazılarımı alıp yayınlayabileceğimi söylemiştim. Bir yazımı da yayınlamıştı. Gün kendine anarşist diyen bir Türk milliyetçisi bence. Gün'e Sarkis'in yazısını yayınlamasını önerdim: Milliyetçi diye kabul etmedi. O Zaman benim yazım olarak yayınla dedim yine kabul etmedi ve ben de onlara artık sitelerinde yazmayacağımı söyledim. Ama bütün bunları, yani Sarkis'in eleştirisi ve cevabım ile Gün ile yazışmaları ele alan bir yazı yazıp Türkiye'nin sol ortamını bu tartışmanın içine çekmeyi ve bu vesileyle Sarkis'in yazısını da tekrar gündeme getirmeyi düşünüyorum. Hem de bu vesileyle Türk solcularının milliyetçiliğiyle mücadeleyi.
(…)
Sen de, benim egemen ve hastalıklı ulustan bir insan olarak, onun içinde insanları bir tartışmaya çekebilmek için yaptıklarımı naiflik olarak görme lütfen. Aksi takdirde herkes kendi içinde ve dünyasında kalır.
Kendine iyi bak.
(…)
Selam ve sevgiler
Demir
İşte aşağıdaki eklerde ve yukarıdaki satırlarda yapmaya çalıştığım budur.
21 Nisan 2012 Cumartesi
Demir Küçükaydın
*

Ekler:

Ek 1:

26-27 şubat 1992: «Hocalı Katliamı» Yalanının Anatomisi !


Sarkis Hatspanian
 ”Ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi !” Can Yücel
1918’den beri Azerilerle Ermeniler arasında varolan anlaşmazlığı silahlı mukavemete vardıran ilk adım, 12 şubat.1988’de Dağlık Karabağ Özerk Bölgesi Sovyet Parlamentosu’nun, Sovyet Sosyalist Ermenistan Cumhuriyeti Parlamentosu’na yaptığı «BİRLEŞME» isteğinin birkaç gün sonra dönemin politik merkezi Sovyet Prezidyumu’na Moskova’da yapılan resmi başvuruyla atıldı denilebilir.
1923’ten beri Sovyet Sosyalist Azerbaycan Cumhuriyeti’ne bağlı, fakat o yıllarda toplumunun % 95’i, 1989 nüfus sayımındaysa % 75’ine yakını etnik Ermeni olan Dağlık Karabağ Özerk Bölgesi politik yönetimi, bu başvuruyla «ulusların kendi kaderini özgürce kendileri tayin etme hakkından» yararlanarak, artık Azerbaycan’a bağlı olarak yaşamak istemediğini resmen belirtmiş oluyordu. SSCB’nin çöküşünü hızlandıran en güçlü hak ve halk hareketinin yaratılmasıyla tarihe imzasını atan Karabağ Ermeniliği, bu sancılı ulusal soruna Sovyet anayasasına harfi harfine uyan hukuki-politik bir çözüm aramaktayken, 20.şubat.1988 günü başkent Stepanakert’te yapılan ve neredeyse halkının tüm katmanlarının görülmemiş katılımıyla gerçekleştirilen yığınsal mitinge cevap olarak Azerbaycan’ın ırkçı-faşistleri 27.şubat.1988 günü Hazar denizi kıyısındaki endüstriyel Sumgait şehrinde yaşayan Ermenileri hedef alan kanlı saldırılarda bulunarak, Sovyet yönetiminin suçlu sessizliğinden yararlanarak üç gün süren bir pogromla cevap vermeyi yeğlemişlerdi. Hak arama amaçlı pasiv bir mitingine cevaben vuku bulan Sumgait katliamında onlarca Ermeni insanı vahşice öldürüldü, 600’e yakın insan ağır yaralandı, yüzlerce kadın tecavüze uğradı.
Sumgait katliamının akabinde, Sovyet Azerbaycanı’nın değişik şehirlerinde yaşayan Ermenilere karşı aynı türde kanlı saldırılarda bulunulması sonrası (bunlardan en önemlileri başkent Bakü ve ikinci büyük şehir Kirovabat’da yapılanlardır), 1989 ve 1990 yıllarında yaklaşık yarım milyon Ermeni, mal ve can güvenliği bulunmadığından Ermenistan’a göç etmek zorunda bırakılmıştı. Ancak Dağlık Karabağ Özerk Bölgesi’nde yaşayan Ermeniler binyıllardır üzerinde yaşadıkları atatopraklarından uzaklaşmayı kabul etmediklerinden, Bakü tarafından düzenlenen ve giderek daha da vahşi boyutlara vardırılan baltalı-bıçaklı barbarca saldırılarına karşı halkın mal ve can güvenliğini, yani insanca yaşam hakkını savunma amacıyla artık bir direniş hareketinin örgütlenmesi ihtiyacını karşılama çabasına girişmişti.
1990 ilkbaharında temelli olarak yerleştiğim Sovyet Ermenistanı’nda komşu Sovyet Azerbaycanı’nda yaşam güvenliği bulunmadığından zorla yerinden-yurdundan edilmiş yüzbinlerce Ermeni göçmenin acısıyla yüz yüze gelip, sülalemin Der-Zor artığı yaşlılarının 1915 ile ilgili anlattıklarını kendi gözlerimle görme bahtsızlığını da yaşamıştım. 1988 aralığında yaşanan deprem felaketinin ardından, şimdi de hemen hergün Dağlık Karabağ’ın şu veya bu Ermeni köyünde, 24 saat sürekli baskı ve korku altında yaşamaktansa, insanca özgür bir yaşamı yeğlemek dışında başka da hiç bir suçu olmayan 150 binden fazla masum insana karşı yapılan taşlı, baltalı, kılıçlı saldırılarda kaydedilen kayıplara maruz kalmayı sineye çekerek, ortaçağ barbarlığını aratmayan facianın neredeyse günlük bir yaşam tarzına dönüşmesine DUR demek için hem Ermenistan, hem de Karabağ’daki Ermeniliğin «1915:Bir daha asla» ortak hafızasının yeniden canlanması ve ulusal bir uyanışın şafağını hatırlatan o günlerde, biri birinin ardından, kendiliğinden organize edilen, gönüllü paramiliter direniş grupları oluşmaya başlamıştı. Komutanlığını Radyo-Fizik dalında pek namlı bir bilim adamı olan ve dedeleri Kars göçmeni değerli insan Leonide Azgaldian’ın üstlendiği, «Kurtuluş Ordusu» adlı, yaklaşık yüz kişiden oluşan bir grubun gönüllü askerlerinden biri de ben oldum.
1988 kışından başlamak üzere, 1992 kışına kadar geçen tam dört yıllık dönemde neredeyse tek taraflı Azeri saldırılarına maruz kalan Karabağ Ermenileri, sivil toplumun yaşam hakkını savunma amacıyla kurulan bu gönüllü grupların varlığı ve desteğiyle yalnız olmadığını görüp, kardeşçe dayanışmadan moral destek ve güç alarak kendi savunmasını da örgütlemeye başlamıştı. Benim de içinde bulunduğum grup Karabağ’ın en kuzeyinde adını tarihte önemli bir figür olan ve «Kafkasların Lenin’i» olarak tanınan Stepan Şahumyan’dan alan (Dağlık Karabağ’ın başkenti 60 bin nüfuslu Stepanakert de bu yiğit komünistin adını taşımaktadır) ŞAHUMYAN bölgesinde bulunmaktaydı. Orada sadece altı ay gibi kısa bir zamanda Azat, Kamo, Getaşen, Mardunaşen adlı köy ve kentleri Ermeni köylerini kuşatma altına alıp, Ermeni olmak dışında başkaca bir suçu olmayan binlerce insanın silahlı saldırılara nasıl yiğitçe direnmekte olduğunu gördüğüm halde, bölgedeki Sovyet askeri birliklerinin yandaşlığından yararlanarak, tankı-topu olan karşı güçlere karşı ne kadar çaresiz ve umutsuz bir kavga verdiğinin de şahidi oldum. Adını verdiğim bu köyler gibi daha onlarca Ermeni köyü çok kısa bir zaman zarfında binyıllık sahiplerinden boşaltılarak, yaklaşık 40 bin insanın Şahumyan bölgesinden zoraki göçe maruz bırakılma, -kelimelerle anlatılması çok zor- acısını da onların çok uzaklardan gelen bir soydaşı, aslında kader ortağı olarak günbegün yaşadım.
Dağlık Karabağ denilen bölgenin bir ada misali, dört tarafı dıştan zaten Azerilerle çevrili olması yetmiyormuş gibi, içerisi de başta başkenti Stepanakert olmak üzere tüm diğer şehirleri ve önemli kavşak durumunda, stratejik değerdeki hemen tüm yollar mutlaka Azeri nüfusa sahip yerleşim bölgelerinden oluşuyordu. Hocalı denilen yer de Karabağ’ın küçük ama tek havaalanına yapışık küçücük bir köyken 1988-1992 arasındaki kısacık bir zaman zarfında, (buna Azerilerle hiç bir ilgisi olmayan ve orta Asya cumhuriyetlerinden “cennetlik iyi yaşam şartları” sözleriyle kandırılarak temelli göç davetine tabi tutulup kandırılan Meskhetler de dahil olmak üzere) Kuzey Kıbrıs misali, dışarıdan binlerce insanın getirilip yerleştirildiği bir kasabaya dönüştürülen ve Bakü tarafından ileride Karabağ’ın yeni başkenti yapılması arzulanan yerdi. Hocalı, aynı zamanda sadece Ermenilerin yaşadığı başkent Stepanakert’i Şuşi ile beraber iki taraftan abluka altına alarak yerle bir etmeyi öngören haince bir planın aylardan beri gerçekleştirilmesinin merkezi iniydi de !…
Ben 1991-1992 arası iki kez Hocalı’dan arabayla geçmiş biri olarak etraf-tarafta başka da hiçbir yerde görmemiş olduğum çaplarda gerçekleştirilen inanılmaz bir inşaat çalışmasının da şahidi olmuştum, çevre köylerdeki Ermeniler “orada gece-gündüz hiç durmadan çalışıp yeni binalar yapıldığını” anlatırken kendileri için hazırlandığı besbelli bu mezar kazıcılarının giderek çoğalmasından haklı olarak dehşete kapılıyorlardı. Niyet, sözüm meclisten dışarı, «aptala bile malum olan» cinstendi, HOCALI çok yoğun bir Ermeni nüfusun yaşadığı Stepanakert’in celladı olmaya hazırlanıyordu ve bu durum zaten 1991 sonbaharından 1992 kışına dek başkent Stepanakert’in her gün Şuşi ve Hocalı’dan bombardıman altına alınarak tüm halkın korku içerisinde bodrum katlarına sığınarak yaşamaya zorlandığı yıllara mukabil ettiğinden reddedilmez bir gerçek olarak gün gibi ortada duruyordu.
Karabağ Ermenilerinin başlattığı özgürlük hareketinin başarıya ulaşması için Hocalı ve Şuşi’de yığılan askeri cephane ve savaş gücü mutlaka bertaraf edilmeliydi ve ben bu amaca sadece üç aylık bir hazırlık sonrası dört ay gibi kısa bir zaman içerisinde ulaşılmasının iahitlerinden oldum. 1992 yılının, 26 şubatını 27’sine bağlayan gece Hocalı, 8 mayısı 9’una bağlayan sabahı da Şuşi, Ermeni gönüllü birliklerince kurtarıldı. Bu anlatımımı, o zaman zarfında Dağlık Karabağ Özerk Bölgesinde yaşanan durumun Polaroid bir fotoğrafı olarak resmetmenizi öneririm.
Ancak, durumun çok daha iyi anlaşılması için o zaman Azerbaycan’da birkaç yıldan beri gövde gösterisinde bulunan, ırkçı-faşist Halk Cephesi örgütünün kafatasçı başı Ebülfez Aliev (Elçibey) adlı bir Adolf Hitler benzerinin “T.C.” destekli bir darbe girişiminin hazırlıklarını bitirmekte olduğunu da görmek zorundayız. 1988 kışından beri Azerbaycan’ın yığınsal Ermeni nüfusa sahip değişik şehir ve köylerinde her tür saldırı ve katliamı gerçekleştirerek, lafta bile olsa “70 yıl boyunca sosyalist geçinen” bir yönetim zamanında sadece “dostlar alışverişte görsün” diye büfe vitrininde bulundurulan kullanılmaz eşya misali varolan içeriği boşaltılmış «YAŞASIN HALKLARIN KARDEŞLİĞİ» türü ajitasyon ve propagandasından bile payını alamamış, karanlık ortaçağ cahillerinin seviyesinde kalakalmış, ırkçı-faşist ideolojinin arkasına takılmaya hazır bir toplum içerisinde, “yağmur sonrası bitiveren mantar gibi” etraf-tarafta bitmeyi başaranların aslında kimler olduğunun iyice anlaşılması gerekiyor.
Ankara tarafından beslenen bu insanlık düşmanı faşist ideoloji yandaşlarının, Bakü’deki komünist etiketli politik yönetimi devirmeleri için gerekli her türlü sinsi planın bir değil muhtemel birkaç varyasyonlarından biri çerçevesinde gerçekleştirilmesi amacıyla varedilmek istenen yalanların en kuyruklusu «Hocalı katliamı» denen olayda üstlendiği başrolün bilinip-bellenmesi ve iyice anlaşılması çok ama çok önemlidir. Siyasal erki elde etmeye hazırlanan bu ırkçı-faşist örgütlenmenin toplum gözünde meşruluk ve güven kazanması için anlı-şanlı Goebels faşistinin «Yalan söyle, bir daha söyle, daha da inanılmazını söyle ve yay, yayabildiğin kadar yay, yalanının izi mutlaka kalır» diye bildiğimiz ve dünyayı ne tür bir felakete sürüklediği hepimizce malüm denenmiş bu yönteminin “OLMAZSA OLMAZI” olmaya aday bir vukuatın olması, gerçekleşmesi gerekiyordu. Bu olay için hemen her şartın oluşturulduğu en uygun yerin, yani çekilmesi gereken film için planlanan sahneler için en ideal mekanın Hocalı olması aslında hiç de tesadüfi falan değil, iyice düşünülerek seçilmişti. Hocalı’nın geçmişinde onyıllığına bile olsa üzerinde yaşayan yerli bir halkı olmadığı gibi, şimdiki “sakinlerinin” sadece son birbuçuk-iki sene zarfında Orta Asya cumhuriyetlerinden getirilip oraya yerleştirilen Meskhet toplumundan oluşuyor olması, gerçekleştirilmesine hazırlanılan plan için aslında “bulunmaz Hint kumaşıydı” !
1991 ağustos sonu, kaşarlı faşist Ebulfez ALİEV (Elçibey)’in doğum yeri olan Nakhiçevan’ın Ordubat kentinden getirilme, kendisine en sadık ALİEVLER aşiretinin, “T.C.” ordusu subaylarınca üç aylık özel komando eğitimlerinden geçirilerek “alıştırılma Bozkurtlarından” 500’ün üzerinde fanatik iki grubunun, Hocalı ve Şuşi’ye yerleştirilmesiyle başlatılan “İKTİDARA DOĞRU İLK ADIM” operasyonu, kasım ayından şubat sonuna kadar Karabağ’ın başkentini tam dört ay boyunca bombardıman ateşine tutmasıyla, yaklaşık 60 bin Ermeni insanını sürekli abluka altında yaşamaya mecbur etmişti. Başkent halkının herhangi bir yere kıpırdayabilme olanağı yoktu, elektrik, su, en temel gıda maddeleri, tuz, şeker ve en önemlisi ilaç sıkıntısının had safhaya ulaşmış olduğu halde, total abluka altında yaşam savaşı veren bu insanlara yavaş soykırım tatbik edilirken, «SU BAŞINI DEVLER TUTMUŞ» olduğundan, kuzey ve güneye giden tüm yollar Hocalı ve Şuşi’den geçmek anlamına geldiğinden kullanılamaz hale getirilmişti. Baharda yapılması planlanan büyük taarruz planlarını Ulusal Cephe’nin Bozkurtları adına bizzat yönetmek için Azerbaycan’ın üçüncü büyük şehri olan Karabağ’a yapışık Hocalı’dan sadece on kilometre uzaklıkta bulunan Ağdam şehrine üs kuran Ebulfez Aliev Elçibey, “T.C.”-nin hafif eliyle, oraya olağanüstü çaplarda askeri teçhizat ve cephane yığılmasını da örgütleyebilmişti. Eğer herşey planlandığı gibi gerçekleştirilecek olsa «bir taşla iki kuş vurulacak», Karabağ Ermenileri kan ve ateş içerisinde yok edilirken, Bakü’de iktidar «tereyağından kıl çekercesine» bir kolaylıkla, ırkçı-faşistlerin eline geçecekti. Elçibey, iktidara giden yolun Hocalı-Ağdam’dan geçtiğiyle ilgili rüyasını gerçekleştirmek için tüm hazırlıklarını tamamlamış olduğundan, 20 şubattan itibaren Stepanakert’e yapılan Alazan tipi uzun menzilli roket saldırıları, 24 saatlik yoğunlukla hiç durmaksızın sürdürülmekteydi. Eğer panturancı Elçibey’in kafatasçı planları, yani korkunç rüyası gerçekleşebilseydi, ardından her fırsatta bas-bas bağırılan «Bir millet, iki devlet» yerine “T.C.” ile tek vücut, yani «Bir millet, bir devlet» olduklarını beyan etmesi gelecekti !
Sovyetler Birliği’ne saldıran Alman faşistlerinin 1941 eylülünde başlatılarak 1944’ün ocak ayı sonuna kadar abluka altında tuttuğu Leningrad şehri halkının yiğit direnişini daha okul sıralarından bilen Stepanakert şehri ve civarındaki 20’den fazla köyde yaşayan Ermenilerin, 4 aydan fazla bir zaman akılalmaz zorluklara göğüs gererek dayanmaya çalıştıkları gayr-ı insani bu faşist karakterli ablukayı kırıp, planlanan vahşetten kurtulabilmeleri için yapılacak tek şey, maruz kaldıkları saldırı ateşlerinin ocaklarını söndürmek, her ne pahasına olursa olsun tehlikeyi bertaraf etmekti.
Hocalı’da, çoğunluğu Orta Asya’dan getirilme Meskhet göçmenler olmak üzere yaklaşık olarak 2 bin civarında sivil insan ve 600’ün üstünde muhalif Ebulfez Elçibey’in emrindeki Azeri faşistleri bulunmaktaydı. Ermenilerin hazırlandığı kurtuluş operasyonuna katılacak tüm gönüllü birliklerindeki insan sayısı 500’ü bile bulmazken, ellerindeki otomatik tüfeklerle, gerekenin de çok altında kurşun ve cephane yetersizliği sıkıntısından duydukları başka da tasaları yoktu. 24 şubat gecesi bir kolu Stepanakert, diğer kolu Baluca yakınlarından Hocalı’ya giden iki yol üzerindeki kontrolü ellerine geçiren Ermeni gönüllü grupları, aynı zamanda kuzeyden Askeran’dan Ağdam’a giden yolun Azeriler tarafından kullanılmasını da engellemeyi başarmışlardı. Ermenilerin bu kadar az insanla bir karşı atağa geçip, Hocalı’yı neredeyse ablukaya alan bir kuşatmayı becermelerinden paniğe kapılan halk, aylardan beri kendilerinin Stepanakert ve civarı Ermeniliğine uyguladığı kuşatmanın bir benzerine uğramaktan korktukları için köyden uzaklaşmak ve bir an evvel Ağdam’a ulaşmak için alelacele kamyon ve otobüslere doluşmaya başlamıştı bile !…
Sivil halkın korkup paniğe kapılarak Hocalı’yı terketmek istemesinden rahatsız olan Elçibey’in Halk Cephesi’ne ait askeri mangaları, köyden dışarı çıkan dört yol ağzına barikatlarla kurmuş, Ermenilere karşı “kutsal cihada” katılmaktan korkanları alenen kendilerinin infaz edip öldürecekleri tehdidinde bulunup, korkutmaya çalışmışlardı. 25 şubat günü, Ermeni güçleri radyo telsizlerle sürekli olarak Hocalı’da kent sorumlusu yöneticiler ve silahlı grup şefleriyle görüşüyor ve “Sivil halkın sorunsuz olarak şehri terkederek Ağdam’a gitmeleri gerektiği ve bunun için insani bir koridorun açık olduğunu” bildirdikleri halde, karşılığında hakaret ve küfürler duyuyorlardı. Bir taraftan Ermeni güçlerinin ardı arkası kesilmeyen üstelemesiyle, tüm gün boyunca süren görüşmelerde masum insanların kirli savaş nedeniyle mağdur olmasını engelleme yönlü hümanist çabalardaki ısrarı, diğer taraftan aynı zamanda Azerbaycan Parlamentosunda milletvekili de olan Hocalı belediye başkanı Elman Mamedov’un sağduyulu davranma kararlılığı sayesinde, beklenen sonuca ulaşılmıştı. Himayesi altında bulunan sivil halkın can güvenliğiyle ilgili kaygıları sonucu, Bakü’deki merkezi yönetimle ilişkiye girmesinin akabinde, Stepanakert’in önerdiği insani koridordan yararlanılarak sivil halkın kenti terketmeye hazırlanmasında mutabık kalınmıştı. Bakü’deki yönetimin Ermenilerin insani teklifini büyük bir sağduyu ile olumlu ve hümanist bir adım olarak değerlendirerek, Hocalı sakinlerinin kenti terketmesine karar kılınmasına kudurduğu için, sinsi planlarının suya düştüğünü hisseden merkezi yönetim düşmanı muhalif Halk Cephesi’nin ırkçı-faşist militanlarınca silahlandırılan gözü dönmüş fanatikler, gruplar halinde Hocalı sakinlerini encide eden, kışkırtma ve provokasyonlara başvuruyorlardı. Bu esnada Ağdam’da bulunan askeri komutanlıkta görevli bazı üst subayların emirlerine de karşı gelip, itaatsizlik gösteren bu kesimle, halktan insanlar arasında ciddi sorunlar yaşanmış ve halka gözdağı verme kararlısı bu fanatikler zavallı köylülerden kendilerine karşı koymaya cesaret eden birkaç insanı, herkesin gözü önünde kurşunlayarak delik-deşik edip, güç gösterisinde bulunmuşlardı.
Tüm bu olumsuzluklara rağmen, 26 şubat günü onlarca kamyon, otobüs, minibüs ve otomobillerle çoğunluğu yaşlı, kadın ve çocuklardan oluşan birkaç yüz insanın bulunduğu konvoy, Hocalı’dan kuzeyde Ermenilerin Askeran kentinden geçen otoyolunu rahatça kullanarak, yani Ermenilerce bırakılan insani koridordan yararlanarak, Azerilerin ikamet ettiği Ağdam’a ulaşmıştı. Bir gece öncesindeyse, ellerinde beyaz bayraklar taşıyan küçük gruplar halinde yaklaşık kırk kadar Meskhet ve Azeri, Baluca keni tarafındaki tepelerde siperlenmiş Ermeni savunma güçlerine gönüllü olarak teslim olmayı tercih etmiş, Şuşi veya Ağdam’a nakledilmek istediklerini bildirmişlerdi (Stepanakert’e ulaştığım 28.şubat.1992 günü, bu «gönüllü esirlerden» altısıyla şahsen tanışma ve görüşme imkanına sahip olmuş ve 3 mart günü onların da içinde bulunduğu 34 kişilik bir grup insanın Ağdam’a yollanmasının şahidi de olmuştum).
26 şubat sabahı şafak vakti, Hocalı’daki fanatik silahlı grupların Ağdam’a doğru kuşatmayı yarma amacıyla beklenmedik bir saldırıya geçmesine karşılık veren Ermeni özsavunma güçleri ağır kayıplar verdikleri halde, yardıma gelen diğer gönüllü birimlerin de yardımıyla kentin kuzey mahallelerinden birini ele geçirebilmişlerdi. Beklenmedik bu haber her iki tarafı da şaşkınlık içerisinde bıraksa bile, Azerilerden sayıca çok az olan Ermeni gönüllüler için bu başarı büyük bir moral kaynağı olmuştu. Stepanakert’teki askeri özsavunma komitesi, Bakü ve Ağdam’daki devlet yöneticileriyle yeniden ilişkiye girerek, «sivil halkın insani koridordan yararlanarak kenti acilen terketmesi koşulunun hemen yerine getirilmemesi halinde, askeri operasyon gerçekleştirileceğini ve masum halktan olası can kaybı için Azerbaycan tarafının sorumlu olacağını» bildirmiş, hatta Hocalı’nın boşaltılması için «köye yapışık havaalanından yararlanılması, halkın helikopter ve uçaklarla taşınması» önerisinde bile bulunmuştu. Tam dört yıldan beri Azerbaycan ve Karabağ Ermenilerine karşı tek taraflı barbarca saldırılarda bulunmuş Azerbaycan iktidarına yapılan bu uyarıdan sadece dakikalar sonra, Stepanakert şehri güneyden Şuşi, kuzeyden Hocalı olmak üzere aralıksız dört saat süren uzun menzilli roketli saldırı ve top atışına tutulmuştu. Stepanakert’te askeri operasyonları koordine eden merkezi ÖZSAVUNMA KOMİTESİ, üç saat boyunca radyo yayını ve telsizlerle Hocalı’ya taarruzun başlayacağı haberinin olası tüm adreslere bildirilmesinin hemen ardından da saldırıya geçme emrini alan hal-i hazır bekleyen Ermeni gönüllü birlikleri Hocalı’nın kurtuluşu için üç yönden eyleme geçmişlerdi. Kentin en doğusundaki dördüncü yön istikametinde bekleyen birliklerin orada sadece sivil halk için bırakılan insani koridorun denetim altında tutulmasını sağlamak görevi olduğundan, bu operasyona katılması özel bir emirle engellenmişti.
26 şubat akşam saatlerine doğru, köyden çıkarak asfalt yol yerine, köyün hemen yanından geçen çayın öte yanındaki eski toprak yoldan Ağdam’a doğru yollanan binden fazla sivil insanın Hocalı’dan ayrılmakta olduğu haberinin alındığı andan başlamak üzere sadece 9 saat sonra, yani 27 şubat sabahının ilk saatlerinde, köyün en doğusundaki mahallesi dışında hemen tümü Ermeni güçlerinin eline geçmişti. Günün aydınlanmasıyla Azeri tarafının bire beş fazla kayıp verdiği ve insan kaybının 60 civarında olduğu ancak öğle saatlerinde öğrenilebilmişti. Ermeni tarafından değişik ağırlıkta elliye yakın yaralı varken, Azeri tarafındaki yaralı sayısının bilinmemesi, onların son barınağı olan Hocalı’nın doğu mahallesine sığınmış olmalarıyla açıklanabilirdi. Başarılı geçen askeri operasyonun ardından Stepanakert’ten edinilen yeni bir emirle Hocalı doğu mahallesinin sadece ses bombalarıyla taciz edilmesi sayesinde kalanları kaçmaya teşvik etmeye paralel olarak, köye getirilen bir kamyona yerleştirilen hoparlörle, evlerin bodrumlarına sığınmış, korku içerisinde ölümü beklemekte olan masum insanlara, Azerice ve Rusça «bir gün evvel köyü terkedenlerin güvenlik içerisinde Ağdam’a ulaştıkları» söyleniyor ve «bu bilgiyi doğrulamak için Ağdam’dakilerle telefon bağlantısı kurmaları ve gereksiz yere insan kaybına sebep olmamak için köyü acilen terketmeleri» telkin ediliyordu. Ne iyi ki bu propaganda arzulanan meyvesini vermiş ve artık Halk Cephesi’ne ait silahlı cengaverlerin tehditlerine kulak vermeyip, onlara isyan eden köylüler, ellerine geçirdikleri telsizlerle doğrudan Ermenilerle bağlanıp, «önümüzdeki 12 saat için ateşkes yapılması halinde köyde kalanların toplu halde Ağdam’a gideceklerini» belirtilmişti. Bu görüşmelerden sadece bir saat kadar sonra da, Hocalı’nın doğu mahallesine sığınmış olan bu insanlar kendilerinden bir gün evvel, çayın öte tarafındaki eski toprak yolu tercih ederek Orta Asya’dan jkandırılarak getirildikleri bu uğursuz yeri, bir daha geri dönmemek üzere terketmişlerdi.
Bu askeri operasyon sonrası HOCALI köyünden çıkan akılalmaz çaplardaki askeri techizat ve cephane sayesinde, Karabağ Direniş Birliklerinin kurulabilmiş olduğunu neredeyse bir itiraf olarak ifade ederken, Merkezi ÖZSAVUNMA KOMİTESİ’nin o günden sadece 2,5 ay sonra, ele geçirilmesi imkansız sayılan kale şehir Şuşi’yi, 8.mayıs.1992’de akılları durduran bir operasyonla kurtarmasını belirtmek de övgüye değer olmasının yanında çok yerindedir. Bu bağlamda, günümüze dek varolan Dağlık Karabağ Savunma Kuvvetlerinin «asıl kurucusu o dönemde Bakü’deki politik iktidara karşı muhalif olan Halk Cephesi adlı o ırkçı-faşist harekettir» demeye kalksak çok yanılmış olmayız sanıyorum… Hocalı askeri operasyonunun hikayesi işte bundan ibaret olup, Ermeniler açısından düzenli bir savunma ordusu kurulmasının da en önemli temelini teşkil etme özelliğine sahip olmasından dolayı bir o kadar da öğreticidir !
Burada, kısa bir parantez açarak 27 şubat sonrası, Hocalı dışında vuku bulan vahşetten de kısa olarak bahsetmek gerekir düşüncesindeyim, çünkü, 20 yıldan beri Azerbaycan tarafından tüm dünyaya söylenen modern tarihin herhalde en kuyruklu yalanlarından birinin uydurulmasına sebep teşkil eden bu sahtekarlığın temeli, işte o zaman ve Ağdam yakınlarında Azeri askeri güçlerinin kontrolü altında bulunan tepelere kazılı çukurlarda atılmış olduğunu, elini vicdanına koymayı becerebilen her insanın öğrenmesi ve bilmesi bir insanlık görevidir düşüncesinin de inatçı bir savunucusuyum. Bence, tırnak içerisine alarak bahsedilmesi gereken «Hocalı Katliamı» ile ilgili günümüze kadar tüm dünyaya sözümona reddedilmez ispat olarak gösterilen her çeşit fotoğraf ve video filmlerinde görülen en primitif türden bir zaman ve mekan uyuşmazlığı dışında, bahsedilen katliamın mağduru olarak gösterilen kurbanların bazen Hocalı’dan binlerce kilometre ötedeki Bosna, bazen biraz daha yakında bulunan Van, bazen Kosovo, bazen de dünyanın başka bir ülkesinde vuku bulan çatışmalar, doğal afet veya başka bir insani felaketten kopyalanan “Copy-Paste”, yani «KOPYALA-YAPIŞTIR» metoduyla sunulmaya yeltenilen bir yutturmacadan başka birşey olmamasının traji-komikliği bile, o haltı yiyenler tarafından örnek alınan tek değerin, 1933-1945 faşist Almanya’sında Hitler’in yamağı, Halkın Eğitimi ve Propaganda’dan sorumlu Bakanı, totaliter rejimler arası kıyaslamada dahi, dünyanın gelmiş-geçmiş en büyük halk yığınlarının nasıl manipülasyona uğratılması konusunda BİR NUMARALI uzmanı, ne duyulmuş-ne de görülmüş olan her türden demagojilerin «eline su dökülmez» ustası olarak bilinen, Dr. Paul Joseph GOEBBELS olduğu kolayca anlaşılmaktadır. Tarihin çöplüğünü intihar ederek çoktan boylamış olan insanlık düşmanı bu faşistin, «Yalan söyle, tekrarla ve yay… izi kalır mutlaka !» yöntemini örnek alarak, en iyi şekilde uygulayan ülke olmakta Azerbaycan’la kim yarışabilir bilebilmek oldukça zor olsa dahi, o devletle suç ortaklığında bulunmuş “T.C.”-nin «Hocalı katliamı» yalanının beslenip-büyütülmesindeki rolü, 1992 haziranında Bakü’de Halk Cephesi tarafından yapılan darbe sonrası, iktidarı elde etmesi örneğinde olduğu gibi  yadsınmaz bir gerçektir.
Ve Dağlık Karabağ’ın Hocalı köyünde işlerine çok geldiği halde, Ermeniler tarafından yapılmasını planlayıp çok arzuladıkları pek kanlı bir katliamın gerçekleşmesini sağlayıp da beceremediklerini anladıktan sonra bile, insanlıkdışı sinsi amaçlarından vazgeçmeyen Halk Cephesi faşistlerinin sağ-salim Ağdam’a varan masum insanları, yedekte sakladıkları daha da iğrenç bir Plan B gereği, kirli oyunlarına alet ve kurban ederek, ellerini soydaş kanına bulamaktan bile çekinmedikleri de bir o kadar gerçektir.
Yukarıda belirtilen iğrençliği açıklayanların Ermeni tarafını temsil edenler kişilerden değil de, o dönem Azerbaycan hükümetinin en sorumlu yerlerinde bulunan politik şahsiyetlerden oluşuyor olması da reddedilmez bir gerçektir. Bu konuda kuşkusu olan herkesin, benim de naçizane katkım olan sadece iki kaynakla tanışmasını / HOCALI: A show of unseen forgery and falsifications ) www.xocali.net  ve HOCALI DOKÜMANTASYONU http://www.youtube.com/watch?v=7ef3f5Ngkck  / ve asrın sahtekarlığının ne kadar ilkel bir düzmece olduğunu kendi gözleriyle görmelerini öneriyorum. Bu kaynaklarda, Azerbaycan’ın ilk Devlet Başkanı Ayaz Mutalibov, Parlamento Başkanı Yakup Mamedov, Hocalı Belediye Başkanı ve Milletvekili Elman Mamedov, Hocalı Olaylarını Araştırma Komisyonu Başkanı Ramiz Fataliyev, İnsan Hakları Savunucusu Arif Yunusov, “Memorial” adlı İnsan Hakları Merkezi Örgütü’nün 28.mart.1992 Bildirgesi, politik tutuklu ve muhalif gazeteci Eynullah Fatullayev, 26-27.şubat günleri sıradan bir sakini olarak Hocalı’da yaşayan Salman Abbasov ve daha onlarca kişinin şahitliklerini görüp, öğrendikten sonra şapkanızı önünüze koyup da, başkasının değil, kendi vicdanınızın sesini dinleyeceğinize inanıyorum.
Yazıma, değerli şair Can Yücel’den bir sözle başlamıştım, onu yine o değerli insanın «ve herşeyi öğrendiğin kadar bilirsin, bunu da öğren» sözüyle noktalamak isterim. “Her gece iki gündüz arasındadır” doğrusundan hareketle, bu dünyayı hep ve sadece HERŞEYİ ÖĞRENMEK İSTEYEN insanoğlu insanların elleri üzerinde tuttuğuna olan samimi inancımdan zerre kadar geri adım atmadan, hiç ödün vermeden, 21.inci yüzyıl Goebbels’leriyle aynı safta bulunmadığıma şükrettiğime de inanmanızı diliyorum.
Saygılarımla,
Sarkis HATSPANIAN (1991-1994) Karabağ Kurtuluş Mücadelesi Muharibi
26-27.şubat.2012 – DOĞU ERMENİSTAN
 P.S.: Yazım, mahpusane yıllarımda kaleme almaya başladığım hatıralarımın «Dağlık Karabağ Gerçeği» yazı serisinin üçüncüsüdür.
Yazar: SarkisHatspanianTarih:28. Şubat 2012
*
Ek 2:

“"Azerbaycan Darbesi" ve "Gazi Katliamı" (Gazi Katliamı'nın 17.yılı dolayısıyla) - Kemal Erdem           

  12 Mart 2012 - 

Bu makale bundan iki yıl önce yine bu sitede daha uzun bir haliyle yayınlandı. Şimdiki hali daha kısa olup bazı yerlerini okunması kolay olsun diye dışarıda bıraktım. Amacım Gazi Katliamı'nın arka planına ışık tutmak ve bu devlet terörünün sorumlularını teşhir ederek, bu noktada toplumsal bilinçlenmeye bir nebze de olsun katkı yapmaktır.
Bu makaleyi ikinci defa yayınlamak istememe neden olan bir olayı da burada okuyucu ile paylaşmak istiyorum. Geçenlerde CNN TURK'te Mehmet Ali Birand'ın hazırlamış olduğu ve 28 Şubat darbesini konu alan “Son Darbe” belgeselini izlerken, özellikle dikkatimi çeken durum, olayları 1993'ten 2003'e kadar olan zaman dilimi içerisinde ele alan belgeselin, Azerbaycan Darbesi'ni dışarıda bırakmış olmasıydı ve Gazi Katliamı'nı anlatan bölümde de olayın arka planına hiç değinmemesiydi.
M.A.Birand gibi deneyimli bir gazetecinin bu durumu özellikle, bilerek es geçtiğini ve değinmediğini düşünüyorum. Ama onlardan önce devrimci ve demokratik kamuoyunun kendisi bu durumu es geçmektedir ve dolaylı olarak aslında bu devlet terörünün gizlenmesine sessizlikleri ile katkı sunmaktadırlar. Halbuki Türkiye devrimci ve demokratik kamuoyunun tarihinde Gazi Katliamı ve sonrasında ortaya konulan kitlesel direniş, 12 Eylül'den sonra, Kürdistan'ı saymazsak, faşizme karşı ortaya konulan en kitlesel ve radikal tepkiyi oluşturmaktaydı.

I-Giriş

1995 yılının Mart ayında (tam olarak 12-15 Mart 1995) gerçekleşen Gazi katliamı, Türkiye’nin Başbakanlık, Cumhurbaşkanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı tarafından, Azerbaycan’da işbirlikçiler aracılığı ile yürütülen ve gerçekleştirilmek istenen darbenin başarısızlığa uğramasının sonucunda devreye sokulan ve “TC devletinin itibarını kurtarma planı”nın önemli bir parçasını teşkil etmiştir. Gazi katliamı aracılığı ile devlet hem kendi kamuoyundan hem de dünya kamuoyundan kendi rolünü gizlemeyi başarmıştır ve bu haliyle yürütülen psikolojik hareket başarıyla sonuçlanmıştır.
Gazi katliamı benim bildiğim kadarıyla bugüne kadar TC devletinin yapmış olduğu gelmiş geçmiş en büyük “Psikolojik Operasyon”dur. Çünkü bu operasyon, Türkiye ve dünyanın gündeminde Azerbaycan darbesini ve bu darbe içerisinde TC devletinin rolünü ustaca gizlemiş ve bütün dikkatlerin Gazi katliamına çevrilmesine neden olmuştur.
Türkiye’nin Azerbaycan’da Haydar Aliyev yönetimine karşı gerçekleştirmiş olduğu darbe girişimi çok kanlı olmuştur. Dört yüzden fazla insan bu darbe girişimi sırasında ölmüştür. Geçerken belirtelim ki, bu darbe girişimini Rus istihbarat servisi KGB (şimdi FSB) ve CİA dikkatlice yakından izlemişler ve olayları dolaylı olarak etkilemeye çalışmışlardır.
SSCB'nin çöküşünden sonra Rusya, 1994 yılına gelene kadar Kafkaslar’da nüfuzunu Ermenistan’dan Gürcistan’a ve Azerbaycan’a kadar tekrar arttırmış ve bunu da Güney Kafkasya’daki ülkeleri birbirine karşı kullanarak yapmıştır.
Türkiye 1992 yılında E.Elçibey'i deviren H. Aliyev darbesine 1994'te bir darbe ile karşılık vermek istedi. Ancak bunun olabilmesi için Türkiye’de Türk milliyetçiliğine politik olarak ihtiyaç vardı. Azerbaycan’da güçlü olan politik hareket MHP’ydi ve ancak o ve benzeri politik eğilimler ile Türkiye Azerbaycan’da politik olarak tekrar etkinleşebilirdi.

II-DYP içerisinde MHP kadrolaşması

1991 seçimleriyle birlikte bir çok MHP kadrosunun DYP içerisine yoğun bir şekilde aktığı görüldü. Bunlardan en önemlilerinden birisi Mayıs 1990 tarihinde Alparslan Türkeş tarafından MHP ile ilişkisi kesilen Ayvaz Gökdemir’di. Muhtemelen A. Türkeş, A. Gökdemir’i, ordu ile olan “derin ve karanlık bağlantıları”ndan dolayı MHP’den uzaklaştırdı. 12 Eylül’den sonra MHP’nin eskisi gibi ordunun özel harp planları doğrultusunda kullanılmasını istemiyordu (bugün de Devlet Bahçeli buna dikkat ediyor) ve bu tür bağlantıları olanları MHP’den uzaklaştırıyordu.
Ayvaz Gökdemir, Tansu Çiller döneminde ve Azerbaycan darbesi sırasında hükümette Türki Cumhuriyetleri’nden sorumlu devlet bakanı olarak görev yapıyordu ve Azerbaycan ve Özbekistan’daki darbe girişimlerinin organizasyonuna katılmıştı ve bu iki devlet tarafından resmi olarak istenmeyen adam olarak ilan edilmişti. Yine bu dönemde Meral Akşener, Mehmet Ağar, İbrahim Şahin, Abdullah Çatlı, Haluk Kırcı, Alaatin Çakıcı, Tevfik Ağansoy vs. gibi birçok milliyetçi ve eski ülkücü ya DYP içerisinde ya da bazı gizli işlerde yer almışlardır. Yine bu dönemde DYP içerisinde Korkut Eken gibi Özel Harp kadroları cirit atmıştır.
Hiç kuşkusuz DYP’nin bu şekilde “sarılıp sarmalanması”nı isteyen Genelkurmay’dır. Bu dönemde Genelkurmay’ın başında Doğan Güreş vardır ve aslında üstü örtülü darbenin baş aktörü o ve etrafındaki dönemin kuvvet komutanlarıdır. Onun Genelkurmay Başkanlığı döneminde Özel Harp Dairesi (ÖHD) Özel Kuvvetler Komutanlığı (ÖKK)’na dönüştürülmüştür.
1992-1995 arası ÖHD (ÖKK)’nin pislikleri o kadar çoğaldı ki, Doğan Güreş emekli olduktan sonra DYP’den Kilis milletvekili seçilerek dokunulmazlık zırhına bürünmek zorunda kaldı. Çünkü T. Özal’ın, Eşref Bitlis’in, Uğur Mumcu’nun, 33 askerin katliamı, Sivas katliamı, bir çok Kürt iş adamının ölümü ve binlerce faili meçhul cinayet belirli bir doktrine göre oluyordu. Bu doktrin 1992 yılında kabul edilmiş ve devreye sokulmuştu. 1992 yılında Milli Güvenlik Siyaset Belgesi (MGSB) yenilenmiş ve bu yenilenme sırasında Kürt ulusuna karşı topyekün savaş kararı alınmıştır. Bunun ardından da operasyonlar, suikastlar, tasfiyeler dalgası yaşanmıştır.
Bu doktrin devreye sokulduğunda SHP’nin başında Erdal İnönü vardı ve bu doktrinin kendi “mizacına uygun düşmediği” gerekçesiyle istifa etti ve bu planlar T. Çiller-Murat Karayalçın hükümeti tarafından gerçekleştirildi.

III- Türkiye’nin Azerbaycan darbe planı ve bunun politik ve örgütsel araçları

Azerbaycan darbesini Çiller-Karayalçın hükümetinin eline tutuşturan Genelkurmay’dı. Bu dönemde bu tür politikaların planlandığı yer hükümet değil Genelkurmay’dı.
Türkiye’nin Azerbaycan’da darbe girişimi, Rusya’nın Çeçenistan’da şiddetli bir savaş içerisinde bulunduğu bir döneme denk geliyordu. Bundan dolayı Türkiye Rusya’nın daha az bir refleks göstereceğini tahmin ediyordu. Bu darbeyi KGB (şimdi FSB) ve CİA yakından izliyordu ve Rusya-ABD-İngiltere bu darbenin başarısını istemiyordu ve Türkiye onlara rağmen orada bir darbe gerçekleştirmeye çalışıyordu.
Devletin zirvesi darbeyi itinayla ama acemice hazırlamıştı. Bu darbede her kurumun bir rolü vardı. Hükümet kendisine bağlı kurumlar ile Azerbaycan’da yaygın ilişkilere sahipti ve bu yaygın ilişkiler sayesinde işbirlikçiler aracılığı ile politik güçlerin toparlanması işini yürütüyordu ve darbenin operasyonel yanını o yürütüyordu.
Darbe planında Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay’a (aslında bu sonuncusu darbe planını yapmış ve hükümeti ve Cumhurbaşkanı’nı öne sürmüştür) da büyük işler düşüyordu. Darbe planı bütün olasılıkları öngörmüştü. Başarısızlık anında ne yapılması yani bir “B planı”nın ne olması gerektiği konusunda gerçekten profesyonelce ve iyi bir hesap-kitap işinin yürütüldüğü daha sonra yaşananlarla ortaya çıktı. Darbenin gerçekleştirilmesinde acemi oldukları ortaya çıktı ama “B Planı”nda oldukça usta oldukları görüldü.
Darbenin yürütülmesinin operasyonelliğini hükümet yaparken, başarısızlığı anında Cumhurbaşkanı’na da bir rol biçilmişti. Buna göre darbenin başarısız olduğu politik kararı alındığı andan itibaren, Cumhurbaşkanı devreye girerek Haydar Aliyev’i uyaracak ve böylece devletin başı olarak “Türkiye’nin devlet olarak bu işin içinde olmadığı” belirtilerek, “ilişkilerin zarar görmemesi” sağlanacaktı.
Peki Türkiye ve dünya kamuoyundan Türkiye’nin bu darbedeki rolü nasıl gizlenecekti?
İşte bu andan itibaren de Genelkurmay ve ÖKK (eski adıyla ÖHD) devreye girecek (ki darbe sırasında arka planda bütün lojistik desteği onlar veriyordu) ve büyük bir psikolojik hareket ile ülke ve dünya kamuoyunun gözleri önünde bir “kaptı kaçtı” yapacaktı.
Plan buydu. Peki nasıl işledi?
Azerbaycan darbesi, Azerbaycan Halk Cephesi ve onun lideri Ebufelz Elçibey (darbe sırasında Nahçıvan’daydı) etrafında örüldü. Türkiye bu darbenin örgütlenmesinde kendi devlet kadroları aracılığı ile gizlice yer alıyordu ve darbeyi arka planda yönetiyordu.
Azerbaycan’daki darbenin örgütlenmesini bizzat TC hükümetinin ve onun kadrolarının yaptığı Kutlu Savaş’ın “Susurluk Raporu”nda açıkça belirtilmiştir.
Türkiye H. Aliyev’e karşı, E. Elçibey’in etrafında bütün Azeri muhalifleri birleştirmeye çalışmıştır. Eski Cumhurbaşkanı Ayaz Muttalibov;Elçibey’in devrilmesinde H. Aliyev ile birlikte hareket eden ve sonra araları açılan Süret Hüseynov;İçişleri Bakan Yardımcısı ve Omon birlikleri komutanı Ruşen Cevadov, Elçibey’in etrafında ve Aliyev’e karşı birleştirilmeye çalışılmıştır.
Türkiye bir çok devlet kadrosu ve ajanıyla bu darbeye katılmış ve yönetmiştir: Azerbaycan Büyükelçisi Altan Karamanoğlu, MİT müsteşarı Ertuğrul Güven, Elçilik Din Müşaviri Abdülkadir Sezgin. Sonraları ÖKK komutanı olacak olan ve şimdi Balyoz Operasyonu ile gözaltına alınan ve tutuklanan ve darbe sırasında Askeri Ataşe olarak görev yapan Engin Alan. O zamanlar ÖKK'nin başında 2004 yılında emekli olan Fevzi Türkeri bulunuyordu.Azerbaycan Milli Meclis Danışmanı olan ve MİT ajanı olan Ferman Demirkol. MİT Dış istihbarat Daire Başkanı Yalçın Ertan. Başbakan Müsteşarı Ali Naci Tuncer (Bu ikili özel bir uçak ile gidip Ferman Demirkol’u getirdiler). Türki Cumhuriyetlerden Sorumlu Devlet Bakanı Ayvaz Gökdemir. Yine Acar Okan ve Kamil Yüceoral adlı kişiler. Mehmet Eymür’ün Atin. org sitesinde belirttiği üzere 12 Aralık 1994 tarihinde özel bir ekiple Korkut Eken bu ülkeye gitmiştir. Yine Abdullah Çatlı’nın da darbe sırasında orada olduğu daha sonra ortaya çıkan bilgiler arasındadır. Bunlar bugüne kadar bilinenler. Elbette bir de bilenmeyenler var.
Türkiye Özel Hareket Polisi aracılığı ile Azerbaycan’daki özel polis kuvvetleri olan Omon birliklerini eğitiyordu ve bu birliklerin başında Ruşen Cevadov vardı. Darbe sırasında Omon birlikleri darbenin silahlı gücü olarak düşünülmüştü ve darbe sırasında Azerbaycan devlet güçleri ile çatışan bunlar oldu ve komutanı R. Cevadov öldürüldü. İşin ilginç tarafı Omon birliklerini eğiten Türk Öze Hareket Polisi’nin başında, ÖKK’nın polis içindeki uzantısı ve ÖKK’nın çok parlak bir elemanı olan ve Ergenekon soruşturmasında yakalanan İbrahim Şahin bulunuyordu. Yani o da bu darbede hiç kuşkusuz rol almıştı.
Türkiye Azerbaycan’daki darbenin finansmanını ise kurduğu Azerbaycan Hizmet Vakfı aracılığı ile yürütüyordu. Yine burada finansman ile ilgili olarak bir başka noktaya dikkat çekmek gerekir. Daha sonraları yine “Derin Devlet” tarafından öldürülen Ömer Lütfü Topal ve onun gibi işadamlarının da bu darbelerin finansmanında rol aldığını belirtmek gerekir. Böylece Hükümet, MİT (başında Sönmez Köksal vardı) ile birlikte Emniyet ve Engin Alan aracılığı ile de Genelkurmay Azerbaycan darbesini üç-dört koldan yürütüyorlardı.
Türkiye, Hükümet, Genelkurmay ve Cumhurbaşkanlığı tarafından yürüttüğü darbe girişiminin başarısızlığı karşısında, devleti aklamak için, “darbeyi bazı devlet kadrolarının devletten habersiz yaptığı” imajı vererek kurtulmaya çalıştı ve sürekli bu yönde propaganda yürüttü. Hala daha da bu propaganda yürürlüktedir ve olaylara katılanlar (örneğin Ferman Demirol gibi) papağan gibi şunu tekrarlarlar: “Hükümet ve Cumhurbaşkanı’nın haberleri sonradan oldu. Darbe olayı Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e 10 Mart 1995 tarihinde haber verildi ve o da Haydar Aliyev’e haber vererek, onu darbeden haberdar etti”
Tamamen yalan.
Ferman Demirkol, devletin darbeye katılan ajanlara yaklaşımını çok doğru olarak şöyle belirtmiştir: ”Eğer Aliyev’e karşı yapılan hareket başarılı olsaydı, bana sahip çıkılacaktı, bizim gençlerdendi denilecekti. Hareket başarısız olursa, bana hiç sahip çıkılmayacak, beni hiç tanımayacaklar ve sonuçta darbeci deyip uzak duracaklardı. Nitekim sonuncusu oldu.”
Ferman Demirkol’un burada belirttiği şey aslında MİT’in onlarla yaptığı bir anlaşmadır. Bu işe girişilen ajanlar ile MİT bu tür bir anlaşmalar yapmıştır ve bu şahıslar da kanımca bu durumu baştan kabul etmişlerdir. Aynı prensibi “Susurluk Kazası”ndan sonra bir özel televizyon kanalına bağlanan ve Abdullah Çatlı’nın yakın arkadaşı olan Haluk Kırcı, 1996-1997 yılında belirtmiştir ve bunu belirtirken de “Görevimiz Tehlike” adlı filmi örnek göstermiş ve durumlarının biraz buna benzediğini ima etmiştir.

Kutlu Savaş, “Susurluk Raporu”nda, devlet sırrı olduğu gerekçesiyle yayınlanmayan ama daha sonraları basına sızdırılan Azerbaycan darbesi ile ilgili olan bölümde bu darbede Türkiye’nin rolünü şöyle belirtmiştir:
 “Öte taraftan Azerbaycan’a uzanmak için de fırsat doğmuş, bu ülkedeki kargaşaya rağmen petrol kaynakları pek çok kişiyi, siyasiler başta olmak üzere tahrik etmiştir.
MİT’in Azerbaycan’daki darbe girişimi başlıklı notu uzun olduğu için EK-8’de sunulmuştur. Bu notun tetkikinden görüleceği üzere ve özetle darbe Azerbaycan’ın karışıklığından kaynaklanmış, Ayvaz Gökdemir’in zımni desteği sağlanarak Acar Okan, Kamil Yüceoral’ın Türkiye’den katkısıyla Azerbaycan eski Cumhurbaşkanı Ayaz Muttalibov, eski Başbakan Suret Huseyinov ve OMON birlikleri kumandanı Ruşen Cevadov ve Elçibey'in iştirakiyle yapılacak ihtilal, Azerbaycan'daki Türk görevlilerinden MİT Baku Temsilcisi Ertuğrul Güven'in TİKA görevlisi Ferman Demirkol'un ve Din Hizmetleri Muşaviri Abdulkadir Sezgin'in ihmali, kusuru veya tertibi ile oluşmuştur.
MİT ise 10 Mart 1995'te gelişmeleri haber almış, Sayın Cumhurbaşkanı vasıtasıyla Haydar Aliyev'i ikaz etmiştir.
Ferman Demirkol'un kime bağlı olduğu sualimize cevaben Sayın Müsteşar, adı geçenin MiT elemanı olduğunu teyit etmiştir.
Sayın Başbakan'a tarafımızdan açıklama yapılmış ve kısaca; hazırlanan darbede Türk tarafının da yer aldığını, Cevadov ve taraftarlarının Türkiye'den destek gördüğünü, MiT'in yanı sıra Emniyet'in de devrede olduğunu, Özel Harekat mensuplarının Azerbaycan'ın muhtelif bölgelerinde gruplara eğitim verdiğini, patlayıcı ve silah taşıdıklarını, Ferman Demirkol'un muhtelif toplantılarda Rus Büyükelçisi ile tartıştığı, Bakü'den yola çıkıp Elçibey'le görüşmeye gittiğini, yoldaki güvenlik tedbirlerinin sıklığını rapor ettiğini, ancak kendisinin engellenmemesini dikkate alacak basireti gösteremediğini, Elçibey'le yeni yönetimde görev alacak kişileri tartışıp bir liste oluşturduğunu, kendisinin de Cumhurbaşkanı Yardımcısı olacağını, kendilerine göre her şeyi belirlediklerini, fakat darbe tarihi yaklaştığında vaziyetin vahametini fark ettiklerini ve Cumhurbaşkanımızı devreye sokup, sözde Aliyev'i ikaz edip işin içinden sıyrılmaya çalıştıklarını, gerçekte ise Aliyev'in her şeyin farkında olduğunu, Cevadov'un çok yakınındakilerin KGB'nin eski mensupları ve Aliyev'in adamı olduğu, olayların Aliyev'in izni ve bilgisi ile kendi lehine olacak şekilde yönlendirilmiş bulunduğunu, MiT ve Türkiye açısından acı bir komedi biçiminde cereyan ettiğini açıklamamız üzerine Sayın Sönmez Köksal, sadece komedi ifadesine itirazda bulunmuştu.
Olaylar sonrasında Ferman Demirkol'un ortada kaldığını, Türk Büyükelçisi'nin `Cumhurbaşkanı Yardımcısı olacaktı. Bu tip işlere girmesini kim söyledi? Ne hali varsa görsün' diyerek Büyükelçiliğe almadığını, Din Hizmetleri Muşaviri Abdulkadir Sezgin'in kendisini evinde sakladığını, Aliyev yönetiminin Demirkol'u sorgulayıp serbest bırakmak için ısrarla istediğini, ancak Ankara'dan gelen talimatla buna izin verilmediğini, sonunda Başbakanlık Müsteşari Ali Naci Tuncer'in MiT'ten bir daire başkanı ile ve özel bir uçakla Bakü'ye gönderildiğini, bu iki yetkilinin Aliyev'e altı saat adeta yalvararak kendisini ikna ettiklerini ve Ferman Demirkol'u Türkiye'ye getirdiklerini, sözde işadamı Kenan Gürel'in ise feda edilip mahkum olduğunu da Sayın Başbakan'a aynı toplantıda anlatmak fırsatı olmuştur. Açıkça ortaya çıkmıştır ki; Türkiye dost bir ülkede ihtilal yapmaya teşebbüs etmiştir. MiT, resmi temsilcisi Ertuğrul Güven'in büyükelçimizle birlikte Aliyev'e, Cevadov'a iltifat etmesi, kuşkularının giderilmesi gerektiği yönünde telkinde bulununca kendisine sert bir tepki göstermiştir. `Karargaha bilgi vermeden ve onayını almadan' cümlesi tepkinin gerekçesini açıklamaktadır.
Oysa Bakü'deki politikayı Dişişleri ve Büyükelçi yürütmektedir. MiT'in bu doğrultunun dışına çıktığı bellidir. » (abç)(Kutlu Savaş, Susurluk Raporu)
Kutlu Savaş’ın raporunda Cumhurbaşkanı’nın rolü ile ilgili olan bölüm oldukça ilginç ve muğlaktır:
"Başbakanlık Müsteşarı'nın Bakü'ye yollanması, olayın siyasi iradenin desteğiyle ve gizlice yürütüldüğünü de göstermektedir. Konunun Cumhurbaşkanımıza aktarıldığı hususu tarafımızdan özellikle araştırılmamış ve sorulmamıştır. Ancak işin sonunda Cumhurbaşkanımızın devreye sokularak olayların kamufleedilmesi incelemeye değer görülmektedir. Konu tüm yönleriyle ve hatta kamuoyundan gizlenmeden soruşturmaya tabi tutulmalıdır. Azerbaycan konuyu zaten olanca açıklığı ile tartışmaktadır. " (Kutlu Savaş, age) (abç)
Kutlu Savaş aslında olayların içerisinde Hükümet’in ve Cumhurbaşkanı’nın olduğunu bildiği halde onları aklayacak bir rapor hazırlamıştır. Çünkü olayın devlet sırrı olması ve kendisine bunun telkin edilmesi nedeniyle onları aklayıcı bir rapor hazırlamıştır. Ama raporun satırları arasında çok ince bir şekilde devletin « devlet olarak » bu işin içerisinde yer aldığı açıkça belirtilmektedir.
Darbe sırasında Omon birlikleri komutanı Cevadov öldürülmüş ve bununla birlikte de 400’ün üzerinde insan ölmüştür. Darbenin başarısızlığa uğradığı 1995’in Mart ayının başlarında görülmüş ve 10 Mart 1995 tarihinde “B Planı”na geçilmiştir. O “B Planı” Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın bizzat devreye girerek H. Aliyev’i arayıp sözde “darbe ihbarı”nda bulunmaları ve TC’nin bu işin içinde olmadığını göstermeleriydi. 10 Mart 1995 tarihinde hem Cumhurbaşkanı hem de Başbakan telefon ile arayarak Aliyev’e darbeyi sözde ihbar ettiler. Yukarıda Kutlu Savaş’ın raporunda da belirttiği gibi H. Aliyev’in herşeyden haberi vardı.
Peki Genelkurmay (o zaman başında İsmail Hakkı Karadayı vardı) ne yapıyordu bu sırada?
O da ÖKK aracılığı ile psikolojik harekat hazırlamakla meşguldü. Devletin “B Planı” devreye konulduktan iki gün sonra yani 12 Mart 1995 tarihinde, İstanbul Gazi Mahallesi’nde devrimci ve Aleviler’in yoğun olduğu yerlerde bulunan üç kahvehane tarandı ve halk tahrik edildi.

IV- Gazi Katliamı ve Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın rolü

Genelkurmay’ın gerek devlet içerisinde gerekse de toplum içerisinde gizli ve örümcek ağı şeklinde yayılması ÖKK aracılığı ile olmaktadır. ÖKK Yaşar Büyükanıt’ın Genelkurmay Başkanlığı döneminde tümenden kolorduya dönüştürüldü. Bu dönüşüm dahi onun son yıllarda faaliyetlerinin yoğunluğu hakkında fikir vermektedir.

ÖKK aracılığı ile Genelkurmay, bürokrasi içerisine, polis teşkilatı içerisine, yargı içerisine, siyasi partiler içerisine, MİT içerisine, Sivil Toplum kuruluşları içerisine, Hükümet içerisine vs. yayılmakta ve böylece arka planda devleti ve toplumu yakından takip etmekte ve gerektiği zamanda da belirli eylemlerde bulunmaktadır.
Ergenekon soruşturması sırasında, aslında Azerbaycan darbesi ile Gazi katliamı arasındaki bağlantıyı somut olarak sağlayacak bazı bilgiler ortaya çıkmıştır. Bunlardan en önemlisi, 22 kişi ile birlikte yakalanan ve sorgulanan ve halen cezaevinde bulunan Osman Gürbüz adlı kişidir. Sorgu sırasında bu şahısın Gazi olaylarını organize eden kilit kişi olduğu ortaya çıkmıştır.
Soruşturma sırasında ortaya çıkan bilgilere göre Osman Gürbüz, sözde ordudan atılan Binbaşı Bülent Öztürk (bu kişi aslında ordudan atılmamıştır, “atılma” görünümü altında gizlice “yetaltına indirilmiş”tir) “seçilmiş” ve ne hikmetse ordudan atılmasına rağmen Osman Gürbüz’e “Özel Harp ve Psikolojik Savaş” eğitimi verdirmiş ve 12 Mart 1995 tarihinde de Gazi mahallesine katliam yapmak için gönderilmiştir.
Bu noktada sorulması gereken şudur: Bu Osman Gürbüz ve adamları Gazi Mahallesi’nde hiç tanımadıkları adamlar ile alıp-veremediği neydi? Bu adamlar delimi dirler ki hiç tanımadıkları adamları rastgele öldürsünler? Onları oraya birileri gönderdi ama hangi politik amaç doğrultusunda bunu yaptılar? Kimsenin aklına bu soruyu sormak gelmemiştir.
Onları Gazi Mahalesine katliam yapmaları için kim ve niçin gönderdi?
Onları Gazi’ye ÖKK aracılığı ile devlet gönderdi. Devlet orada devrimci hareketin güçlü olduğunu çok iyi biliyordu ve ani refleks vereceğini de çok iyi biliyordu. Gazi’deki kahvehaneleri tarayan Osman Gürbüz ve adamları, oradaki halkı devrimci hareket aracılığı ile harekete geçirdi ve daha sonra polis ile karşı karşıya gelmesini sağladı. Polis içerisindeki “özel elemenlar” aracılığı ile kitleye ateş açılarak fazla ölü vermesi sağlandı. Ölüler arttıkça kitle daha tahrik oldu ve gösteriler başka yerlere sıçradı (örneğin Mustafa Kemal Mahallesine ve buradaki gösteriler sırasında da beş kişi öldürüldü) ve böylece bütün ülkenin ve dünyanın gündemi bu olaylara çevrildi ve ülke ve dünya kamuoyu, TC devletinin Azerbaycan darbesindeki rolünü görmedi. Bu darbede Türkiye’nin rolü sadece istihbarat servislerinin raporlarında mevcut oldu.
Ama bu psikolojik hareketin devlet ve özellikle Genelkurmay açısından başka “kazanımları” yine oldu:
Devrimci hareketin gücünü ölçtü ve bir kitlesel tahrik anında ne yapacağını ve ne kadar kitleyi harekete geçireceğini gördü. Yine aynı şekilde devrimci hareketin gizli kadrolarının deşifre olmasını sağladı ve daha sonra gerek faili meçhul cinayetlerle (Örneğin Hasan Ocak) ya da operasyonlar ile tasfiye olması sağlandı.
Gazi katliamı ve daha sonrasında yaşanan olaylar, 1997’de kabul edilen EMASYA (Emniyet Asayiş Yardımlaşma) Protokolünün hazırlanmasına pratik katkı sağladı. Bilindiği gibi Gazi’de polisin yetersiz kalması sonucu askeri birlikler devreye girdi ve kontrolü sağladı. Bu deneyim ışığında kanımca Emasya Protokolü hazırlanmıştır.

V-Gazi Katliamı ve “Resmi Devlet Terörü”


Gazi katliamı, Azerbaycan darbesinin planlanmasına sıkı sıkıya bağlı olduğu için ve bu darbenin planlanması aşamasında düşünüldüğü için ve bundan dolayı devletin zirvesinin resmi onayı ile gerçekleştirildiği için resmi bir devlet terörüdür.
Devletin zirvesi, kendi halkının bir kısmını, sözde “devletin ve milletin yüksek çıkarları” doğrultusunda feda etmiş ya da bozuk para gibi harcamıştır. Onları bir vatandaştan ziyade, farklı amaçlar doğrultusunda kullanılacak bir malzeme gibi görmüştür.
Gazi katliamı, TC devletinin Azerbaycan darbesindeki pisliklerini örten başarılı bir psikolojik operasyon olmuştur. Çünkü hala daha da kimse bu bağlantıyı kurmamaktadır ve bunları yapanlar bırakın yargılanmayı “saygın” kişiler olarak görülmektedir. Bu psikolojik operasyonun başarılı oluşu, onun itina ile hazırlanmış ve düşünülmüş olmasına bağlıdır. Şayet devlet Gazi’de başarılı bir istihbarat çalışması yapmamış olsaydı ve oradaki sosyal ve politik durumu iyi analiz etmemiş olsaydı böyle bir başarı elde edemezdi.
Gazi’deki gibi resmi bir devlet terörü yani kendi halkına karşı organizeli bir terör eylemini gerçekleştirme anlayışı ancak faşist rejimlerde (Hitler, Mussolini, Franko, Salazar vs.) görülen bir anlayış ve pratiktir. Devlet kendi resmi hukukunu (bugün AKP hükümeti ile elden gitti yaygarası yapılan o hukuku) bizzat kendisi ayaklar altına almış ve paspas yapmıştır.
Aslında Azerbaycan darbesi ile Gazi katliamı arasındaki bağlantıyı devlet içerisinde birçok kimse bilmektedir. Örneğin Kutlu Savaş ve bugün Ergenekon savcıları yine hükümet vs. bir çok kesim bunu bilmektedir ama bilerek susmaktadırlar.
Devrimci ve demokrat kamuoyu, başta İsmail Hakkı Karadayı, Tansu Çiller ve Süleyman Demirel olmak üzere, bu katliama katılan devlet kadrolarının yargılanması ve mahkum olması için kamuoyu oluşturmalı ve bu temelde kitlesel eylemleri teşvik etmelidir. Özellikle Ergenekon davası ile bütün pisliklerin halkın gözü önüne döküldüğü bu dönemde bu fırsattan yararlanmalı ve Gazi ve 1 Mayıs Mahallesi’nde katledilen 23 devrimci ve demokrata karşı bu sorumluluklarını yerine getirmelidirler.”



[1]20 Nisan 2012 tarihli Radikal’de Orhan Kemal Cengiz “Ergenekon İncirlik” baylıklı yazısında, son dört aydır Kiliselere ve Hıristiyanlara yapılan saldırıların arttığından söz ediyor. Bu hiç de bir rastlantı değildir.
[2]Bu sitede bir tek yazımı alıp yayınladılar. O da tam Anarşist ve Troçkist ittifakına uygun bir başlıkla: “Sosyalizmin Muaviye’si Stalin’dir”. Bu başlığı Müslümanların atması anlamlıydı onların paradigması içinde bir formülasyon olurdu. Ama Marksist ve Anarşistlerin sitesinin, en azından Muaviye İslam’ın Stalin’idir demesi çok daha doğru olurdu. Çünkü ben bir çok yazımda, Muaviye, Stalin, Bonapart’ın aynı tarihsel tipin farklı devrimlerdeki karşılıkları olduğu yönünde bir tahlil yaparım.
[3]Yazılar şunlardı: “Theo Angelopoulos’un Ölümü ve “Dedemin İnsanları” Filmi Vesilesiyle Dedemin Anılarının ve Adının Peşindeki Arayışlar”; “Marksizm’in Krizinin Temeli: Yapı - Özne İlişkisi Sorunu ve Sorunun Çözümü” . Şu adreste görülebilir: http://demirden-kapilar.blogspot.com/

Eşitlik, Demokrasi, Özerklik ve Refah (Diyarbekir 5-6 Mayıs 2012 - Demokratik Özerklik ve Ekonomi Sempozyumuna Sunulan Bildiri)

$
0
0
Az önce, Moderator arkadaş, bizleri, Denizlerin idamı vesilesiyle onları anmaya davet etti ve kısa bir saygı duruşuyla andık. Bu vesileyle ben de küçük bir anımı sizlerle paylaşarak bu anmaya katkıda bulunayım.
Deniz’le arkadaştık. Devrimci Öğrenci Birliği’den. Son olarak İstanbul’da Taşkışla’da bir kantinde buluşmuştuk. Yollarımız artık ayrıydı ama birbirimize sevgimiz ve saygımızda bir eksilme yoktu. Beraberce gelecekte neler yapacaklarımızı şöyle bir konuşmak üzere şöyle bir açıldık, kantinin kalabalığından uzaklaştık. Hiç konuşmadan uzunca bir süre yürüdük. Konuşmadan ayrılacaktık neredeyse, çünkü biliyorduk neler düşündüğümüzü, hissettiğimizi. Sonunda laf nasıl açıldı hatırlamıyorum ama ben aşağı yukarı “Bu mücadele çok uzun. Milyonlarca insanın, işçinin eylemi olmadan bir şey değiştirilemez, bir devrimci parti olmadan bunlar örgütlenemez, ben bunun için işçi sınıfı ve parti için mücadele edeceğim, bu uzun bir yol” anlamında bir şeyler söyledim. Deniz de “Aslında bir yanıyla haklısın ama bu memlekette isyan geleneği yok. Bir gelenek yaratmak gerekiyor. Ben buna çalışacağım. Sonra revizyonistler gelir, bizim ektiklerimizin meyvesini yerler ama bunu birilerinin yapması gerekiyor” anlamında bir şeyler söyledi. Biraz daha sessizce yürüdükten sonra sarıldık ve ayrıldık. O dediğini yaptı. Bunu yaparken son derece gerçekçiydi ve sahte hayallerin peşinde koşmuyordu. Bir bakıma Can Yücel’in Mare Nostrum’undaki imgeyle ilk yüz metreyi en önde koştu. Ben de gençlik idealime bağlı olarak, iyi bir maratoncu olmaya çalışıyorum.

Deniz ölürken “Kürt ve Türk halklarının kardeşliği” diyerek (ki bu “Halkların Kardeşliği” parolası artık anlamını yitirmiş ve bir eşitsizliği gündemden düşürmenin ve buna karşı mücadeleden kaçmanın bir aracına dönmüştür ama Deniz’in kullandığı zamanda, sadece Kürt Halkı demek bile bu kardeşlik için mücadele anlamına geliyordu.); “Marksizm – Leninizm” diyerek, hem programı hem de dayanmak gereken teorik-metodolojik temeli işaret etmiş oluyordu.
Deniz’in bu vasiyetini yerine getirmeye çalışıyoruz denebilir. Bir yandan Marksizm-Leninizm alanından yeni keşifler ve gelişmeler sağlayarak bu metodolojik ve teorik temeli geliştirmeye çalışıyoruz; diğer yandan da Hakların Kardeşliğinin, ancak kendini bir dil, din, etni, soy, sop, tarih ile tanımlamayan; bunlarla tanımlamaya karşı tanımlayan; bunların (dil, din, etni, soy, ırk vs.) körü bir demokratik ulusçuluk ile gerçekleşebileceğini savunarak, gerçek bir kardeşliğin koşullarını gerçekleştirmeye çalışıyoruz.
Bu Marksizm’i geliştirme çabalarının sonucu olarak billurlaşmış görüşlerim gerek dayandığı kavram ve metodolojisiyle; gerek programatik, stratejik, taktik ve örgütsel sonuç ve önermeleriyle, burada ifade edilen bütün görüşlerden farklıdır, hatta sadece farklı değil; onlara karşı ve onların zıddıdır. Bu görüşlerimi burada ifade etme şansı verdiğiniz için teşekkür ederim.
Ama bu son derece farklı görüşler aynı zamanda, birçok okurumun da dikkatini çektiği ve işaret ettiği gibi, aynı zamanda Öcalan’ın programatik, stratejik, taktik, örgütsel görüşleriyle ilginç bir benzerlik ve paralellik içindedirler. Bu neden böyledir? Bunu anlatabilmek için biyolojiden bir örnek vereyim.
Evrende yasalar her yerde aynı olduğu için, örneğin canlılar defalarca birbirinden bağımsız olarak aynı türden çözümler geliştirirler. Buna biyolojide, konvergenz (yakınlaşma, benzeşme) denir. En basit şu örnek verilebilir. Örneğin balıklar, suda asgari enerji ile en fazla yol kat edebilmek için suyun direncini en aza indiren biçimlerini, daha memeliler bile yeryüzünde yokken geliştirmişlerdir. Daha sonra memeliler ortaya çıkmış, milyonlarca yıl, dinozorların baskısı ve başarısı karşısında ikincil planda yaşamış, dinozorların ölümünden sonra da son 65 milyon yılda başarı öykülerini yazmışlar bu arada suya da tekrar dönenleri olmuştur. Bunlar, orada soğukkanlı, yumurtayla üreyen balıkların milyonlarca yıl önce keşfettiği biçimi yeniden keşfetmek zorunda kalmışlardır. Yunuslar, balinalar vs. de görülebileceği gibi balıklarınkine benzeyen biçimi yeniden keşfetmişlerdir. Bunların balık olmadığının anlaşılabilmesi için çok sonra anatomi biliminin gelişmesi gerekmiştir. Yani çok farklı anatomilerine rağmen balıklar ve yunuslar aynı çözümlerde buluşmuşlardır.
İşte bu yakınlık da böyledir, kavram sistemlerimiz, metodolojilerimiz, yani bir bakıma yapımız, anatomimiz çok farklıdır. Ama halkımızın “Aklın yolu birdir” dediği gibi, benzer sonuçlarda buluşuruz. Yakınlık, benzerlik buradan doğmaktadır.
Dolayısıyla ben burada kendi görüşlerimi ve onların sonuçları olan, somut programatik, stratejik, taktik, örgütsel önerilerimi savunurken aynı zamanda Öcalan’ın görüşlerini de savunmuş olacağım. Ve Öcalan’ın görüşleri, hele içinde bulunduğumuz şu dönemde,  her zamankinden daha da çok ve açık olarak savunulmalı.
Neden?
Aslında  Öcalan’ın görüşleri maalesef yeterince tutarlı olarak ve tüm sonuçlarıyla savunulmamaktadır. Hele son zamanlarda Öcalan adeta bir yük gibi görülmektedir. Bugün tıpkı 2005 öncesinde, Osman Öcalan’ların kopuşuyla sonuçlanan savrulma gibi bir savrulma görülmektedir. O zaman da ABD’nin desteği ve koruması; akan petrol gelirleri göz önüne alınarak, geniş Kürt kesimlerinde, demokratik bir programla Türk, Arap, Fars vs. halklarını kazanma ve birleştirme stratejisi gerçekleşmez ve hayalci bulunuyor; Barzani nasıl olsa yakında Kürt devletini kuracak deniyor ve Öcalan, retorik olarak hala yüceltilse de, fiilen terki ve bir yük gibi ele alındığı her yerde görülüyordu.
O zamanlar, Öcalan’dan bu uzaklaşma ve yük olarak görmenin bir görünümü de, Öcalan’a açıktan saldıramayanların, bunu ortada zaten mostralık olarak kalmış, hiçbir gerçek gücü temsil etmeyen, ancak sembolik ve manevi bir anlamımız olan biz birkaç Türk sosyalistine, sosyalizme saldırmaktı.
O zamanlar Kürt arkadaşlar bu saldırıyı kendileri Kürt sosyalist veya “apocu”ları olarak göğüsleyecek yerde, bizleri bu türden saldırıları yürüten, Haydar Işık, Yaşar Kaya, Ahmet Kahraman gibilerinin karşısına çıkarırlardı. Bu son derece yanlıştı. Biz Türk milliyetçilerinin karşısında işe yarardık. Ama bir Kürt milliyetçisinin karışında sosyalizmi savunuyor durumuna itilmemiz, bizi ister istemez, sanki Türk olarak egemenliğimizi ve üstünlüğümüzü savunuyormuşuz ve bunun için de sosyalizmi bahane ediyormuşuz izlenimi doğmasına yol açıyordu. Ve işin kötüsü, bizim gibi birkaç kişi dışında neredeyse Türk sosyalistlerinin tamamı da bu urumdaydı ve biz de onları tam da bu nedeniyle eleştiriyorduk.
Bu durumda Öcalan’ı bir yük olarak gören ve bu yükten kurtulmak için en zayıf nokta olarak Türk sosyalistlerini hedef seçen Kürt milliyetçilerinin karşısında bizler daha baştan yenik durumda oluyorduk. İnançlarımızı savunmaya yönelik her çabamız, daha baştan Türklüğün imtiyazlarını savunmak gibi görünüyordu.
O zamanlar defalarca uyarmaya rağmen bunun sürdürülmesi üzerine, hele bir de sanki Kürt basınını bir çıkar kapısı olarak kullandığımız gibi ithamlardan sonra orada kalmak mümkün olamazdı. O zamandan beri Kürtlerin özgürlük mücadelesini eskisi gibi desteklemeye yine devam ediyoruz ama artık bu o basının sayfalarında olmuyor.
Bir Kürt milliyetçisine karşı bir Kürt demokratı veya sosyalisti açık bir mücadele yürütürse doğru olur. Bir Türk’e karşı da bir Türk. (Tabii o Türk’ün milliyetçisi kendisinin bir Türk değil de Sosyalist olduğunu veya milliyetçi olmadığını söyleyecektir. Sorun zaten tam da bunun milliyetçilik olduğunu göstermektir.) Ama Kürt milliyetçilerinin karşısına aslında kendileri de birer Türk milliyetçisi olan sosyalistleri çıkarmak, daha baştan o milliyetçilerin ekmeğine ağ sürmek, onlara altın bir tepsi içinde bir zafer bahşetmek anlamına gelir. Maalesef şimdi de benzer bir durum söz konusu.
Ben bir akademisyen değilim, devrimciyim. Yani her durumda, her olayda, güçlere, güçlerin yer alışına, gücüne, konumlanışına bakarak, bu durumda ben ne yapmalıyım ki kendi amaçlarım açısından doğru olanı yapmış olayım diye düşünürüm.
Şimdi bu toplantıya bakıyorum, bu toplantıda ortaya çıkan görünümlere bakıyorum. Bir yanda, genellikle akademik çevrelerden veya sendika çevrelerinden gelen, tipik Türk milliyetçisi ve de bu milliyetçiliği sınıf, anti-kapitalizm, neo-liberalizm, globalizm gibi söylemlerin ardında gizleyen ve bunlarla dışa vuran “Türk Sosyalistleri”. Diğer yanda genellikle Öcalan’a pek yakın olmadıkları kullandıkları terminoloji ve vurgulardan anlaşılan Kürt işadamları. Bu bana tıpkı, o Osman Öcalan’ların ayrılışıyla sonuçlanan savrulma günlerindeki manzarayı hatırlatıyor.
Muhtemelen bu toplantıyı düzenleyen arkadaşlar, bu toplantı aracılığıyla, bizzat Öcalan’ın projesinisavunmak; bir şeyleri hatırlatmak; “Demokratik Özerklik” başlıklı bir toplantı tertipleyerek, bu savruluşa karşı bir set çekmek istemiş olabilirler. Büyük olasılıkla da niyet böyledir. Ama bu dizilişiyle tam da istenin tersi sonuç vermeye yol açacak gibi görünüyorlar.
Dün, burada adeta bir ağabey veya beyaz adam üslubuyla Kürtlere son derece yukardan bakarak konuşan konuşmacıya karşı sizler birer ev sahibi olarak elbet bir şey diyemezdiniz. Burada, o da bir Türk ve “Sosyalist” olduğuna göre onun bu tavrını eleştirmek bir “Türk” ve sosyaliste düşerdi. Dün burada bunu yapmaya çalıştım.
Ama Kürt ve Öcalan’ın görüşlerini savunmak isteyen arkadaşlar da lütfen kendileri, Kürt milliyetçilerinin karşısına çıksınlar ve onların karşısına gerçekten aslında içi dışına çevrilmiş birer Türk milliyetçisinden başka bir şey olmayan Türk sosyalistlerini çıkarıp, Öcalan’a aslında karşı olanlara tepsi içinde bir zafer bahşetmesinler.
Bu nedenle, bu eleştirim haricinde benim eleştirilerim ve önerilerim hep Türk sosyalistlerine (yani milliyetçilerine) olacaktır. Ama bunlar biraz da “kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” olarak anlaşılmalıdır.
*
Bu Sempozyum’a davet edildikten sonra “Matematik versus Politika” başlığı altında konuşmacı olduğumu öğrendiğimde, başlık bana son derece soyut göründü. Bu nedenle konu dışı konuşur durumda kalmamak için; bu başlıkla neyin kastedildiğini daha iyi anlayabilmem için hiç olmazsa küçük bir açıklama yapılmasını diledim. Her hangi bir açıklama gelmedi. Bu arada konuşmanın taslak metnini ulaştırma zamanı da geldiğinden, bu taslak metin, bu satırların yazarının anladığına göre yazıldı. Taslak metni ilettikten sonra da bir itiraz vs. gelmeyince de, doğru tahmin ettiğimi varsayarak bu son şekli verdim. Eğer konuşmam bu başlıkla kastedilenin dışında ise, sanırım bunun sorumlusu ben değilim diyebilirdim gönül rahatlığıyla.
Ama sorun sadece bu kadarla kalmadı. Tam Diyarbakır’a yola çıkacağım günün arifesinde Sempozyumun afişi ve programının son şekli yollandı. Orada farklı bir konuda konuşacağımı gördüm. Bu sefer konu: “Özerklik: Maliye Politikası Değil, Yeni Bir Toplum İnşası” olmuştu. Elbette her konu birbiriyle ilişkili olduğundan orasından bastırıp burasından çekerek sunacağım bildiri, bu başlığa da sığdırılabilir. Ben de biraz böyle yapacağım. Ama konu dışına çıkmalar olursa bunun benim suçum olmadığını bilmenizi isterim.
Bu bildiriyi ilk konuya (“Matematik versus Politika”) göre hazırladığımdan, o zaman konuyu tahmin etmek için çıkarsamalarım şöyle bir seyir izledi.
Teknikte bir takım matematik sabitler, denklemler, matematiksel ilişkiler vardır. Tıpkı ışığın hızı gibidir bunlar. Bunları değiştirmek mümkün değildir. Çözüm bu sabitlerin sınırları içinde aranmak zorundadır. Bir fikir vermek için yine biyolojideki birinden söz edeyim. Buna, Gulliver’in cüceler ülkesine atfen “Liliputlar hesabı” da denir.
Üç boyutlu bir cisim büyüdüğünde, onun dış yüzeyi karesi kadar artar; ama hacmi küpü kadar büyür. Bu şu demektir, küçük bir canlının oranlarını koruyarak büyük bir canlıya ulaşılamaz veya tersi büyük bir canlının oranlarıyla küçük bir canlıya varılamaz. Büyük canlılar yüzey ve hacmin bu çok farklı büyümelerinin ortaya çıkardığı sorunları çözmek için başka teknikler geliştirirler. Küçük canlılar da öyle.
Dev gibi kelebekler veya büyük insanın küçüğü, parmak çocuk büyüklüğündeki Liliputlar ancak hayal dünyasında var olabilirler. (Ve “hayal gücü” denilen şeyin gerçeğe göre ne kadar sınırlı ve dar ufuklu, hayal güçsüzlüğü olduğunun bir kanıtını da sunarlar. Ama bu ayrı bir konu.) Örneğin fillerin derisinin yaşlı bir insan yüzü gibi buruşuk olması ve devasa kulakları, küpüyle büyüyen hacmi dengelemek için yüzeyi büyütmenin gereğidir. Kalın bacakları ise yüzeye göre küpü kadar artan ağırlığı taşımanın ve aynı sağlamlığı korumanın. Evet, Darvin yasaları vardır, ama o yasalar bu sabitler, yani matematik formüller arasında işler. Ve buna rağmen en özgür hayal gücünün bile ulaşamayacağı harikulade çeşitlilikteki binlerce canlıyı yaratmayı, hem de sırf kör tesadüflar (mutasyonlar) deneme yanılma (doğal seçilim) yoluyla başarırlar.
Buradan hareketle, her halde bu başlıkla, ekonomi alanında benzer matematik sabitler ile politika ilişkisi; politikanın ister istemez belli sabitler arasında olacağı veya olması gerektiği kastediliyor olsa gerek diye düşündüm.
Elbet ekonomide de bir takım sabitler vardır. Örneğin, bir ulusun yıllık üretimi bir veri olarak ele alınabilir. Bu yıllık üretimin bir kısmı tüketime gidecektir, bir kısmı yeniden üretime ayrılmalıdır (yani örneğin tohumluklar, yıpranan aletlerin yenilenmesi vs.), bir kısmı felaketlere karşı bir fon olarak ayrılmalıdır, bir kısmı da refahı arttırmak için, yani genişletilmiş üretime, yeni yatırımlar için. Bunların birinden almadan diğerine veremezsiniz. Tüm ürettiğinizi tüketirseniz aç kalırsınız. Acaba kastedilen böyle ekonomik sabitlerle, yani matematik formüllerle politikanın ilişkisi mi?
Bir başka örnek verelim. Artı değer oranını işgücü yani ücretler belirler, çünkü artı değeri yaratan, tek özelliği artı değer yaratmak olan meta olan işgücüdür. Ama kar oranı tüm sermayeye göre hesaplanır. O halde genel sermaye içinde ücretlere ayrılan kısım ile makine ve hammaddelere ayrılan iki ayrı kısım, yani değişken ve sabit sermayeler vardır. Ve siz işyerinizi ne kadar büyütür, ne kadar çok makine kullanırsanız, toplam sermaye içinde işgücünün oranı daha azalacağından, kar oranında bir düşme eğilimi ortaya çıkacaktır. Mutlak artık değer artışları, işgücünün fiyatında, yoğunluğunda veya çalışma saatlerinde bir değişiklik gerektirir. Nispi artı değer artışı ise makinelerle, üretkenlikle olur. Yani burada “Matematik” vardır; cebirsel formüller vardır. Bununla demokrasi ilişkisi olamaz mı? Böyle bir ilişkide, “Politika”, Demokrasi ve Özerklik yerine kullanılabilir olabilir örneğin. Genel konu “Demokratik Özerklik ve Ekonomi” olduğuna göre.
Nispi ve mutlak artı değer oranları; kar oranının düşme eğilimi ile demokrasi ve özerklik arasında bir ilişki vardır ve pek az Marksist dışında bu ilişki ele alınmıştır.
(Burada şunu belirtelim. Marks, Engels, Lenin, Troçki, Mandel’in yanı sıra bu ilişkiyi ele alan ve vurgulayan bir de Dr. Hikmet Kıvılcımlı vardır. Bürokratik diktatörlükler ve sendikacılar (yani devlet ve sendika bürokrasisi) bu ilişkiyi gizleme ve görmezden gelme eğiliminde olmuştur. Bunun nedeni, bu ilişkinin kendi varlık ve egemenliklerinin sorgulanmasına kapı açmasıdır.)
İşin ilginci olumsuz ve tersinden bir biçimde de olsa, birçok burjuva düşünürü ve ekonomisti tarafından bu ilişki ifade edilir.
Şimdi bu ilişkiyi inceleyerek konuya yaklaşmaya çalışalım.
Burjuvazi bu ilişkiyi tersinden, toplum belli bir refah seviyesine ulaşmadan demokrasinin yerleşemeyeceğinden söz ederek ifade eder. (Hatta “Kürt Sorunu” denen sorunu, buradan gençlerin gerillaya gitmesini vs.; sorunu bölgesel gerilik sorunu olarak görüş bile bu anlayışın dolaylı bir versiyonudur. Aynı metodolojik yanlışa dayanır. Ama konuyu dağıtmamak için girmiyoruz.)
İlk bakışta gerçekten de veriler bunu doğruluyor gibidir. Yeryüzünde bütün yoksul ülkeler demokrasi yoksunudur ve bütün zengin ve refah içindeki ülkelerde iyi kötü bir demokrasi olduğundan söz edilebilir.
Ve matematik sabitler yoluyla bundan şöyle sonuçlar da çıkarılabilir ve çıkarılmıştır da. Yoksul ülkeler yoksul oldukları için, genişletilmiş yeniden üretime aktaracakları fonlar da kısıtlı olduğundan yoksul; zengin ülkeler de zengin olduklarından geniş yeniden üretime aktaracakları fonlar da yüksek olacağından daha zengin olacaklardır. Yani az gelişmenin gelişmesi diye formüle edilen olgu. Dolayısıyla buradan da şöyle sonuçlar kolaylıkla çıkarılmıştır: yukarıda açıklanan matematik demokrasi ve zenginlik ilişkisi nedeniyle, yoksullar zenginlere göre daha yoksul kalmaya mahkûmdurlar, yoksulluktan kurtulmak istiyorlarsa sermaye ve dış yardım almalıdırlar. Yani yoksulluk yoksulluğun nedeni olarak görülür. Yoksulluk olunca da demokrasi olmayacağından, diktatör yönetimler ve demokrasinin yokluğu böyle matematik olarak bir bağıntıyla da açıklanabilir görünür. Bu çıkmazdan çıkışın tek yolu da örneğin uluslararası sermayeye olabildiğince kapıları açmaktır. Bugün Irak Kürdistan’ı veya Güney Kürdistan bunun bir örneği ve doğrulaması olarak görülüyor.
O halde bu sempozyumun üst başlığı “Demokratik Özerklik ve Ekonomi” olduğuna göre, refah ve sosyal adaletle demokrasi ilişkisini pek ala “Matematik versus Politika” başlığı altında ele alınabilir. Yoksulluk veya refah ilişkisi, burjuva ekonomistlerin ve teorisyenlerin iddiasına göre, adeta matematik sabitlere dayandığına göre, “Refah ve Sosyal Adalet” (bu tersinden yoksulluk ve gelir uçurumları olarak da tanımlanabilir) “Matematik” karşılığı olarak da kullanılabilir.
Demokrasi ise, her şeyden önce bir Politik kavramdır ve Politika sorunudur.
O halde bu toplantının o soyut başlığı, daha somutlaşmış biçimiyle, burjuvazinin çıkardığı sonuçlarla şöyle de formüle edilebilir: “Refah ve sosyal adalet versus Demokrasi”.
Biz bu bildiride, bu ilişkiye daha yakından bakıp, hem tarihsel hem de ekonomik bağlamda özün göründüğü gibi olmadığını göstermeye çalışacağız.
Ve sorunun böyle konuluşunun tam da egemen sınıfların sorunu koyuşları olduğunu; sorunun doğru koyuluşunun “Demokrasi versus Refah ve Sosyal Adalet” veya bu bölümün başlığının diline çevirirsek “Politika versus Matematik” olduğunu savunacağız.
*
Gerek tarihsel deneyler; gerek politika ve refah ilişkisinin yapısal analizi ve kavramsal çıkarsamaları, tam da refahın değil, demokrasinin; matematiğin değil politikanın ilişkide öncelikli ve belirleyici olduğunu; yani bu bölümün başlığının aksinin doğru olduğunu gösterir.
Bunun için önce kapitalizm öncesi uygarlıklar tarihine yıldırım hızıyla bir göz atalım.
Tarihte toplumların zenginleşip yükseldikleri zamanlar, demokrasinin nispeten daha gelişmiş olduğu zamanlardır ve bir bürokratik ve merkezi cihazın güçlenmesi; demokrasi unsurlarının yok olmasıyla birlikte aynı zamanda refahın da (sosyal adaletin de) giderek yitirildiği dönemlerdir.
Bu ilişki hem klasik antik uygarlıklarda apaçık görülür hem de modern kapitalist uygarlığın doğuşunda ve gelişiminde görülür.
Önce klasik uygarlıklardan sadece birkaç örnek verelim. İlk uygarlığa geçiş Sümer’de olur. Ama uygarlığa ilişkin en büyük gelişmeler ve keşifler; zenginleşmeler henüz kentleri kuran kabilelerin kandaş demokrasilerinin yaşadıkları dönemlere aittir. Su kanalları, bentler, yollar, tekerlek, köprü, çok katlı inşaat, yükü tutacak kubbe ve kemer. Bütün bunlar henüz uygarlık tam yerleşmeden, ortaklaşmacı iş birliği ve dayanışma geleneklerinin güçlü olduğu, yaşadığı dönemlerde keşfedilmişlerdir. Uygarlığın alameti farikası sayılan Yazı, Para, Ticaret bile henüz ortaklaşmacı dönemde keşfedilmiştir. Kapitalizm doğuncaya kadar, medeniyetin keşif beratını elinde tuttuğu bir tek şey vardır: Devlet. Yani silahlı insanlar topluluğu; bürokratik bir cihaz, keyfilik; üretmenlerin ürettikleri artı ürüne el koyan bir kast, bunu sürdürmek için işkenceler, savaşlar Firavunlar, Nemrutlar vs..
Sonraki bütün uygarlıkların kuruluş ve yıkılışlarında da bu defalarca kanıtlanır. Klasik uygarlıklarda demokratik denecek unsurların gelişkin olduğu zamanlar, eşit kandaş aşiretlerin uygarlığı feth ettikleri; fatihlerin liderlerinin henüz Firavunlaşıp Nemrutlaşamadıkları; eşitler içinde birinci oldukları zamanlardır ve bu zamanlar aynı zamanda merkezi devlet cihazlarının ciddi biçimde zayıfladığı veya parçalanmaya uğradığı zamanlardır.
En son, artık iyice çürümüş Roma ve Bizans’ın etki alanında olan Anadolu’nun İslam ve Türkmen boylarının gençlik aşısıyla canlanmış Pers uygarlığınca ele geçirilişinde görülür bu. Yüzlerce yıllık Bizans ve Osmanlı uygarlığından Anadolu’da yapılmış pek az eser vardır. Ama Anadolu’yu ele geçirmiş ve Selçuk adını almış Pers uygarlığı parçalanınca, Anadolu’da merkezi devlet parçalanır ve Anadolu tıpkı Batıdaki feodal beylikler gibi küçük beyliklerin egemenliğine geçer.  Bugün Anadolu’da ne varsa neredeyse hepsi bu dönemdendir. (Buna sayın Sevan Nişanyan da dikkati çekmiştir.) Yani tabiri caiz ise, Anadolu’ya “yatırım”lar, kediye göre budu “Demokratik Özerklik” ten söz edilebilecek; Merkezi devletin parçalandığı, nispeten otonom küçük prensliklerin egemen olduğu; merkezi devlet cihazlarının epeyce zayıf olduğu dönemlerde yapılmışlardır.
Neden böyledir?
Bunun elbette matematiksel ya da cebirsel denebilecek bağıntıları vardır. Kısaca bu bağıntı şöyle ifade edilebilir. Merkezi devlet cihazı, aldığı ağır vergiler ile toplumsal artığın önemli bir bölümüne el koyar. Bu da çiftçilerin hayat seviyelerinde bir düşüşe yol açar. Buna karşılık, “barbar” fatihler henüz devletleşmediklerinden artı ürünün medeniyetin bürokratikleşmiş, merkezi, eskercil ve keyfi cihazına göre çok daha küçük bir bölümüne el koyduklarından çiftçilerin refahında bir yükselme görülür. Bu refaha nispi eşitlenmeye bağlı olarak toplum zenginleşir. Bu zenginleşme mahalli düzeyde ticareti ve adaleti teşvik eden yapıların artışına yol açar.
Öte yandan, uygarlaşma, yani merkezileşme ve devletleşme bir fasit daireyi ortaya çıkarır. Merkezi devletin güçlenmesi ve bunun masraflarını karşılamak üzere üreticilerin artı ürününün giderek daha büyük bir bölümüne vergiler biçiminde el koyulması, ezilenlerin gelir ve hayat seviyelerinde düşüşe yol açar. Bu düşüş ve gelir farklılıklarının artması giderek daha sert sınıf mücadelelerine ve direnişlere; bunlar da ezilenlerin direncini kırmak için devletin merkezi ve bürokratik aygıtının güçlendirilmesine; yani toplumsal artı ürünün el koyulan giderek daha büyük bir bölümünün üretici olmayan tüketime ve hazır yiyiciler kastına ayrılmasına yol açar. Bu fasit daire böylece gider. Ta ki o devlet tekrar demokratik unsurların daha güçlü olduğu “barbar” kavimlerce yıkılana kadar. Klasik tarih bir bakıma bu döngülerdir aynı zamanda.
Bu mekanizma, Kapitalizme geçişi de mümkün kılmıştır. Kapitalizm’e geçişin, Şarkta (yani Çin’den Magrip’e kadar klasik uygarlıklar alanı) değil de İngiltere’de mümkün oluşu, her şeyden önce komün’ün nispeten demokratik denecek; merkezileşmeye, firavunlaşmaya, nemrutlaşmaya imkan tanımayan geleneklerinin gücü ile olmuştur. (Bu Marksist bakış açıklama, maalesef Weber’ci sözümona açıklamanın gücü yaygınlığından gelen açıklama karşısında susuşa boğulmaktadır.)
Uygarlığa az bulaşmış, komuna geleneklerinin hala güçlü olduğu, Britanya’da aşiret şeflerinin Krala firavunlaşma olanağı tanımayan şartları (yani güçlü, merkezi ve pahalı bir devlete izin vermemeleri) şu Batı Demokrasisi denen şeyi ve kapitalizme geçişi mümkün kılmıştır. Ve o zamanlar zenginlik bakımından İngiltere tabiri caiz ise, o zamanki dünyanın “Üçüncü Dünya”sıydı. Onu Üçüncü Dünya’lıktan kurtaran ve Güneşi Batmayan İmparatorluk yapan, o komuna kalıntısı demokrasi olmuştur denebilir. (aynı durum elbet Amerika için de geçerlidir. Ama burada konuyu dağıtmamak için girmiyoruz.)
Özetle, Demokrasi versus Zenginlik diyebiliriz öncelikler bakımından.
Modern kapitalizme gelince bu çok daha böyledir.
Elbet klasik uygarlıkların bu mekanizması geçerliliğini sürdürür ama buna ek olarak kapitalist ekonominin kendi iç işleyişinden ek bir dinamik daha devreye girer.
Kapitalizm öncesinde sermaye üretimle ilgili değildir. Dolayısıyla sermayenin büyümesi, üretimde bir artışa dolayısıyla toplumsal zenginlikte bir yükselmeye yol açmaz; aksine üretim geriler sermaye büyüdükçe. Tefeci zenginleştikçe köylü yoksullaşır. Tüccar zenginleştikçe, onun malları alıp sattıkları yoksullaşır. Artı değerin kaynağı değer transferidir, zaten var olan değerlere yapılan bir katkı değil.
Kapitalizm öncesinde ticaret oldukça yüzeydedir. Artı ürüne el koymanın esas mekanizması, ekonomi dışı zordur. Yani devlet ve sömürü; devlet ve yoksulluk arasındaki ilişki belirler. Devlet ne kadar güçlü, merkezi ve pahalı ise, üreticiler o kadar yoksul ve hak yoksunudur.
Kapitalizmde ise sömürü ile devlet arasında bir ilişki yoktur. Kapitalist sömürü için devlet gerekmez. Marks’ın Kapital’inde Devlet diye bir bölüm yoktur örneğin.
Kapitalizmde ise artı değer doğrudan doğruya üretimden elde edildiğinden, sermayenin büyümesi ve özellikle de sermayenin organik bileşiminin büyümesi daha büyük üretim ve daha yüksek bir emek üretkenliği demektir, dolayısıyla toplumun genel olarak daha zenginleşmesi. Yani ilişki kapitalizm öncesinden tamamen farklı ve ona zıttır. Kapitalizm öncesinde sermaye büyüdükçe toplum fakirleşir; Kapitalizmde Sermaye büyüdükçe Toplum da zenginleşir.
Artı değer oranı, yani sömürü oranı iki türlü yükseltilebilir. Mutlak artı değer artışı ile yani iş saatlerini yükselterek, iş gücünün fiyatını düşürerek veya işin yoğunluğunu arttırarak. Bu işçilerin korkunç koşullarda çalıştırılması demektir. Dolayısıyla işçilerin direnme kapasitelerinin olmaması, yani örgütlenememeleri, yani demokrasinin yokluğu demektir.
Burada gerilik ile merkezi devlet cihazı arasındaki ilişkinin de özünü yakalamış oluruz. Klasik uygarlık alanlarında, eskiden beri var olan merkezi, bürokratik, pahalı devlet cihazları, kapitalizme geçişle birlikte her türlü işçi direnişini de ezecek elverişli bir araç olduğundan; yani işçi örgütlenmesini ve demokrasiyi engellediğinden, mutlak artı değer artışı her zaman daha karlı olduğundan, modern teknik yani nispi artı değer artışına kapitalistler gerek görmez ve bu da geriliğin ve gericiliğin pekişmesine yol açar. Eski uygarlık beşiklerinin hep geri ülkeler olmasının nedeni budur. Ve Avrupa’daki bütün krallıkların da demokrasi olmasının nedeni de budur. O krallar aslında herhangi bir Şark karakolundaki polis veya jandarma kadar bile insanların kaderi üzerinde söz söyleme ve karar alma ve de uygulama yetkisine sahip değillerdir.
Nispi artık değer oranı artışı ise, işçi örgütleri ve demokrasi varsa, işgücü fiyatı pahalı olduğundan, diğer kapitalistlerle rekabet edebilmek için daha modern makine ve teknikler kullanmakla olur. Yani daha modern makineler kullanılarak, emek üretkenliğinde bir yükseliş sağlayarak elde edilen artık değer artışı nispi artık değer artışıdır.
Kapitalisti buna zorlayan sadece diğer kapitalistlerle arasındaki rekabet değildir, işçilerin direnişleri; ücretlerde sağlanan artışlar esas olarak kapitalisti nispi artık değer artışları aramaya yani daha modern teknik kullanmaya diğer bir ifadeyle de sermayenin organik bileşiminde sabit sermayenin payını yükseltmeye zorlar. Yani bir toplumun refahı ile, sınıf farklılıklarının nispeten törpülenmesi, işçilerin gelir düzeylerindeki yükselme ve demokrasi (örgütlenme hakları olmasa bunları sağlayamazlardı) arasında kopmaz bir bağ vardır.
Demokrasi emekçilerin örgütlenmeleri ve iş güçlerini kapitalistlere daha pahalıya satmaları olanağını yaratır. Ya da bunu sağlamak için işçiler demokrasi mücadelesine girer veya bu hakları fiilen elde ederler. Bu ise, kapitalistleri ister istemez, nispi artık değeri arttırıcı önlemlere, yani daha modern teknikleri kullanmaya; sabit sermaye oranını arttırmaya zorlar. Böylece o ülke veya kapitalist, kapitalist sistem içinde, emek üretkenliğini genel olarak arttırarak, diğerlerine rekabet eder durumda kalabilir.
Emek üretkenliğinin artması zenginliğin artması demektir. İşçilerin direnişi ve kapitalisti nispi artık değere zorlaması ise, gelir farklılıklarının nispeten törpülenmesi; gelir uçurumlarının azalması da demektir.
Tabii bu durum kapitalizm öncesi sömürü biçimi üzerinde de bir karşı etkide bulunur. İşçilerin kapitalisti nispi artık değer artışlarına yönelten örgütlenme ve direnişleri, demokratik hakların gelişmesi, yani aynı zamanda, devletin nispeten daha az merkezi, daha az bürokratik, daha az keyfi, daha az pahalı olmasına yol açar. Böylece zenginlik ve sosyal adaleti arttıran ikinci bir etki sağlanmış olur. Devlete harcananların azalması üretici olmayan tüketime harcananların azalması, bu kaynakların emekçilerin tüketim düzeylerinin yükselmesine veya yeniden üretime yatırılması demektir. Keza daha küçük ve az masraflı ve daha az merkezi bir devlet aynı zamanda daha çok demokrasi, hak ve keyfiliğin azalması da demektir.
Ama sonuçlar burada da kalmaz, zenginliği arttıran emek üretkenliğindeki yükseklikten kaynaklanan zenginliği arttıran ek bir sonuç daha ortaya çıkar. Şöyle: fiyatlar ortalama emek üretkenliği üzerinden oluşur. Emek üretkenliği yüksek ülkeler veya sanayi kolları veya kapitalistlere, emek üretkenliğinin düşük olduğu ülkeler veya sanayi dallarından veya fabrikalardan bir değer transferi olur. Emek üretkenliği yüksek olanlar ekstra karlar sağlar.
Özetle, demokrasi sonucunda bir kere zenginlik ve nispi sosyal adalet ortaya çıkınca, zengin olan zengin olduğu için daha zengin, fakir olan da fakir olduğu için daha fakir hale gelmeye başlar. Halkımızın dediği gibi zengin dağdan aşırır, fakir düz yolda şaşırır. Ama bu sonuçtur neden değil. Öncelik Demokraside, siyasi sistemdedir. Yani politikanın önceliği vardır ekonomi karşısında. (Kaba Marksistlerin aklını kaçırtır bütün bunlar.) Ama Zenginlik ve nispi gelir uçurumları azlığı bir kez ortaya çıkınca, bu demokrasiyi yerleştirici bir karşı etkide de bulunur çelişkileri yumuşatarak. İşte burjuva teorisyenleri bu denklemi ters yüz ederler.
Bu veriler ışığında Türkiye gibi ülkeleri ele alalım. Bir taraftan Türkiye’deki gibi, geçmişin kamburu, Sümerlerden beri gelen, artı ürünün büyük bir bölümüne el koyan devleti düşünelim. Bu keyfi devlet her türlü örgütlenmeyi, demokrasiyi daha tohum halinde yok ederek, işçilerin örgütlenme ve direniş kapasitelerini düşürür. Burada modern kapitalist üretimin yasası da devreye girer. Bu düşük ücretler, kapitaliste mutlak artı değer artışı sağladığından, yani ucuza işçi çalıştırmak modern teknikli makine kullanmaktan daha karlı olduğundan, emek üretkenliğinin düzeyi düşük kalır; ama aynı zamanda alt ve üst sınıflar arasında gelir uçurumu çok büyük olur; özetle genel yoksulluk, gerilik ve sınıf farkları artar. Bunun sonucu olan direnişi kırmak için, daha büyük bir cihaz ve artı ürünün daha büyük bir bölümünün üretici olmayan tüketime aktarılması gelir. Ve bu böylece sürer. Yani geriliğin nedeni, aslında tam da Bürokratik, merkezi, keyfi, askercil cihazdır. İşçiler hem kendi hayat seviyelerinde bir yükselme, genel olarak ülkenin daha zenginleşmesi için; hem de daha küçük gelir farklılıkları için, mücadelelerini, bu askeri bürokratik oligarşiye karşı yönlendirmek zorundadırlar.
Yani bu çıkmaz veya fasit dairenin kırılması için de yine bir tek çare vardır: Demokrasi. Yani pahalı, baskıcı, bürokratik, keyfi, militer cihazın parçalanması ve bunun yerine tersinin koyulması. Ancak demokrasi ile bu fasit daireden çıkılabilir. Bu da tekrar başka bir bağlamda da demokrasinin ya da politikanın önceliğini gösterir.
Özetle demokrasi olduğu için refah vardır; refah olduğu için demokrasi değil. Elbette refah bir kez ortaya çıktıktan sonra demokrasiyi de güçlendirici bir etki yapar ama öncelik demokrasidedir. Refah olmadan demokrasi olamayacağı şeklindeki görüş, egemenlerin anti demokratik karakterini ele verir ve onların çıkarlarını savunmanın aracıdır. Ama aynı zamanda egemen sınıfların, ezilen geniş çoğunluktan korkusunun ve onlara güvensizliğin bir dışa vurumudur.
O halde, “politika versus matematik”. Ya da bu Sempozyum’un temel konusu bağlamında: “Demokrasi versus Ekonomi
*
Ancak burada bir de özerklik kavramı ortaya çıkmaktadır. Özerklik ve Demokrasi ilişkisini ele almak gerekir burada.
Özerklik aynı zamanda demokrasinin ayrılmaz bir unsurudur. Özerklik ancak demokraside mümkün olabilir. Demokrasi de ancak özerklikle birlikte var olabilir.
Ancak bu ilişkide öncelik nerededir? İkinci soru budur.
Öncelik yine demokrasidedir. Ancak burada demokrasiden ne anlaşıldığının da netleştirilmesi gerekir.
Demokrasi her şeyden önce, insanların biçimsel bakımdan eşit olması demektir. Bu olmadığı takdirde demokrasi köle sahiplerinin, beyazların, Türklerin vs. demokrasisi olur.
 Yani, dili, dini, etnisi, soyu, sopu, inancı, ırkı, geliri vs. ne olursa olsun, insanların eşit olması demokrasinin olmazsa olmaz bir koşuludur.
Bir “Türk demokrasisi” olmaz, olamaz örneğin. Ulusu Türklükle, Türklüğü de ırkla, dille, tarihle veya kültürle veya bunların farklı bileşenleriyle tanımlamış bir ülkede demokrasi olamaz. O bir Türk demokrasisinden söz etmek, bir tür köle sahipleri demokrasisinden söz etmekten farksızdır.
Bu nedenle demokrasinin olmazsa olmaz koşulu, biçimsel eşitliktir. Yani insan hakları evrensel beyannamesinin, insanların dinleri, dilleri, etnileri, soyları, sopları, kültürleri ne olursa olsun eşit olmaları gerektiği ilkesi.
Zaten sosyalizm düşüncesinin ardında da, bunun gerekli ama yetersiz olduğu var ayımı vardır.
Bir devletin resmi dili varsa, bir devletin okullarında veya toplumsal yaşamında belli dinler imtiyazlıysa veya devlet doğrudan doğruya bir dine göre tanımlanmışsa orada biçimsel bir eşitlik olmadığından bir demokrasinin varlığından söz edilemez. Yani örneğin Türkiye’de Devletin veya ulusun veya politik olanın, Türklükle ve İslam ile tanımlanmasına son verilmeden demokrasi olamaz. Çünkü demokrasinin en temel koşulu olan biçimsel eşitlik yoktur.
Demokrasi ancak bu eşitsizliklere karşı mücadele içinde kurulabilir. Yani Demokrasi ulusun, devletin, politik olanın Türklükle ve İslamlıkla tanımlanmasına karşı mücadele ile bunların ortadan kaldırılmasıyla kurulabilir.
Biçimsel eşitlik sadece demokrasinin bir ayrılmaz bileşeni değildir, aynı zamanda demokratik bir sisteme ulaşabilmek için de olmazsa olmaz bir koşuldur.
Bu biçimsel eşitsizlikler var oldukça, bir demokrasinin var olması olanaksız hale gelir. Çünkü bu biçimsel eşitsizlik hem emekçileri bölerek onların birleşmelerinin önünde bir engel oluşturur, dolayısıyla demokrasinin en büyük güvencesi olan işçi hareketinin gerilemesine yol açar; hem de egemen sınıflar bu eşitsizlikleri birbirine karşı kullanarak egemenliklerini pekiştirme olanağı elde ederler.
O halde, demokrasinin olmazsa olmaz bir koşulu, politik olanın, yani devletin, yani ulusun bir dile, bir dine, bir etniye, bir soya, bir ırka, bir tarihe göre tanımlanmasına karşı olmayı ve ona son vermeyi gerektirir.
Yani bu pratik olarak ulusun bir dille, dinle, tarihle, soyla sopla, dinle, kültürle vs. tanımlanmasına karşı olunmadan demokrat olunamaz.
Bu pratik olarak, hiçbir dilin veya dinin veya kültürün vs. diğerlerinden imtiyazlı olmaması; yani herkesin ana dilinde eğitim hakkı demektir. Bir tek çocuğa bile ana dilinde eğitim hakkı demektir.
Bu aynı zamanda herkesin kendi ana dilinde ama aynı tarihi okuması demektir. Yani Kürtler Kürt, Türkler Türk, Çerkezler Çerkez tarihi okumaz. Herkes, Türkçe, Kürtçe, Çerkezce olarak Kürt, Türk, Çerkez uluslarının tarihlerinin gerici ulusçuların yazdıkları gerici tarihler olduklarına; bu anlamda ulusların tarihlerinin olmadığına dair bir tarih okurlar.
Bu aynı zamanda, en gericilerin, ırkçıların savundukları okulların ayrılmasına da karşı olmak demektir.
Bu aynen dinlerde de böyledir.
Zaten, eğer bütün diller, dinler, ırklar, kültürler eşitse, bu tarih kitaplarını bütün bu dinler, diller, ırklardan, kültürlerden insanların ortaklaşa yazmaları gerekir. Bu da fiilen böyle, ulusların tarihi olmadığına dair bir tarihten başka bir sonuca yol açmaz.
Bir an için okullarda okunacak Tarih kitabını yazmak için, beş Türk, beş Kürt, beş Ermeni, beş Süryani, beş Şafii, beş Alevi, beş, Sünni, beş Şii, beş Nasturi, beş Yezidi, beş Rum, beş Rus, beş Japon, beş Budist, beş Hindu vs. olduğunu düşünün. Bunlar nasıl bir ulusal tarih yazabilirler ki? Yazacakları tarih fiilen ulussuz bir tarih; ulusal tarihlere karşı bir tarih olmak zorundadır.
O halde, devleti veya ulusu veya her hangi bir bölgeyi veya yerleşimi, diğer bir ifadeyle politik olanı, Türklükle, Kürtlükle, Rumlukla, Ermenilikle, Şiilikle, Sünnilikle vs. tanımlamaya son vermeden, gerçek bir eşitlik ve dolayısıyla da demokrasi olması mümkün değildir. Demokrasi olmayınca da refah ve sınıf ve gelir farklılık ve uçurumlarının azalması; dolayısıyla da çürümenin tersine döndürülmesi mümkün değildir.
Zaten en geniş ademi merkeziyetçilik ve özerklik de ancak her birimin de böyle olduğu bir koşulda mümkündür.
Yani varsayalım ki, Diyarbakır ilinde ya da Kürdistan özerk bölgesinde de aynı ilkeler geçerli demektir. Özerklik, her hangi bir dili resmi dil olarak kabul etme veya bir dile, dine, kültüre tarih yazma özerkliği olamaz. Bu noktada eşitliğe karşı davranılmış olur.
Yani fiilen herkesin ana dilinde eğitim hakkı ve herkesin ana dilinde tüm dillerde, dinlerden, ırklardan, kültürlerden, soylardan vs. insanların ortaklaşa yazdıkları aynı tarihi okumaları söz konusu olduğunda, özerklik bir korku ve bölünme nedeni olmaktan çıkar. Ancak bu durumda birlik ve kendi yetkilerinin bir kısmını gönüllü olarak daha üst bir birliğe devretme tümüyle iktisadi zorunlulukların bir sonucu olarak ortaya çıkar.
O halde, demokratik bir özerklik, kalkınma ve mutlak bir biçimsel eşitlik arasında kopmaz bir bağ bulunmaktadır.
Ama bunda ana halka, mutlak bir biçimsel eşitliğin sağlanmasındadır.
Bu da ulusun veya politik olanın bir dille, dinle, etniyle, soyla, sopla tanımlanmasına karşı olarak ulusu veya politik olanı tanımlamakla olabilir.
Bu olmadan, örneğin Türklükle tanımlanmış bir devlette Kürtlükle tanımlanmış bir özerk bölge, aslında özerklik değil fiili olarak ikisi de aynı ilkede anlaşan; ulusu bir dille, dinle yani gerici bir biçimde tanımlamakta anlaşan ama ulusu farklı dillerle ve tarihlerle tanımlayan iki ulus demektir. Dolayısıyla bunların arasında ilk krizde bir çatışma kaçınılmazdır.
Bu da ister istemez merkezi ve baskıcı ve militer cihazların kurulmasını, korunmasını veya pekiştirilmesini beraberinde getirir.
Demek ki, refah, baskıcı ve bürokratik olmayan bir devlet cihazı, demokrasi ve kesin bir biçimsel eşitlik birbirinden ayrılmamaktadır. Bunlar arasındaki en belirleyici olan da biçimsel eşitlik ya da ulusun neyle ve nasıl tanımlanacağıdır.
O halde, biçimsel eşitlik en baş sorun olduğuna göre, biçimsel eşitliğe ulaşmadan ne baskıcı ve bürokratik olmayan ne de özgür olarak birleşmiş komünlerden bir ulus kurmak mümkün olmadığına göre, esas vurguyu, demokratik özerkliğe değil, ulusun Türklükle tanımlanmış olmasına yapmak, buna karşı mücadeleyi en başa almak; ve de politik olanın her hangi bir şekilde Kürtlükle, Türklükle, Sünnilikle, Ermenilikle, Alevilikle vs. tanımlanmasına karşı tanımlamak için mücadele etmek gerekir.
O halde, demokratik özerkliğin, bu esas özü olmadan sürekli gündemde tutulması; o içinde özerk olunacak ulusun (devletin, politik olanın) nasıl tanımlanacağı sorusunu gündemden düşürmeye; bugünkü gerici; ulusu dille, dinle, kültürle tanımlayan ulusçuluğun ideolojik egemenliğine hizmet etmekte ve aynı zamanda da dolayısıyla demokratik özerkliğe fiilen karşı çalışmaktadır.
Kürt özgürlük hareketi, Kürtlerin veya Kürdistan’ın demokratik özerkliği için değil; ulusun Türklükle veya başka bir şeyle tanımlanmasına karşı bir mücadeleye giriştiği takdirde demokratik özerkliğe ulaşabilir ve bütün bölgeyi de buna kavuşturabilir.
Bu aynı zamanda, tarih boyunca kültürel ve ekonomik bir bütün olmuş Orta Doğunun da birleşmesini getirir.
Orta Doğu, ancak Türklükle, Kürtlükle, Araplıkla, Acemlikle, Sünnilikle, Alevilikle, Müslümanlıkla tanımlamaya karşı tanımladığında, bunlar tıpkı gerçekten laik bir ülkede dinlerin olduğu gibi, kişilerin özel sorunları olduğunda bir politik birlik haline gelebilir.
Bu da aynı zamanda Orta Doğu’nun refahına ek bir itilim verir.
Özetle.
Gerçekten demokratik özerklik isteniyorsa, o içinde özerk olunacak devletin her hangi bir dille, dinle, soyla, sopla tanımlanmasına karşı mücadeleyi bayraklara yazmak gerekmektedir.
Ve ancak bu şekilde Kürt özgürlük hareketi bir ölüm parendesi (Salto mortale) atıp bir ezilen ulus hareketi olmaktan çıkıp bir demokrasi hareketine dönüp, Türkleri, Arapları, Farsları, Alevileri, Sünnileri, Rumları, Ermenileri de birleştirmeye aday; hem bütün bu bölgedeki gerici oligarşileri yıkacak bir güç olabilir; hem de emperyalizme karşı bütün bu insanları birleştirmeye başlayabilir.
Ve ancak böyle biçimsel eşitliğin sağlandığı bir demokraside, ezilenler haklarını daha iyi koruyup, gerçek bir eşitlik yolunda küçümsenmeyecek ilerlemeler kaydedebilir; sınıf farklarını ılımlandırabilirler.
Bu da sınıflar arasındaki uçurumların hak yoksunluğunun çıkardığı kişiliksizliği ve çürümeyi bir ölçüde olsun ılımlandırabilir.
Ama bütün bunları, sürekli saldırılar altında bulunan Kürt hareketinin yapması zordur. Türkler ulusun Türklükle tanımlanmasına karşı bir mücadeleye girip bir politik güç olarak ortaya çıkmadıkça; Kürt Özgürlük Hareketi Kürtler içinde aynı hücadeleye giremez. Kaybedileni dengeleyecek bir güç olmadan bunu yapmaya kalkmak, tehlikeli bir tecridi beraberinde getirir.
Sorun ve çıkmaz buradadır.
Bunu aşmak için yakalanacak ana halka, Türklerin Devletin Türklükle tanımlanmasına karşı mücadeleye başlamasını sağlamaktır.
Ve her şeyden önce sorunu “Kürt Sorunu” değil; “Türk Sorunu” olarak tanımlamaktır.
“Türk Sorunu” çözüldüğünde “Kürt sorunu” da çözülür.
Yoksulluk ve gelir uçurumları da azalır
Özerklik korkulacak bir şey olmaktan çıkar; aksine demokrasinin olmazsa olmaz bir koşulu olur..
06 Mayıs 2012 Pazar

Demir Küçükaydın


Toplumsal Aidiyetler ve Sınıf Mücadelesinin İlişkileri

$
0
0

Bir şeyi anlamanın en iyi yolu önce onu anlayamamaktır” diye bir söz vardır.
Bunun için önce konumuzu anlayamamaya çalışacağız.
Ancak “Söyleyen arif değilse dinleyen arif olsun” diye bir söz daha vardır.
Bu söze de uygun davranmak için, anlayamadıktan sonra, insanların bir sözü söylerken ne anladıklarını ve anlatmak istediklerini anlamaya çalışacağız. Yani kavramın sosyolojik doğruluğundan ve anlamından sonra; o yanlışlığın, sosyolojik bir olgu olarak, bir realite olarak bu kavramın ne anlamda kullanıldığını anlamaya çalışalım.
Konuyu tanımlayan “toplumsal aidiyet” “sınıf” için zıtlıkla veya başkalıkla koyuluyor. Ve burada hemen şu aklımıza takılıyor: Sınıf aidiyeti “toplumsal” olmayan, “metafizik”, “fiziksel veya “biyolojik” bir aidiyet midir? Elbette sınıf aidiyeti tamamen toplumsal bir aidiyettir. Sınıf toplumsal bir olgudur.
Peki, o zaman niye konu tanımlanırken, “Sınıf” aidiyetiyle yapılan mücadeleler toplumsal aidiyetler kategorisinden dışlanmış ve ayrıca bir şey olarak ele alınmıştır? Açık ki burada mantıki olarak, kategorik olarak bir yanlış; kategorilerin karıştırılması var. Yani aslında konumuz mantıki olarak, sosyolojik kavram olarak baştan aşağı yanlıştır ve anlamsızdır. Normal olarak kimsenin bir şey anlayamaması gerekir.
Ama kimse de anlayamadığını söylemiyor. Demek ki bundan bir şeyler anlaşılıyor.
Bu nedenle bizi burada şimdilik bizi, bu yanlışın bir gerçek olarak anlamı ilgilendiriyor. Yani başlık sosyolojik olarak yanlış bir kategorilendirme yapmakta, kategorileri karıştırmaktadır ama bu yanlış kategorileştirmenin kendisi sosyolojik ve yaygın bir fenomendir; herkes bundan bir şeyler anladığını düşünmektedir ve bu nedenle sosyolojik bir gerçeklik olarak ele alınmayı hak etmektedir.
Bir örnek vermek gerekirse, burada “nüans farkı” gibi bir olgu söz konusudur. “Nüans” zaten fark demektir. “Nüans farkı” “fark farkı” anlamına gelmektedir gramatik olarak veya mantıken. Ama linguistik, o mantıkan yanlış veya saçma da olsa insanların arasındaki haberleşmenin bir aracı olarak iş görüyor ve insanlar undan aynı şeyleri anlıyor ve kullanıyorlarsa, onun yanlışlığına doğruluğuna bakmadan sözlüğe alır. “Nüans farkı” ile insanlar, belli belirsiz veya küçük bir farkı kastediyorlar ve herkes bunu anlıyor. Bu durumda o yanlış bir doğru haline gelir; yani mantıken yanlış olan linguistik olarak doğru olabilir. Bizim konumuzda da benzer bir durum söz konusu.
Peki o halde soralım, bu yaygın kullanımda, “toplumsal” ne anlamda kullanılmaktadır? Kısaca bunu analiz edip açığa çıkarmayı deneylim.
Sınıflar, iktisadi ilişkiler içindeki konumlara göre tanımlanırlar. İktisadi ilişkiler bakımından durumu ve çıkarları farklı kümelere sınıflar denebilir sosyolojik olarak. O halde bunlar “Toplumsal Aidiyet” kavramından dışlandığına göre, “Toplumsal aidiyet” ile iktisadi ilişkilere ilişkin olmayan bölünmeler kastedildiği açıktır.
Doğruluğu veya yanlışlığı bir yana, başlık “toplumsal aidiyet”ten sınıfsal olmayan; iktisadi ilişkilerin kendisinden kaynaklanmayan bölünmeleri anlamaktadır.
Örneğin, bir insan, Alevi, Kürt, Siyah, Kadın, Eşcinsel vs. olduğu için, bu “toplumsal” aidiyeti nedeniyle baskıya uğrayabilir ama aynı zamanda bir işveren, bir işçi, bir küçük burjuva vs. de olabilir. Yani aslında her ikisi de toplumsal olan sınıfsal ve diğer sınıfsal olmayan bölünmeler veya aidiyetlerden; iktisadi ilişkilerin kendisinden zorunlu olarak doğmayan veya doğmadığı düşünülen bölünmeler veya buna bağlı aidiyetler Türkiye’deki genel geçer kullanımda (ki bu konuya da yansıyor) “toplumsal” olarak tanımlanmaktadır. Yani kabaca burada “toplumsal” kavramı ya da nitelemesi, “doğrudan iktisadi nedenlerin zorunlu veya mantıki sonucu olmayan” anlamına gelmektedir denebilir.
Toplumsal Aidiyet” kavramı, Türkiye’nin politik kültürü içinde ve bugün genel olarak ve yaygın kullanımıyla “Kimlikler” karşılığı da kullanılmaktadır.
Örneğin Alevi, Kürt, Eşcinsel, Kadın kimlikleri gibi.
Ancak kimlik derken de bununla her türlü kimlik değil; geçerli hukuki veya siyasi sistem veya fiili uygulamalar bakımından baskıya ya da ayrımcılığa uğrayan kimlikler kastedilmektedir.
Bun en iyi bir örnekle görelim. Yine internette tesadüfen karşılaşılmış bir örnek.
“Ben: Ortadoğuluyum. Kürdistanlıyım. Güneyli değil Kuzeyliyim. Türk, Arap, Acem, Rus, Çerkez değil, Kürt’üm. Zaza/Dimili, Soran değil, Kurmancım. Behtinan, Botan, Şengal şivesini değil, Serhed şivesi ile konuşurum. Bitlis, Van , Ağrı değil, Yukarı Fırat Kuzey Çewlig ağzını kullanırım. Şedadi (Şadi) Aşireti’nin Hinis, Okciyan, Dırban, Maden, Kağızman, Selhedin, Ruha, Semsur, Muş/Varto, Kafkas kanadından değil, Bingöl Cunan kanadındanım. Müslüman değil, Alevi bir aileye mensup, ateistim. Marksist felsefeyi benimserim. Orta köylü bir ailenin çocuğuyum, Memur /öğretmenlikten siyasi sebeplerle atılmış ve şimdi muhalif bir Kürt yayıncıyım. Kadın değil, erkeğim. Sisteme karşı muhalifim ve bu muhalifliğimden dolayı hükümler giymiş mahkûm olmuşum. Genç değil, orta yaşın üstünde ve ‘78’liyim. Buna başka “…im”ler de eklene bilinir. İşte bu aidiyet ve kimlikler beni şekillendirmiş ve kişiliğim bu kimliklere uygun olarak oluşmuştur. Bunlardan birine sırtımı dönmem, inkâr etmem, kendime başka başka kimlikler yakıştırmam yalnız aidiyet ve kimliğimi değil, kişiliğimi de bozar. Beni, ben ile çatıştırır, bunalıma iter!” (Ahmet Önal, Dersim,Aidiyet, Kimlik, Kişilik ve Algı!)
Ancak burada sıralanan kimliklerin bir kısmı, politik bir anlamı veya baskının, ayrımcılığın konusu olmadığı için, bu kimlik kullanımına dahil değildirler.
Örneğin Rock müziği veya pastel renkleri veya kuru fasulyayı acı biberli ve turşu eşliğinde yemeyi sevmek; yeşil gözlü, 43 numara ayaklı, şeker hastası, kel veya kır saçlı olmak, Beşiktaşlı olmak da bir kimlik veya bir “toplumsal aidiyet”tir. Ama kişi bunların her hangi biri nedeniyle özel olarak bir baskı altında bulunmuyorsa; örneğin yeşil gözlüler, şeker hastaları veya pastel renkleri kullananlar oy kullanamazlar, otobüslere binemezler gibi bir yasa ya da uygulama yoksa, bu nedenlerle özel bir baskı görmediğinden, kimlik derken bunlar kastedilmemektedir. Yani yukarıdaki örnekten alırsak “orta yaşın üzerinde” olduğu için baskı görmez veya ayrımcılığa uğramaz kişi. Kimlik derken bu kimlik kastedilmemektedir. Pastel renklerden, esmer ya da sarışınlardan hoşlanmak politik veya hukuki bir baskıya neden olmaz, ama hemcinslerinizden hoşlanmak baskı altına alınmanıza yol açarsa, bu “kimlik” ya da “toplumsal aidiyet” olarak tanımlanmaktadır.
O halde, hukuki veya politik olarak baskı ve ayrımcılığa uğrayan özellikler “kimlik” veya “toplumsal aidiyet” olarak tanımlanmaktadır.
Ancak bu kullanımda sadece ayrımcılığa uğramaktan daha fazla bir şey kastedilmektedir. Bir ayrımcılığa uğrayabilirsiniz, bu ayrımcılığa karşı bir tepki, bir hassasiyet, bir sosyal hareket, örgütlenme, bilinç vs. yoksa bunun hiçbir politik anlamı olmaz dolayısıyla bunun sınıfla veya sınıf mücadelesiyle ilişkisinin veya bunu tematize etmenin bir anlamı olmaz.
Bu mantıken böyle olduğu gibi, tarihsel olarak da böyledir. Örneğin kadınlar, eşcinseller, ırklar, belli bir dili konuşanlar vs. eskiden de baskı altındaydılar ve ayrımcılığa uğruyorlardı, ama 1960’lı veya 70’li yıllara kadar birkaç istisna dışında bunların birer özne olarak ortaya çıkışları olmadığından, bunların sınıf mücadelesiyle ilişkileri söz konusu olmuyordu. Örneğin Marks, Engels, Lenin, Troçki’lerin eserlerinde bir kadın hareketi veya bir eşcinsel hareketi henüz var olmadığından, bunlarla işçi hareketinin veya sınıf mücadelesinin ilişkisi hemen hemen hiç tematize edilmez. Sınıf hareketinin oldukça yüksek olduğu 1960’lı ve 70’li yıllarda böyle bir konu ya da kavram tasavvur bile edilemezdi. Bunlar içinde tek ele alınanın ezilen ulus olduğu görülür, o da zaten tam da bir özne olarak ortaya çıktıkları için alınmaktaydı.
Hatta o zamanlar şöyle bir durum söz konusuydu. Elbet o zamanlar da Aleviler ve Kürtler, Kadınlar, Eşcinseller vb. eziliyorlardı. Ama o zamanlar sosyalist hareketin henüz, humanist,  demokratik ve eşitlikçi yanı ve vurgusu ağır bastığından, bu baskıya uğrayan kadın, eşcinsel, Kürt ve Aleviler, sosyalist hareket veya işçi hareketinin kendilerini bu baskıdan ve ayrımcılıktan kurtaracağını düşündüklerinden, demokratik özlemlerini sosyalizm biçiminde ifade ediyorlar, ayrı bir özne olarak ortaya çıkmıyorlardı, dolayısıyla bunlarla işçi hareketinin ilişkileri gibi bir sorun hiç gündeme gelmiyordu. O dönemde tartışılan köylüler ve işçilerin ilişkileriydi.
Ancak bunlar, sosyalist hareket içinde, genel demokratik program çerçevesinde değil, ama ayrı özneler olarak ortaya çıktığı andan itibaren İşçi Hareketi ile bu hareketlerin ilişkisi hem somut bir gerçeklik olarak ortaya çıkmış; hem de teorik ve politik tartışmaların ve incelemelerin konusu olmuştur.
O halde, “toplumsal aidiyet” veya “kimlik”in bir politik ve sosyal olarak özne olarak ortaya çıkmış biçimiyle işçi hareketinin ilişkisi söz konusu edilmektedir fiilen bu toplantının konusunda.
Bu “toplumsal aidiyet” veya “kimlik” diye ifade edilen hareketlerin veya toplumsal öznelerin genel adı “Yeni Sosyal Hareketler”dir. O halde, burada konu edilmesi gereken şey; “Yeni Sosyal Hareketler ve İşçi Hareketi’nin veya Sosyalist hareketin ilişkisidir.
O halde konumuzu kategorik olarak, bilimsel bakımdan da daha doğru olarak şöyle tanımlayabiliriz: “Yeni Sosyal Hareketler” sınıfsal olmayan; ekonomideki farklı konum ve çıkarlardan kaynaklanmayan hareketler olduğuna göre, iktisadi ilişkiler içindeki çıkar ve konumlardan kaynaklanan bölünmeler, hareketler ve mücadeleler ile iktisadi ilişkilerin kendisinden kaynaklanmayan bölünmeler, hareketler ve mücadelelerin ilişkisi.
Bu da iki türlü ele alınabilir. Biri, bu ilişki fiiliyatta nasıl var olmuştur ve niye öyle var olmuştur sorusuna cevap arar; diğeri, bu ilişki nasıl olmalıdır sorusuna.
Biri sosyolojik diğeri politik ve stratejik bir tartışma anlamına gelir.
*.
İşçi veya sosyalist hareketin tarihine baktığımızda burada “toplumsal aidiyetler”; “kimlik” veya “Yeni Sosyal Hareketler”in varlığı, yani iktisadi ilişkilerin kendisinden çıkmayan bölünmelerin ve buna dayanan hareketlerin varlığı öngörülmemiştir ve dolayısıyla sınıf mücadelesi veya İşçi Hareketiyle bu hareketlerin ilişkisi hiçbir zaman konu olmamıştır. Klasik olarak, işçi sınıfının köylü hareketiyle ilişkisi ele alınır ki bunlar da zaten iktisadi ilişkiler içindeki konumları ve çıkarları farklı insan kümeleridir. Sınıflar arası ilişkiler söz konusudur.
Ama sadece bu da değildir ortadaki sorun. Bu hareketleri yaratan sorunlar da klasik Marksist eserlerde yoktur. Bu yokluk nedeniyle de Marksizm beyaz, erkek ve Avrupa merkezli hatta homofobik olmakla eleştirilmiştir.
Peki neden böyledir?
Burada yine anlayamamamız gereken sorun şudur:
Kapitalist toplumda niye böyle insanlar dili, dini, soyu, cinsel tercihi, cinsi vs. nedeniyle ayrımcılığa uğramaktadır? Çünkü aslında uğramamaları gerekir.
Çünkü biz eğer Marks’ın Kapital’ini ve Kapital’in dayandığı en temel kavramı (işgücü kavramı) iyi anlarsak bu hareketlerin olmaması gerekir. Zorluk bu sorunların ve bu hareketlerin niye var olduğunu açıklamaktadır.
Bu zorluğu anlamak için şöyle bir örnek verebilirim. Big Bang’ta madde kadar anti madde oluşması, bunların yok olması gerekir dolayısıyla bu soruyu soracak bizlerin olmaması. Maddeden bir evren var olduğuna göre madde anti maddeden daha fazla olmuş olmalıdır. Bir bakıma doğanın simetri ilkesi kırılmıştır. O zaman niye kırıldı? Esas zorluk buradadır.
Bu hareketleri var eden sorunlarda da sorun böyledir.
Kapitalist toplumda artı değeri yaratan işgücü denen metadır. Bu meta kullanımında kendisinin yeniden üretiminde gerekli olandan daha büyük bir değer yaratabildiği; onun kullanım değerinin esası bu olduğu için kapitalizmde bütün sömürünün kaynağında bu artı değer vardır. Bütün temel sınıflar buradan çıkar.
Ama bu metanın bütün diğer metalardan çok temel bir farkı vardır. Bütün diğer metaların kullanım değerlerini onların fiziki ya da moral özellikleri belirlerler. Diyelim ki bardağın yararlılığı, yani kullanım değeri camın kolay şekillendirilmesi ve saydam olması gibi fiziki özelliklerine bağlıdır. Ama İşgücü denen meta söz konusu olduğunda işgücünün fiziki veya manevi özellikleri, onun kullanım değeri (yani artı değer üretme yeteneği) üzerinde hiçbir etkide bulunmazlar. Yani işgücünün beyaz veya siyah; kadın veya erkek; Müslüman veya Ateist; biseksüel veya eşcinsel olması onun artı değer üretme özelliği üzerinde hiçbir etkide bulunmaz. O halde, kapitalizm özünde seksist, ırkçı, homofobik vs. değildir. Bunu zorlayan bir ekonomik nedensellik yoktur.
Bu bize aynı zamanda Marks’ın eserinin neden bu konuları sorun etmediğinin de ipucunu vermektedir. Çünkü, Marks’ın eseri ekonomi politiği ele alır. Kullanım değerleri ekonomi politiğin konusu değildirler; teknolojinin konusudurlar. Ekonomi politiğin konusu, tıpkı biyolojinin konusunun, kendinin benzerini üreten bir molekülün ortaya çıktığı anda çıkması gibi, iki ürün birbiriyle değiştirildiği anda ortaya çıkar. Ve nasıl Biyoloji fiziğin bir alt bölümü değil ise, Ekonomi politik sosyolojinin, yani tarihsel maddeciliğin bir alt bölümü değildir.O Ayrı bir hareket biçimini inceleyen ayrı bir bilimdir. Yani ekonomi politiğin sosyolojiyle ilişkisi, optik veya hidroliğin fizik ile ilişkisi gibi değildir; biyolojinin fizik ile ilişkisi gibidir. Bu konularda yazmadı diye Marks’ı eleştirmek, aslında biyolojiyi fizik biliminin konusuna giren fenomenlerle ilgilenmediği için suçlamak gibidir.
Yani Marks’ın veya Marksizmin seksit, beyaz, Avrupa merkezli olduğu yönündeki eleştiriler aslında ekonomi politik ve Marksizm hakkında çok temel yanlışlardan ve kavrayışsızlıklardan hareket etmektedirler. Böyle olmasının nedeni bunlar değil; ekonomi politik fenomenler olmamasıdır kullanım değerlerinin. Bunların, kapitalist toplumun özünü oluşturan Artı değer üretimi bakımından bir anlamı olmamasıdır.
(Bunu tam tersi ve yine aynı kuralı doğrulayan durum yine ekoloji hareketi ve sorunlarında görülür. İşgücü hariç, diğer tüm metaların kullanım değerleri onların fiziksel ve biyolojik özellikleriyle ilgilidir. Yani malların fiziki özellikleri ekolojik sorunlara yol açarlar. Ama onların da fiziksel (veya manevi) özellikleri, kullanım değerlerini belirlediğinden ve de kullanım değerleri ekonomi politiğin konusu olmadığından, yine Marks’ın temel eserinde (Das Kapital – Ekonomi Politiğin Eleştirisi) ele alınmazlar.)
Peki, neden kapitalizmde bu özel baskı biçimlerinin olmaması gerekirken bu sorunlar ve hareketler vardır?
Marksizm bunu anlayacak ipuçlarını ve kavramsal temeli bize vermiş midir?
Evet vermiştir. Bu ipucu ya da kavramsal temel: “sermayenin gerçek tarihsel hareketi”dir.
Bu ne demek?
Burjuvazinin sınıf olarak çıkarı ile sermayenin mantığı her zaman çakışmaz. Bunlar arasında birebir mekanik ve motomot bir ilişki yoktur.
Bunu bir örnekle gösterelim. Klasik örnek, toprak rantı karşısındaki tavırdır. Sermayenin mantığı açısından toprakların tıpkı su veya hava gibi kamu malı olması gerekir. Ama burjuvazi hiç bir zaman bunu en rakipsiz egemen olduğu yerde bile istemez ve uygulamaz.
Neden? Çünkü, toprak mülkiyetine saldırı, deliye taşı andırmak anlamına gelir; özel mülkiyetin kutsallığını ortadan kaldırır. Yarın öbür gün ezilenler, topraklar nasıl kamulaştırıldıysa fabrikalar ve üretim araçları da olabilir. Niye olmasın diyebilir. Ayrıca, burjuvazi, egemen bir sınıf olarak, diğer egemen sınıflarla ittifak etmek zorundadır. Bu durumda, kapitalizmin mantığı açısından toprakların kamulaştırılması, burjuvazinin Toprak sahiplerine Toprak Rantı denen haracı vermekten kurtulması gerekirken, dünyanın hiçbir yerinde burjuvazi böyle bir girişimde bile bulunmamıştır.
Ama o zaman kapitalizm öncesi ilişkilerle kapitalizm bir tür simbiyoz ilişkiye girer. Gerçek tarihsel hareketinde sermayenin hareketi çarpılır. “Sermayenin Gerçek Tarihsel Hareketi” derken bunu kastediyoruz. Bu gerçek tarihsel hareket örneğin kapitalist bir merkezden, kapitalist olmayan bir çevreye doğru yayılarak; kadının zaten baskı altında olduğu koşullarda vs. gerçekleşir ve tıpkı toprak rantında olduğu gibi Kapitalizm bu eski biçimlerle bir tür simbiyoz bir ilişkiye girer. Hem kendisi, hem de bu simbiyoz ilişkiye girdiği kapitalizm öncesi baskı ve sömürü biçimleri değişir. Ortaya bambaşka bir sistem çıkar.
Elbette bunun temelinde sermayenin genel olarak kar amacı vardır. Karın ille de kapitalist biçimde artı değer üretimi içinde elde edilmesi gerekmez. Örneğin işgücünün üretiminin ve yeniden üretiminin sosyal masraflarını azaltan, dolayısıyla artı değer oranını yükselten her şeyle otomatik olarak bir türlü simbiyoz ilişkiye girer kapitalizm Kadın ev işi emeğinde olduğu gibi.
Özetle, sermaye gerçek tarihsel hareketinde bir tür çarpılmaya uğrar. Sermayenin yeniden üretimi için, kapitalist olmayan bir çevre gerekmeyebilir ama gerçek tarihsel hareket, kapitalist olmayan bir çevreye doğru yayılış biçimindedir. İnsanların solucanlar gibi olduğu bir dünyada da kapitalizm mümkündür, hatta daha saf ve mükemmel bir kapitalizm olur bu ama gerçekte kadının ezildiği bir dünyada bu kadının ödenmemiş emeğinin kar oranlarını yüksek tutmasını sağlar.
Böylece kapitalizmin özünden doğmayan, ama onun gerçek tarihsel hareketinin sonucu olan yeni baskı ve sömürü biçimleri ve bunlara karşı bir direniş ve özneler ortaya çıkar.
Bu öznelerin mücadelelerinin başarısı, kapitalizmin ortadan kalkması gibi bir sonuç vermez. Aksine kapitalizme daha büyük bir esneklik kazandırır. Zaten tam da kapitalizmin özünden doğmadıkları için, başarıları böyle bir sonuca yal açar. Kapitalizmin o dillere destan esnekliğinin özünde bu vardır.
Burada şunu da belirtelim ki, bu baskı biçimleri, otomatikman bu öznelerin (“Yeni Sosyal Hareketler”in) çıkmasına yol açmayabilirdi. Eğer işçi hareketi ve sosyalizm, demokratik niteliklerini yitirmeseydi, tıpkı 60’ların Türkiye’sinde ve daha önce genel olarak sosyalist harekette olduğu gibi, ayrı bir özne olarak değil; sosyalist ve işçi hareketi içinde de bu baskı biçimlerine karşı mücadele ediliyor olabilirdi. Şimdi bir bakıma hedef, bu ayrılığın gerçekleştiği koşullarda yeni baştan ve daha bilinçli olarak bu birliği yeniden oluşturmaktır.
Yani “Toplumsal Aidiyetler ve Sınıf Mücadelesi İlişkisi” özünde, işçi hareketinin ya da sosyalist hareketin kendi yanlışları karşısında gerilemesi; tarihsel ölçekte büyük bir özeleştiri yapmasından ve eski birliğe yeni baştan ama çok farklı bir düzeyde ulaşma çabasından başka bir şey değildir.
*
Şimdi,  kimlik veya toplumsal aidiyet veya Yeni Sosyal Hareketler olarak ifade edeceğimiz sorunlar ve hareketler ile işçi sınıfının hareketinin verili durumdaki ilişkisine gelelim.
Birincisi, bu ilişkide işçi sınıfı ve köylülük ilişkisi gibi bir ilişki söz konusu değildir.
İkincisi bu hareketler her ne kadar kapitalizmin özünden doğmasa da, kapitalizme bağlı olarak var olur ve ortaya çıkarlar. Kadının üzerindeki baskı kadın hareketini yaratmaz; kapitalist toplumda kadının üzerindeki baskı bir kadın hareketine yol açar.
Yani bu basık biçimleri veya kimlikler tüm sınıfları keserler. Aslında bu yepyeni olanaklar kadar yepyeni tehlikeleri de içerir.
Şimdi bu hareketlerin işçi sınıfı hareketiyle ilişkilerinin tarisel tecrübesine bakalım. İşçi hareketi, bu hareketlerde önceleri kendisini bölen bir düşman görür. Ama sadece işçi hareketi böyle değildir: Bizzat bu hareketlerin kendisi de gerek işçi hareketini gerek diğer hareketleri kendisini bölen bir düşman olarak görür.
Sonra bir kabullenme. Ve son olarak da karşılıklı bir bürokratlaşma ve kurumsallaşma görülmektedir.
Peki işçi hareketinin bu hareketlerle ilişkisi ne olmalıdır?
İşçi hareketi her şeyden önce, bu hareketleri yaratan sorunlrı kendi bayrağına azmak zorundadır.
Ama aynı zamanda bu hareketleri de örgütlemek zorundadır.
Ama aynı zamanda bu hareketlerin içinde sosyalist ve işçi bir kanadı da oluşturmalıdır.
Burada müsaade edilirse, 2004 yılında yayınlanan “Tersinden Kemalizm” adlı kitabımda, Yeni Sosyal Hareketler ve İşçi Hareketinin ilişkilerinin nasıl olması gerektiğine dair uzun bir bölümü aktarmak istiyorum.

“Yeni Sosyal Hareketler”in Sorunları ve Dersleri


Yeni sosyal hareketler saf bir kapitalizmde olmayacak; kapitalist üretimin kendi iç mantığının ürünü olmayan hareketlerdir; onlar sermayenin saf hareketinin somut tarihte uğradığı çarpılmaların sonucu olarak ortaya çıkarlar.
Örneğin atmosferin olmadığı bir ortamda da bir taş bırakıldığında artan bir hızla düşer. Taşın böyle her türlü sürtünmeden, o saflığı bozucu etkilerden azade olarak düşmesiyle kıyaslanabilir saf bir kapitalizm. Ama hareket, bir gaz içinde gerçekleştiğinde bir çok çarpılmalar ortaya çıkar. Atmosferin direnciyle taşın düşüş hızında değişmeler olur. Öte yandan taş da düşerken atmosferde bir çok girdapların oluşmasına yol açar. Bu girdaplar da bizzat yine taşın düşüşü üzerinde ek bir karşı etki yaratırlar vs.. Diğer yandan cıva buharından bir atmosferde bu direnç farklı olur; oksijen ve azottan bir atmosferde farklı.
İşte Marks’ın Kapital’deki analizi, sermayenin hareketini incelemesi, atmosfersiz bir ortamda yere bırakılan bir taşın hareketini incelemek gibidir. Bu nedenle Marks’ın analizi hiçbir şekilde, yeni sosyal hareketleri öngörmez.
Ama gerçek tarihsel hareketi içinde sermaye de tıpkı atmosferi olan bir ortamda bir taşın düşmesi gibi, bir takım sürtünmelere uğrar. Hareket çarpılır ve öte yandan tıpkı taşın da atmosfer üzerinde etkilerde bulunması gibi, kendisi üzerinde çarpıtıcı etkide bulunan koşullar üzerinde de bir karşı etkide bulunur.
Saf kapitalizmin mantığı açısından sadece iki temel sınıf vardır ve bu kapitalizmin olmazsa olmaz koşuludur: sermaye sahipleri ve işgücünü satan özgür işçiler.
Halbuki gerçek tarihsel harekette bir çok başka özneler de görülür.
İlk elde kapitalizm öncesi üretim ilişkilerinin ürünü olarak veya modern üretimle dolaylı ilişkiler içinde ortaya çıkan tabakalar. Bunlara bir bütün olarak küçük burjuvazi denmektedir. Köylüler, esnaflar, zanaatkarlar gibi, geçmiş üretimin yadigarı olan küçük üretmenler ile; memurlar, denetleyiciler gibi modern üretim sürecinin doğrudan ürünü olmayan küçük burjuva tabakalar. Bir de kapitalizm öncesine ait egemen sınıflar, tefeci-bezirganlar ile toprak ağaları da zikredilebilir.
Klasik Marksist literatür, esas olarak bu ilişkileri inceler. Burjuvaziye karşı, küçük burjuvaziyle ittifak, bu ittifakın mekanizmaları, ilişkileri, programı vs.. Klasik Marksizm’in strateji tartışmalarının özü budur.
Ama dikkat edilirse bütün bu literatürde, farklı sınıfların ilişkileri söz konusudur. Yani işçi sınıfının dışında başka bir güç vardır; küçük burjuvazi ve köylülük. Sorun bu güç ile işçi sınıfı ve hareketinin ilişkileridir. Bu özneler, sermayenin hareketinin çarpılmasının sonucu olarak, modern kapitalist ilişkilerin sonucu ortaya çıkmazlar. Sermaye olmadan önce de vardırlar. Bir bakıma birbirinin yanı sıra var olan iki farklı üretim ilişkisindeki, egemen ve ezilen sınıflar ilişkisiyle ilgilidir bunlar.
Yeni sosyal hareketlerde ise, bu klasik literatürde tartışılan, farklı sınıflar arasındaki ittifak ilişkileri değildir söz konusu olan. Çünkü bu yeni sosyal hareketin özneleri, geçmiş bir üretim biçiminin yadigarı olarak değil; sermayenin çarpılması dolayısıyla ortaya çıkarlar. Tamamen modern hareketlerdir bunlar, sermaye dolayımıyla, onun gerçek hareketi dolayımıyla ortaya çıkarlar.
Örneğin kadınlar binlerce yıldan beri ezilirler, ama bir sosyal hareket olarak bir kadın hareketi, kapitalizmin geliştiği ülkelerde ortaya çıkmıştır.
Benzer şekilde, örneğin Alevilik tarih boyunca hep ezilen sınıfın partisi de olmuştur. Ama bir sosyal hareket olarak Alevi hareketinin, tarihteki bu ezilmeyle bir ilgisi yoktur. Bu hareket, modern toplumdaki ezilmenin bir ürünüdür. Modern sosyal hareket olarak Aleviliğin, tarih boyunca ezilmekle ilişkisi tamamen tesadüfi bir ilişki ve çakışmadır. Pek ala tarih boyunca hiç de ezilenlerin bayrağı olmamış, aksine egemen sistemin ifadesi olan bir din de bugün pek ala ezilenlerin bir sosyal hareketinin bayrağı olabilir. Bir yeni sosyal hareket olarak politik İslam bir çok yerde böyledir örneğin. Pekala Alevilik de Sünnilik gibi devletin desteklediği ve imtiyazlı bir din durumunda da olabilirdi. Örneğin Suriye’de Aleviler bu durumda sayılabilirler.
Ya da, tarih boyunca, kavimler başka kavimleri baskı altına almıştır. Ama bunlar hiç bir zaman ulusal kurtuluş hareketlerine yol açmamıştır. Modern ulusal kurtuluş hareketlerinin kendilerine tarihten kaynaklar aramaları, onları yaratmaları ve onlara bugünkü anlamlarını vermeleri bu gerçeği değiştirmez.
Açıktır ki, yeni sosyal hareketler denen özne, gerek program, gerek strateji, gerek örgüt bakımından, örneğin bir köylülükten tamamen farklı özellikler taşımaktadır.
Bunlar saf kapitalizmdeki çarpılmanın ürünleri olduğundan, hedeflerine ulaştıklarında sermayenin hareketini saf biçimine daha yaklaştırmış, yani kapitalizme bir tazelik ve dinamizm kazandırmış olurlar. İster ulusal kurtuluş hareketleri, ister siyah, ister kadın, ister gençlik hatta ekoloji hareketleri göz önüne alınsın, bunların belli başarılar kaydettiği her yerde, kapitalizm daha dinamik, daha modern, daha esnek olmuştur. Gençlik aşısı yemiş gibi olmuştur.
Aynı şey Alevilik için de geçerlidir. Diyelim ki Alevi hareketi, devletin Aleviliği de tanıması gibi laiklikle ilgisi olmayan ve ona çok uzak bir hedefi değil de gerçekten laiklik, yani devletin inançlara hiçbir şekilde karışmaması hedefine ulaştı. Bu Türkiye’deki kapitalizme bir gençlik aşısı olur ve canlılık verir.
Ne var ki, bu hareketler bir kere ortaya çıktıklarında bir başka dinamizmi de harekete geçirirler: radikalleşme ve anti-kapitalist hedeflere doğru yönelme eğilimi gösterirler. Hedefleri hiç de radikal olmasa bile, özünde kapitalizmi sorgulamasa bile, yolun kendisinde, mücadelenin içinde bir radikalleşme ve kapitalizmi sorgulama eğilimi gösterirler.
Niçin ve nasıl böyle bir eğilim gösterirler?
Birincisi, bu hareketleri yaratan, kapitalizmdeki çarpılmaydı. Bu çarpılmaya karşı hareket ister istemez, kapitalizmle de karşı karşıya gelir; onun somut çarpılmış biçimine karşı çıkış, somutta var olan egemen sınıfa bir karşı çıkış halini alır. Bu özellik onların, kapitalizm dolayımıyla var olmalarından kaynaklanır. Soyut olarak kapitalizme karşı olmamalarına rağmen, somut ilişkiler içinde böyle bir eğilim gösterirler.
Ama bu sosyalizme doğru eğilimi yaratan onların yapısı ve mücadelenin bu yapı temelinde gelişen dinamiğidir. Bunu biraz açıklayalım.
Yeni sosyal hareketleri yaratan neden, iktisadi ilişkiler içindeki konum değildir. Bu nedenle bu hareketler sınıf hareketi değildir ve bu hareketlerde bütün sınıflar bulunurlar. Kadın hareketinde bütün sınıflardan kadınlar yer alır. Ulusal harekette bütün sınıflardan o ulusal baskıya uğrayanlar yer alır. Bu klasik Marksist[1]ve işçi hareketinin yüzleşmediği ve tartışmadığı, yeni bir durum ve olgudur.
Klasik bir örnek olduğu için kadın hareketini göz önüne getirelim. Bu hareket içinde, bütün sınıflardan kadınlar yer almaktadır. Çünkü ister işçi, ister küçük burjuva, ister işveren olsun bütün kadınlar kadın oldukları için bir şekilde baskı altında bulunmaktadırlar.
Bu olgu, daha önce yüzleşilmemiş bir sorunu gündeme getirir. Klasik farklı sınıflar ilişkisinde, sosyalistlerin ya da işçi hareketinin görevi, diğer sınıfı örgütlemek değildir. Onunla ayrı bir özne olarak ilişki kurulur ve bunun sorunları tartışılır.
Yani sosyalistler ya da işçi sınıfı, örneğin bir köylü hareketi örgütlemek gibi bir hedef ve çaba içinde olamaz (bunu zaten köylüler kendilerine sosyalist diyerek yaparlar). Köylüleri sosyalist yapmaya çalışmak, köylülerin sosyalist olmasıyla değil, sosyalizmin köylü sosyalizmi olmasıyla sonuçlanır. Zaten köylüleri sosyalist yapmaya kalkan sosyalistler de köylü hareketini örgütlemiş olurlar nesnel olarak.
Halbuki yeni sosyal hareketlerde tamamen farklı bir ilişki söz konusudur. Örneğin kadın hareketinin, ulusal veya ırksal baskıya karşı hareketlerin önemli bir bölümü, hatta esası işçilerden oluşur. Bu nedenle, işçi hareketinin veya sosyalizmin bu hareketle ilişkisi klasik işçi köylü ittifak ilişkisi gibi ele alınamaz. Sosyalist hareketin, işçi hareketinin kendisi bizzat bu hareketin içindedir ve içinde olmak zorundadır.
Böylece klasik sosyalist ve işçi hareketinin karşılaşmadığı başka bir durum ortaya çıkar. Sosyalistler ya da işçi hareketi, bu hareketleri örgütlemek; onlar içinde sosyalist bir eğilim oluşturmak; bu hareketlerin öncüsü olabilmek için çalışmalıdırlar. İşçi hareketi ya da sosyalist hareket kendisine böyle bir görev koymasa bile, sınıfların eğilimleri her zaman kendini ifade edecek bir damar bulduklarından, bu hareketler içinde bütün sınıfların, dolayısıyla işçilerin eğilimleri de bir şekilde ifadesini bulur. Ama bu hareketlerin içinde işçilerin eğilimleri de ifadesini bulunca, o giderek kapitalizmi sorgulama; sosyalizmi yeniden keşfetme eğilimi gösterir.
Ama bu kapitalizmi sorgulama eğilimi, kendini genellikle, o yeni sosyal hareketin mücadelesinin mantığı aracılığıyla ortaya koyar ve radikalleştikçe bu noktaya doğru gelişir.
Mekanizma aşağı yukarı şöyle işler: başlangıçta o özgül baskı biçimin karşı bir direniş ve sosyal hareket ortaya çıkar. İçinde bütün sınıflar ve onun eğilimleri henüz kristalize olmamış ve ayrışmamış bir biçimde vardır.
Bu sınıfların eğilimleri giderek farklı programlar ve stratejiler biçiminde ortaya çıkmaya başlar. Bir tarafta genellikle, hareketi sırf kendi sorunları ve reformist karakterdeki talepleriyle sınırlayanlar, diğer tarafta, yeni müttefikler ve güçler bulmak için diğer toplumsal baskı biçimlerine de yönelenler ve böylece giderek bütün sistemi sorgulayan bir programa doğru eğilim gösterenler. Ve giderek bir süre sonra bu eğilimler arasında bir ayrışma başlar. Benzer eğilimler her hareketin içinde gerçekleştiğinden, her hangi bir sosyal hareketin içinde, diğer hareketleri yaratan sorunları sorun edenler ve sistemi sorgulama eğilimi gösterenler, diğer hareketlerdeki benzer eğilimi gösterenlerle bir ortaklık ve beraberliğe; giderek başlangıçta o özgül baskıya karşı olarak yola çıktıklarıyla kopuşa doğru giderler.
Bu eğilim bütün hareketlerde görülür. Sadece somut tarihsel tecrübede hepsinde aynı ölçüde gelişmemiştir. Ama Siyah hareketi gibi, gerçekten modern bir toplumda, Amerika’da doğmuş ve büyük ölçüde işçilere dayanmış bir harekette işçilerin, işçi sınıfının bu eğilimi, tam da bu biçimde ortaya çıkar.
Kuzeyin sanayi bölgelerinin Malcolm X’i ile, Güney’in köleci geleneklerinin güçlü olduğu bölgelerin Martin Luther King’i başka yollardan bu noktaya, tam da bu sonuca gelmişlerdir. Bir bakıma, biri İslamiyetten, diğeri Hıristiyanlıktan hareketle sosyalizmi yeniden keşfetme noktasına gelmişlerdir.
Malcolm X radikalleştikçe, sırf siyahların sorunlarına hapsolmayı aşmış, tüm ezilenlere hatta dünya çapında ezilenlere ilişkin bir program ve strateji noktasına yaklaşmış, bu da onun siyah Müslümanlar hareketinden dışlanması ve sonunda öldürülmesini getirmiştir.
Benzerini King de yaşar, o da giderek, tüm ezilenlerin mücadelelerini birleştirme ve onların taleplerini kendi bayrağına yazmaya doğru bir evrim geçirir. Örneğin öldürüldüğü gün, siyahların önderi olarak bir işçi grevini desteklemeye gitmekte, yani siyah hareketi olarak işçi hareketinin taleplerine de sahip çıkma noktasında bulunmaktadır[2].
Özetle, yeni sosyal hareketler tüm sınıflardan insanları kapsadıkları için, bu sınıfların eğilimleri o hareketlerde ifadesini bulur ve o hareketlerin içinde bir sınıf mücadelesi de var olur. Bu sınıf mücadelesinde işçilerin eğilimi, radikal taleplere yönelme, yeni ittifaklar kazanma dinamiği ile, tüm toplumdaki ezilenlere ilişkin bir program oluşturma dinamizmi aracılığıyla kapitalizme karşı olma karakteri gösterir.
Ama sorun sadece sınıfların eğilimlerinin yeni sosyal hareketler içinde ifadesini bulması değildir, bu hareketler de sınıfların veya sınıf hareketlerinin içinde aynı zamanda ifadelerini bulurlar.
Örneğin köylü hareketi işçi hareketinin içinde olmaz. Dolayısıyla, işçi hareketinin içindeki köylü hareketiyle ilişkiler gibi bir sorun da olmaz. Ama yeni sosyal hareketlerde bütün bu hareketler işçi hareketinin içinde de vardırlar. Örneğin kadın hareketi aynı zamanda sendikalar, işçi partileri içinde de ortaya çıkar. Kadınların uğradıkları özgül baskılara ve bu baskılar karşısındaki körlüğe karşı kadınların ayrı talepleri, özerk örgütlenmeleri ortaya çıkar.
Ve nihayet sadece sınıflar ve hareketleri içinde yeni sosyal hareketler; yeni sosyal hareketler içinde sınıfsal eğilimler değil; aynı zamanda yeni sosyal hareketler içinde, yine bizzat yeni sosyal hareketlerin eğilimleri ortaya çıkar.
Yani örneğin kadın hareketi içinde bu sefer Siyah hareketinin ifadesi, Siyah kadınların beyaz kadınlara karşı duruşu olarak; veya Siyah hareketi içinde, kadın hareketinin, onun erkek ve seksist karakterine karşı Siyah kadınların direnişi olarak ortaya çıkması gibi.
Görüldüğü gibi, yeni sosyal hareketlerin birbirleri ve işçi hareketiyle, bir ağ gibi kesişen ilişkileri söz konusudur. Ve bütün bunlar hep, bu hareketlerin kendi içine kapanma, kendilerini sırf kendi sorunlarıyla sınırlama eğilimine karşı; tüm toplumsal baskı biçimlerine karşı olma gibi bir eğilimi beslerler. Bu ilişkiler de ister istemez, bu hareketler özünde bütünüyle sermayenin gerçek tarihsel hareketinin ürünü olmalarına ve kapitalizmi değil, onda kendilerini yaratan çarpıklığı sorgulama karakterinde olmalarına rağmen, fiilen anti kapitalist bir eğilimi güçlendirir.
İşçi hareketi veya sosyalist hareket, sermayenin gerçek tarihsel hareketini anlayamadığı gibi, bu yeni sosyal hareketler karşısında da tam anlamıyla anlayışsız ve düşmanca bir tavır içinde olmuştur. Ama bu da bizzat işçi hareketinin, devrimci karakterini yitirmiş olmasıyla, yani tüm toplumdaki gayrı memnunların sorunlarını sorun etmemesiyle ilgilidir; işçi hareketine damgasını vuran ekonomizmin bir yansımasıdır[3].
İşçi hareketi, kadın hareketinin, siyahlar hareketinin sosyalist ve işçi hareketini böldüğünü; onu hedeflerinden saptırdığını düşünmüştür. Kendi içindeki kadın ve siyahların özerk örgütlenmelerini bölücülük girişimleri olarak algılamıştır.
Daha sonra bu hareketler güçlenip de, artık tehdit ve yasaklarla onları engellemek mümkün olmayınca, bu sefer tıpkı egemen sınıflar gibi taktik değiştirilmiş, bu hareketlerin entegrasyonu ve kısırlaştırılmasına gidilmiştir. Sendika veya partilerde kadınlara özerk bölümler açılmış, kadın üyeler için kotalar ayrılmıştır örneğin. Artık bildirilerin dilleri değişmiş, cins ayrımcısı ifadeler terk edilmiş, “politik korrekt” olunmuştur. Ama özünde değişen bir şey de olmamıştır. Sadece ayrımcılık çok daha ince biçimlere bürünerek devam etmiştir.
İşin kötüsü bu sadece işçi hareketinde böyle olmadı. Bizzat bu hareketlerin kendileri de işçi sosyalist hareketin tüm zaaf, körlük ve bürokratikleşmesini çok daha hızlı ve derin olarak yaşadılar. Yani bütün bu hastalıklar bizzat bu hareketlerin içinde de ortaya çıktı. Bu hareketin kazanımları veya organlarından yaşayan bir bürokratlar tabakası işçi örgütleri veya burjuva toplumuyla ilişkiler içinde sistemin dayanakları haline dönüştü.
Ne var ki, bütün bu bu nareketler vekazanımlarına rağmen, ne işçilerin sömürüsü, ne kadınların ezilmesi, ne ırkların ve ulusların ezilmesi ne çevrenin tahribi durmuş veya azalmış değildir. Bu günkü durgunluk, toplumsal mücadeleler tarihinde her zaman görülen med ve cezirlerden biridir ve nesnel nedenler ortadan kalkmadığından yarın öbür gün bu hareketler bugünden ön görülemeyecek biçimlerde yine ortaya çıkacaklardır.
Bu günkü iniş dönemi bu hareketlerin tarihsel deneylerinin sistemleştirilmesi ve sorunlarının tartışılması için değerlendirilmesi gereken bir boşluktur aslında.
İşçi hareketi ve sosyalist hareket, bu hareketlerle ilişkileri ele alan, bütün programatik, stratejik ve örgütsel sorunları gözden geçiren bir strateji tartışması yaşamış değildir. Bugün hareketlerin kendisi ortada görülmediğinden bir sorun yokmuş veya sanki sorunlar çözülmüş gibi görünmektedir ama aslında sorunların hepsi olduğu yerde durmaktadır.
*
İşçi ve sosyalist hareketin bu hareketlerin tarihsel deneyinden çıkaracağı dersler nelerdir? En önemlileri şöyle sıralanabilir:
1) İşçi hareketi veya sosyalistler, bu hareketlerin içinde ve oluşumunda yer almalı ama aynı zamanda bu hareketler içinde devrimci ve sosyalist bir eğilimin program, strateji ve taktiklerini şekillendirmelidirler.
2) İşçi hareketi bu hareketleri yaratan sorunlara ilişkin programı kendi bayrağına yazmalı ve kendi içinde bu özgül baskıya karşı körlüklere karşı otonom hareketleri desteklemelidir.
Bu iki temel ders ve yol aslında birbirini tamamlamaktadır. Tarihsel deney bunlardan biri olmadığında diğerinin olmadığını da göstermektedir. Aslında bütün bunlar devrimci işçi hareketinin unutulmuş bir ilkesinin yeniden hatırlatılmasından başka bir şey de değildir.
Bu şöyle özetlenebilir: işçi hareketi, devrimci bir işçi hareketi olabilmek için, işçi hareketi olmaktan kurtulmak; işçi hareketi olmaktan çıkmak; toplumdaki tüm gayrı memnunları toplayacak bir hareket olmak zorundadır.
Yani işçiler, köylülerin, kadınların, ezilen ulusların, ırkların, cinslerin taleplerini kendi bayraklarına yazıp onlar için mücadeleye girmedikleri takdirde, işçi hareketi bir sendika ve parti bürokratları hareketi olarak kalır; bir reformist burjuva hareket olmaktan öteye gidemez.
Ve diğer ezilenlerin taleplerini kendi bayrağına yazmayan bir hareket, aynı zamanda sırf kendi sorunlarına yoğunlaştığından, toplumun diğer ezilenlerinin mücadelesiyle kendi mücadelesini birleştiremez, dolayısıyla tecrit olur ve yenilgiye mahkum olur.
Ama yeni sosyal hareketlerin tarihine baktığımızda, aynı şeyin yeni sosyal hareketler için de geçerli olduğu görülür. kadın hareketi, kadın hareketi olmak için, kadın hareketi olmaktan çıkmak zorundadır; ezilen ulusların, dinlerin, ırkların hareketleri gerçekten öyle olmak için ezilen ulus, din ve ırk hareketleri olmaktan çıkmak, toplumdaki tüm gayrı memnunların taleplerini bayraklarına yazmak zorundadır. Yani nasıl işçi hareketi, işçi hareketi olmaktan çıkmak zorundaysa ve ancak işçi hareketi olmaktan çıktığı takdirde işçi hareketi olabilirse, aynı şekilde örneğin Kürt hareketi, Kürt hareketi olmaktan; kadın hareketi, kadın hareketi olmaktan; Alevi hareketi, Alevi hareketi olmaktan çıkmak zorundadır. Ve ancak bunu yaptıkları takdirde Küt, kadın ya da Alevi hareketi olabilirler.
Ve tarihsel deney tam da şunu göstermektedir: bu hareketlerin her birinin içinde, burjuva kanatlar, tıpkı işçi hareketi içindeki burjuva sosyalist kanat gibi, yani sendika ve parti bürokratları kanadı gibi, bu hareketlerin taleplerini sırf kendileriyle sınırlamak, farkı toplumsal ve sınıfsal eğilimlerin varlığını bölücülük olarak; hareketin hedeflerinden saptırılması olarak görmek eğilimindedirler.
Yani bir sosyalist bir yandan işçi hareketi içinde, örneğin bağımsız bir kadın hareketini ve onun otonom örgütlenmelerini ve kadınların mücadelesinin taleplerini işçilerin kendi bayraklarına yazmalarını savunurken; diğer yandan bu bağımsız kadın hareketi içinde, kadın hareketinin, gerçekten hedeflerine ulaşmak için, mücadelesini değir ezilenlerin mücadelesiyle birleştirmek gerektiğini; kadın hareketinin diğer ezilenlerin sorunlarını kendi programına alması gerektiğini savunmalıdır.
Böylece, diyalektik olarak birbirini tamamlar bu çabalar. Kadın hareketi içinde işçilerin ve diğer ezilenlerin taleplerini savunduğunuzda, işçiler, ezilen uluslar, dinler vs. sizin yanınıza geleceklerdir. Böylece kadın hareketi içinde bütün ezilenleri toplayan devrimci bir kanat oluşacaktır. Kadın hareketi içinde bir kopuşma yaşanacaktır.
Aynı gidiş tersinden işçi hareketi içinde de olur: işçi hareketi içinde, kadınların, ezilen ulusların, dinlerin taleplerini savunduğunuzda, işçi hareketindeki sendikalizm ve ekonomizmle karşı karşıya gelirken bu sefer o hareket içinde ve dışında bunlar sizleri destekleyeceklerdir.
Bunlar her zaman o hareketler içinde burjuvaziyle kopuşma demektir; o hareketlerin bürokrasisiyle kopuşma demektir. Yeni sosyal hareketlerin tarihi, işçi hareketinin bu eski ilkesini aynen doğrulanmasının ve yeniden keşfedilmesinin tarihidir.
Ama dediğimiz gibi, bütün bu talepler aslında, kapitalizm için ideal koşullar demektir. Bu da fiilen şu anlama gelir: Yeni sosyal hareketleri yaratan taleplerin bütün bu hareketleri birleştirecek bir program içinde birleştirilmesi, fiilen ideal bir kapitalizm talebidir başka bir şey olmaz.
Yani gerçek bir laiklik; kadınlara tam bir eşitlik; ulusun tanımından her türlü, dili, dini, soyu, kültürü dışlamak; tam bir demokrasi, fikir ve örgütlenme özgürlüğü gibi tüm talepler özünde demokratik cumhuriyet ve ideal bir kapitalizm programından başka bir şey değildir.
Şimdi kısaca böşyle bir ideal kapitalizm ve Demokratik Cumhuriyet programının bu farklı sosyal hareketlerin taleplerini birleştirme imkan ve gereği üzerinde kısaca duralım.
Örneğin işçi hareketi içinde, işçileri sırf işçilere ilişkin ekonomist mücadeleyle sınırlayanlara karşı mücadele edip, Kürtlerin, Alevilerin, kadınların hakları ve uğradıkları özgül baskıya karşı işçileri mücadeleye çağırdığınızda ve bunlar için bir program ortaya koyduğumuzda; bu aynı zamanda, bir demokratik cumhuriyet programından başka bir şey olmaz. Çünkü ulusun tanımından her türlü dili, dini, etniyi dışlamak otomatikman bu özgül baskıları ortadan kaldırır. Kürtler içinde işçilerin, kadınların, Alevilerin mücadelesinin hedeflerini bayraklarımıza yazalım diyenlerin konumu güçlenir. Aleviler içinde de aynısı olar.
Aleviler içinde Kürtlerin taleplerine; Kürtler içinde Alevilerin taleplerine sahip çıkalım diyenlerin konumunun güçlenmesi, aynı zamanda hem karşılıklı olarak hem de diğer hareketler içinde devrimci demokratik programın gücünü ve etkisini yükseltir. Yani ortaya kendini besleyen bir süreç çıkar.
Ama bütün bunların, bu dereciklerin bir tek nehirde birleşmesi ve birbirini desteklemesi, ancak tüm bu farklı öznelerin taleplerini bir tek sistematik bütün içinde toplayan bir programla mümkün olur.
Böylece demokratik cumhuriyet olarak ifade edilebilecek parola ve programın, bu hareketler içindeki dar görüşlülüğe karşı mücadele için muazzam pratik ve hayati önemi ortaya çıkar. Yani işçi hareketi içinde, Alevilerin, Kürtlerin, kadınların, haklarını savunmak aslında, demokratik cumhuriyeti savunmak olabilir. Ayın şekilde, Kürt ya da Alevi hareketi veya kadın hareketi içinde, demokratik cumhuriyeti savunmak aynı zamanda bunların içinde diğerlerinin talep ve mücadelelerini savunmak demektir.
Böylece, birbirine karşı kullanılan bütün muhalif hareketlerin bir tek bütün içinde, bir tek siyasi hareket içinde birleşmesinin temel şartı ortaya çıkar.
Bütün bu farklı baskı biçimlerini yaratan ortak şeyin ne olduğu sorununa gelince, sermayenin gerçek tarihsel hareketine, yani başlangıçtaki çıkış noktasına geliriz. Demokratik cumhuriyet ise, sermayenin ya da kapitalizmin ideal siyasi formudur soyut olarak.
Ama demokratik cumhuriyet de tıpkı bu yeni sosyal hareketlerin tüm baskı biçimlerine karşı bir dinamik taşıması gibi, içinde bunu aşacak bir dinamik taşır[4].” (“Tersinden Kemalizm, (İsmail Beşikçi’nin Eleştirisi) Alevilik, Din, Ulus, bilim ve Politika Üzerine”, Demir Küçükaydın)
İşte programatik ve stratejik olarak böyle.
Bu konuları henüz Türkiye’de bu konuların hiç birinin tartışılmadığı 1980’li yılların sonlarında geliştirdik.
1990’lardan sonra İnternette emre amade kıldık.
2005’te Türkiye’de yayınlanan kitaplarımızda yer aldı.
Şimdi burada tekrarlıyoruz.
Ama bu toplantıyı tertipleyen Halkların Demokratik Kongresi’nin ne gündemine aldırabildik ne de tartışmaya sunabildik.
Bütün girişimlerimiz bürokratik bir keyfilikle engellendi.
Yine de ilk kez bu olanak verildiği için teşekkürler.
25.04.2012
Demir Küçükaydın




[1] Aslında Yeni sosyal hareketlerin yeni olmadığını, ulusal kurtuluş hareketlerinin de yeni sosyal hareketlerle aynı ortak karakteristiklere sahip olduğuna önceden değinmiştik. Bu anlamda farkına varmadan ulusal kurtuluş savaşları bağlamında, bilincinde olmadan yeni sosyal hareketlerde bütün sınıfların olmasının ortaya çıkardığı sorunları ele alma elbette Marksist gelenekte vardır. Ama düşüncenin akışını bozmamak için şimdilik bunu bir kenara bırakıyoruz.
[2] Benzer eğilimler bütün yeni sosyal hareketlerde görülür. Altmışlardaki gençlik hareketi başlangıçta üniversitelere ve öğrencilere ilişkin taleplerle başlamış bir süre sonra, tüm toplumdaki ezilenlerin mücadele hedeflerini bayrağına yazmıştır. Hatta Türkiye’deki altmışlardaki işçi hareketi ve Türkiye İşçi Partisi bile bu eğilimi doğrular. O işçi hareketi, tüm ezilenlere yönelik bir program ortaya koyduğunda, yani İşçi Partisi’ni kurduğunda, toplumdaki tüm gayrı memnunlar için bir çekim merkezi olabilmiştir.
Aslında Türkiye’de altmışların bütün dinamizmini yaratan da, yeni sosyal hareketlerin ve işçi hareketinin, bilinçsiz bir biçimde, tüm diğer ezilenleri kapsayan demokratik karakterli programlara sahip olmasıydı.
Altmış ve yetmişlerdeki Türkiye sosyalist hareketinin hemen sadece Kürt, Alevi ve kadınlardan oluşması bir çok kişinin dikkatini çekmiştir. Bunlar bu hareketin içinde sonradan oldukları gibi, Kürt, Alevi ya da kadın kimlikleriyle değil sosyalist olarak yer alıyorlardı. Kendilerini sosyalist olarak tanımlamalarına rağmen, onlar aslında bu özgül baskılara karşı tepkinin bir ifadesiydiler.
Bu hareketler o zaman doğrudan devrimci ve demokratik programlar etrafında birleştiğinden, yani bir Kürt, bir Alevi, bir kadın olarak mücadelesinin sonunda varacağı yere daha başlangıçta varmış olduğundan, tüm bu yeni sosyal hareketler bir tek sosyalist hareket biçiminde ortaya çıkıyordu. Bu nedenledir ki, sosyalist hareket dağılınca, yani bu ortak ve devrimci demokratik program kaybedilince hepsi aslına rücu ettiler. Bu günün görevi, aynı sentezi bu sefer bir üst düzeyde, her biri hareketin içinden yola çıkarak gerçekleştirmektir. Yani kadınlar, Kürtler, Aleviler, işçilerin devrimci demokratik bir programa sahip olarak diğer sosyal hareketlerle ittifak kurmak isteyenleri, kadın, Kürt, Alevi, işçi hareketi içindeki, Alevici, Kürtçü, işçici ve kadıncılarla kopuşmak, onlara karşı mücadele etmek ve diğer hareketlerde aynı şeyi yapanlarla ortak bir program etrafında birleşmek zorundadır.
[3] Lenin’in Ne Yapmalı’da dediği anlamda Ekonomizm. Yoksa Ekonomizm kavramı son yıllarda, Stalinizme karşı açık bir tavır almaktan kaçınan merkezcilerin muz gibi ne niyetine yenirse o anlama gelen bir kavramı anlamında değil.
[4]Çünkü Engels’in de dkkati çektiği gibi, Demokratik bir Cumhuriyet aynı zamanda İşçi Sınıfının iktdarının özgül bir biçimi de olabilir.

Radikal Demokrasinin “Kürt Sorunu”nun Çözümüne İlişkin Programı

$
0
0
Çatışan toplumsal güçlerin mücadelesinde sorunların, güçlerin, şeylerin ve olayların nasıl adlandırılacağı da aynı zamanda bir çatışma konusudur. Çoğu kez bu adlandırmada kullanılan kavramlar aynı zamanda bir programı ima ederler.
Bu nedenle, çatışan güçler bir uzlaşma yolu arıyorlarsa, bu aynı zamanda sorunların, güçlerin, şeylerin ve olayların adlandırılmasında tarafların uzlaşabilecekleri bir dili de gerektirir çoğu kez.
Bu nedenle önce yukarıdaki başlığın böyle bir çabanın somut bir örneği olarak görülmesi gerekmektedir.
Yukarıdaki başlıkta “Kürt Sorunu” tırnak içinde kullanılmaktadır. Bunun anlamı şudur: Radikal Demokrasi  sorunu başka bir kavramla tanımlamaktadır ama bir uzlaşma noktası olarak bugünkü yaygın kullanımı kullanmayı kabul etmekte ve kendi adlandırmasında ısrar etmeyi gereksiz görmektedir.
Bu, görüşlerinden vaz geçtiği değil, ama “Galatı meşhur lügatı fasihten yeğdir” diyerek, sadece anlaşılır olabilmek için, bile bile yanlış konuşmayı kabul ettiği anlamına gelmektedir.
Elbette Radikal Demokrasi bu sorunu nasıl adlandırıyordu diye sorulabilir ve bu konu bu nedenle burada kısaca açılabilir. Böylece bir adlandırma sorunu çerçevesinde, hem adlandırmaların dayandıkları varsayımlar ve kendilerinde içkin programlar arasındaki ilişki gösterilebilir hem de bu vesileyle kendi adlandırma ve programımız açıklanabilir.
Türkiye’de Kürtlerin varlığını ve haklarını inkar edenlerin “Terör”, “Doğu” veya “Güneydoğu Sorunu” dedikleri; bu sorununun çözümünü Kürtlerin varlığının ve onlara bir takım hakların tanınmasıolarak görenlerin “Kürt Sorunu” dedikleri, sorunun adı: bizce Türk Sorunudur[1].
*
Sorunu “Terör” veya “Güneydoğu Sorunu”, yani hukuki, adli, kriminal, askeri veya coğrafi eşitsizlik problemi olarak tanımlamak, Kürtlerin ezildiği gerçeğini reddeder.
Gerçeği görmek istemeyen tüm duruş ve programlar gibi kısa vadede bazı başarılar kazanıyor gibi görülse de uzun vadede yenilgiye ve bu arada insanların çekeceği büyük kayıp ve acılara sebep olmaya mahkumdur.
Bu adlandırma ve program şu an epey güç yitirmiş bulunmakla birlikte, devlet içinde, belli bölgelerde (Özellikle Rum ve Ermenilerin katli ve sürülmesinin travmasını yaşayan, hem onların mallarına konmuş hem de ekonomik olarak tam da bu nedenle geri düşmüş bölgelerde) ve özellikle yine bizzat devlet güçleri tarafından örgütlenmiş, sosyolojik olarak da “Lümpen proletarya” diye tanımlanan[2]tabakalar arasında hala çok güçlüdür. Nufus içindeki gücünden çok daha büyük bir operasyonel gücü ve yeteneği bulunmaktadır. Bu eğilim ve programı, bugünkü Meclis’te esas olarak MHP tarafından temsil edilmektedir ama gerek CHP, gerek AKP içinde de hiç de küçümsenmeyecek dayanakları vardır.
Bunlar çözümün değil sorunun parçasıdırlar.
*
Kürt Sorunu” olarak tanımlayanlar, sorunu Kürtlerin varlığının ve haklarının tanınması olarak görmektedirler. Bu tanınma sağlandığı takdirde sonunun çözülmüş olacağını düşünmektedirler. Esas sorunun bu tanınmayı sağlayacak yol ve bu yola girebilmek için de silahların susmasının nasıl sağlanacağı problemlerine yoğunlaşmak gerektiğini savunmaktadırlar. Bu yaklaşımın en tipik örneği olarak, Cengiz Çandar’ın raporu zikredilebilir.
Bu adlandırma ve program, şu an hem Türk burjuvazisi (Laik ve Müslüman burjuvazi) hem de İşçi sınıfının ağırlıklı bir kesimi tarafından desteklenmektedir. “Devlet sınıfları”nın böyle bir programdan yana olan, inkar çizgisinden kabul çizgisine gelinmediği takdirde herşeyin yitirilebileceğini gören kesimi de bu çizgiyi desteklemektedir. CHP’deki Baykal’ın yerini Kılıçdaroğlu’nun almasınde sembolize olan değişim, Devlet içinde bu eğilimin güçlenmesinin ve politik bir güç de olma yolunda adımlar atmasının bir ifadesidir. Bu güçler aynı zamanda Alevilerin ve Şehir orta sınıflarının da desteğine sahiptirler ve uzunca bir süre inkarcı güçlerin yedeğinde kalmış Alevileri ve şehir orta sınıflarını bu programa çekmeye çalışmaktadırlar. Kılıçdaroğlu gerek Aleviliği gerek bir Bürokrat oluşuyla bu eğilimin somut bir örneği olarak görülebilir.
Öte yandan Kürt burjuvazisi de bu programı benimser ve bu nedenle sorunun “Kürt Sorunu” olarak tanımlanmasına hiçbir itiraz getirmez. Çünkü böyle adlandırmanın bizzat kendisinin Kürtlerin bir ulus olarak tanınması anlamına geldiğini ve geleceğini düşünmektedir[3].
“Şeytan ayrıntıda gizlidir” derler. Gerek Kürt gerek Türk burjuvazisi ve diğer güçler sorunun Kürtlüğün tanınması ve haklarının verilmesi olduğunda anlaşırlar ama bu hakların ve tanınmanın sınırları onların arasındaki esas  çatışma konusunu oluşturur.
Bu çatışmanın konusu Kürtlüğün tanınmasının ve Kürtlerin haklarının ne düzeyde olacağıdır.
Türk devletinin reformcu güçleri ve burjuvazisi, bu hakların bireysel haklar olarak Türk Devleti’nce tanınmasını savunmaktadırlar.
Ayrıca Kürt burjuvazisinin bir kısmı da, bireysel haklar düzeyinde bir tanınmayı, hem kollektif bir tanınma ve ayrı bir devlet kurma yolunda geçici bir aşama ve kazanç olarak gördükleri, hem de böyle kısmi hakların Kürt hareketi içindeki radikal ve demokrat olarak tanımlanabilecek ve esas olarak Öcalan ve PKK tarafından temsil edilen eğilimin etkisinin ve gücünün sınırlanması sonucunu doğuracağını, dolayısıyla kendilerinin etkisinin artacağı anlamına geleceğini düşündükleri için desteklerler[4].
“Kürt Sorunu” diyenler arasında ikinci çizgi ise, Kürtlüğün tanınması ve haklarının bireysel değil, kollektif bir kimlik olarak tanınmasıdır.
Bu sadece Kürt burjuvazisinin değil, aynı zamanda Kürt küçük burjuvazisinin ve siyasi olarak da Türk ve Kürt sosyalistlerinin, yani uzun vadeli düşünen akıllı Türk milliyetçilerinin ezici bir bölümünün programıdır.
 “Başka ulusları ezen bir ulus özgür olamaz” veya “Ulusların Kendi kaderini Tayin Hakkı” ilkeleri biçiminde savunulan bu programın esas büyük savunucusu Türk sosyalistleridirler (Yani akıllı Türk milliyetçileri).
Ayrıca Kürt hareketinin içindeki demokratik eğilimleri olan ve demokratik bir programı desteklemesi gereken kanat da (Yani Öcalan ve PKK) demokratik bir programı net olarak tanımlayamadığı için, bu programı savunur durumdadır.
Çatı Partisi” projesi veya “Blok” aslında bu program temelinde bir ittifaktır. Sırrı Süreyya Önder ve Ertuğrul Kürkçü, bu çözümü savunmaktadırlar.
Bu programı savunanlar, hakları bireysel haklar düzeyinde tanımak isteyen Türk burjuvazisi ve devletine, “hakları kolektif olarak tanımlamaktan korkma, Kürtlerin (veya Kürt öznesi açısından “Bizim”)ayrılma gibi bir niyet ve amacımız bulunmamaktadır. Biz kolektif olarak tanınmışsak, baskı altında değilsek niye ayrılalım ki” diye garanti vererek Türk devletini ve burjuvazisini razı edeceğini düşünmektedir.
Ancak Türk devleti ve burjuvazisi, “kolektif kimlik ve tanınması fiilen bölünme demektir bölünmeyle sonuçlanır” diyerek bu programı kabul edemeyeceğini açıkça ifade etmektedir. Keza Türk devleti ve burjuvazisi, “bu ayrılma yönünde sadece geçici bir aşamadır” diye itiraz ederken de haksız değildir ve Kürtlerin içinde böyle düşünen güçlü bir eğilim de vardır. Kaldı ki böyle bir eğilim olmasa veya güçsüz olsa bile, yarın başka bir konjonktürde güçlenmeyeceğinin bir garantisi yoktur. Dolayısıyla Türk devleti ve burjuvazisinin bu kaygısı aslında hiç de temelsiz değildir.
Bunu derken Öcalan ve PKK’nın ayrılmama yönündeki niyetlerinin samimi olup olmadığını sorgulamıyoruz. Biz de onların büyük bir samimiyet içinde olduğunu düşünüyoruz. Ama olayların kendi mantığı vardır.
Bugünkü politik ve ekonomik konjonktürde pekala ayrılmama bir avantaj oluşturabilir. Ama dünyanın değişen ekonomik ilişkilerinde ve politik güçler ve yer alışında ciddi bir değişme ayrılmayı bir avantaj haline getirebilir. Eğer bu ayrılma, örneğin İsveç ve Norveç’in veya Çek Cumhuriyeti ile Slovakya’nın ayrılmasında olduğu gibi, barışçıl bir biçimde olursa fazla bir sorun da oluşturmayabilir. Ama Orta Doğu gibi bir deprem merkezinde, dünyanın petrol Ortadoğunun su yatakları üzerinde, binlerce yıllık devletçiliğin egemen olduğu bu topraklarda, son yüzyılın ve günün bütün tarihinin gösterdiği gibi bu çok kan ve acıya mal olur. Burada sadece eski Yugoslavya, Kafkaslar ve Orta Doğu’daki çatışmaları anmak yeter[5]. Bunlar yakın zamana kadar halkların kardeşliği ideolojisini en azından resmen propaganda eden bir devletin vatandaşları idiler.
O halde sorunu “Kürt Sorunu” olarak tanımlayanlar ve sorunun Kürtlerin varlığının ve haklarının tanınması olduğunda anlaşanların anlaşamadığı temel ayrım noktası, bu tanınmanın kolektif mi, bireysel miolduğu noktasında toplanır.
Bundan sonra bu iki program arasındaki çatışma gündemi belirleyecektir.
Eskiden temel sorun inkar ve tanımaçizgisi arasındaydı; şimdi tanımanın biçimleri arasındadır. Örneğin 2011 seçimlerinden sonra seçilen Meclis’te MHP inkar, CHP ve AKP bireysel haklar olarak tanıma; BDP veya Blok kolektif tanınmaçizgilerini ve programlarının siyasi ifadeleridirler.
Özetle, Kürtlerin kolektif tanınmasını Türk Devleti ve Burjuvazisi kabul etmeyeceği ve bundan ötesi “kırmızı çizgi” olduğu için; bireysel hakları da Kürt hareketi bu günkü vardığı düzeyde kabul etmeyeceği için, Türkiye’de yaşayan insanların önünde bu iki program arasında ciddi bir çatışma dönemi bulunmaktadır. Bu uzlaşmazlık nedeniyle, tarafların barışçı söylem veya hamleleri aslında karşı tarafın gücünü zayıflatma amacına hizmet edecektir.
Bu uzun ve çatışmalı bir dönem demektir. Geçici uzlaşmaları veya ateşkesleri çok sert çatışmaların izlemesi kaçınılmazdır. Çünkü her uzlaşma, karşı tarafın pozisyonunu zayıflatmak amacıyla yapılacaktır. Her seferinde “birlikte yaşama” giderek daha uzak ve ulaşılmaz bir hedef haline gelecektir.
Bunu biz söylemiyor ve istemiyoruz. Ama güçlerin konumlanışı, programları ve buna bağlı olarak da olayların mantığı söylemektedir.[6]
Aşağıda açıklayacağımız Radikal Demokrasi’nin soruna ilişkin adlandırması ve programı ise bütün bunlardan binlerce kat daha radikal ve demokratik karakteriyle ayrılmaktadır; hem bütün bu tehlikeleri bertaraf etmektedir; hem de uzun vadeli çıkarlarını düşündükleri takdirde tüm “tarafların” çıkarınadır, (bizim mantığımız açısından ise taraflar farklıdır ve gerici milliyetçi taraftakilerin çıkarına değildir).
*
Radikal Demokrasi, sorunun tanımında anlaşanların “Kürt Sorunu” olarak adlandırdıkları sorunu Türk Sorunu olarak tanımlar.
Bu sadece basit bir adlandırma sorunu değildir. Çünkü bu adlandırmanın ardında uluslar ve ulusçuluğun ne olduğuna dair bir teorik arka plan bulunmaktadır ve bu teorinin programatik sonuçları da diğer yaklaşımlardan kökten farklıdır. Türk Sorunu kavramı bu programatik farka vurgu yapar.
Bu program, buraya kadar ele alınanların tanımailkesine göre, Devletin elinden Kürtlüğün ya da Türklüğün tanınması veya tanınmaması hakkını almak, devlete böyle bir hak vermemek olarak formüle edilebilir.
Bu programı, bizzat Radikal Demokrasinin kategorileriyleifade edersek, ulusu veya devleti, Türklükleveya Kürtlükletanımlamaya karşı tanımlamak olarak formüle edilebilir[7].
Bu formüllerin ve programımızın biraz anlaşılabilmesi için bu yaklaşımı Türkiye’deki “laiklik” örneği ile biraz açalım. Çünkü ikisi de son duruşmada aynı özde sorunlardır ve aynı şekilde çözülebilirler.
Bilindiği gibi Türkiye Cumhuriyeti kendini “laik” olarak tanımlamaktadır.
Genel olarak “laiklik” de Türkiye’de “Din işleri ile devlet işlerinin ayrılması” olarak tanımlanmaktadır. Gerek bu tanıma, gerek evrensel demokrasi ve laiklik anlayışına, yani bütün insanlar inançları ne olursa olsun eşit olmaları gerektiğine göre, devletin dinlerle hiçbir işi olmaması, sadece onların eşitliğinin bekçisi olması gerekir.
Hâlbuki Türkiye’de bütçesi devlet bütçesinin en büyük bölümlerinden birini yutan, binlerce görevli çalıştıran Diyanet İşleri denen muazzam bir bürokratik aygıt bulunmaktadır. Bunun bizzat varlığı laiklik ilkesiyle çelişir. Laik bir ülkede devletin her hangi bir şekilde dinlere yönelik bir aygıtı olmaz.
Ancak sorun burada da bitmemektedir. Bu aygıt ima edildiği gibi, bütün dinlere ve dinsizlere karşı aynı mesafede, tarafsız, onların kimi işlerini kolaylaştıran bir aygıt da değildir. Bu aygıt, Sünni Müslümanlığın hizmetinde ve kontrolünde bir aygıttır. Bu ise laiklikle hiç mi hiç uyuşmaz.
Sünni Müslüman olmayanlardan, Alevilerden, Ezidilerden, Hıristiyanlardan, Ateistlerden, Budistlerden vs. alınan vergilerle bütün bu Sünni Müslümanlığın emrindeki aygıt finanse edilmekte ve bütün çalışanlar da yine bizzat Sünni Müslümanlardan oluşmaktadır.
Diyanetin varlığının yanı sıra, okullarda din dersleri okutulması da böyledir. Bu dersler ve kitaplar, bütün dinlerin temsilcilerinin ve dinsizlerin katılımıyla hazırlanmış, yeni nesillere dünyadaki tüm dinler ve dinsizler hakkında temel bilgileri veren sosyolojinin bir alt bölümünü oluşturan dersler değildir. Bütünüyle Sünni Müslümanlığın bakış açısıyla ve onun propagandası için yazılmış kitaplar ve derslerdir.
Bunların yanı sıra, Askerlikteki Müslümanlığa uygun yemek dualarından, ezanların neredeyse Müslüman ve Sünni olmayanları terörize etmeye yönelik yüksek desibelli okunuşlarına kadar binlerce uygulama da bu vesileyle zikredilebilir.
Yani Türkiye, iddiasının aksine, laik ve demokratik bir ülke değildir aslında. Sünni Müslümanlıkla tanımlanmış bir devlet vardır ve bu devlet Sünni Müslüman olmayanları baskı altında tutmaktadır. Hatta kendi Sünni ve Müslümanlık yorumlarını benimsemeyen diğer Sünni ve Müslümanları bile bir ölçüde baskı altına aldığı söylenebilir.
Bu baskı altında olanlar içinde en büyük ve bir sosyal hareket oluşturabilecek kitle Alevilerdir.
Elbette, Türkiye’de Aleviler gibi, Ezidiler, Hıristiyanlar, dinsizler vs. de baskı altındadır ama bunlar bir sosyal hareket ve etkili bir direniş oluşturabilecek kadar geniş bir kitle değildirler.
Aleviler bu ayrımcılığa ve baskıya yavaş da olsa direniş olarak tanımlanabilecek bir hareket oluşturmaya çalışmaktadırlar.
Bu harekete baktığımızda iki farklı çizgi görürüz.
Biri devletin veya diyanetin Alevileri ve Aleviliği tanımasını ve tanıyarak Sünni İslam’la eşit statüye getirmesini istemektedir. Bu “Cem evleri ibadet yeri olarak tanınsın” gibi bir taleplerle de somutlaşmaktadır. Bu yaklaşım diyanetin bizzat varlığını sorgulamaz. Onun kendisini de tanımasını veya onda temsil edilmeyi vs. ister.
Ve bu demokratik bir talep değildir.
İşte, devletin Kürtlüğü tanımasını istemek de tamı tamına Devletin Aleviliği tanıması talebi gibidir.
Demokratik bir talep değildir.
Alevilik ve Kürtlük arasındaki paralellik bu tanımanın iki farklı biçimi (yani bireysel ve kolektif) arasında da aynen vardır.
 AKP iktidarı ve devlet, Aleviliği de tıpkı Kürtlük gibi, eski inkâr anlayışından farklı olarak, bireysel bir hak olarak tanımaya hazırdır.
Hatta AKP’nin “Alevi Açılımı”nın özü, tıpkı “Kürt Açılımı”nda olduğu gibi, budur.
Bu tıpkı, Kürtlerin varlığını ve haklarını inkâr eden yaklaşımın yerini Kürtlerin varlığını ve kimi bireysel haklarını kabul eden yaklaşımın, AKP’nin “Kürt Sorunu”ndaki temel pozisyonu olması gibi; Aleviliğin varlığını tanıma ve kabul ama bunu bireysel bir hak düzeyinde bir tanıma ve kabulle sınırlandırmaktadır.
AKP’nin demokrasi konusundaki programı ve gidebileceği en ileri nokta, “bireysel haklar olarak tanıma”  diye formüle edilebilir. Kaldı ki, artık hiçbir tutamak yeri kalmamış inkârın yerini bunun alması bile son derece yavaş ve anti demokratik karakterli başka yasalarla desteklenerek yürütülmektedir.
Öte yandan, AKP ve Devletin tanımayı bireysel haklarla sınırlama çizgisi karşısında, Alevilerin ağırlıklı bir kısmı, bu tanımanın kolektif bir tanıma olmasını talep etmektedirler. Diyanette Aleviler de temsil edilmeli; dedeler de maaş almalı; din dersleri olabilir ama Alevilik de anlatılmalı vs. gibi talepler bu kolektif tanınma talebinin somut biçimleridir.
İşte Kürtlüğün kolektif olarak tanınması talebi, tıpı tıpına Alevilerin kolektif olarak tanınma anlamına gelen taleplerine benzer.
Alevilerin ve diğer inançlardan olanların uğradığı ayrımcılığa son verecek gerçekten demokratik ve laik program, Diyanetin, Din derslerinin ve diğer hukuki ve fiili eşitsizliklerin kaldırılması olabilir.
Böyle demokratik bir program, devletin her hangi bir dini tanıma veya tanımama hakkının olmaması olarak da formüle edilebilir. Bu tıpkı Kürtlüğü ya da Türklüğü tanıma veya tanımama hakkının olmaması gibidir.
Ya da devlet fiilen İslam ile tanımlanmış olduğundan, devleti ya da ulusu İslam veya başka bir dinle tanımlamaya karşı tanımlamak olarak da formüle edilebilir.
Bu da Devleti veya ulusu Türklük veya Kürtlükle tanımlamaya karşı tanımlama olarak formüle edilenin paralelidir.
Yani nasıl gerçekten laik bir ülkede, devlet dini bütünüyle kişilerin özel bir sorunu olarak görür ve devletin her hangi bir dini tanıması veya tanımaması söz konusu olmazsa; devlet, devletin bir dini tanımasına veya tanımamasına karşı tanımlanırsa; benzer şekilde devletin her hangi bir dili, etniyi, soyu, sopu, “kültürü”, “halkı” tanıyıp tanımaması da söz konusu olmaz ve olmamalıdır. Bunlar tıpkı din gibi, politika dışı, kişilerin özel sorunu olarak görülmelidirler.
*
İşte “Türk Sorunu” adlandırması, çözümü “Kürtlüğün tanınması” olarak değil “Türklüğün de tanınmaması” olarak gördüğü için, bu çok temel teorik ve programatik farkı vurgulamak için Radikal demokrasi’nin tercih ettiği ve edeceği isimdir.
Bu adlandırma ve program esas olarak bizim[8]tarafımızdan savunulmuştur ve savunulmaktadır.
Bizden başka zaman zaman Özgürlük Hareketi de benzer bir programı savunmaktadır. En azından böyle bir programa açık oldukları ama yeterince netleşme olmadığı söylenebilir. PKK veya Öcalan “Anayasal Vatandaşlık”, “Demokratik Milliyetçilik”, “Demokratik Cumhuriyet” derken, bizim kullandığımız Türk Sorunu gibi bir adlandırmayı kullanmamakla birlikte, somut program olarak yakın durumdadır.
Ancak Kürt özgürlük hareketinin bu programı savunuşunda bir belirsizlik de vardır. Ve bu belirsizlik, bu demokratik talebin anlaşılmasını ve yayılmasını engellemektedir. Ama sadece bu da değil, bu belirsizlik nedeniyle özgürlük hareketi bir Kürt hareketi olmaktan çıkıp, Türkleri de kapsayan ve onları demokrasi yönünde eğiten bir hareket de olamamaktadır.
Bu belirsizlik, yine Alevi hareketi örneğimize bağlı kalarak şöyle bir örnekle somutlanabilir ve daha kolay anlaşılabilir.
Alevi Hareketinin içindeki oldukça cılız olan, radikal ve demokrat kişi ve eğilimlerin bir yandan diyanetin, din derslerinin kaldırılması vs. gibi demokratik bir programı savunurken, birkaç satır ötede, “Cem Evlerinin ibadet yeri olarak tanınması” veya Din derslerinde Aleviliğin de anlatılması vs. gibi  anti-demokratik bir programı savundukları da görülmektedir.
İki farklı program birbiriyle uyuşmaz. Bu ikinci program birinciyle çelişir ve onu anlamsız kılar, olmamışa çevirir. Devlet tam anlamıyla laik olduğunda, devlet artık her hangi bir dinsel cemaati, kurumu vs. tanıma veya tanımama pozisyonunda olamaz. Bu bütünüyle özel bir sorun olur. İsteyen üç kişi bir araya gelip istediği dini kurabilir, bunun için ibadet yeri açabilir vs.. Yani tıpkı bir futbol takımı kurmak gibi olur bu işler. Devletin yapacağı sadece bu inançların eşitliklerini sağlamaktır. Örneğin diyelim ki bir dini cemaatin diğer bir cemaati baskı altına almaya çalışmaya kalkmasını engellemek gibi. Böyle bir sistem programlaştırılmışken aynı zamanda, bunun yanında Alevilerin diyanette temsilini veya Din derslerinde Aleviliğin okutulmasını istemek bütün bu programdan vazgeçmek anlamına gelir.
Aynı durum Kürt Özgürlük Hareketi’nde de görülmektedir. Özgürlük Hareketi de bir yandan, diyelim ki, “Anayasal Vatandaşlık” veya “Demokratik Cumhuriyet” diyerek ulusun Türklükle tanımlanmasına karşı çıkmakta; yani ulusun Türklük veya Kürtlükle tanımlanmasını reddetmekte; ulusu ve devleti böyle tanımlamaya karşı tanımlamayı programlaştırımakta; diğer yandan, bununla tam bir çelişki içinde ve aynı zamanda devletin Kürtleri kolektif bir özne olarak tanımasından söz etmektedir.
Özgürlük Hareketi bu çelişkiyi çözmedikçe tam anlamıyla bir demokratik harekete dönüşemez.
Özgürlük hareketinin bu çelişkisi aslında büyük ölçüde onu destekleyen kitlenin bu “Demokratik Milliyetçiliğe” uzak olması ve bu kitleden tecrit olmamak için belli bir belirsizliği ve çelişkiyi sürdürmek zorunda olmasıyla da ilgilidir.
Türkiye’de Demokratik ulusçuluğu savunan güçlü bir hareket oluştuğu ve Kürt Özgürlük Hareketi bunun demokratik ağırlığını ve çekimini hissettiği ölçüde bu belirsizlik yok olma eğilimi gösterebilir. Özgürlük Hareketi’nin gerek ideolojik kökleri, gerek yoksullara dayanan toplumsal tabanı buna yatkındır.
Ne var ki, burada kendini besleyen bir olumsuzluk bulunmaktadır. Türkler arasında ulusu Türklükle tanımlamaya karşı demokratik bir ulusçuluğu savunan bir hareket olmadığı için, Kürt hareketi Demokratik ulusçuluk yönünde evrilip programını netleştirememekte ve çelişkili pozisyonları bir arada savunmaktadır. Ama bu çelişkili pozisyonları bir arada savunuşu da Kürt hareketinin Türklere açılmasını ve Türkler arasında bir demokratik hareketin oluşmasını engellemektedir. Bu tam bir fasit dairedir. Bu fasit daire kırılmadan gerçek bir barış ve demokrasi gelemez.
Bu kısa açıklamadan sonra yine adlandırma ve program ilişkisine dönelim.
Kürt Sorunu”nu Türk Sorunu diye tanımlamak, Kürtlüğün tanınmamasını değil, ulusun Türklükle tanımlanmasını sorun olarak görmekdemektir.
Sorunu böyle adlandırmak, bölünme çizgisini, Türklerle Kürtler arasında değil; demokratlarla milliyetçiler, diğer bir deyişle demokratik milliyetçilerle gerici ve ilkel milliyetçiler arasında çekmek demektir.
Bu adlandırma, Kürtlerle Türkleri değil, Kürtlerle Türkleri kendi içlerinde bölmeyi hedefler.
Türkler ve Kürtler kendi içlerinde demokratik milliyetçiler ve gerici milliyetçiler olarak bölünmeden; yani ulusu Türklük ve/veya Kürtlükle tanımlayanlar ile Kürtlük ve/veya Türklükle tanımlamaya karşı tanımlayanlar olarak bölünmeden ne Kürdistan’a, ne Türkiye’ye ne de Ortadoğu’ya demokrasi gelemez. Binlerce yıllık Firavunlar, Nemrutlar çağından kalma devletçilik, modern biçimler içinde sürmeye devam eder.
Ne demek istiyoruz?
Bunu yine Din örneğine bağlı kalarak açıklamayı deneyelim.
Örneğin İslam’a inanan ama gerçekten dinin kişilerin özel bir sorunu olması gerektiğini; devletin din işlerine hiç karışmaması gerektiğini ve bütün inançların eşitliğini savunan bir Müslüman çıkıp şunları savunabilir ve savunmalıdır:
“Türk devleti her ne kadar laik olduğu iddiasında ise de, aslında Sünni Müslümanlığı tanıyan, kayıran ve destekleyen, diğer inançlardan insanları baskı altına alan anti demokratik bir devlettir.  Örneğin diğer dinlerden, mezhep ve tarikatlardan ve inançsızlardan zorla aldığı vergilerle bütün Diyanet ve İmam Hatip aygıtının masraflarını karşılamaktadır. Biz Sünni Müslümanlar, bize yapılan bu kayırmacılığa, bu haksız muameleye karşı çıkıyoruz; Diyanetin, din derslerinin kaldırılmasını, devletin din konularını bütünüyle kişilerin özel sorunu ve bunların eşitliği olarak görmesini talep ediyoruz.”
Bu demokrat ama inanç olarak Müslüman kişi, Müslümanlığın devlet dini olmasından rahatsız olmayan ve bunu sürdürmek isteyen diğer Müslümanlara karşı mücadeleye girmiş, onlarla bölünmüş olur.
Benzer şekilde kimi Aleviler Devletin Cem Evlerini de tanınmasını savunurlarken, demokrat bir Alevi, tıpkı yukarıdaki Sünni Müslüman gibi, gerçek demokratik ve laik bir din devlet ilişkisini savunabilir. O zaman bu demokrat ve anti demokratik Aleviler de kendi içinde bölünmüş ve birbirine karşı mücadeleye girmiş olur.
Bu durumda, bölünme ve mücadele, gerçek bir laikliği ve demokrasiyi savunan Sünni Müslüman ve Alevi ile; bugünkü anti demokratik ve gerici yapıyı savunan Müslüman ve Alevi arasında olur.
İşte Türkiye’de veya her hangi bir ülkede, bu türde demokratlarla demokrat olmayanlar arasında bölünmeler olmadan ve bu bölünmelerde gerçek laik ve demokratik programı savunanlar üstün gelmeden gerçek bir laiklik ve demokrasi olamaz.
Aynı durum “Kürt” ve/veya Türk Sorunu için de geçerlidir.
Aynı şekilde, bir Türk pek ala çıkıp şunları diyebilir ve demelidir:
“Bu devlet her ne kadar Türklüğün bir etni, ırk, soy vurgusu taşımadığını iddia ediyorsa da, Türkçenin ulusun tanımlayıcısı tek dil olması; okullarda Türk Tarihi okutulması, Türklüğün hukuki, yurttaşlığı tanımlayan, nötral bir kavram olmadığını; Türkiye’nin de aynı şekilde coğrafi ve nötral bir kavram olmadığını açıkça göstermektedir[9].
Gerçek bir demokrat ise, ulusun Türklükle, Kürtlükle veya her hangi bir dil, etni, tarih, soy, “kültür” veya “halk” ile tanımlanmasına karşı çıkar. Bunun en somut programatik ifadesi de şudur: Herkesin ana dilinde eğitim hakkı. Ama herkes ana dilinde aynı ulusların tarihi olmadığına dair Tarihi, aynı Biyolojiyi, aynı Fiziği okur.”
Bu “Türk” demokratı, ulusun Türklükle tanımlanmasını sorun etmeyen, bunu savunan anti demokratik ve gerici Türklerle bölünmüş ve onlara karşı mücadeleye girmiş olur.
Aynı şekilde, Alevi örneğinde olduğu gibi, bu demokrat “Türk”ün savunduklarını pekâlâ demokrat “Kürtler” tarafından Kürtlerin içinde de savunabilir. O da Kürtlerin, Kürtçeyi resmi dil yapacak ve Kürtlükle tanımlanacak bir ulus kurmasını hedefleyen, anti demokratik Kürtlere karşı mücadeleye girmiş, Kürtleri bölmüş olur.
Böylece ulusun bir dille, bir “halk”la tanımlanmasına karşı olan Demokrat “Türk” ve “Kürtler” bir yanda; ulusların bir dille bir “halkla” tanımlanabileceğini savunan Türk ve Kürtler diğer yanda olur.
Böyle bir bölünme olmadan ve Demokrat olanlar diğerlerine üstün gelmeden sorunun çözülmesi ve bugün Türkiye denen ülkenin (Kürdistan’ın, Ermenistan’ın veya Ortadoğu’nun gerçekten demokrat olması mümkün değildir.
Her kim ki aksini iddia ediyorsa sahte hayaller yayıyor demektir. Sahte hayaller ise çok büyük gerçek acılar demektir.
İşte politik ve ideolojik mücadelenin esas hedefi bu bölünmeleri sağlamak olmalıdır.
*
Gerek Türk sosyalistlerinin, gerek Kürt hareketinin böyle bir bölünmeyi hedeflediği görülmemektedir. Ne ideolojik ne de politik olarak böyle bir hedefleri yoktur. Kürt hareketi içinde Öcalan’ın temsil ettiği çizginin epeyce netlikten uzak bunu savunduğu söylenebilir. Türk sosyalistleri veya Türkler içinde bunu tek savunan biziz.
Ancak bu programı hem Türk sosyalistleri hem de Kürt hareketi gündeme alıp tartışmaktan,  hatta adını bile anmaktan ölümü görmüşçesine kaçmaktadır.
Çatı Partisi”, “Demokrasi İçin Birlik Hareketi”, “Halkların Demokratik Kongresi” girişimlerinin ve toplantılarının tarihi, bu programı her hangi bir şekilde tartışmaktan, gündeme almaktan bile kaçışların; bu programa karşı tepeden, idari yollarla engellemelerin tarihidir.
Çünkü bütün bu girişimlerde tüm girişimlerimiz bu programı gündeme aldırma; var olan program karşısında Kongrelerin böyle başka bir programın da alternatif olarak sunulduğunu gösterme çabasından başka bir şey değildi. Hepsi de en anti demokratik hilelerle engellendi.
Bu örgüt ve girişimlere, bunun en son biçimi olan Halkların Demokratik Kongresi’ne bu açıdan bakılmadıkça, olan bitenin ne olduğu kavranamaz.
Halkların Demokratik Kongresi, aslında böyle bir programı kabul edip savunmaya son derece yatkın unsurları içinde barındırmakla birlikte, gerici milliyetçi bir programı benimsemiştir ve savunmaktadır.
Şu an hedef, Halkların Demokratik Kongresi’nin içinde bu programların açıkça tartışılmasını sağlamak olmalıdır.
Ancak şu an ona egemen olan güçlerin bütün çabası, şimdiye kadar olduğu gibi, böyle bir tartışmadan kaçmaktır. Bunu da pratik ve taktik sorunları sürekli gündemde tutarak “pratik militan”ların geri yanlarını okşayarak yapmaktadırlar. Pratik ve taktik sorunlar program tartışmasından kaçmanın bir aracı haline getirilmiş bulunmaktadır.
Bu tuzağa düşülmemeli.
Radikal Demokrasinin Halkların Demokratik Kongresi içinde ayrı bir platform olarak ortaya çıkması üzerine de düşünmek ve bu yönde girişimlerde bulunmak gerekiyor.
04 Haziran 2012 Pazartesi
Demir Küçükaydın



[1]Bu nedenle bu yazının başlığında, Türk Sorunu denmeyip de “Kürt Sorunu” kavramını kullanma Radikal Demokrasi açısından bir çözüm yolu ve uzlaşma bulmak için karşı tarafa doğru atılmış bir adım olarak görülmelidir.
[2]Genel olarak polis, dünyanın her yerinde sosyolojik olarak bu Lümpen Proletarya tabakasına dahildir. Hukuki olarak memur sıfatı taşımaları, onları sosyolojik olarak küçük burjuva yapmaz. Bu pek az bilinir.
[3]Ama bizzat bu tavır bile, tanınmak ve tanınmış olmak uğruna sorun olarak görülmeyi kabullenmek ve aslında bir aşağılama anlamına da sahip olan bu adlandırmaya sahip çıkmak, Kürt burjuvazisinin de en azından Türk burjuvazisi kadar tutarlı bir demokrasiden uzak olduğunu ve bundan korktuğunun ifadesidir.
[4] Bu tavır aynen Avrupa Birliği ve ABD tarafından da paylaşılmaktadırlar, ya da tersinden ifade edersek, ABD ve Avrupa Birliği’nin bu tavrını başta Barzani-Talabani ve onların uzantısı olan güçler sürdürmektedir.
Bunun nedeni, kollektif kimlik tanımlamalarının kendilerinin hareket alanını genişletmesidir. Bu kollektif kimlikleri (yani ulusları veya resmi cemaatleri) birbirine karşı her zaman kışkırtabilirler ve ezeli etkilerini sürdürebilirler.
Türk burjuvazisi ve Devleti nihai bir çözüm olarak; ABD, Avrupa Birliği ve Kürt Burjuvazisi ise ayrı bir devlet olma yolunda bir aşama olarak bu çözümde şimdilik anlaşmış görünürler.
Bu çözüm kısa vadede bir anlaşma olarak görülse de uzun vadede çatışmaya varması kaçınılmazdır.
[5]Kaldı ki, konu, pragmatik bir bakışla, yani kanlı mı kansız mı gibi bir bakışla ele alınamaz ve alınmamalıdır, esas olarak demokratik olup olmama sorunudur. Ama buna sonra geleceğiz.
[6]Kimileri ise, özellikle liberaller ve kimi kamuoyunu etkileyen gazeteciler, iki farklı tanınmanın somut bir takım formüllerle aşılabileceğini, önemli olanın ilk elde silahların susması olduğunu söylemektedirler[6]. Bu bağlamda da yeni Anayasa’nın Kürt Sorunu’na bir çözüm getireceği hayalini yaymaktadırlar.
Ama bunlar silahların susmamasının gerçek nedeninin aslında bu iki farklı tanıma ilkesinin çelişkisiyle olan bağını görmezden gelmektedirler. Bu arabayı atın önüne koşmaktan ve tanıma programları arasındaki derin ve uzlaşmaz çelişkiye gözleri kapamaktan başka bir anlama gelmemektedir.
Bugün acil sorun, “Kürt Sorunu”nun çözümü değildir. Sorun, farklı çözüm programlarının, yasalar dâhilinde, barışçıl ve demokratik yöntemlerle birbiriyle mücadele edip, çoğunluğu kazanmaya çalışmasının imkânlarının yaratılmasıdır. Yani güçler ve programlar arasındaki çatışmanın silahsız olmasının sağlanmasıdır. Bu henüz sorunun çözümü demek değildir.
Yani Yeni Anayasa, “Kürt Sorunu”nu çözebilecek bir Anayasayı mümkün kılabilecek koşulları sağlayabilecek bir Anayasa olmalıdır.  Bu ise her şeyden önce, fikir ve örgütlenme özgürlüğü üzerindeki tüm sınırlama ve yasakların kaldırılması; herkesin bu özgürlükleri kullanarak çoğunluğu kazanabilme olanağına kavuşturulması  olabilir.
Provakatif olarak ifade etmek gerekirse, “Türklüğe Hakaret” ve “Bölücülük”, “Terörü Övmek”; “Atatürk’e Hakaret”; “Askerlikten soğutmak”; “milli ve manevi değerleri reddetmek” vs.hakkı demektir. Yani her türlü fikir ve bu fikirleri savunmak için yayın, örgüt, gösteri, hiçbir keyfi uygulamayla ihlal edilemeyecek bir  yasal bir hak olmadan ve bu yönde kesin bir güvenceye kavuşturulmadan “Kürt sorunu”nu çözebilecek bir Anayasa yapılamaz ve silahlar susmaz.
Dolayısıyla silahların susması ancak bu koşulda istenebilir. Bu hakların olmadığı yerde bu hak yoksunluğuna karşı savaşma hakkı ortaya çıkar otomatikman.

[7]Kürtlük ve Türklük burada bir örnektir, kategorik olarak, her hangi bir dil, din, etni, soy, sop, ırk, “halk” vs. de denebilir.
[8]Yani Demir Küçükaydın, maalesef şu ana kadar bu tanımlama ve programı bizden başka kimsenin böyle net ve açık savunduğunu görmedik. (Elbette birçok okuyucumuz da savunmaktadır.) Ayrıca biz bu somut programı ve adlandırmayı otaya koymayı ve savunmayı mümkün kılan Din ve Ulusun ne olduğuna dair, Marksizm’in kurucularını bile eleştirip onların görüşlerini mantık sonuçlarına götüren koskoca bir teorik yapı kurduk.
[9]Ayrıca Türklük de aslında 1930’lar modeli bir uydurma ve ırkçı bir Türk tanımıyla belirlenmektedir. Türklüğü Orta Asya’dan gelen Türklükle değil de pek ala Anadolu’da Neoloitik devrimden beri yaşayan otonkton halkların (yani başta Ermeniler ve Rumlar) kültürel ve genetik devamı olarak da tanımlamak mümkündür. Böyle bir tanımlamada “Soydaş” artık Orta asya’daki Türkik diller ailesinden bir dil konuşan halkları değil; Rum ve Ermeniler anlamına gelir. Böyle bir Türklük de mümkündür. Ulusu böyle bir Tarih ve Türklükle bile tanımlamak, ulusun Türklükle tanımlanmış ve anti demokratik olma özelliğiyle çelişmez. Burada ulusun Türklükle tanımlanmasına karşı çıkılmış olmaz, sadece Türklük farklı tanımlanmış olur.

“Marksizm’in Güncelliği Sempozyumu” Vesilesiyle Marksizm’in Sorunları Üzerine

$
0
0

Marksizmle Karşılaşabilmenin Sorunları

Marksizm, Diğer adıyla “Tarihsel Maddecilik” veya “Tarihin Maddeci Anlayışı” konusu ve içeriğiyle toplumu ve onun değişim yasalarını anlamaya çalışan bir bilimdir. Yani Toplum Bilimidir. Diğer bir deyişle: “Sosyoloji”dir.
Bu gün Sosyoloji başlığı altında toplanan çeşitli tarih ve toplum teorileri ise, özünde, Tarihsel Maddecilik adlı Toplum Bilimine karşı, gerçeğin özünü gizlemeye yarayan bilim kaftanı giymiş İdeolojilerdir.
Tarihsel Maddecilik”, içeriği ve konusu bakımından gerçek Toplum Bilimi olduğu halde, onun adınınyanlış olduğu; zarf ile mazruf arasında bir uyum bulunmadığı ve hatta bu durumun kendisi için bir handikap oluşturduğu görülür.
Toplum Bilime (Sosyolojiye) verilen bu “Tarihin Maddeci Anlayışı” veya “Tarihsel Maddecilik” adlandırması, yani insanların varlıklarını bilinçlerinin değil, varlıklarının bilinçlerinibelirlediği önermesini temel alan bu adlandırma, varlık ve bilinç arasındaki bu ilişkinin, yine bizzat bu teorinin kurucularınca sürekli vurgulanmış ve fiilen uygulanmış olan, diyalektik niteliğine gereken vurguyu yapmaz. Yani, son duruşmada, var oluş tarafından belirlenmiş bilincin, bir kere ortaya çıktıktan sonra kendi bağımız evrimine ve var oluşu etkileyip değiştirmesine; yani ilişkinin diyalektik karakterine gereken vurguyu yapmaz.

Bu bakımdan, “Tarihsel” ve “Maddecilik” kavramları ile karşılanan tarihin ve toplumun bu bilimine, eğer yönteminin en temel özelliklerini içeren bir adlandırma yapmak gerekirse, “Maddeci ve Diyalektik Tarih ve Toplum Bilimi” demek gerekir, diğer bir ifadeyle “Maddeci ve Diyalektik Sosyoloji”.
Ya da tersinden bir akıl yürütmeyle, Toplumun Bilimi (Sosyoloji), bir ideoloji değil bir bilim ise, zaten diyalektik ve maddeci olması gerektiğinden, sadece “Toplum Bilimi” ya da “Sosyoloji” demek yeterlidir.
Sosyoloji diye bilinenler, yani Sosyoloji diye ortaya çıkmış onlarca Toplum ve Tarih teorisi ise; son duruşmada, maddeci ve diyalektik olmayan yöntemsel çarpıklıklar içindedirler, dolayısıyla ideolojilerdirler.
Böylece yaygın ve alışılmış biçimiyle adlandırmada, gerçeğin tam zıttı bir görünüm ortaya çıkmaktadır. Toplumu kavramak için biricik yöntemsel temele sahip olan teori Toplum Bilimi  veya Sosyoloji adıyla anılmamakta, adeta sadece toplumun maddi hayatına mekanik ve tek taraflı bir vurgu yapan bir isimle anılmakta, hatta o kendisine bu ismi yakıştırmakta; buna karşılık, onun karşısındaki bütün sosyoloji ekolleri olarak tanımlanan ideolojiler, Sosyoloji genel başlığı altında, sanki bir bilimin uzak sınırlarındaki farklı teorik açıklama denemeleriymiş gibi kavranılmaktadır. Yani gerçekte sosyoloji olan bir ideoloji olarak, ideolojiler ise sosyoloji olarak adlandırılmakta ve kavranılmaktadır.
Elbette sosyolojinin adının bile olmadığı çağda, bu bilimin kurucuları için ismin büyük bir önemi yoktu ve öğretilerini o zamanın temel tartışmalarının atmosferi içinde yönteminin temelinin sadece bir yönüne vurgu yapan bir biçimde adlandırmak; yani “zarf ile mazruf”arasındaki bu uyumsuzluk, “ismiyle müsemma” olmamanın yarattığı bu uyumsuzluk, bilindiği sürece bir problem oluşturmuyordu. Bu gün bile doğa bilimlerinde adlandırmaların Yunan mitolojisine göre yapıldığı bir bilimsel gelenek içinde, adlar ile onların karşılıkları arasında doğrudan bir uyum aramak gerekmeyebilirdi.
Ama bu gün, metafizik ve mekanik sosyolojilerin ya da diğer deyişle toplumu açıklama iddialı ideolojilerin, temsil ettikleri ve çıkarlarını savundukları egemen sınıfların maddi zaferlerinin tadını çıkarıp, büyük bir gurur ve küçümsemeyle Tarihsel Maddeciliğe bir ölü köpek muamelesi yaptıkları; bu egemen sınıfların bu tarihsel ve toplumsal zaferini,  kendilerinin teorik ve entelektüel bir zaferi gibi göstermek istedikleri çağda, sadece adlandırmanın yarattığı yanlış yargı ve izlenimler bile çok ciddi engeller oluşturmaktadır genç kuşakların bu biricik bilimsel toplum ve tarih öğretisiyle bir kontak kurabilmeleri için.
Adlandırmadaki problem sadece bu kadar da değil. Bu Diyalektik ve Maddeci Tarih ve Toplum Teorisi ya da kısaca Sosyoloji’nin “göbek adı” veya “kod adı” veay “lakabı” da, onu, antik uygarlıkların zirvesinde ilk kez keşfetmiş ve Batı için bilinmez kalmış, İbni Haldun’dan ve birbirinden bağımsızca ikinci defa keşfetmiş ve sonra bir araya gelmiş ilk iki kurucusundan birinin adına izafeten Marksizm’dir. Çoğu kez uzun uzun “Tarihsel Maddecilik”, ya da “Tarihin ve Toplumun Maddeci ve Diyalektik Teorisi” gibi sözleri sıralamak yerine kısaca “Marksizm” denmektedir. Bu ise karışıklığı iyice arttırmaktadır. Çünkü Marksizm büyük ölçüde ve aynı zamanda siyasi ve felsefi anlamlarda kullanılmaktadır. yani epistemolojik ya da politik strateji, taktik ve örgütlere ilişkin bir doktrin anlamlarında yaygın olarak kullanılmaktadır.
Ayrıca bundan da öte, bu burucuk sosyolojinin lakabının bir fani kişinin adı (Marx) ile adlandırılmış olması ve sonundaki “izm” eki de bu sosyolojinin bir bilim değil bir ideoloji, hatta bir din olduğu kanısını pekiştirmektedir. Kolaylıkla Marks adına bakılarak işte bir kişi putlaştırması ve onu yüceltme; “izm” de dogmatizmin ta kendisi diye düşünülebilir ve düşünülmektedir de. Buradan da kolaylıkla Marks’ın bir peygamber ve Marksizmin de bir din olduğu çıkarsamasına geçilebilir ve geçilmektedir de.
Ama sorunlar burada bitmemektedir, ortada Tarihsel Maddecilik veya Marksizm diye bilinenlere baktığımızda, Tarihsel Maddeciliğin bir ideoloji olduğu izleniminin tamamen haksız olmadığı da görülür. Çeşitli sınıf ve tabakalar, özellikle işçi aristokrasisi ve bürokrasisi ile köylülük ve küçük burjuvazi ya da deklase olmuş burjuvazi Marksizm’in ya da Tarihsel Maddeciliğin gerek on dokuzuncu yüzyıldaki teorik ve entelektüel zaferlerinin; gerek bu teoriyi bayrak edinmiş işçi hareketinin yirminci yüzyılın başındaki toplumsal zaferlerinin etkisiyle, çıkarlarını ve eğilimlerini onun deyimleriyle savunmanın yolunu aramışlardır.
Yani bizzat mekanik ve metafizik sosyolojiler, Diyalektik Sosyolojinin, yani Tarihin ve Toplumun Diyalektik ve Maddeci teorisinin terminolojisini kullanarak, ama onun yönteminin ve kavramlarının içeriğini boşaltarak ortaya çıkmışlardır.
Ve daha korkuncu, bu Tarihsel Maddecilik ya da Marksizm’e dayandığını iddia eden ideolojiler, hem bürokratik işçi devletlerinin ve partilerinin; hem işçi bürokrasisiyle konumu ve çıkarı tencere ve kapak gibi birbirine denk düşen deklase burjuva zümrelerin; hem de köylülüğe dayanan devrimlerin ve partilerin muazzam maddi gücüne dayandıklarından, ortalıkta Marksizm diye bilinen veya Tarihsel Maddecilik diye öğretilen de sadece neredeyse bunlar olduğundan, bu görünüş apaçık bir gerçekmiş gibidir ve neredeyse gerçeğin özünün değişik olabileceği yönünde en küçük bir şüpheyi ve sorgulamayı bile davet etmez.
Yani, sözde tarihin Maddeci ve Diyalektik anlayışına göre Tarih ve Toplumu açıkladığını iddia edenler de öyle değildir; onun terminolojisi kullanan metafizik sosyolojiler, ideolojiler, hatta skolastik tartışmalardan ötesine geçmeyen inanç sistemleridir.
Bu durumda şöyle bir manzara ortaya çıkmaktadır. Bir yanda üniversitelerin en azından biçimsel akademik kriterlerine uygun araştırmalar yapan sosyolojiler vardır; diğer yanda biçimsel akademik kriterlere bile uymayan, ya tamamen skolastik ya da belli çıkarları savunmak için oluşturulduğu en parmağım gözüne sözde teorilerden ibaret “Tarihsel Maddeci”likler ortalığı kaplamıştır. Böylece Tarihsel Maddeciliğin bir ideoloji buna karşılık sosyolojilerin bir bilim olduğu türünden bir yargının görünüştehiç haksız olmadığı da görülür.
Sadece bu kadar da değil, bu gün bütün dünya üniversitelerinin sosyoloji bölümlerini doldurmuş sosyoloji teorileri ile Tarihsel Maddeci terminolojiyi kullanıp aynı işi daha ince yapan, aynı metodolojik hatalara sahip teoriler arasında, gerçek, eleştirel ve devrimci Diyalektik ve Maddeci Sosyolojiye karşı bir suç ve çıkar ortaklığı bulunmaktadır.
Nasıl, burjuvazi doğu Avrupa’nın bürokratik diktatörlüklerine sosyalizm diyor ve saldırıyor ve böylece oradaki bürokratik diktatörlükler de bu saldırıları kendi sosyalistliklerinin delili gibi sunuyor ve bürokratik diktatörlüklerin böyle sosyalist geçinmesi de, burjuvaziye bu kolay yemi sosyalizm olarak gösterme ve böylece insanlığın hayalinden sosyalizm düşüncesini sürme olanağı sağlıyorduysa öyle. Yani gerçekten Diyalektik ve Maddeci Tarih ve Toplum Teorisi karşısında, akademik “Sosyoloji”ler ile muhalif akımları kapsamış “Marksizm”ler, yani şu “Diyalektik ve Tarihsel Maddeci”likler bir suç ortaklığı ve susuş komplosu içindedirler.
Öte yandan Marksizmin gelişmesi ile işçi hareketinin ve diğer devrimci hareketlerin yükselişi arasında da gözden kaçmayacak bir ilişki bulurnduğundan; bu yükselişlerin öz suyuyla beslenmediği zamanlarda Marksizme bir ilgi ve yönelme pek mümkün olmadığından, Marksizme bir yönelişy ve onunla karşılaşma neredeyse bir mucizenin gerçekleşmesi gibidir.
Böyle bir dünyada kim Tarihsel Maddecilikle karşılaşabilir ki? Bütün bu engelleri ve susuş komplolarını aşıp karşılaşsa bile, bu karşılaşma, ya metafizik ve mekanik, akademik dünyayı kaplamış doğrudan burjuva sosyolojilerinin ya da Tarihsel Maddeci olduğunu söyleyen, politik olarak muhalif hareketleri kaplamış, metafizik ve mekanik sözde Tarihsel Maddeciliklerin prizmasında kırılmış; onların yarattığı ve beslediği yorum ve ön yargılarla dolu bir karşılaşma olacaktır.
Kaldı ki, ortada başka bir sorun, bizzat bu teordinin kendisinden gelen bir sorun daha vardır.
Bütün bu engeller aşılsa, mucize gerçekleşse bile, bu karşılaşma da hiçbir zaman dört başı mamur bir teori ile karşılaşma olmayacaktır. Geçmiş düşüncelerin kalıntılarının, birer kör bağırsak veya kuyruk sokumu gibi henüz var olmaya devam ettiği; içinde henüz adım atılmamış bakir alanlar bulunan; bazı alanlarda katkıları yapanların aynı zamanda başka alanlarda büyük körlükler içinde olduğu, bu “hatalı ürünlerin” ayıklamalarının bile yapılmadığı; henüz standart bir “Giriş” veya “El Kitabı” bile bulunmayan bir teorik inşaat alanıdır bulacak olan.
Ve bu inşaat alanı şu sıralar neredeyse bomboştur. Çalışanlar ölmüş ya da oradan ayrılmışlardır. Diyalektik ve Maddeci Sosyoloji, “Uzak Batı”nın terk edilmiş hayalet şehirlerini; rezervler tükendiği için terk edilmiş madenci kasabalarını andırmaktadır. Hala orada kalıp bir şeyler yapmaya direnenler ise aklını kaçırmış meczuplar gibi görülürler.
Hâsılı, ortadaki, kurucularınca sadece birkaç temel kazığı ve yol gösteren ipi çekilmiş; bu yapılırken bile, organik bütünlüğünün bir parçası olmamakla birlikte, burjuva uygarlığının kimi kalıntılarını içinde bir kör bağırsak gibi taşıyan; daha sonra gelenlerce, kimi alanlarda geliştirilmiş ama bu geliştirme de başka alanlardaki birçok yanlışlıkla bir arada bulunan; daha da ilginci, onu geliştirenlerin birbirlerinin katkılarını bilmedikleri; bütün bunlara ek olarak, bu katkıların tümünün neredeyse tarih öncesi şehirler gibi kat kat toprağın altında bulunduğu; arkeolojik kazılarla yeniden gün yüzüne çıkarılması gereken bir bilimdir.
Bu genel ifadeleri birkaç örnekle somutlamayı deneyelim.

Varolduğu Biçimiyle Teorinin Kendisinden Kaynaklanan Sorunlar


Kurucularınca “birkaç temel kazığı çakılmış ve yol gösteren ipi çekilmiş” derken, bir abartma yapılmamaktadır.
Marks ve Engels, Tarihsel Maddeciliği ilk kez formüle ettikleri eseri, yani Alman İdeolojisi’ni, önemli olan kendilerini aydınlatmayı sağladıkları için, yayınlamazlar bile. Kendi deyimleriyle “Farelerin kemirici eleştirisine” bırakırlar. Oradaki sonuçların uygulamasına geçerler. Daha sonraki eserlerinin ve davranışlarının tamamı bunun uygulamasıdır. Örneğin, Marks’ın hayatını verdiği Kapital, aslında, Tarihsel Maddeciliğin temel önermesine uygun olarak, düşünceyi belirleyen varlığın, yani üretim ilişkilerinin, tarihin çok küçük bir dönemindeki çok özel bir halinin, yani saf bir kapitalizmin analizi hedefine yöneliktir. Kapitalizm de bir metalar yığını olduğundan, Meta da iki ürün birbiriyle değiştirildiğinde ortaya çıktığından, değerin ortaya çıkışının ve sonrasının hareketini inceleyen Ekonomi Politiği ele alır.
Ekonomi Politiğin konusu, nasıl kendi benzerini üreten ilk molekül ortaya çıktığında biyolojinin konusu olan hareket biçimi ortaya çıkarsa; ve biyolojinin yasaları fiziğin bir alt bölümünü oluşturmaz ondan apayrı bir hareket bsiçimi ve yasalar manzumesiyse; benzer şekilde iki ürün birbiriyle değiştirildiğinde ortaya çıkan Ekonomi Politiğin konusu da Tarih ve Sosyolojinin bir alt bölümünü oluşturmaz, ondan apayrı bir hareket biçimi ve yasalar manzumesidir.
Yani Marks’ın en temel eseri aslında bir Sosyoloji ve Tarih kitabı değildir. Jeoloji için biyoloji ne ise; sosyoloji için de Ekonomi Politik odur. Canlıların doğuşu ve evrimi bilinmeden yeryüzünün yapısı anlaşılamaz. Elbet yeryüzünün yapısına bakılmadan da canlıların evrimi anlaşılamaz. Ama yeryüzünde canlılar olmasaydı, jeolojinin konusu pek ala var olmaya devam edebilirdi de. Benzer şekilde, kapitalizm ve öncesindeki meta ilişkileri olmadan da bir Toplum ve Tarih var olabilirdi. Ve son beş altı bin yıla kadar dünya böyleydi. Bu bakımdan, Tarih bilinmeden ekonomi politiğin konusunun ortaya çıkışı ve evrimi anlaşılamaz ve Ekonomi politiğin konusu olan değer yasası bilinmeden de özellikle son beş bin ve beş yüz yıllık tarih anlaşılamaz. Bütün bu bağımlılığa rağmen, bunlarn ayrı bilimler olmaya devam ederler.
Yani Marks’ın bu en temel eseri, aslında bir sosyoloji kitabı değildir; bu kitapta henüz, ne kapitalizm öncesi, ne kapitalist toplumun somut tarihsel hareketi ve ne de hukuk, politika, devlet, partiler, sınıflar, estetik, ahlak gibi “üstyapı”ları söz konusudur. Toplumsal gerçekliğin gerek zaman içinde gerek toplum denen gerçekliğin yapısının tümü içinde çok küçük bir bölümünün anlaşılması için ekonomi politiğin konusuna giren oldukça soyut bir analiz söz konusudur. Ve daha da kötüsü, bu soyut analizin bile çok küçük bir bölümü yazılabilmiştir. Yani Marks’ın bütün hayatını verdiği temel eserinin yazılmış bölümleri, tasarlananın çok küçük bir bölümüdür ve bu yazılan bölümler içinde de Marks’ın yayınlayabildiği Kapital’in birinci cildi de yazılanların çok küçük bir bölümüdür.
Hasılı ilk taslağa uygun olarak bütün plan tamamlansaydı bile, ortaya çıkacak olan sadece modern toplumun, o da Marks’ın yaşadığı dönemdeki üretim ilişkilerinin bir çözümlemesi olabilecekti. Ama o sınırlı tarihsel dönemin bile, üst yapıları, (devlet, sınıflar, partiler, hukuk, gelenekler, ahlak, estetik, sanat, felsefe vs. ) zaman zaman yeri geldikçe değinmeler içerse bile, kendi bağımsız evrimleri içinde, birbirleriyle ve üretim ilişkileri temeliyle karşılıklı etkileriyle ele alınmış olmayacaktı. Çünkü plan henüz bunları bile içermiyordu.
Yani kurucular, gelecek kuşaklarca genişletilip derinleştirilmesi gereken muazzam bir işin sadece ilk birkaç temel kazığını çakıp, birkaç duvarcı sicimi gerebilmişlerdi. Herkesten daha fazla bunun bilincindeydiler.
Başka bir örnek verelim bu teorinin sosyolojik boyutunun da yeterince sistemleştirilememiş olmasına bir örnek olarak. “Tarihin sınıflar mücadelesinin tarihi” olduğu bu öğretinin temel önermelerinden biri olarak anlaşılmaktadır. (Aslında bu da yanlış bir yargıdır. Sınıfları ve sınıf mücadelesini Marks’ın bizzat kendisinin belirttiği gibi Burjuva tarihçiler daha önce sezmiş ve bulmuştur. Bu Marksizmin ayırıcı bir özelliği değildir.) Ama bu önermenin temel kavramı olan, Sınıf’ın bir tanımı ya da teorisi bile yoktur kurucuların eserlerinde. Marks, Kapital’in yarım kalmış son bölümünde, “Sınıflar” başlığını koyar, sadece genel giriş anlamında birkaç paragraf yazar. O kadar. Gerisi yoktur. Toplum Bilimin bu durumu, aşağı yukarı, hacim, kütle, hız, ivme gibi temel kavramlardan birini net olarak tanımlamamış bir fizikle kıyaslanabilir.
Elbette sınıf kavramın büyük harflerle bir teorisi ve açıklaması yoksa da bir uygulaması ve kullanımı vardır. Işığın ne olduğunu tanımlayamadan da herkes ışığın ne olduğu hakkında bir fikre sahip olabilir ve örneğin optik alanında belli ilerlemeler ve uygulamalar başarılabilir. Buradan hareketle bir ölçüde içeriği doldurulabilir. Aşağı yukarı böyle bir durum söz konusudur sınıf kavramı örneğinde.
Kaldı ki, büyük harflerle bir sınıflar teorisinin formüle edilmiş olmaması, onun uygulamalarında bunun fiili, örtük bir teorisi olmadığı anlamına da gelmez. Pek ala bu uygulamaların analiziyle de bu teori formüle edilebilir. Ama bu, uygulama ve kullanımdan hareketle, bunların analiziyle, kavramın faklı kullanımları ve içeriğinin daha dakik ve net olarak tanımlanması alanında da fazla bir şey yoktur. (Sınıflar teorisi alanında, daha sonra gelen Marksistlerden, Kıvılcımlı ve Troçki’nin, birbirinden bağımsızca ama birbiriyle ve Marks’ın öğretisiyle iç tutarlılık içinde yaptıkları katkılar vardır. Ama bu katkılar da ortalığı kaplamış Tarihsel Maddecilik adlı mekanik ve metafizik sosyolojiler nedeniyle bilinmez. )
Ya da teorinin kurucularınca da açıklamasının zorunlu yetersizlikleri noktasına dönersek. Alman İdeolojisi’nden sonra “Tarihin Maddeci Teorisi”nin yani “Maddeci ve Diyalektik Sosyolojinin” ya da kısaca “Sosyoloji”nin veya “Marksizm”in büyük harflerle bir teorisi, bir açıklaması denecek metinlere bakıldığında, korkunç bir yoksulluk görülür: Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nınÖnsözü’ndeki birkaç sayfa, Marks ve Engels’in birkaç mektubundaki bazı bölümler. Aşağı yukarı hepsi bu kadar.
Lenin, Marks’ın bize büyük harflerle bir Diyalektik Mantık bırakmadığını ama “Kapital’in mantığını” bıraktığını yazıyordu bir aforizmasında. Benzer şekilde, Marks-Engels, bizlere büyük harflerle bir “Tarihsel Maddecilik Teorisi” bırakmadılar denilebilir. Bu teorinin uygulamalarını bıraktılar. Bu uygulama ise, tarihin ve toplumun çok sınırlı alanlarına çok sınırlı bilgilerle bir uygulamadır. Ve bu uygulamanın sistematik bir incelemesiyle bu uygulamalarda gizli bir varsayım olarak var olan bu teorinin büyük harflerle bir teorisi de yoktur ortada; sonradan gelenler bunu da yapmamışlardır.
Ama bu uygulama da saf değildir, içinde sadece olgulara ilişkin bilgilerden kaynaklanan sınırlılık ötesinde, Marksizm’in içinden çıktığı, burjuva uygarlığının, özellikle aydınlanmanın, birçok değer yüklü yargısını, onlar onun organik bir bileşeni olmasa bile, içinde taşır. Bu anlamda arıtılması gereken bir tüvenan, bir ham madde gibidir bu uygulamanın kendisi de. Bu kalıntılar onun içinde, tıpkı kör bağırsak veya kuyruk sokumu gibidirler. Onun gerçek niteliği hakkında bunlara bakılarak bir karar verilemez. Çünkü onlar onun organik bir bileşenini oluşturmazlar. Aksine, onların bu öğretiden soyutlanması gerekir. Yani, Marksizm’in, özellikle Aydınlanmanın etkilerinden, onun tasavvur ve değer yüklü yargılarından arınması gerekir. İlerleyen Bir Tarih anlayışının ağırlığından “Tarihsiz Halklar” kavramına kadar birçok örnek verilebilir bu kuyruk sokumlarına; bu arıtılması gereken pisliklere, kör bağırsaklara.
Ve işin ilginci, daha sonra Marksizm’i bayrak yapan metafizik ve skolastik öğretiler, hep bu kalıntılara, temizlenmesi gerekenlere dayanmışlardır. Daha sonra Marksizm’in tarihi bir bakıma, bu kalıntılardan arınmanın tarihidir. Çünkü Tarihsel Maddeciliğin kavramlarını kullanan metafizik ve idealist sosyolojiler, hep bu geçmişin kalıntılarına, örneğin düzgün birbirini izleyen aşamalarla ilerleyen bir tarih kavramına, dayanmışlardır. İlerleme kavramı büyük ölçüde evrimin yerine kullanılmıştır ya da evrime ilerleme anlamı verilmiştir. İlerleme ise, baştan aşağı değer yüklü, aydınlanmanın değerleriyle yüklü bir kavramdır. Dolayısıyla bunlara karşı teorik mücadele ister istemez bu kalıntıların temizlenmesi mücadelesi de olmuştur. Ama bu mücadeleyi yapanlar, yani Troçki, Kıvılcımlı, Walter Benjamin gibi sembolik isimleri sayarsak, Marksistler olarak bilinmemektedirler. Dolayısıyla Marksizm diye öğrenilenler de, en otantik kaynaklara gidilse bile, bir yığın kör bağırsakla birlikte öğrenilenlerdir.
Özetlersek, otantik kurucuların kaynakları bile göz önüne alındığında ortada gerçekten büyük zorluklar vardır. Büyük harflerle bir teorinin, birkaç kısa değinme dışında neredeyse, bulunmaması; fiili uygulamaların zaman ve alan olarak tarihin ve toplumun çok sınırlı bir bölümünü kapsaması; bu uygulamadan yola çıkarak, sonra da büyük harflerle bir teorinin çıkarılmadığı; bu uygulanan teoride geçmişin kalıntıları ve sınırlı verilerden gelen eksiklikler vs. gibi çok ciddi sorunlar bulunmaktadır.

Eleştirel ve Devrimci Marksizm’in Evrimi


Peki arada geçen dönemde hiçbir gelişme yok mu? Elbette var. Ama bu gelişme de çok parçalı ve karmaşık bir niteliğe sahip olduğu gibi, Marksizm olarak da bilinmemektedir. Bu gelişmeyi sağlayan üç damarı ele alalım. Sadece bunlara bakarak bile bu gelişmenin bu karmaşık, parçalı ve bilinmez niteliği gösterilebilir.
Kıvılcımlı, Troçki (Mandel) ve Benjamin’i (Frankfurt Okulu, Eleştirel Teori) ele alalım.
Bu üç sembolik isim de, bu gün dünyada kendini Marksist kabul edenlerce ve geniş çoğunluk tarafından bilinen Marksizm içinde yer almazlar. Kıvılcımlı Türkiye dışında zaten bilinmez. Türkiye’de bilindiği kadarıyla ise ekzantirik ama inançlı bir sosyalist olarak bilinir. Troçki küçük bir akımın kurucusu olarak bilinir. Walter Benjamin ise bir edebiyat eleştirmeni, Alman filozofu olarak. Şu an dünyada hiçbir örgüt ya da eğilim, Tarihsel Maddeciliği öğretirken, Marks, Engels, Lenin gibi klasiklerin yanı sıra Kıvılcımlı, Troçki, Benjamin’i okumayı tavsiye etmez. Tarihsel maddeciliğe bunların yaptığı katkılar bilinmeden, onun nispeten gelişmiş son durumu hakkında bir fikir sahibi olunamayacağını kimse söylemez.
Peki, bunların kimilerini bilenlerde durum farklı mı? Hayır. Öncelikle, bu sembolik isimlerin birbirinin varlığından pek bir haberi yoktur. Bunların devamcısı olduğunu iddia edenlere gelince durum daha da vahimdir.
Kıvılcımlı, kimi “doktorcular” denen sektlerce bilinir. Daha doğrusu bayrak yapılmıştır ama yöntemsel olarak bilinmez. Açın bakın bu sektlerin yazdıklarına, bu satırların yazarı dışında, Kıvılcımlı’nın teorik çalışmaları konusunda bir tek değerlendirme bulamazsınız. Bunlar için örneğin Troçki, Benjamin aşağı yukarı küfür veya şeytan gibi bir şeydir.
Troçkistler de farklı sayılmaz. Kimi bir takım formülleri tekrarlamaktan başka bir şey yoktur. Teoriye korkunç bir uzaklık vardır. Kıvılcımlı zaten bilinmez. Benjamin siyasi mücadele pratiğinden uzak bir sol entelektüel damgasını yemiştir kimse okumaz ve ciddiye almaz. (Bir tek Michael Löwy gibi, yazdıkları Troçkistler arasında da pek yankı bulmayanlar vardır. Yani Troçkistler arasında bizim bir benzerimiz gibidir, ya da biz onun “Doktorcu” paraleli olarak görülebiliriz. )
Peki, Frankfurt okulunun teorik mirasından haberdar olanlar için durum farklı mıdır? Hayır. Onların çoğu akademik Marksizm’in labirentlerinde yolunu yitirmişlerdir. Bu okulun bu günkü devamcısı sayılan Habermas, Alman ve Fransız burjuvazisinin ve reformizmin filozofuna dönüşmüştür.
Ama bu sembolik isimlerin katkıları ve sağladıkları gelişmeler de, içlerinde arındırılması gereken birçok unsuru barındırmaktadır. Kıvılcımlı politik olarak tipik bir Stalinist’tir. Teorik katkıları bununla çelişmesine rağmen böyledir. Dolayısıyla bu teorik katkılarda, o politik yaklaşımların etkileri de vardır. Troçki belki otantik Marksizm’e en yakındır ama onda da belli bir Avrupa Merkezcilik ve İlerleme düşüncesinin etkileri hemen görülür. Örneğin, Ekoloji hareketinin yaptığı katkılara dayanan bir eleştiri karşısında dayanacak durumda değildir Troçki’nin birçok yazdığı.
İlerleme anlayışıyla güçlü bir kopuş içermesine rağmen, Benjamin’in düşüncesi Avrupa’nın düşünsel geleneklerine ve tarihine fazlasıyla bağlıdır ve politik mücadeleyle ilişkisi oldukça örtüktür. Teorinin içeriğindeki radikallik politik bir suskunlukla sağlandığından, dolayısıyla felsefeye kaçışıyla Stalinizm’le belli bir uzlaşmayı yansıtır. Kıvılcımlı’da nasıl Tarih’e yönelmek Stalinizm’le zımni bir uzlaşma anlamı da taşırsa, Frankfurt Okulu’nda da Felsefeye yöneliş, politikadan uzaklaşma benzer sonuca yol açar. Teorik saflık ancak politikadan zorunlu veya bilinçsiz bir uzak kalışla bir arada mümkün olabilmişti, bütün işçi hareketine Stalinist partilerin egemen olduğu o dönemde. Ama bunların izleyicileri veya izleyicisi olduklarını söyleyenler, tam da onların bu esas aşılması ve terk edilmesi gereken yerlerine bağlı kalmışlar, esas katkılarını ise susuşa getirmişlerdir.
Yani Marksizm’in kurucularının başına gelen, bunların da başına gelir. Nasıl sosyal demokrat partiler ve reformizm, Marksizm içindeki aydınlanmanın kalıntılarına, onda kendi özüne ait olmayanlara dayanarak var oldu ve o urları geliştirdiyse, aynı süreç bu teorisyenlerin küçük izleyicileri içinde de tekrarlanır. Onlar da onların içindeki arındırılması gereken yanlara dayanırlar. Hem de daha korkunç bir biçimde. Marks-Engels sonrası dönemde yine de Marksizm muazzam bir işçi hareketiyle canlı ilişki içindeydi. Hâlbuki bu sembolik üç damar, bir yükselen işçi hareketi ve geniş aydınların sahiplenmesi gibi ona belli bir dinamizm kazandıracak güçlerden de yoksundur. Küçük grupların evrenindedirler. Dolayısıyla onların düşünce ve davranışlarının izleyicileri, bu mirasın içindeki en olumsuz öğelere dayanırken, tam anlamıyla bir skolastiğe giderler. Tam anlamıyla bir tımarhane görünümü ortaya çıkar. Doktorcular, onun devrimci ve eleştirel yanının değil, yönteminin değil; Stalinizminin, skolastik izleyicileri ya da daha doğrusu dinsel cemaati olurlar. Troçki’nin izleyicisi küçük gruplar onun katkılarının değil; eksiklerinin damgasını taşırlar. Benjamin’in veya Adorno’nun en eksik yanı, Stalinizmle belli bir uzlaşmanın ifadesi olan politik mücadeleden kopukluk, bu okulun izleyicilerinin temel karakteristiğidir.
Bunlar kısmen en saf katkıları yapanlar. Bir de Lukacs’tan, Blok’a, Gramsci’den Lefevbre’ye, daha birçok adlar eklenebilecek, Perry Anderson’un “Batı Marksizmi” çerçevesinde ele aldığı, Tarihsel Maddeciliğin pek el değmemiş alanlarına (estetik, günlük hayat, politika öğretisi) el atmış ama aynı zamanda politik mücadele ile de daha yakın bağ içinde bulunmuş, ama bu nedenle de teorileri Stalinizmle bu uzlaşmanın etkileri nedeniyle çok daha fazla yabancı madde içeren; tam bu nedenle de eserleri ve katkıları daha dikkatli bir arıtmaya tabi tutulması gerekenler var.
Şimdi sadece Türkiye’de değil, dünyada şöyle bir etrafınıza bakın, bırakalım saf, arındırılmış halini bir yana, şu arındırılması gereken haliyle bile hangi politize olan gence, hangi işçiye, hangi örgüt Tarihsel Maddeciliği öğrenmesi için, bu yukarıda saydığımız isimlerin hiç olmazsa temel önemdeki eserlerini öneriyor? Hiç kimse. Böyle bir örgüt, böyle bir çevre yok bu gün dünyada maalesef.
Hâlbuki Engels’in de dikkati çektiği gibi, ihtiyaçlar bilimlerin ilerlemesine yüzlerce üniversiteden daha büyük bir itilim verdiklerine göre, Tarihsel Maddecilik veya Sosyoloji, ancak toplumu değiştirme mücadelesinin yarattığı ihtiyaçlarla ilerleyebilir.
Ama Tarihsel Maddecilik toplumu değiştirmeye kalkanlarca bilinmez kalıyor; toplumu değiştirmeye kalkanlar Tarihsel Maddeciliği bilmiyor ve onunla buluşmaları neredeyse olanaksız. Toplumu değiştirmeye kalkan radikalleşen gençler veya işçiler ile Tarihsel Maddecilik arasındaki bu kopukluk, hem Tarihsel Maddeciliğin hem de bu mücadelenin tam anlamıyla kısırlaşması ve kendini bile üretememesine yol açmaktadır.

Marksizm’in Sahiplenebileceği Katkıların Anti Marksistlerce Yapılması


Ama sorunlar sadece burada bitmiyor. Tarihsel maddeciliğe katkıları bağlamında buraya kadar sözü edilen sembolik isimler yine de iyi kötü Marksizm’e bağlı isimler, yani kendilerini Tarihsel Maddeci gelenek içinde tanımlayan isimler. Ama Tarihsel Maddecilik bakımından durumu daha da karıştıran gelişmeler bulunmaktadır.
Tarihsel Maddeciliğe en önemli katkılar, son yıllarda, Tarihsel Maddeciliği reddedenlerce yapılmıştır. Çünkü Tarihsel Maddecilik diye bilinen, Tarihsel Maddeciliğin terminolojisini kullanan metafizik sosyolojiler olduğundan, kendini Tarihsel Maddeci gelenekten görmeyen birçok sosyolog, tamamen bilimsel kaygılara dayanan araştırmalarla, Tarihsel Maddeciliği geliştirmişlerdir. Ya da burjuva sosyolojileri, tarihsel maddeciliğin, en boş bıraktığı, en zayıf alanlara yüklenip bir üstünlük kurmaya çalışırken, ister istemez, Tarihsel maddeciliğin sahip çıkabileceği katkılar yapmıştır.
Yani ortada yaygın Tarihsel Maddeciliğe rağmen; büyük ölçüde kendiliğinden, bilimsel araştırmanın kendi iç dinamiklerinden doğan, Tarihsel Maddecilik karşıtı Metafizik Sosyolojiler dünyasında görünen ve kendini de öyle tanımlayan Tarihsel Maddeciliğe katkılar vardır. Yani Tarihsel Maddeciliğin özellikle son yıllardaki kimi kazanımlarını ancak onun karşıtlarının, daha doğrusu karşıt olduğunu düşünenlerin katkılarından öğrenebilirsiniz. Bu biraz, Morgan’ın Tarihsel maddeciliği bilmeden onu daha sonra Marks-Engels’ten bağımsız olarak, kendiliğinden keşfetmesi ve uygulaması gibidir de.
Bunu bir örnekle somutlayalım. Örneğin Uluslar ve Ulusçuluk Teorisi alanının Marksizm’in en az gelişmiş alanlarından biri olduğu; daha doğrusu Marksizm’in bu konuda dişe dokunur bir teorisi olmadığı, bir parça Marksizm’le haşır neşir olmuş aklı başında her Marksist’in kabul edeceği bir gerçektir. Ama Tarihsel Maddeciliğin hiçbir sorun olmadan benimseyebileceği bir ulus teorisinin temellerini, ayrıntılarda ne kadar düzeltmeler gerektirirse gerektirsin ve burjuva sosyolojisinin sınırlılıklarını ne kadar içinde barındırırsa barındırsın, Ernest Gellner adlı bir Tarihsel Maddecilik karşıtı bir sosyologa borçluyuz. Hatta bu ulus teorisinin temellendirildiği bölümler, Tarihsel Maddecilikle polemik içinde onun eleştirisi biçimindedir. Ama biraz dikkatli bir Marksist, bu eleştirilerin hepsinin aslında, Tarihsel Maddecilik namlı metafizik sosyolojilerin eleştirisi olduğunu görür. Yani Tarihsel Maddecilerin yapması ve sahip çıkması gereken eleştiri, Tarihsel Maddeciliğe karşı bir biçimde yapılmaktadır. Tarihsel Maddeciliği reddederken Tarihsel Maddeciliğin özünü savunmaktadır. Yani biraz gerçeğin özüne yönelen burjuva sosyolojisi bile, bilmeden Marksistlere rağmen Marksizm’i savunur durumda olmaktadır.
Yani bir bakıma yer değiştirme söz konusudur. Nasıl metafizik teoriler Tarihsel Maddeci bir terminoloji ile ortaya çıktılarsa, şimdi de tersi olmakta, Tarihsel Maddecilik, intikam almakta, metafizik sosyolojiler görünümü altında kimi ilerlemeler kaydetmektedir.
Ya da son yıllarda, kadın hareketinin, ekoloji hareketinin, ırkçılık üzerine inceleme ve katkıları göz önüne getirelim. Bu katkıların çoğu, Tarihsel Maddecilik bayrağı altında yapılmayan, hatta çoğu kez ona karşı bir söylemle gerçekleştirilen, katkılardır. Örneğin Marks’ın temel eseri olan Kapital’in sadece değişim değerini incelemesi Kullanım Değerini ihmal etmesi, teorinin özüne ilişkin değil, sadece konunun kendisinin yarattığı bir sorundur. Somut bir toplumun analizi elbette Kullanım Değerini analize koymayı gerektirirdi. Ama yukarıda değinildiği gibi, Marks’ın yaptığı somut bir toplumun analizi değil, soyut bir kapitalizmin analiziydi ve bunun da üretim ilişkilerine ilişkin yanıydı. Burada Tarihsel maddeciliğin yöntemsel yanlışlığı değil, ekonomi politiğin konusundan doğan bir “eksikliği” söz konusudur.
Ya da Foucault’un adeta tarihsel maddeciliğe karşı ideolojik saldırının bayrağı haline gelmiş, hastaneler ve hapishanelerin, yani kapitalist toplumda egemenliğin sadece devlet denen politik baskı aracıyla sürdürülmediği; aksine bu egemenliğin günlük yaşamın her anında ve yerinde olduğu; diğer bir deyişle maddi araçlar, kurumlar ve örgütlenme biçimlerinin bu egemenliğin bir parçası olduğu ve tarafsız olmadığı anlamına gelen çalışmaları ve genellemeleri, Tarihsel Maddeciliğin hiç korku duymadan, üstüne üstlük bir de “benim yapmam gerekeni yaptınız beni yükten kurtardınız” diye teşekkür ederek sahiplenmesi gereken çalışmalardır. Hatta bu çalışmaların İşçi Sınıfının önüne çıkmış, başka bir uygarlığı programlaştırmak sorunun cevaplarının ipuçlarını içerdiği çok açıktır.
Marksistler bu işleri yapmaları gerekirken, bu yapılmamıştır ve şimdi bu katkılar Marksizm’e karşı bayraklar altında yapılmaktadırlar ama Marksizm’e katkıdırlar.
Hâsılı özler ve görünüşler adeta tamamen birbirine zıt görünümler içindedir. Tarihsel Maddeciliğe katkılar, Tarihsel Maddeciliğe karşı sosyolojiler ve akımlar içinde ortaya çıkıyor; Tarihsel Maddeciliğe karşı ideolojiler, metafizik sosyolojiler Tarihsel Maddeciliği savunma biçiminde ortaya çıkıyor. Tarihsel maddeciliği savunduğu iddiasında olanlar, Marksist olduğu iddiasında olanlar ise tam anlamıyla bir skolastik ve pozitivist denecek, en küçük bir eleştirellikten ve yaratıcılıktan yoksun bir şekilde fiilen Marksizme, yani Tarihsel Maddeciliğe karşı mücadele ediyor.
Özlerin ve görünüşlerin böylesine ters yüz olduğu bir dünyada kim Tarihsel Maddecilikle karşılaşabilir, onu tanıyabilir ve anlayabilir ki?
Görüldüğü gibi, Tarihin Maddeci Öğretisinin, kör topal, darma dağınık, yukarıda kısaca değinilen ilerlemelerle ulaştığı durum bile önümüze birçok devasa görevler koymaktadır. İlk kurucularının, uygulamalarında içkin teorinin, kör bağırsaklarından arındırılması, formülasyonu; sonra buna o gelenek içinde yapılan katkılara aynı işlemin uygulanması, daha sonra burjuva sosyolojileri çerçevesinde yapılan katkıların sistemleştirilmesi gibi muazzam, birkaç kuşağın enerjisini yutacak görevler ortada durmaktadır.
Yani Tarihin Maddeci anlayışının kendisininbizzat muazzam bir teorik çabanın konusu olması gerekir ki, Tarihsel maddeciliğin bu gün bulunduğu yerin bir bilançosu çıkarılabilsin.
Ve bütün bu işlerin yapılması aslında Tarihsel Maddecilikte bir gelişme anlamına da gelmez, sadece şimdiye kadar yapılmış, başarılmış, dağınık olanın toparlanması, sistemleştirilmesi, arındırılması gibi işlemlerdir. Ama sadece bu bilanço, bu derleme, bu “El Kitabı” ya da “Giriş” hazırlama çabası ya da Büyük harflerle bir “Tarihsel Maddecilik Teorisi” veya “Diyalektik ve Maddeci Sosyoloji” bile muazzam bir görev olarak önümüzde durmaktadır.
Bu gerçekleştiğinde, Tarihsel Maddecilikte bir ilerleme sağlanmış olmaz, sadece Topluma İlişkin bilimin durumu hakkında bir bilgimiz olur.
Hâlbuki bu teori geliştirilmeyi beklemektedir. Hem olgular yığını muazzam ölçeklerde arttığı için hem de toplum hızla değiştiği için.

Bilinen Olgulardaki Değişme ve Marksizm’in Gelişmesi Gereği


Olgular bilimin ham maddesidir. Bilim onları kavramlar aracılığıyla işler. Olgular hakkındaki bilgilerimiz ise, müthiş bir hızla, katlanarak artmaktadır. Örneğin Marks ve Engels, Tarihsel Maddecilik teorisini ortaya attıklarında, insanlığın bilinen tarihi eski Yunan ve Roma’dan başlıyordu. Çin ve Hint tarihi büyük ölçüde onlar için bilinmezdi. Daha sonra öğrendikleri Tarih öncesi hakkındaki bilgi ise, Morgan, Beachefon gibilerle sınırlıydı. Bu çok sınırlı alanın çok sınırlı bilgisinden yola çıkarak bu teorinin temel kavramları belirlendi. Hatta teorinin temel kavramlarının çoğu, esas olarak, batı Avrupa tarihinin son birkaç yüz yılından çıkmıştı. (Jakobenizm, Bonapartizm gibi kavramlar göz önüne getirilsin. )
Daha sonra Kıvılcımlı’nın Sümer’den beri gelen 5000 yıllık tarihe dayanarak bu teoride başardığı bir gelişmeden söz edilebilir. Ama Kıvılcımlı’nın dayandığı veriler ise, eni sonu 1950’lerin ve altmışların dünyasının sonuna kadar geliyordu. Sadece o dönemden bu güne, bu tarih ve tarih öncesi hakkındaki bilgilerimiz birçok kez katlanmış bulunuyor.
O zaman şu soru ortaya çıkar: “Bu yeni bilinen olgular, Tarihsel maddeciliğin Kavram sisteminde ne gibi zorluklar yaratmaktadır? Varsa bunlar nelerdir? ”
Soruyu böyle soran ve cevap arayan gördünüz mü? Maalesef yok. Hâlbuki ister Paleontoloji- Biyoloji (Canlılar Tarihi) ister Astronomi ve Fizik (Evrenin Tarihi) aynı dönemde, olgular yığınında benzer bir çoğalmanın yarattığı birçok teorik sorunla karşılaştılar ve bunları çözmeye yönelik yeni teoriler ortaya koydular. Sosyoloji (Toplum Tarihi) bakımından durumun farklı olabileceğini nasıl söyleyebiliriz ki?
Görüldüğü gibi, ortada sadece Tarihsel Maddeciliğin bir bilançosunun çıkarılması, bir el kitabının hazırlanmasından öte, gerçekte onun yapması gereken devasa bir iş bulunmaktadır, bu teorinin eldeki yeni zengin veriler ışığında tekrar kontrolü; eğer gerekiyorsa yeni teorilerle desteklenmesi veya eski teoriyi de özel bir hal olarak içeren yeni ve daha gelişmiş bir teorinin formülasyonu.
Böyle bir teori, ya Newton ve Relativite fiziği arasındaki gibi, Marks’ın teorisini Newton fiziği gibi, özel bir hal olarak içeren, bir tür Tarihsel Maddeciliğin “Rölativite” teorisi gibi bir gelişme olabilir ya da Darvin’in teorisi ile DNA teorisi gibi; DNA’nın keşfi Darvin’in teorisini doğrulamış ama onun işleyiş mekanizmalarını anlama olanağı sağlamıştır. Benzeri türden, toplumsal değişimin mekanizmalarını açıklayan ama daha derine inen teorik katkılar olanağı ve gerekliliği olabilir. Belki bunların hiç birine de gerek yoktur. Bilmiyoruz, çünkü ortada sorunu böyle koyan veya böyle koyup çalışan yok bu terk edilmiş madenci kasabasında.
Toparlarsak, tarihte gerçekleşmiş olanlar hakkındaki olgular yığını içinde bildiklerimizin işlenmesinde durum bile böyle umutsuz. Ama zorluk burada bitmiyor. Toplumun ne canlılar ne de evren tarihiyle kıyaslanamayacak; onlarda pratik olarak olmayan başka bir yanı var.

Yeni Olgular ve Marksizm’in Gelişmesinin Sorunları


Evrende değişimler yüz milyonlar, milyarlarca yılda gerçekleşiyor. Dolayısıyla astronominin doğuşundan beri, evrende bir şeyin değişmediğini, bilimin konusu olabilecek yeni fenomenler ortaya çıkmadığını veri kabul edebiliriz. Bilgimiz sadece zaten var olanlar hakkında derinleşmekte; zaten var olanlar hakkında daha fazla bir veriler yığını birikmektedir. Bilmediğimiz yeni olgunun bu kadar kısa zamanda ortaya çıkması mümkün değildir. Birkaç yüz hatta bin yıl evrenin tarihi bakımından, toplum tarihindeki birkaç saniye bile değildir. Bu bir saniyede maddenin yeni var oluş biçimlerinin rotaya çıkması söz konusu değildir. Olsa bile bunu algılamak fizik olarak mümkün değildir.
Canlılar tarihi bakımından da, durum böyle kabul edilebilir. Biyoloji ve paleontolojinin doğuşundan yani şu birkaç yüz yıldan beri, hatta neolitik devrimden beri yeni bir canlı türünün ortaya çıkmadığını kabul edebiliriz. Biyolojik değişimler yüz binlerce yıl gerektirir. (Genetik cerrahi ile bu durum değişebilir.)
Ama toplumda böyle değil, toplumun değişim hızı, onlarla kıyaslanmayacak kadar büyüktür. Tüm insanlık tarihi, biyolojik ve astronomik tarih göz önüne alındığında, bir göz açıp kapayıncaya kadar zamandır. O göz açıp kapayacak kadar zamanda, insanlık, bir yığın üretim biçimini yaşamıştır. Yani birkaç yüz yıl içinde evrende maddenin yeni bir var oluş biçimi ya da yeni bir tür çıkmaz ama pek ala birkaç uygarlık yıkılabilir, birkaç üretim biçimi değişebilir.
Ama sadece bu kadar da değil, toplumsal değişimin zaten hızlı olan hızı da artmaktadır. Kapitalizme kadar böyle değildi. Ama kapitalizmle birlikte, nispi artı değer oranını yüksek tutabilmek ve bu nedenle de tekniği geliştirme zorunluluğu ve buna bağlı olarak yeni teknik buluşlar ve onların geniş uygulanması, bunların ekonomi, kültür, politika vs. üzerindeki etkisi, baş döndürücü bir hızla, moda deyimiyle “gerçek zamanda” gerçekleşmektedir. Binlerce yıl boyunca, kapitalizm öncesinde, ilk uygarlığın doğuşundan, kapitalizmin ortaya çıkışına kadar, insanlığın, bu günkü hıza göre neredeyse bir kaplumbağa hızıyla değişimi söz konusudur. Ama son beş yüz yıldır, artan bir hızla değişim sürmektedir. Bu hız özellikle elektronikte baş döndürücüdür ve oradan hareketle tüm toplumsal yapıyı alt üst etmektedir. Yani benzetmeye bağlı kalırsak, sürekli olarak ve artan bir hızla, yeni “canlı türleri” maddenin yeni “var oluş biçimleri” ortaya çıkmaktadır. Bu astro-fizikte ya da biyoloji-paleontolojide olmayan bir sorundur.
Ve bunların incelenip anlaşılması pratik bakımdan, olmuş olanlar hakkındaki olgular yığınının incelemesinden çok daha büyük bir öneme sahiptir. İnsanlar bu hızla değişen dünyada, sürekli yeni “türlerin”; “maddenin yeni var oluş biçimlerinin” ortaya çıktığı bir dünyada yaşıyorlar ve bu yeni ortaya çıkanların onların hayatı üzerindeki etkisi, daha önce var olanların etkisinden aşağı değil. Bu Toplumun Bilimine has ek sorunlar yaratmaktadır.
Tarihsel Maddeciliğin bir astronomi gibi, bir paleontoloji gibi bilançosunun çıkarıldığını, sistematik hale getirildiğini; ayrık otlarından temizlendiğini; var olanlar hakkındaki bilgi ile teorinin sürekli kontrol altında tutulduğunu var sayalım. Ortaya çıkan ek zorluk sürekli yeni olguların, yeni fenomenlerin ortaya çıkmasıdır. Bunların görülmesi, kavranılması, anlaşılması ve açıklanması gibi çabaların kendisinde, bütün ek problemlerden ve sapmalardan soyutlanmış olarak düşünsek bile, olgu ile onun anlaşılması arasında ciddi bir zaman farkı ortaya çıkmaktadır. Bu zaman farkı ise, (Tarihsel Maddecilik son duruşmada, toplumu değiştirme iddiasındaki insanların bir mücadele aracı olarak iş göreceğinden), onun bu işlevini görmesini ek olarak güçleştirmektedir.
Hegel bu soruna, Minerva’nın kuşu akşamın alaca karanlığında öter diye değinmişti. Yani bizler olaylar olup bittikten sonra, sonuna doğru olup bitenin ne olduğunu anlamaya, ayaklarımız suya değmeye başlardı. Ama bu günün bitişi ile kuşun ötüşü, olgu ile onun anlaşılması arasındaki makas da giderek açılmaktadır. Yani kuşlar artık gün biterken, akşamın alaca karanlığında değil, ertesi gün ya da birkaç gün sonra ötebiliyor. Yani biz daha olguları anlamaya uğraşırken, toplumsal pratik bakımından onlar olaylarca aşılmış bulunuyorlar.
Örneğin Kültür sosyolojisi alanında bu son yıllarda çok açık görülüyor. Her hangi bir davranış kotu, müzik veya giyimin anlamını sosyologlar daha araştırmaya başlarken, verileri toplanıp sınıflanmaya çalışılırken, birkaç yıl geçiyor ve bu birkaç yıl içinde başka bir kuşak başka kotlarla ortaya çıkıyor. Öbürküler ise, yaşları büyüdüğü için başka kotlara yöneliyor ve araştırma konusu olan fenomen ortadan yok oluveriyor, tarihe karışıyor.
Sorun elbette kültür sosyolojisiyle ilgili değil, toplumu değiştirme mücadelesiyle de ilgili. Toplumsal ve sınıfsal memnuniyetsizlikler ve protestolar kendini genellikle kültürel formlarda dışa vurmaktadır. Hatta politika bile çoğu kez bu kültürel dışa vuruşun bir aracı olarak ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla toplumu değiştirme mücadelesinde bu sorunların pratik bir önemi vardır. Ama olgunun ortaya çıkışı ve yok oluşu ile onun anlaşılması için gereken zaman arasındaki oransızlık, adeta anlaşılma olanağını yok etmekte, anlaşıldığı an ise olgunun kendisini anlamanın pratik bir anlamı kalmamaktadır.
Bu kültür sosyolojisiyle ilgili örnek aşırı bir örnek gibi görülebilir. Daha başka bir örnek verelim.
Örneğin yirminci yüzyıla damgasını vuran Bürokratik Diktatörlükleri ele alalım. (Ki bunlar yine de bir uzun dönem kapsıyor. ) Bunların kapitalist mi, bürokratik olarak yozlaşmış bir işçi devleti mi ya da başka bir şey mi oldukları üzerine henüz çok ciddi bir tartışma yapılmadan, (Yapılanlar aslında sadece Troçkist, yani klasik Marksist gelenekten gelenler arasındadır. ) mahiyetleri hakkında el yordamıyla bir şeyler bulunurken bu devletler fiilen yok oldu. Artık pratik politik mücadele, sosyal pratik bakımından bir anlamları yok, onları şöyle ya da böyle tanımlamanın. Diyelim ki, bu arada, her türlü veriye daha rahatça girilebildiği için, çok daha zengin ve doğrudan malzemeye dayanılarak, bu devletlerin ne olduğu hakkında daha gelişmiş ve tutarlı bir teori ortaya koyulsa bile, bunun pratik politika bakımından, Sümer toplumunun sosyo ekonomik karakterinin ne olduğundan daha fazla bir önemi olmayacaktır, ancak metodolojik düzeyde yeni sonuçlara yol açarsa, bu sonuçların dolaylı bir etkisi olur.
Ama burada bizzat bu gelişmeyi engelleyen başka bir sorunla karşılaşıyoruz. Engels’in dediği gibi, bilimlerin ilerlemesinde ihtiyaçlar, onlarca üniversiteden daha büyük etki yaparlar. Yani o yok olan bürokratik devletler hakkında gelişkin bir teorinin ortaya çıkabilmesi için, onların biraz sorun olarak, toplumsal mücadelenin bir sorunu olarak ortada olmaları gerekir. O ülkelerin kendileri tarihe karıştığında, toplumsal mücadelenin bir konusu olarak ortadan büyük ölçüde kaybolduklarında, onlar hakkında gelişmiş bir teoriyi zorlayacak itici güçler yok olur.
Bu toplum bilimin gerçekten yeni bir sorunudur. Karşısına her an öylesine muazzam bir yeni olgular yığını çıkmaktadır ki, bunların her hangi birine yönelme fırsatı bulamadan onlar yok olmaktadır. Ava giden bir avcının, önünden birden bire onlarca kuşun havalandığını düşünün. Avcı daha bunların her hangi birini seçip, tüfeğini doğrultuncaya kadar kuşlar gözden yitmekte bu arada başka kuşlar havalanmaktadır.
Böylece sosyoloji ciddi bir açmazla karşı karşıya bulunmaktadır. Var olanı daha açıklayamadan o değişmekte, toplumsal pratik bakımdan giderek daha geriden geldiğinden, toplumsal pratik ile teori arasındaki ilişkide bir kopukluk ortaya çıkmaktadır. Ama sabitlenmiş yani olup bitmiş olgular yığını ise giderek akademik bir ilginin alanına kaymaktadır. Bu gün Sovyetler Birliğinin Karakteri, Babil veya Sümer toplumunun karakterinden daha fazla canlı politik mücadeleyi ilgilendirmemektedir.
Tabii burada eğilimlerden söz ediyoruz, bunları mutlaklaştırmamak gerekir. Elbette Sovyetlerin karakteri hakkında bir şeyler söyleyecek durumdaydık. Elbette yeni olgular hakkında belli bazı hükümlere varabiliyoruz. Ama burada eğilimleri ele almak, onları anlamak için kabartmak durumundayız.
Yeni ortaya çıkan olgunun ortaya çıkışı ve yok oluşu ile ve onun anlaşılması arasındaki zaman makasının açılması, ister istemez, toplumsal ve politik mücadelede “sezginin”, “içgüdünün” öne çıkmasına yol açmaktadır. Ama politik “seziş” ya da “içgüdü” dediğimiz nedir? Bu sadece sınıfsal konumdan kaynaklanmaz, aynı zamanda içselleşmiş tortusu kalmış, adeta kültür gibi içimize işlemiş metodolojidir, mantıktır. Ama bu mantık ve metodolojinin böyle bir “içgüdü” ya da “seziş” haline gelebilmesi için mükemmelleşmiş ve bu biçimiyle özümlenmiş olması gerekir.
Böylece Tarihsel Maddeciliğin, günümüzün olgularıyla doğrudan ilgisi olmayan kavramları ve yasaları, metodoloji ve mantık kanallarından sosyal pratik alanında tekrar bir pratik işlev kazanırlar bizlere kazandıracakları “iç güdüler”, “sezgiler” aracılığıyla. Yani bizlere zaman kazandırırlar, kredi açarlar. Teori pratik bağlantısı, bu derin dip akıntısı aracılığıyla yeniden kurulur. Ama bu bağlantı artık bir “sezgi”, bir “içgüdü” gibi görünür.

Farklı Alanlardaki Farklı Gelişmişliklerin Sorunları


Ama sorun bu kadarla bitmiyor. Teorinin bu günkü durumundan gelen başka sorunlar da var. Teorinin bir bilançosu ortaya çıkarıldığında şu görülür. Çeşitli alanlara ilişkin teoriler arasında da, onun en temellerinde de kullanılan kavramlar ve teoriler, bir tek bütünsel kavram sistemi içinde toparlanmaya muhtaçtırlar.
Bunu bir analoji ile açıklamayı deneyelim. Modern astronomi ve fizik aslında bir tek bilim olarak kaynaşmış, aynı alanı farklı araçlarla izleyen farklı araştırma yöntemleri düzeyine kadar inmiştir farkları. Evrende uzaklara baktıkça onun eski haline bakılmış olmakta; çekirdek fiziği araştırma merkezlerinde ise parçacıklara daha büyük enerjiler yüklendikçe, daha büyük sıcaklıklara ulaşıldıkça da yine evrenin deha eski dönemleri hakkında yeni veriler toplanmaktadır. Bütün bu veriler ışığında de bunları açıklayan teoriler geliştirilmektedir.
Şimdiye kadar yirminci yüzyılın başında ortaya koyulan iki büyük teori bütün bu deneyler ve yeni olgular imtihanını başarıyla geçmiş bulunuyor. Kuantum ve Rölativite teorileri. Eğer kaba bir şekilde ifade etmek gerekirse, hızlandırıcılarda atom altı parçacıklarla uğraşanlar, daha çok Kuantum teorisinin kavramlarıyla iş görüyor ve ön görülerde bulunuyorlar; evreni gözleyen astronomlar ise Rölativite teorisinin araçlarıyla. Diyelim ki, hızlandırıcıda yapılan deneyde, ölçümler birbirine uymayınca, nötrino adı verilen bir parçacığın olması gerektiği var sayılıyor; bu parçacıkların yıldızlardaki, dolayısıyla Güneş’teki reaksiyonlarda ortaya çıkması gerektiği ön görülüyor. Ve gerçekten de, kullanılmaz maden ocaklarında büyük sıvı kütleleri ve dedektörlerle yapılan ölçümlerle bunlar bulunuyor. Her iki teori de parlak bir biçimde doğrulanıyor.
Ancak, bu ikiz doğru teori bir tek kavram sistemi içinde değil. Bu bütün fizikçilerin rahatsızlığını hissettiği ve aşmaya çalıştığı bir durum. Bu iki teoriyi aynı kavram sistemi içinde toplayacak ama hala bulunmamış ve keşfedilmeye çalışılan teorinin kendisi olmadan adı bile var: “Evren Formülü” veya “Her şeyin Teorisi”. Buna önceden “Birleşik Alanlar Kuramı” da deniyordu. Fizikçiler bu ikisi de doğru, deneylerin ve olguların sağlamasını başarıyla geçen bu iki teoriyi bir tek bütünsel kavram sistemi içinde tanımlamayı temel hedeflerinden biri olarak koymuş bulunuyorlar.
Benzer sorunlar, Tarihsel Maddecilikte de var. Örneğin bunların en önemlisine Perry Anderson, Tarihsel Maddeciliğin tarihini ele aldığı, Türkçe’ye “Batıda Sol Düşünce” diye çevrilen, “Batı Marksizmi” adlı eserinin devamı olan, “Tarihsel Maddeciliğin İzinde” adlı çalışmasında değiniyor: Özne ve Yapı ilişkisi. Yani tarihi bir sınıflar mücadelesi olarak ele alabilir ve sınıflı toplumlar tarihini bu açıdan inceleyebilirsiniz. Ama aynı zamanda aynı tarihi, Ekonomi ve Üst Yapılar olarak da inceleyebilirsiniz ve yine doğru sonuçlara ulaşabilirsiniz. Ama bu ikisi, bir kavram sistemi içinde değildir, farklı paradigmalar, farklı sistemler olarak bir aradadırlar. Tıpkı Kuantum ve Rölativite gibidirler, ikisi de geçerlidir ama aynı zamanda farklıdırlar.
Bu sorunla Hikmet Kıvılcımlı, bilinçsizce yüz yüze gelmiş ve bir çözüm denemesinde bulunmuştur. Bu Özne ve Yapı paradigmalarının farklılığı ve bir tek kavram sistemi içinde tanımlanmış olmaması, Antik tarihin ele alınmasında ve açıklanmasında ciddi bir sorun yaratmıştır, (çünkü antik tarihte devrimleri sınıflar değil barbarlar yaparlar, sınıfı Kapitalizmde ekonomi dolayımıyla nispeten yapıya bağlamak mümkündür ama barbarla karşılaşılınca bu öznede, temeldeki farklılıktan doğan sorun daha olgun bir biçimde ortaya çıkar) ve bu ayrılığı bilinçsizce aşma çabası, Kıvılcımlı’nın Üretici Güçler kavramlarını daha farklı yorumlarla tanımlamasına yol açmıştır. Özne ile Yapı arasındaki bu farkı, Üretici Güçler kavramına, Tarih ve Kollektif Aksiyon’u sokarak çözmeyi denemiştir. Yani Yapının en derindeki özü, yani Üretici Güçler aynı zamanda Özneler olarak (Kollektif Aksiyon, İnsan, Barbarlık) tanımlanmıştır. Elbette bu kafadan uydurma teori, bir tahrif değildir, büyük ölçüde Marks-Engels’e ve her şeyden önce de olgulara dayanmaktadır ama onlarla ciddi bir farklılığı da içermektedir ve Antik Tarihi açıklamakta son derece başarılı işlev görmektedir, tıpkı kuantum teorisinin atom altı parçacıklar alanında gördüğü gibi.
Öte yandan Troçki, Sovyet Devleti’nin sınıf karakterini ele alırken Kıvılcımlı’dan daha farklı, daha ziyade Marks-Engels’inkine daha yakın bir kavram sistemine dayanmakta, ama korkunç benzer sonuçlara ulaşmaktadır. Kıvılcımlı’da “Devlet Sınıfları” Troçki’de “Bürokrasi” birbiriyle uyumlu ve ele aldıkları olaylar da uyumlu ama aynı zamanda farklı sistemlere dayanan kavramlar olarak ortaya çıkmaktadır. Yani tıpkı Kuantum ve Rolativite teorileri gibi, biri mikrokosmosta diğeri makrokosmosta iyi iş gören teoriler olması ama bu teorilerin bir tek kavram sistemi içinde bulunmamamsı gibi; Kıvılcımlı’nın Antik Tarih’te çok iyi iş gören Troçki’nin Kapitalizm ve sonrasında iyi iş gören kavram sistemleri bulunmaktadır ama bunlar bir bütünsel kavram sistemi içinde birleşmiş değillerdir. Bütün bunlar Yapı ve Özne arasındaki, yani tarihi sınıflar mücadelesi, toplumsal güçler arasındaki bir mücadele olarak kavrama ile toplumu bir yapı olarak kavrama arasındaki farkın yansımalarıdırlar.
Ama sadece bu mu? Daha ikincil düzeylerde de başka paradigmalar bulunmaktadır. Örneğin, Feminist paradigma, Ekolojik paradigmayı ele alalım. Bunların tarihsel maddeciliğin bir tek kapsayıcı kavram sistemi içinde birleştirilmesi zorunluluğu bulunmaktadır.
Toparlarsak, bütün olgulara, teorinin tanımına, arındırılmasına, geç kalmasına vs. ilişkin sorunları halletsek bile, ortada aşağı yukarı bu gün fizik-astronominin karşı karşıya olduğu türden çok ciddi devasa bir görev durmaktadır. Bütün farklı paradigmaları bir bütünsel kavram sistemi içinde kapsayacak daha yetkin ve gelişkin bir teori.
Peki, kim yapacak bunca işi?

Teorik Gelişme ve Bunu Yapacak Öznenin Sorunları


Dikkat edilirse buraya kadar Tarihsel Maddeciliğin, teorinin kendisinden gelen sorunlarını ele aldık. Tabiri caiz ise, konu Yapı idi. Kim yapacak sorusu Özne’yi gündeme getiriyor. Biraz da Özne’den gelen sorunlara gelelim.
Kapitalist toplumda, Tarihsel Maddeciliğin bütün diğer bilimlerden temelden farklı bir yanı var. Bilimsel çalışmaların yapıldığı ve geliştirildiği yer olan, Akademik Dünyada Tarihsel Maddecilik yer almaz ve alamaz. Çünkü Toplum hakkında gerçeğin bilgisi ile egemen sınıfın çıkarı karşı karşıyadır. Gerçek devrimcidir. Bu aynı zamanda gerçeğin özüne inen bilginin, onun derin bilgisinin egemen sınıfın çıkarıyla uyuşmadığının ve uyuşamayacağının değişik bir ifadesidir. Dolayısıyla bütün akademik kurumlar ve oralarda yer bulan ve teşvik edilen Sosyolojilerin Tarihsel Maddeciliğe karşı olmaları gerekir. Onlar tam da ona karşı savaş için kurulmuşlardır. Tıpkı Marks’ın emek-değer değer teorisine dayanan ekonomi politiğin iktisat fakültelerindeki durumu gibi bir durum vardır Sosyoloji ve Tarih alanında da. İktisat nasıl, kapitalist ekonomiyi sürdürme tekniklerine dönüşmüş bulunuyor ve sadece ona hizmet ettiği takdirde var olabiliyorsa, Toplum bilimleri de kapitalist toplumu sürdürmenin tekniklerine dönüşmüş durumdadır. Dolayısıyla egemen sınıfın üniversitelerinde ve akademik ortamında, Tarihsel Maddeciliğin var olma ve gelişmesinin koşulları yoktur. Oralar aksine Tarihsel Maddeciliğe karşı “toplum teorilerinin” daha doğrusu ideolojik mücadele araçlarının üretildiği yerlerdir.
Elbet, zaman zaman, artık bilimsel kalitesi inkâr edilemeyen bir Tarihsel Maddeci sosyologun veya Marksist bir ekonomi bilimcisinin bu ortamda ayrıksı bir yeri olabilir. Burjuvazinin olanakları geniştir, bu gün bir ölçüde belli bir tolerans gösterebilir. Örneğin Ernest Mandel aynı zamanda akademik kariyeri olan bir insandı. Ama bunlar da esas katkılarını akademik ortamda ve akademik ortam aracılığıyla yapmazlar, Akademik faaliyet bir bakıma onların hayatlarını idame ettirmeleri için bir araçtır; gerçekten teoriyi geliştirme gerekliliğini ve olanağını yaratan toplumsal pratiğe daha fazla zaman ayırmanın bir aracıdır. Onlar bu katkıları Akademik kariyerleri sayesinde değil, ona rağmen yapmışlardır.
Ya da tamamen bilimsel kaygılarla yapılan bir keşif veya bir ilerleme, Tarihsel Maddeciliğin korkusuzca sahip çıkabileceği bir sonuç içerebilir. Ama bu koşulda bile o sonuç çoğu kez, Tarihsel maddeciliğe karşı mücadelenin bir aracı gibi ortaya çıkar.
Bu soyut gibi görünen ifadeye, daha önce sözünü ettiğimiz, Gelner’in Ulus Teorisi bir örnektir. Ulusçuluğun ulustan önce geldiği, türünden, adeta bu alanda, Tarihsel Maddecilik için de bir Kopernik devrimi yapan teori, Tarihsel Maddeciliğe karşı bir biçimde sunulur.
Ya da daha önce de değinildiği gibi, Focault’un, hastane, hapishane gibi kurumlarla ilgili katkıları. Bunlar gerçekten Tarihsel Maddeciliğin hiç korkusuzca sahip çıkacağı, hiç de onlardan yapısalcıların veya post yapısalcıların veya post-modernistlerin çıkardıkları sonuçları çıkarmak zorunda olmadığı; Tarihsel Maddeciliğe muazzam bir katkıdır. Tarihsel maddecilik, bu çalışmalar aracılığıyla, işçi sınıfının nasıl burjuva devletini sınıfsız topluma giden yolda nasıl bir araç olarak kullanamaz ise, burjuva uygarlığının kurumlarının, örgütlenme mekanizmalarının, hatta bunların yoğunlaşmış ifadesi olan binaların, maddi araçların da kullanılamayacağını öğrenmiştir ya da öğrenmelidir. Bu sadece siyasi değil, günlük hayattaki araçların tarafsız olmadığı anlamına gelen, çok temel bir ilerlemedir.
Böyle bir anlayışta, örneğin Taylorizm, sosyalizme giden bir araç olamaz artık. Bu İşçi sınıfının, başka bir uygarlığı programlaştırmak gerektiğini gösterir. Gerçekten de, örneğin Gellner’in Ulusa veya Focault’un kurumlara ilişkin çıkardığı teorik sonuçlara sahiplenen ve bunları kendi kavram sistemi içinde özümleyen bir Tarihsel Maddecilik olmadan, bu günün dünyası için bir program oluşturulamaz. Hatta başka bir program anlayışına, bir uygarlık programı ve tasavvuruna ulaşılamaz.
Ama Tarihsel maddeciliğe bu katkılar, sosyalizme ve Marksizm’e karşı bir haçlı seferinin aracı olarak da ortaya atılmışlardır. Akademik dünyada, üniversitelerde başka türlüsü de mümkün olamaz zaten.
Hâsılı, Tarihsel Maddeciliği geliştirecek özne, akademisyenler ve aydınlar dünyasında var olamaz. Ama bu çok ciddi bir sorun yaratır.
Düşünelim, her hangi bir Paleontolog veya Astronomi profesörü, lise üniversite gibi klasik bir eğitimden sonra, uzun araştırma pratikleri ve uzmanlaşma eğitimlerinden geçer. Bir yığın konferanslara katılır. Kendi bilim dalının uzak sınırlarındaki çalışmaları yakından izler. Genellikle bunları bir bilim adamları-kadınları çevresinde yapar ve sonunda kendisi de bu tartışmalara katılır. Ortada uzun ve meşakkatli bir yol vardır.
Tarihsel Maddecilik konusu olan toplumun karmaşıklığı, fizik veya biyolojik dünyayla kıyaslanamayacak yüksekliktedir. Bu bilim alanında çok daha köklü ve derin bir bilgi birikimi ve hazırlık gerekir. Ama akademik dünyada yeri olmaması nedeniyle, Tarihsel maddecilik, yani Toplum bilim söz konusu olduğunda, bütün bunların gerçekleşmesi mümkün değildir, çünkü akademik dünyada yeri yoktur ve o dünyanın kendisi ona karşıdır.
Geçmişte Tarihsel Maddecilik bu açığı fiilen şöyle gidermiştir: İşçi hareketin yükselişi, kapitalizmin bunalımları, bu akademik ve bilimsel eğitimi yapmış burjuva aydınlarının taraf değiştirmesine yol açmıştır. Tıpkı, gelişmiş ülkelerin beyin ithali gibi, işçi sınıfı burjuva felsefe ve sosyal bilimlerinin en iyi beyinlerini ithal etmiş, kazanmıştır. Tarihsel Maddeciliğe Katkı yapan ve onu geliştiren, Marks’tan Adorno’ya kadar, herkesin durumu aşağı yukarı budur.
Ama işçi sınıfının gerek Stalinizm’in tarihi felaketi nedeniyle öznel, gerek dünya işçi sınıfının siyah beyaz bölünmesi nedeniyle nesnel nedenlerle burjuva uygarlığının krizi karşısında ona son verecek bir güç olarak hiçbir yerde ve şekilde görülmemesi, Tarihsel Maddeciliğin beyin kaynağını kurutmuştur. Artık entelijansiyanın en iyi beyinleri taraf değiştirmemektedir. Hatta, gençlik yıllarında, örneğin altmış sekizlerde olduğu gibi, belli bir konjonktürün etkisiyle işçi sınıfı saflarında işe başlayanlar, burjuvazinin tarafına geçmektedirler ve geçmişlerdir.
Böylece, korkunç bir kendi içine kapanıp daralan çember çıkmaktadır. İşçi hareketinin yokluğu Aydınların ona akmasını engellemekte; onların olmayışı, Tarihsel Maddeciliğin ve sosyalizmin bir canlanma ve yenilenme yaşamasını olanaksızlaştırmakta; bunun sonucunda sosyalist ve işçi hareketinin tekrar canlanması daha zorlaşmakta ve bu böylece gitmektedir tıpkı bir kara delik gibi.
Bu durumda kimler kalır geriye, Tarihsel Maddeciliği geliştirecek? Bu eksikliği giderecek başka gelişmeler var mıdır?
Devrimci hareketlerin militanları ve işçiler mi?
İşçileri, en geniş anlamıyla aydınların önemli bir bölümünü de içeren, ücretliler anlamıyla ele alalım.
Bu koşulda beden işçilerinin bu öğretiyi geliştirmesi, adeta olanaksızdır. Yaşam savaşı, kol işçilerinin kültürel yapısı, yani zamansal ve kültürel koşulların yokluğu bunu engeller. Tıpkı yeryüzünde hayatın ortaya çıkabilmesi için, birçok ön koşulun bir araya gelmesi gibi, Tarihsel Maddeciliğin geliştirebilecek kişisel kaliteler için de birçok koşulun bir araya gelmesi gerekir. Ama bu koşullar yoktur beden işçilerinde. Marks-Engels’in çağdaşı Joseph Dietzgen, ki Tarihsel maddeciliği Marks-Engels’ten de bağımsız olarak keşfetmiş bir işçidir, o dönemin zanaatkar ve entelektüel, artık var olamayan bir işçi sınıfının üyesiydi. Onun keşfi bile, otodidaktlara has eksikliklerle maluldür. Kaldı ki o tek örnektir ve ondan sonra bir daha benzeri görülmemiştir. Günümüzün, korkunç yabancılaşmış emeğiyle, makinenin basit bir parçası haline gelmiş, insanlıktan çıkmış işçisinin, geçmişin zanaatkâr işçilerinin gösterdiği türden, bu tür göz alıcı başarılan göstermesi olanaksızdır adeta.
Aydın ücretliler bir umut gibi görünüyor. Ama onların büyük çoğunluğu, zaten işçi sınıfının daha imtiyazlı zümrelerine dâhildirler. İleri ülkelerde olanları zaten dünya işçi sınıfının bölünmesinde beyazların içindedirler. O bakımdan oralardan bir atılım beklemek hayal olur. Kültürel temeli bir ölçüde olsun karşılayabilecek durumda olsalar bile.
Geri ülkelerde olanları ise, o geri ülkenin standartlarına göre, nispeten, iyi koşullarda yaşadıkları için onlar da var olan düzeni köklü değişikliklere uğratma eğilimi taşımamaktadırlar bugün. Bu eğilim yoksa insanların Tarihsel Maddeciliği öğrenme ve geliştirme ihtiyaçları da olmayacaktır. Ya da örneğin çeşitli ulusal baskılarla radikalleşme ve politize olma eğilimi gösterenleri ise, daha günümüzde milliyetçiliğe, burjuva ideolojilerine eğilim göstermektedirler.
Geriye ne kalır? Şu veya bu ülkede, toplumsal mücadelenin belli bir yükseliş momentinde radikalleşen gençler ya da radikal marjinal grupların taraftarları olan militanlar.
Ama bunların tarihsel maddecilik ile karşılaşmaları, ona ilgi duymaları neredeyse olanaksızdır. Karşılaşanlar onun tahrifatlarıyla karşılaşırlar. Kültürel hazırlıkları ve birikimleri yoktur. Çoğu zaten birkaç yıl sonra, dalganın çekilişi veya yaşın kemale ermesiyle kaybolur giderler.
Bu hareket veya grupların dergilerinde, birkaç yıllık politik tecrübesi olan, birkaç klasiği okumuş, derin bir felsefe ve tarih arka planı olmayan, aslında Tarihsel Maddecilik alanında da hemen hiçbir şey bilmeyen militanların Tarihsel Maddeciliğe “katkıları” görülür. Bunlar ise, Tarihsel maddeciliğe katkı olmak bir yana, zaman ve enerji kaybından başka bir sonuca yol açmazlar.
Matematikte meşhur klasik problemler vardır, örneğin bir pergelle bir açıyı üç eşit parçaya bölmek veya Fermat Teoremi gibi. Bu gibi problemlere ilişkin olarak, bir dönem her yıl yüzlerce amatör matematikçi bilimler akademilere çözümlerini yollarlar ve kontrol edilmesini beklerler. Aslında bu yollananların tamama yakını meslekten bir matematikçinin hiçbir zaman yapmayacağı temel hatalarla doludur. Bunların kontrolü ve işe yaramazlıklarının gösterilmesi gerçek matematikçilerin muazzam bir zaman ve enerji kaybına yol açar. Bu yükten kurtulmak için matematikçiler sonunda, her hangi bir ciddi matematik dergisinde bilimsel bir makalesi yayınlanmamış kimselerin çözüm önerilerinin ciddiye alınmaması kararı alınır. Çünkü, bunların her hangi birinin çözüm içerme olasılığı, dünyada bir delinin daha fazla olma olasılığından daha azdı.
Matematikçiler, akademik otoritelerine davranarak böyle davranabilirler. Ama Tarihsel Maddeciliğe gelince işler değişir, böyle hiçbir temel matematik bilgisi olmayanların, örgütler yönettiklerini düşünün. O örgütün veya toplumsal hareketin gücü, bilimsel hiçbir değeri olmayan “katkıların” güçlü olduğu kanısına yol açar ve Bilimler Akademisinin matematikçileri gibi, bunları okumayacağım da diyemezsiniz. Çünkü eni sonu, sosyalizmle ilgili olduğunu düşündüğünüz insanlar onları okumaktadırlar ve onlara ulaşmak zorundasınızdır. Ondan sonra işi gücü bırakıp, en alfabetik konularda yanlışlarla dolu “Fermat Teoremi” çözümleriyle zamanınızı harcamak zorunda kalırsınız. Bunun nasıl bir şey olduğunu görmek isteyen, birkaç yıldır yazdığımız yazıları astığımız ve onlara yönelik eleştirileri de topladığımız Yazılar ve Yankıları Forumu’nun Arşivini inceleyebilirler. Yazılmış yüzlerce yazıya yapılmış binlerce eleştiri arasında, alfabetik düzeyde hata yapmayan eleştiri sayısı bir elin parmaklarından azdır. Yani, Tarihsel Maddecilikle, bir şekilde ilgilenenler bile, aslında onun gelişiminin önünde bir engel olarak ortaya çıkarlar. Güç ve zaman kaybından başka bir şeye neden olmazlar. Dünyadaki sol ve Marksist grupların, çevrelerin, örgütlerin dergileri, aslında bilimsel bakımdan hiçbir değeri olmayan böyle çöplerle doludur.
Görüldüğü gibi, Tarihsel Maddeciliğin gelişmesi için, var olanın sistemleştirilmesi için bir özne de ortada görülmemektedir.
Bu koşulların, dünyada işçi hareketinin ve sınıf bilincinin tekrar doğup gelişmesine bağlı olarak, ne zaman nasıl tekrar değişeceğine dair bir öngörüde bulunmak da mümkün değildir. Bu yönde hiçbir umut verici işaret görülmüyor.
Sol kendine gaz vermeyi sever. Amerika veya Cenova’daki son birkaç kitlesel radikal gösteri hemen yeni bir mücadelenin başlangıcı olarak selamlandı. Hâlbuki aksine işaretler çok daha güçlüdür. İşte en son Brezilya’da Lula’nın, yani son on yıllarda dünyadaki en canlı ve dinamik işçi hareketinin, vardığı yer ortadadır. Hal böyleyken, iyimser olmak için neden var mı?
Geriye ne kalır Tarihsel Maddeciliğe hala ilgi duyup o alanda bir şeyler yapmak isteyen? Altmış sekizin kabarışından ve belki daha sonra da kimi bölgesel hareketlenmelerin veya kimi sosyal hareketlerin yükselişlerinden geriye kalan kılıç artıkları. Ama bunlar da öylesine parmakla gösterilecek kadar az ki yeryüzünde. Belki bunlardan bir şey çıkabilir. Ama onlar için bile koşullar öyle sınırlı ki?
Her hangi bir bilimin gelişmesinde bir bilim insanları çevresinin varlığının önemine birçok bilim tarihi araştırmacısı dikkati çeker. Tarihsel Maddeciliğin tarihi de bunu kanıtlar.
Marks-Engels’in bizzat kendileri bir çevre oluşturuyorlardı. Daha sonra, Neue Zeit yıllarında, bu dergi aracılığıyla tartışan, birbirinin düşüncelerini bilen Marksistler kuşağı vardı. Lenin’ler, Troçki’ler, Plekhanov’lar o bir daha benzeri hiçbir zaman gelmeyen, Bolşevik Rus entelektüelleri kuşağı, hep bu çevrenin ürünüydüler. (Hatta bu kuşağın son temsilcisi kabul edilebilecek Mandel bile bu çevrenin ürünü sayılabilir. Evlerinde Neue Zeit ciltleri varmış. Böyle bir evde büyümüş. )
Benzeri kısmen Frankfurt Okulu çevresi için de geçerlidir. O dönemin yükselen işçi hareketinin, başka tarihsel koşulların da bir araya gelmesiyle Klasik Alman Felsefe Geleneğini içinde taşıyan Yahudi entelijansiyasını çekmesi aşağı yukarı böyle bir çevre yaratmıştır. Yani “Batı Marksizmi” de bir çevrenin ürünüdür.
1960’larda da böyle bir çevrenin ortaya çıkışından söz edilebilir. New Left Review gibi dergiler, bütün dünyada, Marksizmin sorunlarına kafa yoran, birbirinin gelişimlerini, katkılarını izleyen bir sosyalist aydınlar çevresini ortaya çıkarmıştı. Ve bütün bu dergiler etrafındaki, onları izleyen veya tartışmaya katılanlar aynı zamanda toplumsal hareketle çok canlı bağlar içindeydiler.
Bu gün ise öyle bir şey dünyada yok. New Left’in yeni çıkışı gibi girişimler görülüyor ama bunlar bile, gerek Türkiye’deki gerek dünyadaki sosyalistlerin çoğunca ne biliniyor, ne izleniyor. İzleyenler de canlı ve dinamik bir çevre oluşturmuyor.
Böyle, uluslararası bir bilimsel çevrenin yokluğu, elde kalanların olsun bir şeyler yapabilmesinin yani Tarihsel Maddeciliğin gelişmesinin önündeki en büyük engellerden biridir.



Türkiye’deki Ek Zorluklar


Türkiye’de ise durum daha da korkunç. Önce 12 Eylül’ün, tam bu darbenin etkisinden kurtulur gibi olurken, çöken duvarın, daha onun sersemliğini atmadan yükselen şovenizmin ve özel savaş rejiminin darbeleri, tam anlamıyla bir toplumsal çürüme yaratmış ve elde kalanlarda da Teoriye ilgi tümüyle yok olmuş, bir parça ilgi gösterebilecekler bile gerilemiş durumda.
Tarihsel Maddecilikle ilgili denebilecek iki dergi vardır. Birisi Praksis, diğeri Teori ve Politika.Praksis, Marksist akademisyenlerin Tarihsel maddeciliği savunmak amacıyla çıkardığı bir dergidir, ama bu söylemin ötesinde Tarihsel Maddecilikle ilgisi yoktur. Dergiye adını veren Praksis gerçek anlamını yitirmiş, boş bir söze dönmüş, akademik Marksizm çalışmaları anlamını kazanmıştır. Bir bakıma kendini Marksist kabul eden akademisyenlerin“Toplum ve Bilim” dergisidir, aralarına bazen çeşni olsun diye eski altmış sekizlileri alırlar. İçindeki yazıların başlıkları ve ağırlıklı konular listesi bile bunu gösterir. Yazıların çoğu, metinler arasıdır. Yani bilmem kimin, ki o bilmem kim de gene dünyanın bir yerindeki bir üniversitede çalışan bir muhtemelen Marksist bir akademisyendir, bilmem hangi konudaki görüşlerinin veya teorisinin açıklaması, yorumu ya da eleştirisidir. Örneğin bu yazıda sözü edilen, Tarihsel Maddeciliğin sorunlarına ilişkin bir tek yazı bulamazsınız. Tarihsel Maddeciliğin böyle kavranışı görülmez.
Teori ve Politika, ise, merkezcilerin genel metodolojik hatasıyla maluldür. Aslında konusu Tarihsel Maddecilik değildir. Felsefeden doğrudan doğruya politikaya sıçrar. Tarihsel Maddecilik ne yöntemiyle ne de alanıyla onların konusu değildir. Bu Maocu, Althusserci yöntemsel hatanın üzerinde yükselir. Aynı metinlerarasılık burada da görülür. Ama buna rağmen Teori ve Politika’da Praksis, yani teorik pratik, ama bir akademisyenin teorik pratiği olarak değil, toplumsal mücadelenin bir gereği olarak Praksis, Praksis dergisiyle kıyaslanmayacak daha sıkı bir bağlantı içindedir.
Ama bu dergilerin esas sorunu, bütün dünyadaki, Marksist teorik dergilerin çoğunun esas sorunudur. Akademik Marksizmin labirentlerinde yollarını kaybetmişlerdir. Onun dışında başka bir Marksizm olabileceğini düşünmezler, varlığını bilseler bile onu hor görürler.
Bunlarda Troçki, Adorno, Benjamin, Kıvılcımlı gibilerin Tarihsel Maddeciliğe katkıları ne tartışılır ne de bir kavramsal temel olarak alınır. Mao, Althusser, Laclau gibi, aslında Klasik Tarihsel Maddeciliğin dünyasıyla ilgisiz, bir takım felsefi genellemelerden direk toplumsal mücadelenin sorunlarına atlayan; Tarihsel Maddeciliğin kavram sistemine dayanmayan ve öyle problemleri olmayan yazarları ya da bunlar gibi veya bunların suyunun suyu düşünürleri veya dünyanın her hangi bir üniversitesindeki Marksist akademisyenlerin dediklerinden başka konuları yoktur.
Bir parça dikkatli okuyucu, bu sunuşta Tarihsel Maddecilik, onun sorunları ve alanları ve gelişimi hakkında açıklanan kavrayış ile bu dergilerde ifadesini bulan sorunlar arasında büyük bir uçurumu hemen görebilir. Bu uçurumun varlığının nedeni bizim tamamen bunların dışladığı, kaynağa yönelik bir geleneğe bağlılığımızdır. Bu dergilerde ifadesini bulan gelenek, Tarihsel Maddeciliğin önündeki çok ciddi bir engeldir. O dergilerde tartışılan konular ve sorunların ortaya koyuluşları birer labirenttirler ve labirent olarak engeldirler. Onların karşısında yapılması gereken, Occamlı’nın usturasıyla yaptığı gibi, onların problemlerini kesip atmaktır. Bir kaynağa dönüş gerekmektedir.
Bunu şöyle ifade edelim. Muhammet, İslamiyet’i kurarken doğrudan doğruya kutsallık zırhıyla korunmuş İbrahim geleneğine başvurur. Sonraki tarikatları, Hıristiyanlığı vs. bir ustura darbesiyle kesip atar, bir kenara iter. Bunu Hikmet Kıvılcımlı, çok nefis açıklamaktadır.
Tarihsel Maddeciliğin ihtiyacı olan budur. Kaynaktaki ve gelişmiş kavramsal araçlarla, kaynakta yapıldığı gibi, olayları ele almak ve oradan yola çıkmak gerekmektedir. Yani bizzat Marks-Engels’in o teoriye vardıkları gibi olaylardan hareket etmeli, olayları ele almalıdır. Yoksa Marks-Engels’in eserinin bilmem kimce yapılmış yorumunun, örneğin Althusser’in diyelim, nasıl okunacağı üzerine yazılmış bir yazının eleştirisinin eleştirisi gibi konuları, bir kalemde, tıpkı Occamlı’nın usturasıyla keser gibi, kesip atmak gerekmektedir. Akademik ya da skolastik Marksizm’in labirentlerinde zaman ve enerji kaybedilmemelidir.
Ama sorun böyle koyulduğu an, bütün akademisyen Marksistler zaten birer burun kıvırmasıyla ve küçük görmeyle uzak duracaklardır.
Görüldüğü gibi ortaya korkunç uyumsuz bir tablo çıkıyor. Ortada devasa bir teorik görevler duruyor, ama onları yapabilecek bir özne dünyada neredeyse yok derekesinde, Türkiye’de ise daha da kötü.
Bu nasıl aşılabilir?
Bilmiyoruz.

Umutsuzca Çırpınmak


Ama hiçbir şey yapmamak da olmaz. Süt kabına düşmüş fare gibi çırpınmaya devam etmek zorundayız. Belki çırpınmalarımız, sütün içinde katı yağ küreciklerinin oluşmasına ve o katı yağ küreciklerine dayanarak umutsuz durumdan kurtuluşa yal açabilir.

Tarihsel Maddeciliğin ve Sosyalizmin Sorunlarının Farkı


Buraya kadar Toplum Bilimi olarak Tarihsel Maddeciliğin sorunlarını ele aldık. Ama bir de Sosyalizmin Sorunları var. Tarihsel Maddeciliğin sorunları ile bir bakıma ve aslında Sosyalizmin Sorunları nedeniyle yüzleşmeye çalıştık. Bunara kadar ele aldığımız sorunlar, yani Tarihsel Maddecilik bölümü bir bakıma, Almanların “Grundlagenforschung”, (Temel Araştırmalar) dediklerine denk düşüyor. Doğrudan sosyal pratikle bağı görünmeyen, ama sonuçları alt üst edici olan çalışmaların alanıdır Tarihsel Maddecilik. Tarihsel Maddecilik, zaten onu kabul edenlerle sınırlıyor alanını.
Ama Sosyalizmin Sorunları böyle değil. Orada eşitlikçi ve dayanışmacı bir toplum uğruna mücadelenin, sorunları söz konusudur. Tıpkı uygulamalı bilimler gibi. Ve sosyalist hareketin sadece Marksistleri kapsaması söz konusu değil, bu uğurda mücadele eden tüm görüşleri, Anarşizmden Ütopik Sosyalizme veya Feminizme kadar kapsamak zorunda.
Aslında sosyalizmin sorunlarının da bir bilançosunu çıkarmak gerekmektedir. İşte Sampozyumdaki konuşmamızda bunu yapmaya çalışacağız. Bunu doğru bulduğumuz için değil, b.eklenti bu olduğu için.
Aslında Sempozyumun konusu “Marksizm’in Güncelliği” olduğuna göre, Marksizm de “Tarihsel Maddecilik” veya “Sosyoloji”den başka bir şey olmadığına göre, Sempozyum’un başlığı, “Tarihsel Maddeciliğin Güncelliği” veya “Sosyolojinin Güncelliği” olarak da ifade edilebilir ve öyle de anlaşılmalı.
Ve böyle anlaşıldığında buraya kadar yazdıklarımızdır aslında bu Sempozyumun konusu.
Ama onun örneğin “Sosyolojinin Güncelliği” diye adlandırılmaması bile kastedilenin ve beklentinin bu olmadığını göstermektedir. “Marksizmin Güncelliği” ile aslında Sosyalizm uğruna mücadelenin güncel sorunları kast edilmektedir
İşte bu durumu göz önüne alarak, eğer sempozyum ismiyle müsemma olsaydı bu konuları elealmalıydı diye düşünerek bu yazıyı sunuyoruz. Ama konuşmamızda, ismiyle müsemma olmayan gerçek beklenti veya kastedilen hakkında konuşmaya çalışacağız.
Özetle, Marksizm’in Güncelliği Sempozyumundaki konuşmamızın, esas olarak bu Sosyalizm Mücadelesinin Güncel Sorunları üzerinde yoğunlaşmasını planlıyoruz.

Demir Küçükaydın
07 Haziran 2012 Perşembe







Kılıçdaroğlu ve Erdoğan buluşması ve Leyla Zana’nın Açıklamalarının Politik Anlamı?

$
0
0

Dünyadaki gelişmeleri anlamak, olaylar mahşerinde yolunuzu yitirmek istemiyorsanız her şeyden önce uluslara karşı (Dikkat edilsin “milliyetçilere karşı” demiyoruz, uluslara yani milletlere karşı diyoruz. Ve de Enternasyonalist de demiyoruz. Çünkü Enternasyonalizm de bir Milliyetçiliktir.) bir programınız ve duruşunuz olması gerekir.
Böyle bir program ve duruş olmadan ne bugünkü Dünya krizini ne de örneğin son Avrupa krizini anlayamazsınız ve somut bir programınız olamaz. Şu veya bu politikanın peşinde oradan oraya savrulur bel kemiğinizi kırarsınız veya bel kemiğinden yoksun bir politika yaparsınız.
Aynı ilişki Türkiye için de şöyle formüle edilebilir. Türkiye’deki gelişmeleri anlamak; olaylar mahşerinde yolunuzu yitirmek istemiyorsanız, her şeyden önce Gerici ulusçuluğa ve ulusa karşı demokratik ulusçu ve demokratik ulusu savunan bir duruşunuz ve programınız olması gerekir.

Peki, nedir demokratik ulus ve gerici ulus arasındaki fark. Demokratik ulus (Dolayısıyla demokratik ulusçuluk) ulusu her hangi bir dil, din, etni, soy, sop, ırk, kültür vs. ile tanımlamayı reddeder ve ulusu böyle tanımlamaya karşı tanımlar. Gerici ulus (Dolayısıyla gerici ulusçuluk) ulusu Kürtlükle, Türklükle, Araplıkla, Müslümanlıkla, Hıristiyanlıkla vs. tanımlayan ulustur ve ulusçuluktur.
Gerici ulusçuluk “ulusların kendi kaderini tayın hakkı”nı savunur. Demokratik ulusçuluk, ulusu bir dille, dinle, soyla sopla, tanıma hakkını savunmaz ve böyle tanımlamaya karşı mücadele eder. Ama demokratik ulusçuluğa dayandığı takdirde bir köyün bile ayrılma hakkını, yani gerçek “Demokratik özerkliği” savunur.
Gerici ulusçuluğa göre, başka ulusları ezen bir ulus özgür olamaz. Demokratik ulusçuluğa göre ise, ulusu dille, dinle, soyla, ırkla, kültürle tanımlayan ulusları ve ulusçulukları ezen bir ulus özgür olabilir.
Gerici ulusçuluk “Kürt Sorunu”ndan söz eder; Demokratik Ulusçuluk Türk Sorunu’ndan.
Gerici Ulusçuluk, ulusun Türklükle tanımlanmış olmasında bir sorun görmez; Kürtlüğün tanınmamasında görür. Demokratik ulusçuluk, sorunu ulusun Türklükle tanımlanmasında görür.
Böyle Demokratik Ulusçuluğa dayanan bir duruş ve programı olmayan, ne kadar iyi niyetli olursa olsun, olaylar mahşerinde egemen sınıfların yedeğine düşmekten; bir oraya bir buraya savrulmaktan ve sonunda bel kemiksiz bir politikanın savunucusu olmaktan kurtulmaz.
Bunu son günlerin iki somut gelişmesinde görelim. Biri Kılıçdaroğlu ve Erdoğan Buluşması. Diğeri yine buna bağlı sayılabilecek Leyla Zana’nın Hürriyet tarafından öne çıkarılmış Tayip Erdoğan’a ilişkin sözleri ve çıkışı.
*
Önce birincisiyle ilgili kısa bir anekdot. Geçen hafta Frankfurt’ta Sınıf Teorisi dergisinin tertiplediği Marksizmin Güncelliğikonulu Sempozyuma tartışmacı olarak gitmiştik.
Erdoğan Aydın da oradaydı. Zamanın dolmasını beklerken Kılıçdaroğlu’nun Erdoğan ile görüşmesi hakkında konuşmaya başladık. Erdoğan Aydın bu buluşmanın kendisini olumlu buluyor ve olumlu gelişmelere yol açabileceği umudu besliyordu. Biz ise aksini savunduk ve özetle şöyle dedik.
“Aslında Kılıçdaroğlu’nun bu hamlesi AKP’ye güç vermiş ve CHP onun yedeğine düşmüş durumdadır. Bu da beklenilmeyecek bir durum değildir. Bunların ikisi de, “Kürt Sorunu”nun “Bireysel haklar” ile çözüleceğini düşünmektedirler. Bu demokratikleşme getirmez. Ulusun Türklükle tanımlanmasını, bu gerici ulusçuluğu ortadan kaldırmaz.
Ayrıca burada bu bireysel haklar, şimdi somut politik mücadele içinde, Kürt Özgürlük Hareketinin radikal ve demokrat kanadını, Yani Öcalan’ın temsil ettiği çizgiyi tecride ve tasfiyeye yöneliktir. Bir yandan bireysel haklar çerçevesinde kabul edilebilecek bir takım düzenlemeler, diğer yandan radikal demokratik Kürt hareketine karşı askeri, hukuki, politik ve diplomatik operasyonlar. Böylece ot ve sopa ile Kürt kitleleri Özgürlük hareketinden uzaklaştırılmak istenmektedir.
İşin kötüsü, şu ana kadar bu politika ve stratejiye karşı bir kaşı strateji ve politika da geliştirilebilmiş değildir. Bereket ki, Hükümet Roboski olayıyla ve de kısmen de MİT-Emniyet çekişmesiyle (Kürt sorununa devletin Stratejik ve politik bir paradigmadan bakışı ile hukuki ve polisiye paradigmadan bakış farkı ve çekişmesi olarak da tanımlanabilir bu gerilim.) peş peşe kendi açısından aptalca işler yapmıştır da hareketi içinde bulunduğu acıklı durumdan biraz kurtarmıştır. (Eğer bu yanlışlar olmasaydı, durum şimdi olduğundan çok daha kötü olurdu. Ama bu bir yandan da kötü olmuştur ve bu programsızlık ve stratejisizliğin yol açtığı zaafların görülmesini engellemiştir. İlerde görüldüğünde ise çok geç olabilir.)
Öcalan’ın çizgisinin gerilemesi, güçten düşmesi ve tecrit olması demek, bu tavizleri vermeye yol açan gücün yok olması demektir ki bu otomatikman o tavizlerin de verilmemesine ve sürüncemede bırakılmasına yol açar. Yani o bireysel haklar bile olmaz. Reformlar devrimci mücadelenin yan ürünleridir. Olaylara bakalım ne zaman “Kürt Açılımları” çıktı?
İlki 1980’lerin sonu ve 90’ların başında Kürt Hareketi yükselişteydi, o zaman uzlaşma arayan sesler (Özal, Bitlis vs.) daha güçlü çıkıyordu. Ne zaman Küt hareketi peşpeşe mevziler kaybetmeye başladı, özel savaş rejimi oturdu. O zaman uzlaşmadan açılımdan kimse söz etmez oldu.
İkincisi de, 2000’lerir sonuna doğru, Zap’ta zaplandılar, Dağlıca’da dağlandılar (yani Kürt özgürlük hareketi askeri başarılar elde etti) bunlara seçim başarıları da eklenince “Kürt Açılımları” başladı.
PKK’yı, Öcalan’ı, yani Özgürlük hareketini zayıflatan veya zayıflatmaya yönelik hiçbir politika sorunun çözümünü ve demokratikleşmeyi getirmez, getiremez. Şu an Kürt hareketi kötü ve zayıf durumda olduğu için; CHP, AKP’nin politikasına fiilen destek verdiği için, bir demokratikleşme ve çözüm yolunda yol alınamaz. Aynı şekilde AKP aynı zamanda son zamanlarda Kürt gerici milliyetçileriyle, yani Barzanicilerle ittifak halindedir ve Kürt hareketi içindeki PKK ve Öcalan’ın temsil ettiği radikal demokratik kanat ciddi bir tecrit içindedir. İşin kötüsü daha fazla tecrit olmaktan korktukları için, kendi ayaklarına kurşun sıkıp bunlara karşı ideolojik mücadele de yürütmemektedirler. Durum biraz Osmanların koptuğu döneme benzemektedir. Kürt hareketi içinde tıpkı o zaman olduğu gibi, Barzani’ye doğru bir kayma ve Öcalan’ı bir satma vardır. Bütün bunlar çok kötü ve olumsuz gelişmelerdir.
Şu anki durumda AKP, CHP’nin de desteğiyle Türklerin yüzde sekseninin; Barzani’nin desteğiyle de Kürtlerin büyük bir bölümünün desteğini almış bulunuyor. Bu çok tehlikeli bir durumdur. Buradan çözüm ve demokratikleşme çıkmaz.
Bu gidişi ancak ve ancak Türkler içinden çıkacak bir radikal demokratik hareket durdurup Kürt hareketi içindeki radikal demokratik kanada bir destek sunabilir. Ama Türk sosyalistlerinin kendileri de birer gerici milliyetçidirler.
O halde, bu gidişi durduracak, gerici milliyetçiliğe karşı demokratik bir milliyetçiliği gündeme getirecek; Türk sorununu gündemleştirecek bir ilk itilimi belki Ertuğrul Kürkçü ve Sırrı Süreyya gibi isimler başlatabilir. Ama onlar da bağımsız radikal demokrat bir politik hattı oluşturup savunmaktan ziyade Kürt hareketine destek çerçevesinde kalıyorlar. Bu kadar mütevazı olmamaları gerekir. Tarih onlardan daha büyük sorumluluk ve uzak görüşlülük bekliyor. Bizim demokratik bir ulus ve ulusçuluk için çırpınmalarımız ise bu gerici milliyetçiliğin kuşatması altında hiçbir zaman gündemleşemiyor. Buna onların sahip çıkıp savunması ve gündemleştirmesi gerekir. Yarın öbür gün, bilmiyorduk diyemezler. Bir fikir bir kişi tarafından söylenmiş bile olsa söylenmiş olur ve o andan itibaren onun karşısında hangi tarafta olduğunuz sorun olur. Bu arkadaşlar yıllardır savunduğumuz bu program yokmuş gibi yaparak, gündeme getirmek için çabalamayarak gerici milliyetçiliğe fiilen destek verir duruma düşmektedirler. Kendi öznel niyetleri bunu değiştirmez. ”
Bu sözlerimiz yıllardır yazıp savunduklarımızdı. Araya başka konular girince konuşma yarım kaldı. Ama çok açıktı ki, liberaller ve ulusalcılar çok uzun zamandır diğer konulardaki çekişmeleri bir kenara atıp, aynı yerde buluşmuşlar bu buluşmadan beklentiler içindeydiler.
Erdoğan Aydın’da dile gelen çizgi aslında çok yaygın bir eğilimdir ve bütün basında görülebilir. Bunların hepsi pozitivisttir. Hep “bu kadarcığı olsun bari” hesabı içindedirler. Sadece Kürt Özgürlük hareketinin radikal kanadının etkisi ve gücünü koruması ve arttırması gibi bir dertleri yok değildir; aynı zamanda onun varlığı, gücü ve etkisi de onları ciddi biçimde rahatsız eder. Dün en Kürt düşman, sol çizgilerin yayınlarında bol gösterenler bugün güçlenince onun yanına gelir ve şimdi örneğin CHP-AKP yakınlaşması gibi değişimlerde yine eski pozisyonlarına geçerler. Bunlar genellikle “her devrin adamı”dırlar. Özel savaş yıllarında Cumhuriyet sayfalarında, son yıllarda Kürtlere yakın yerlerde. Yakında bu Kürtlere yakın yerler Özgürlük hareketine yakın yerler değil; Barzani’ye, ilkel milliyetçiliğe yakın yerlere geçiş olacaktır. Aslında bu pozisyon fiilen bundan başka bir anlama da gelmez.
Gelelim Leyla Zana’nın açıklamasına, bu açıklama bizim için hiçbir sürpriz olmadığı gibi bu tür bir kırılmayı bekliyorduk. Çevremizde sürekli olarak müthiş bir savrulma yaşandığından; Öcalan’ın en Öcalancı bilinenlerce bile artık bir yük gibi görüldüğünden; ama bunun açıkça ifade dilmediğinden; kimi davranışlar, güdük fiiller, dil sürçmeleri biçiminde yansıdığından söz ediyorduk. Örneğin en radikal kanatta görülen, kimi önde gelen politikacıların ve vekillerin davranışlarından bile çıkarıyorduk bu sonucu. Bir zamanlar parlayan gözlerle bizi selamlamak için bakanlar; şimdi gözlerinin önünde bile dururken sanki saydam bir varlıkmışız gibi bizi görmeden uzak boşluklara bakıyorlardı.
Leyla Zana’nın açıklaması karşısında bir yandan şaşıranlar var. Aşağı yukarı söyle düşünüyorlar: Bunca yıl mücadele etmiş ve bedel ödemiş bir isim nasıl olur da Milliyetçi, egemen sınıflardan yana bir isim olan Tayip Erdoğan’a Kürt sorununu çözme misyonu yükleyebilir?
Bu bayan ve bayların anlamadığı şudur: Kürt hareketinde iki kanat ve bu kanatlar arasında aynı zamanda bir sınıf mücadelesi vardır. Elbet, her Kürt, Kürt olduğu için ezilir. Ama farklı sınıfların ezilişleri ve buna karşı mücadeleleri ve hedefleri de farklıdır. Bir Radikal demokratın görevi ister burjuva, ister gerici olsun, tüm Kürtlerüzerindeki ezilmeyi kaldırmak için mücadele etmektir. Bunun da tek yolu vardır. Politik olanın, yani devletin, yani ulusun Türklükle tanımlanmasına karşı mücadele. Kürtlüğün de tanınması için değil; Türklüğün de tanınmaması için mücadele. Böyle bir programı, bu kadar net ifade edip savunuyor olmasa da, Öcalan’ın temsil ettiği “Demokratik Milliyetçi” veya “Radikal demokrat” kanat savunmaya hazırdır ve böyle bir programı savunan bir muhatabın eksikliği içinde bunalmaktadır.
Ama Kürt Hareketi içindeki diğer burjuva veya Barzanici kanat bu programa karşıdır. Bunda ölümü görür. Ancak Türkiye’deki mücadelede, bir kere hareketin öncülüğünü ve liderliğini Radikal demokratik kanada kaptırmış bulunduğundan buna açıktan karşı çıkamaz, içinde gibi görünüp, sabotajdan saptırmaya kadar bin bir yolla etkisini arttırmaya çalışır.
Bunlar aslında sırf radikal demokrat kanadın etkisi ve programına karşı mücadele edebilmek için de bireysel haklar düzeyinde bir “çözümden” yanadırlar. Ama kendileri aslında sadece Kürtlükle tanımlanmış, Türk devletinin aynadaki aksi bir devletin rüyasından başka bir şey görmezler ve kendilerini bu devletin memurları, elçileri, konsolosları olarak gören hayaller bunların en büyük motivasyon kaynağı olmakla birlikte, kısa vadede, hem Öcalan’ın çizgisini tecrit etmek ve etkisini silmek için; hem de bağımsız bir Kürt devleti yolunda şimdilik geçici bir aşama olarak gördükleri için AKP’nin, liberallerin hatta şimdi CHP’nin çizgisinde olduğu gibi ulusalcıların desteği olmaya gönüllüdürler.
Bunlara göre, Öcalan’ın Demokratik bir Cumhuriyet ve Ortadoğu programları ya saçma ütopyalardır ya da Türk devletini kandırmak için söylenmiş taktik formülasyonlardır. Hep böyle yorumlar ve tanımlarlar Öcalan’ı.
Peki, samimi Öcalancılar he yapıyorlar? Bunların gücünü ve etkisini bildiklerinden, bunlarla açıktan bir ideolojik mücadeleye girmezler. Politik bir ittifakın ancak farklı bir programın açıkça savunularak; çarpıtmalara karşı ideolojik mücadele ile birlikte olduğunda bir anlamı olacağını görmek istemezler. Ve kendilerini kandırırlar. Ve en beklemedikleri anlarda, Osman Öcalan’lar; Leyla Zana’lar böyle çıkışlar yaptıklarında artık çok gecikmiş olarak tepkiler gösterirler.
Leyla Zana’nın politik olarak bir Barzanici olduğu sır değildir. Leyla Zana Kürt hareketi için bir semboldür. Zaten bir sembol olduğu için; çektiklerinin bir diyeti olarak bir milletvekili yapılmıştır. Bir jesttir aslında vekilliği. Sadece o kadar.
Politik ve ideolojik olarak Öcalan’ı ne hazm ne de temsil edecek durumda değildir. Bugünkü Leyla Zana konuştuğunda onun çok geri bir bakışla konuştuğunu herkes görebilir. O eski kuşaktandır. Bir Demirtaş, bir Kışanak, bir Ayna gibilerin yanında bu özelliği çok açık görülür.
Burjuvazi ve Avrupalı ülkeler onun bu özelliğini bildiklerinden zaman zaman onu Apo’ya karşı bir alternatif olarak çıkarma; bu yönde cesaretlendirme girişimleri içinde olmuşlardır ve Zana da bu gibi desteklere her zaman umut verici davranışlar göstermiş ancak gördüğü tepkiler sonucu bir kenara çekilip sembolik konumuna dönmüştür.
Ancak seçimlerden beri, AKP’nin Barzani ve Amerika ile birlikte Öcalan’ın çizgisine karşı yürüttüğü tecrit ve imha çizgisi epey yol kat ettiğinden, şimdi yine aynı desteklerle böyle çıkışlar yapabilecek konumda hissetmiştir kendisini. Böylece Erdoğan’ın Öcalan’ın çizgisini tecrit ve imha politikası ve stratejisi, CHP’nin yani sıra şimdi şimdiye kadar Kürt özgürlük hareketine karşı açıktan cephe almayan, ayrı bir politik profille çıkmayan Erdoğan’ın Kürt hareketi içindeki müttefiklerini, yani Barzanicileri, yani Öcalan’ın “ilkel milliyetçi” dediklerinin de açıktan desteğini almış bulunuyor.
Birdenbire Zana’nın ne kadar sevimli, akıllı olduğunu keşfediverdi liberaller ve ulusalcılar.
Hasılı Zana’nın çıkışı Zana’nın çıkışı değil, gerici milliyetçiliğin; Barzanicilerin; Erdoğan’ın stratejisinin Kürt hareketi içindeki iş birlikçilerinin çıkışıdır.
Buradan hiçbir demokratikleşme çıkmaz. Hiçbir çözüm çıkmaz.
Çıkacak çözümler ise sadece kan ve gözyaşı getirir.
Ancak Öcalan’ın çizgisi güçlendiğinde; askeri, politik, stratejik, taktik, diplomatik, örgütsel başarılar kazandığında demokratik bir çözüm yolunda küçük de olsa adımlar atılabilir.
Her kim ki bu basit gerçeği unutur, kafasını tekrar tekrar duvarlara çarpmak; politikan dönüşleri içinde omurgasız bir yaratığa dönüşmek zorundadır.
*
Şunu görelim. Kürt Özgürlük hareketinin radikal demokratik kanadı bugün çok ciddi bir tehdit altındadır ve tecrit olmuş durumdadır. Bu durumdan nasıl çıkılıp, politik inisiyatifin nasıl kazanılacağıdır sorun.
Elbette tüm güçler arasındaki çelişkilerinden yararlanılır. Bu işin alfabesi.
Ama bunlar stratejik bir bakış ve yenilikle birleştirilemezse yıpranma ve yıkım kaçınılmaz olur. Bunun için Kürt Özgürlük hareketi, açıkça, şimdiye kadar statü veya kolektif tanıma stratejisinden ve programından gerçekten demokratik olan, Türklüğün tanınmaması; ulusun hiçbir dil, din, etni, soy, ırk, kültür, din ile tanımaması stratejisine geçmelidir.
Bu konuda yıllardır yazıyoruz; programlar öneriyoruz. Çatı Partisi Girişiminden, Demokrasi İçin Birlik Hareketi’ne oradan Halkların Demokratik Kongresi’ne kadar defalarca önermemize rağmen bu programı, bir kere bile olsun gündeme bile aldıramadık. Gerici milliyetçiler engelledi. Özgürlük Hareketi ne yapıp edip bu programı gündemleştirmeli ve bu programın yanında ağırlığını koymalıdır.
Kimse unutmamalı, Öcalan’ın Kürt hareketi içinde savunduğu programın benzerini Türk solunda sadece bu satırların yazarı savunmaktadır. Bu Demokratik Milliyetçi bir programdır. Bunun karşısında bütün Türk sosyalistleri gerici milliyetçidir ve gerici milliyetçi, ulusu Kürtlükle, Türklükle tanımlayan bir programı savunmaktadırlar. Bunlara karşı açıktan, net bir politik, ideolojik mücadele verilmeden bir adım atılamaz. Bunun tek yolu da bu karşı programı gündemleştirmektir. Stratejik ve programatik bir sorun Türk Sosyalistleriyle, onların geri yanlarını okşayan; onlarla mücadele etmeyen taktik ittifaklarla çözülemez. HDK’nın fiili durumu budur. Çözümün değil sorunun parçasıdır şu an HDK.
Bu programatik ve stratejik yönelişin yanı sıra Kürt özgürlük hareketi, ortaya somut bir acil barış planı koymalıdır. Somut olarak şunu önermelidir: Bütün anti demokratik, özgürlükleri kısıtlayıcı tüm yasaların bir tek yasa maddesiyle iptali ve fikir ve örgütlenme için sınırsız özgürlük. Çok net ifadelerle hiçbir yere çekiştirilemeyecek kesin fikir, gösteri, ve örgütlenme özgürlükleri. Tüm özel mahkemelerin kaldırılması.
Bunu ateşkes ve silahlı güçlerin Türkiye Toprakları dışına çıkarılması için biricik koşul olarak koymalıdır. Bunu ayrıca yeni anayasanın da koşulu olarak koymalıdır. Tüm özgürlüklerin olmadığı yerde nasıl özgürce farklı görüşler savunulup toplumun çoğunluğu kazanılabilir ki?
Bu özgürlükler ortamında ancak özgürce bir anayasa hazırlanabilir. Böylece yeni ve özgür bir anayasa hazırlama da, silahların susması da özgürlüklerin sınırsızlığına bağlanır.
Silahını susturmuş ve Türkiye toprakları dışına çıkmış Gerilla’nın silahları teslim etmesi ise, tam bir özgürlük ortamında, her türlü fikrin özgürce ifade edildiği ve örgütlendiği bir ortamda yeni Anayasa’ya ve bu Anayasa’nın özgürlükleri garanti etmesine bağlanır.
Böylece Gerilla özgürlüklerin sağlayıcısı ve bekçisi işlevi kazanır. Kürt ulusunun gerillası olmaktan çıkar; demokratik hareketin ulusun gerillası olur.
Bu iki yeni politik hat bir süre sonra AKP’yi tecrit edip, Radikal demokratik güçlerin yeniden politik inisiyatifi ele geçirmesini sağlayabilir.
Öcalan ortada yok diye beklemenin anlamı yok.
Böyle bir stratejik geri çekiliş yapıldığında, bu Öcalan’ı da tecritten kurtarır.
 Demir Küçükaydın
17 Haziran 2012 Pazar


Mehmet Güneş'in Mahkeme'de Söyledikleri

$
0
0
Değerli dostum Mehmet Güneş'in bu savunmasını yayınlamak ve yaygınlaştırmak devrimci bir görevdir. kendi yazım yerine onun savunmasını burada yayınlıyorum. herkesten de bunu olabildiğince çoğaltıp yaymasını dilerim.
Demir Küçükaydın

Mehmet Gunes'in 7 Agustos 2012'de Devrimci Karargah davasinda söyledikleri, aşağıdadır
Sonunda soyledigi dizelere diger tutsaklar eslik etmistir.
Durusma bugun, 8 Agustos'ta 10:00 dan itibaren devam edecek.   

            9. AĞIR CEZA MAHKEMESİ BAŞKANLIĞINA
                                                                                                        Dosya No:2009/213 E.
Önce bir açıklama yapmak istiyorum. Burada bulunuşumu hukuki bir süreç, yasal bir uygulama olarak görmüyorum. Siyasal kimliğim ve eylemlerim nedeniyle altıncı kez tutuklanıyorum. Sayısını hatırlamadığım kadar çok da emniyet yetkililerince gözaltına alındım. Söylemek istediğim emniyet teşkilatının beni çok iyi tanıdığı ve dava konusu örgütle bir ilgimin olmadığını bildikleridir. "Bile bile lades" diyorlar; toplumu, kamuoyunu terörize etmek için sık sık benzeri operasyonlar yapıyorlar. Muhalifleri, devrimcileri sindirmek için bu oyunları oynuyorlar. Ben başından beri bu oyundayer almayacağımı belirttim. Evime gelen polislere de“Bu hukuki bir uygulama değil, çete faaliyetidir” dedim. Bu gerçekleri karşısına çıkarıldığım savcıya da anlattım. Şimdi görüyorum ki savcılık bu hukuksuzluğu iddianame haline getirmiştir. Benim açımdan savcılık bu iddianameyi hazırlamakla tüm hukuki kimliğini yitirmiştir ve bundan dolayı iddianame de yok hükmündedir; yaşanan keyfiliğe hukukilik kazandırmaya hizmet etmektedir.
Aynı şekilde böylesi bir iddianameyi kabul etmekle mahkemeniz de her türlü hukuki hükmünü kaybetmiştir. Mahkemenizi bir hukuk kurumu olarak görmüyorum. Ama mahkemenizi de reddetmiyorum. İki sebepten… Öncelikle bir şey değişmez, zaman kaybı olur. İki; heyetiniz değişse bile gelen heyet de sizin gibi "özel" olacaktır. Ben kendi tecrübelerimden biliyorum ki bu tür başında "özel" ibaresi bulunan kurumlar, genel hukuk kuralları ve adaleti sağlamayı değil kendilerine verilen "özel" görevleri yerine getirirler. Ayrıca Anayasalara -kağıt üzerinde de olsa- eşitlik ilkesi girdiğinden beri "özel" mahkemelerin mahkeme vasfını yitirdiğini düşünüyorum.
Burada açıklayacaklarım bir savunma değildir. Kendimi suç işlemiş olarak görmediğim için savunma yapmıyorum. Heyetinize bir şey anlatmak, ikna etmek amacım da yoktur. Sadece şahsıma karşı yapılan faşizan uygulamaları kamuoyuna teşhir etmek istiyorum
Bu iddianamenin hukuk dışı olduğunu söylemiştim. Bu iddianameyi aynı zamanda kişilik haklarıma bir saldırı olarak kabul ediyorum Bundan dolayı bu düzmece iddialara karşı savunma yapmayı kendi kendime saygısızlık olarak görüyorum.
DİJİTAL DEVLET TERÖRÜNE HAYIR
Bu iddianamede benim tarafımdan gerçekleştirildiği iddia edilen hiçbir şeyi reddetmiyorum, hepsini kabul ediyorum. Dosyaya dâhil edilmem telefon görüşmelerim, birlikte yargılandığım buradaki insanlarla ilişkilerim, evimde ve bilgisayarımda gerek kendi yazdığım yazılar gerekse başkaca yazılı kaynaklar, kitap ve dergiler nedeniyledir. Doğrudur, bunların hepsi bana aittir.
Benim telefonlarım dinlenmiş ve bu dinlemelerden bazıları dosyaya geçirilmiş. Bunun hukuk denen kavramla uzak yakın ilişkisi yoktur. Burada “şu konuşmada ne demek istiyorsunuz?” sorusunu hukuk adına soramazsınız. Bu tam bir engizisyon sorusudur. Bu telefon konuşmalarının hepsi benimdir, hepsini kabul ediyorum. Burada söylediklerimden kim ne anlıyorsa anlamakta serbesttir. Bunlar konusunda ne bir soruya cevap veririm ne de tevil yoluna giderim. Tam olarak ne söylemişsem hepsinin arkasındayım, siz ceza istiyorsunuz diye ağzımdan çıkanı geri alacak değilim. Kim istiyorsa bunları tepe tepe kullanabilir. Kim istiyorsa bunlardan dolayı istediği cürümü atfedebilir. Ben telefon kullanıyorum, telefonda konuşmaktan hiç çekinmedim bundan sonra da çekinmem. Hele bugünkü Türkiye'de daha fazla konuşacağım, telefon konuşmalarımda siyasi görüşlerimi açıklamaya, tartışmaya devam edeceğim.
Üç-beş yıldır tüm Türkiye'de dijital terör estiriliyor, sık sık basında gazeteciler, hem de anlı şanlı(!) gazeteciler, “ telefonda konuşmaktan korkar hale geldik artık telefonda konuşamıyoruz" diyorlar. Benzeri şeyleri televizyonlarda da adlarının başında bir sürü unvan taşıyanlar tekrar ediyorlar. Bunları tüm toplumun tanıdığı bildiği insanlar da söylüyor. Telefon dinleyenlerin de amacı zaten budur. Ben bu dijital istihbarat terörüne meydan okuyorum. Bu, oto-sansür yaratmak içindir. Sansürden daha tehlikelidir. Herkesi kendi beynine kelepçe vurmaya zorlamaktadır. Emniyetin istihbarat birimleri, kocaman dinleme aygıtları, özel mahkemeler umurumda değil şimdiye kadar nasıl konuşuyorsam, bundan sonra da telefonda konuşmaya devam edeceğim.
Telefonda konuştuğum kişinin kim olduğunun ve ne olduğunun hiçbir önemi yok. Bunlar mevcut yasalara göre takibat altında olabilirler veya direkt kanunların suç saydığı fiil ve eylemler içinde olabilirler. Bu konulan araştırmak, güvenlik detektifliği yapmak benim görevim değildir. Böyle bir görevim olmadığı gibi hiçbir yerden bu tür işler için maaş da almıyorum. Telefonla arandığımda veya bir tanıdığımı telefonla ararken acaba bu ‘suçlu’ mudur bunu ararsam başım belaya girer mi diye düşünmeyi zül addediyorum. Ben telefonla aradığım biri için savcılık temiz kâğıdı almak zorunda değilim.
Telefonla “örgüt” kurduranlara ve telefon konuşmalarından örgüt çıkaranlara papuçbırakmam. Burada bahsedilen telefon görüşmelerini yaptım. Emral Pamuk ve Bayram Akdoğdu'yla telefonda konuştum. Bu konuşmalardan hareketle benim örgüt üyeliğimi kanıtlamak isteyen bunu yapmakta serbesttir. Ayrıca sizin için daha önemli olabilecek bir kanıtı kendim açıklıyorum. Polis dinlemeleri tespit edememiş ya da eski tarihli dinlemeleri koymamış. Ben Devrimci Karargah Örgütü'nün kurucusu ve lideri olarak tanıtılan Serdar Kaya ile de telefon görüşmeleri yaptım.
Serdar Kaya'yı 1975 yılından beri aynı siyasal ortamlarda bulunduğumuz için tanıyorum. Serdar Kaya o zamanlar Boğaziçi Üniversitesi'nde öğrenciydi. Kendisini bu tarihten beri tanıyorum. Daha sonra siyasal görüşlerimiz farklılaştı ve ayrı kanallardan yollarımıza devam ettik. Ayrılıklar ilişkimizi bitirmedi, hep bir biçimde karşılaştık. Yıllar sonra, farklı örgüt dosyalarından tutuklandık ve uzun yıllar Bayrampaşa Cezaevi'nde birlikte kaldık. 2004 yılında çıkan Bilinç ve Eylem Dergisi'nde yazılar yazdık. Ayrıca kendisiyle ailece tanışırız. Kendisini olduğu gibi eşini, çocuğunu da yakından tanıyorum.
Devrimci Karargâh örgütü kamuoyunca tanınıp Serdar Kaya'nın da bu örgütle ilişkileri ilan edildikten sonra bir daha görüşmemiz olmadı. Olsaydı inkar etmeye tenezzül etmezdim. Şimdi bunu şunun için anlatıyorum. Buradan çıksam ve 40 yıldır tanıdığım Serdar Kaya beni arasa, olabilir eski tanışıklığımıza binaen herhangi bir saikle arayabilir, hiç tereddüt etmeden yine telefona cevap veririm. “Beni arama başım belaya girer” demeyi zül addediyorum.
İŞÇİLERLE İLİŞKİ SUÇ OLAMAZ
Telefon görüşmesi yaptığım bir kişi de burada yargılanan EmralPamuk'tur. Ayrıca iddianamede geçmiyor ama ben söyleyeyim Erdal Pamuk'u da tanıyorum. İstiyorsanız onu da örgütsel ilişkim yapabilirsiniz. Emral ve Erdal Pamuk akrabadır ve aynı mahallede otururlar. Televizyonlar bu mahalleleri göstermez. Televizyonların gösterdikleri gökdelenlerin, bankaların, tekellerin Türkiye'sidir. 24 saat ışıl ışıldır, eğlence ve zevk alemleri sabahlara kadar sürer. Bu pırıl pırıl ve yüksek binaların hemen yanı başında da Emral'ler oturur, onların mekanları başlar. Televizyonlar göstermez ama Türkiye'nin ezici çoğunluğunu oluştururlar. Mülk ve servet dünyasının kahredici baskısını ve sömürüyü etlerinde kemiklerinde hissederek yaşarlar. Yaşadıkları bu adaletsizliğe her gün her saniye daha büyük öfkeyi büyüterek yaşarlar. Emral ve Erdal Pamuk beton kırarak hayatlarını kazanırlar. Balyoz tabir edilen 10 kg’lık kulplu demirle betonları kırar ve içlerinden çıkan demirleri satarak yaşarlar. Daha doğrusu yaşayamazlar. Erdal'ın 3, Emral’ın 2 çocuğu var. Emral eşinin hastalığından dolayı uzun süre çalışamadığı için 3 ay ev kirasını ödeyememişti. Telefon konuşmasında bahsedilen para budur, bu parayı Emral’e verdim. Ayrıca açıklıyorum aynı dönemde Erdal'a da para verdim. Okullar yeni açılmıştı, iki çocuğu da önlük, çanta ve ayakkabı alamadığı için bir haftadır okula gidemiyordu, ona da verdim.  
Emniyetteki tutanakta Emral’le yaptığım telefon görüşmesinden hareketle örgütsel ilişkim soruluyor. Benim sadece Emral ve Erdal’la  ilişkim yok binlerce, evet tekrar ediyorum binlerce işçiyi ve emekçiyi isim isim tanırım. Ömrümün büyük bir bölümü onların arasında geçti. Türkiye'nin her yöresinde, sayısız il ve ilçede, değişik iş kollarında sendikal mücadele yürüttüm. Binlerce işçinin katıldığı büyük hak direnişlerini örgütledim. İstanbul'da 1974 yılından sonraki tüm büyük direnişlerde, Ülker, Epengle, Berec, Profilo direnişlerine hem örgütleyici hem de direnişçi olarak katıldım. Büyükçekmece'de Akçimento işçilerini, Çatalca'da Boğaziçi İplik Fabrikası işçilerini örgütledim. Bilecik, Osmaneli, Söğüt, Bozöyük, Eskişehir, Denizli, Aydın, İzmir, Kars, Ankara, Adana, Mersin ve Diyarbakır dahil yıllarca bir çok ilde çimento, toprak ve sanayi işçilerinin örgütlenmesi için mücadele ettim. 1980 yılına kadar hep işçi mücadelesinin içinde oldum, onlarla dayanışma yürüttüm. Daha sonra 12 Eylül faşist darbesi yapılınca, faşizme karşı mücadele yürütürken işçiler hep yanımda oldu. Yüzlercesine misafir oldum, arandığımı bildikleri halde bir tek gün bile yüzüme kapıyı kapamadılar.
 Bu düzen, bu düzenin kurumları ve zihniyeti bunları anlayamaz. Buradan örgüt çıkaranların kendisi örgüttür, başka türlü bu mantığa varılamaz. Bu öyle bir mantıktır ki bu düzende hiç kimse hiç kimseye bir tas su vermez. Veriyorsa bir çıkarı, beklentisi vardır. Bu düzenin hayır kurumları bile sadece hayır kurumu değildir. AKP'li Belediyeler yoksullara yardımı hayır, hasenat için yapmıyorlar. Cemaatler, tarikatlar de aynı biçimde, yardım yapıyorsa cemaat'e katmak için yapıyordur. Böyle olduğu, bu mantıkla düşündükleri için bir emekçiyle dayanışmayı örgüt olarak algılıyorlar, kafaları böyle çalışıyor. Bu tür akçeli işler hep şirketlerde, cemaatlerde olur. Bizde olmasının imkânı yok. Biz ancak dayanışmada bulanabiliriz, zaten bu acımasız soygun düzenine karşı dayanışma olmadan emekçiler yaşayamaz.  
SUÇLULAR BAŞKA YERDE
Durumun tam açıklaması şudur: Bu sistem bir işçiye karşılıksız para vermeyi suç sayıyor. Emekçiyle dayanışmayı suç sayıyor. Bu kirli düzen için işçiler ve emekçilerle dayanışmak en büyük suçtur. İşçilerin, emekçilerin örgütlenmesi de suçtur. Zehir hafiye TMŞ polisleri, utanmadan sıkılmadan beton kırarak hayatını kazanan Emral Pamuk'a verdiğim 400 TL'nin peşine düşmüşler, onu soruyorlar, özel savcılar da bunu suç sayıyor,  iddianame yapıyor, ÖYM de bunu yargılıyor. Manzara bundan ibaret.
Buradan TMŞ polislerine ve özel savcılara bir çağrıda bulunuyorum. Tarih veriyorum 19 Aralık 2011 Taraf Gazetesi'ndeki köşesinde Mehmet Baransu şöyle yazıyor : "Parantezi kapatırken Ak Partili bir ismin 2004 yılında İsviçre'ye neden gittiğini, gelirken yanında bulunan valizde kaç milyon dolar olduğunu, bu paranın Türkiye'ye neden getirildiğini doğrusu merak ediyorum" diyor. Gidin Mehmet Baransu'yu sorgulayın. Kendisi derin bir şahsiyettir. Gazetelerde sık sık meşhur ÖYM savcılarıyla beraber boy gösteriyor. AKP'li diyor, özel olarak İsviçre diyor, milyon dolar diyor, açık açık yazıyor. Mehmet Baransu denilen şahsa bu AKP’li kimdir, bu çanta kimindir, bu milyon dolarlar neyin nesidir sorun! Özel Savcılar niye bu soruyu sormuyorlar? Ne eksik ne fazla bu düzen ve bu düzenin adalet kurumları budur. Şaibeli milyon dolarlar her tarafta uçuşur, herkesin dilinde dolanır. Türk polisleri, Türk savcıları hem de özel yetkilileri, Emral’ın 400 TL’lik ev kirasının örgütsel izini sürerler, sürüm sürüm süründürürler.
Benzeri bir konu, yurtdışından gelen paralarla ilgili olarak dosyada yer alanlar. 2004 yılında genel yayın yönetmenliğini yaptığım Bilinç ve Eylem Dergisi'yle ilgili. MİT raporunda yer alıyor, oradan iddianameye geçmiş. Hiç yalana dolana başvurmayın, derginin banka hesapları üzerinde yazıyor, sahibi ve yazıişleri müdürü adına gelen tüm paraları ve kimlerin gönderdiğini öğrenebilirsiniz.Dergiye para gelişleri tabi ki olmuştur. Ama bunlar bu düzenin efendilerinin para kabul edecekleri, ağızlarına alacakları meblağlar değildir. 200, 300, 500 TL’ dır. Burada Mehmet Baransu'nun sözünü ettiği milyon dolarları bulamazsınız. Yurtdışı satış paralarından örgüt çıkarmak istiyorsanız oraya da istediğiniz isimleri yazabilirsiniz. Ben bu konuda da yine size asıl adresleri bildireyim. Cesur bir savcı varsa Kanal 7'yi, Samanyolu TV'yi araştırsın, bu değirmenin suyu nereden geliyor anlaşılsın. Sürekli basında geçtiği gibi organize işler, finansal milyon dolarlık kampanyalar dönüyor mu dönmüyor mu öğreniriz böylece.
Bir diğer konu, evimde yapılan aramada bin sayfayı bulan özel not ve çalışmalarımı tek tek numaralayıp el koydular. Bu not ve yazılarda dünya ve Türkiye'ye ilişkin güncel, tarihsel, politik görüşlerim yer alıyor. Bunlarda yazılan tüm yorumları ve görüşleri kabul ediyorum, bana aittir. Ayrıca evde kaldıkları 9,5 saat boyunca tek tek paraflamaktan bıktıkları için geride kalan binlerce sayfaya hiç dokunmadılar. Onlar hala evde duruyor, meraklısına bildiriyorum. Yine evimde internet üzerinden indirilmiş "özel mahkeme"lerin hoşuna gitmeyecek bütün yazılar da bana aittir. Bunların içinde Kürt sorunu ve PKK ile ilgili birçok görüş, makale, değerlendirme ve bizzat PKK yöneticilerinin konuşmaları vardır. Mahkemeniz istiyorsa bunlardan dolayı beni PKK'den yargılayabilir, böylesi dosyalarınız da var, biliyorum. Zaten savcı özel olarak sormuştu, internetten indirilen bir yazıda Karayılan’ın resmi vardı.  “Buna ne diyorsunuz? diye.  Ben de kendisine oradaki dijital veriler içinde Fethullah Gülen’e ait yazılar da olduğunu onları neden sormadığını sordum. Bir şey diyemedi. Siz bu dijital verilerden bir değil onlarca örgüt yaratabilirsiniz. Buyurun ne yapıyorsanız yapın. Ben internetten istediğim siteden istediğim yazıları indirmeye, merak ettiğim her şeyi okumaya devam edeceğim. Engel olamazsınız.
Benim korkum yok, bütün hayatımı, ilişkilerimi didik didik edin, hiçbir çekincem yok, her şeyimi araştırın, telefonlarımı dinleyin, istediğinizi yapmakta serbestsiniz. Ama üstümüzde tepinemezsiniz. Burada üzerimizden oyun oynanmak isteniyor. Terörle Mücadele Şubesi, akıl almaz tuzaklar kuruyor, devrimcileri ve muhalifleri özel medyayla ilişki halinde bütün toplumu terörize etmek için figüran olarak kullanmaya kalkıyor. Ben devrimci mücadelem boyunca hiçbir dönemde ve hiçbir koşulda bu oyunlara müsaade etmedim. Burada da bu oyunu bozmak için mücadele edeceğim. Sesim kısılır, söyleyeceklerim bu salonda boğulur, burada kalır hiç önemli değil. Ben bu salonda bir kere daha yüksek sesle devrimci fikirlerimi ve eylemlerimi savunacağım, gerçekleri haykıracağım.
TARİH, ÖZEL YETKİLİ MAHKEMELER MEZARLIĞIDIR
Özel mahkemeleri çok iyi tanıyorum. Yukarıda söyledim, defalarca yargılandım, altı kez tutuklandım.   İlk yargılandığım hariç hepsi özel mahkemelerdi. 12 Mart ve 12 Eylül’de Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi'nde yargılandım. Bunlar mahkeme değil, faşist darbecilerin halka karşı intikam kurumlarıydı. Bunu sadece burada söylemiyorum, isteyen dosyalara açıp bakabilir. Yargılandığım İstanbul 2 No’lu Sıkıyönetim Mahkemesi'nde iki şey söyledim: Bir, sizler faşist cuntanın halka karşı kurduğu intikam kurumlarısınız, sizi mahkeme olarak görmüyorum. İki, biz faşizme, Kenan Evren'in faşist askeri cuntasına karşı mücadele ediyoruz, suçlu değiliz, suçlu olan ve yargılanması gereken Kenan Evren cuntasıdır ve cuntayla işbirliği yapan tüm kurumlardır… Tabii bunları burada anlattığım kadar kolay söyleyemedim. Kenan Evren, faşist cunta lafları ağzımdan çıktığı anda askerler kafamı, gözümü parçaladılar.
1991 ve 1993 yıllarında DGM'lerde yargılandım. Bu mahkemelere karşı tavrım da aynı oldu. DGM'leri mahkeme olarak kabul etmedim, Sıkıyönetim Askeri Mahkemeleri’nin devamı olduklarım, onları aratmadıklarını, hatta onlardan daha intikamcı kurumlar olduklarını yüzlerine karşı söylemekten çekinmedim. Bu söylediklerim gerçekti.Yüzlerine karşı intikam kurumları olduklarını söylediğim İstanbul 2 No’lu Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi bile buna rağmen birkaç duruşma sonucu beni ve başka birçok tutukluyu tahliye etti. Hatta pek çok dosyada verdiği tahliyeler nedeniyle bu mahkemeyi lağvettiler. Çünkü bu mahkemelerin ya da görev yapan yargıçların bazıları önceden seçilmiş değildi ya da henüz 12 Eylülcü’leşmemişlerdi. Hukuk Fakültesinde kendilerine öğretilenlere uygun davranıyorlardı. Yasaya bakıyor, delillere bakıyor ona göre karar vermeye çalışıyorlardı. Onlar sizin bugün baktığınız örgüt davalarının çoğunda ‘örgüt’ görmez, beraat kararı verirdi ya da bu davaları hiç açmazlardı. Sıkıyönetim Mahkemeleri’nin yerine kurulan DGM'ler daha özel ve seçilmişlerdi. Hukuksuzlukta askeri Mahkemeleri yaya bıraktılar. Gerçek birer 12 Eylül kurumları gibi çalıştılar, önlerine çıkan herkese ceza yağdırdılar. Bugün ÖYM'ler, Askeri Mahkemeleri de DGM'leri de aratır durumdadır.
Türkiye'de en çok lafı edilen ve lanetlenen 12 Eylül ve Anayasasıdır. Ancak bugün o yerden yere vurulan 12 Eylül Anayasası bile uygulanmıyor. Birçok maddesi değiştirilen, ancak hala yürürlükte olan “Terörle Mücadele Yasası” 12 Eylül faşist Anayasası'na rahmet okutacak düzeydedir. 12 Eylül Anayasası ve yasaları yetmedi daha da ağılaştırıldı. Askeri Mahkemelerin devamı olan DGM'ler ve bunların en ucubeleşmiş devamı ÖYM'ler, Terörle Mücadele Şubesi'nin bir uzantısı gibi çalışmaktadır. Aslında bu mekanizma daha geniştir. Siyasi polis, özel yetkili savcı ve hâkimler, F Tipi Cezaevleri ve bu mekanizmayı tamamlayan basın. Basın bütün bu mekanizmanın öncü kuvvetidir. Basını izleyerek bu hukuksuz yargı mekanizması daha net anlaşılabilir. Basın tek kelimeyle tarihe geçecek ibretlik işlere imza atmaktadır. Buradaki gericilik ve intikamcılık 12 Eylül’ü aşmıştır. 12 Eylül'ün yanı sıra emperyalist gericilikle aşılanmış ve güçlendirilmiştir. Bu mekanizmalar Guantanamo hukukuyla aynı eğilimdedir.
Hem özel ne demektir? Bütün özellere soruyorum niçin, neden özelsiniz, nereniz özel ve niye özel? -Ben sonradan lanetlenmemiş özel mahkeme bilmiyorum, bilen varsa bir tane örnek versin. Şu tarihte şu özel mahkeme adaletli ve hukuka uygun görünüyor

desin. Özel adalet olmaz, özel adalet her yerde zulmün araçları olarak kullanılmıştır. Zalimlerin, zorbaların, haksızların, korkakların, diktatörlerin arkasına saklandıkları kalkan olmuşlardır. Hepsi böyledir ve güçsüzleri ezmişlerdir. Dünyada da böyledir. 100 yıl önce bir ABD mahkemesi Sakko ve Vanzetti adlı iki işçiyi idama gönderdi. Bütün dünyada kitaplaştırılmış anıları, çocuklarına yazdıkları mektupları halen okunmaktadır. Türkçeye çevrilmiştir. Onlar anılırken cezayı veren mahkeme lanetlenmektedir.
    Bizim ülkemizde de Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın idam kararını veren mahkeme lanetleniyor. Deniz'lere idam veren hâkim ve savcılar köşe bucak saklanıyorlar. Mezarlarında bile rahat etmeyecekler! Bugün Özel Yetkili Mahkemeler, Deniz’leri, Mahir’leri, İbo’ları anmayı suç sayıyor. Ne kadar ceza verirseniz verin, her gün her yerde anılıyorlar, anılacaklar! Her gün bir yerde, beldede adlarına park ve caddeler açılıyor. Bu ülkenin her şehrinde, ve köyünde, yüreklerimizde ve yumruklarımızda, çocuklarımıza verdiğimiz adlarda, Deniz’in, Mahir’in, İbrahim’in, Ulaş’ın, Taylan’ın ve adını sayamadığım diğer devrimcilerin adları dalgalanmakta. Buna engel olamazsınız!
Özel mahkemelerin her şeyi özel veya bilenen tarih boyunca kendini yarı tanrı sanan muktedirlerin genel tavrıaynı, Gizli soruşturmalar, gizli tanıklar, itirafçılar, o da yetmedi MİT ajanları… Emperyalistlerden kopyalanmış Guantanamo'cu terör yöntemleri. Ben açıkça soruyorum; sizler kendi kendinizi hâkim ve savcı olarak kabul ediyor musunuz? Kendi adaletinize kendiniz inanıyor musunuz? Hâkimlik, savcılık yetkilerinizi kullanarak kararlar alıyorsunuz, peki aldığınız bu kararlara neden uymuyorsunuz? Nedir bu gizli dosya sahtekârlıkları? Sanıklara ve avukatlarına gizlediğiniz dosya, gazetelerde ve televizyonlarda çarşaf çarşaf, inanılmaz yalan ve karşı propagandayla teşhir edildi. Gizlilik kararlarınız alenen çiğnendi, bizlerle alay edercesine adalet, hukuk dediğiniz şeylerle çiğnendi. Ayrıca bu ilk değil, bütün ÖYM'lerde aynı pervasızlıkla bu uygulamaya devam ediliyor. Cüppeleriniz üzerinizde ve hâkimlik, savcılık yetkilerinizi kullanıyorsunuz, niye bunlardan hesap sormuyorsunuz? Önüne geleni zindana tıkmakta hiç tereddüt etmeyen mahkemeleriniz gizlilik kararları alenen delinince niye ses çıkarmıyor?
Ben bu sisteme karşı mücadele ediyorum. Bu sistemin kendisini olduğu gibi hukuk sistemini, adalet mekanizmasını da adaletsiz olarak görüyorum. Yasaların güçlülerden yana çalıştığına inanıyorum. Bundan dolayı bu düzenin yasalarına uymayabilirim, bu yasaları çiğneyebilirim. Böyle davranmakla kendi kendimle çelişkiye düşmem. Ama bu yasalardan güç alarak yargılama yetkisini kullananların aynı hakları olamaz. Sizleri bu cüppelerle o yüksek yerlere oturtan yasalara uymak zorundasınız.
Bütün ÖYM'Ier kendilerini var eden yasaları her anlamda hiçe saymaktadır. Bizzat bu dava dosyası ve bu davada yargılanan Hanefi Avcı'nm durumu her şeyi açıklamaya yeter. Hanefi Avcı bilinen kitabı yazdıktan sonra hakkında çok şey yazıldı, çizildi. İşkenceciliği biliniyor, bu konuyu kitabında zaten kendisi de anlatıyor. Başkaca bir yığın suç işlemiş olabilir, bunlardan dolayı yargılanabilir. Ayrıca Avcı tek değil, Türkiye’de güvenlik, idari, yargı, askeri bürokrasisinin tüm üst kesimlerinde binlerce Avcı'nın olduğunu biliyoruz. 12 Eylül döneminden beri bizzat işkencelerine ve işkenceyle cinayetlerine, infazlarına tanık olduğumuz İstanbul ve Ankara'nın namlı polis komiserleri emniyet basamaklarını jet hızıyla tırmanıp valiliklere oradan bakanlıklara, müsteşar ve genel müdürlüklere fırladılar. Bunlardan binlerce var. Bütün bürokrasilerde olduğu gibi sivil kurumlarda da milliyetçi, muhafazakâr, İslamcı partilerin her düzey yönetim kademelerinden parlamentoya kadar sayısız işkenceci tanıyoruz. Yalnızca 12 Eylül  döneminde 650 bin kişi gözaltına alınmış ve ağır işkencelerden geçirilmişti. Bunları oralarda yaşayan herkes biliyor. Her yer işkenceye kesmişti, tüm karakollar, askeri kışlalar, okullar çığlıklarla inliyordu. 650 bin kişiye işkence yapanların kaç kişi olduğunun anlaşılması için söylüyorum, yüz binlerle ifade edilmek zorundadır ve onlar bu sistemin her yerindeler.
Hanefi Avcı burada işkence yaptığı için yargılanmıyor. Hanefi Avcı bir güç merkezine karşı kitap yazdığı için tutuklandı. Bu olay, bütün bu uygulamalarınve bu uygulamaların arkasında yer alan tüm kurumların en çürümüş, en çamur yanıdır. Şu dosyanın garabetine bakın, bir yanda yasadışı olan ve silahlı mücadele veriyorum diyen bir örgüt, bir yanda bu örgütle ilgisi olmayan devrimci insanlar ve bir yanda da işkenceleriyle, infazlarıyla ünlü polis şefi Hanefi Avcı. Ayrıca bir de MİT ajanımız var. Bizimle beraber emniyete, cezaevine gönderilen, sonra ortadan kaybolan Murat Şahin. Sonradan öğreniyoruz ki MİT tarafından elemanları olduğu kabul edilmiş, dava açmak için izin bekliyorlarmış. Şimdi bu manzarayı kuranlar, yaratanlar eminim zaferlerinin keyfinden dört köşedirler, kendilerini güçlerinin zirvesinde zannediyor olabilirler. Yukarıda söylediğim gibi bu bir çürüme, bir çamurlaşma, bir bitiştir. Güç değil güçsüzlüktür.
Şu Türkiye'de siyasetle ilgilenen kaç kişi, kim Hanefi Avcı'nın yasadışı, silahlı bir örgütle ilişkisi olduğuna inanır? Galler Prensini, Alman Şansölyesini, ABD Senatörünü veya herhangi bir özel savcı veya hâkimini bu dosyaya katmak nasıl bir saçmalıksa, Hanefi Avcı'nın katılması da aynı derecededir. İşin kötüsü bunu herkes biliyor ve susuyor. "Bile bile lades" olmaz. Bile bile lades dönemi ahlaksızlığın zirvesidir. Bu salon ve bu davadaki manzarayı tarif etmek için bu söylediklerim bile azdır.
Son bir yılda inanılmaz ve dünyada eşine az rastlanır iki kitap olayı yaşandı. Biri Hanefi Avcı'nın diğeri Ahmet Şık'ın kitabı. Bu iki kitabı Türkiye aylarca tartıştı. Bu iki kitapla ilgili yazılanlar toplanırsa görülür ki akıllara zarar işler oldu. En kötüsü bütün memleket bu iki kişiye yapılanın bir komplo olduğunu biliyor, işin ilginç yanı bu komployu kuranlar da bunun herkes tarafından bilindiğini, bu tezgahın yenmediğini biliyor. Ama pervasızlar. Açıkça bütün Türkiye'nin gözü önünde biz komplo yaparız ve yürütürüz, hiç kimse de bir halt edemez diyorlar. Bu ne eksik ne fazla tam olarak zorbalığın hukuk düzenine yükseltilmesidir. Bu,73 milyonun da zorbalık önünde diz çökmesidir.
Şimdilerde unutulmuş olsa da on yıl bu yoksul halka ‘demokrasi’ ve ‘hukuk’ yedirildi. AB normları dediler, Kopenhag kriterleri dediler, ileri demokrasiye geçtik nutukları attılar, elimizde ne kaldı? 12 Eylül Anayasası'nı bile aratan Terörle Mücadele Yasası. Mahkeme olarak Özel Yetkili Mahkemeler. Bu mahkemelerde gözdağı davaları açılıyor, toplum terbiye edilmeye çalışılıyor. Birilerini yargılamadan önce kendi hükmünü, hukuksuzluğunu yerleştirmeyi esas alan bir işleyiş var. Yeni bir suç ve ceza anlayışını yerleştirmek niyetindeler. Kendini suçlu gören ve sistem karşısında ezilen bir toplumsal zihniyeti yerleştirmeyi amaçlamaktadırlar.
Bu mahkemelerde yaşanan yargı pratiğiyle,  basın ve televizyonlardan da faydalanılarak topluma verilen mesaj şudur: Yazarken, konuşurken, telefon görüşmesi yaparken, bir toplantıya katılırken kendi kendinin polisi ol, kendi zihnine kelepçe vur. Ahlakmış, adaletmiş, hakmış, hukukmuş, bunlar palavradır. Gerçekleri açıklamak, düşünce bildirmek, haksız bir uygulamaya karşı çıkmak senin haddin değildir.  Korkarak konuş, korkarak yaz, korkarak yaşa ! Bizim hükmümüz her yerde geçer, tersine davranırsan  ‘yasal haklarım’ diye düşünme bunlar bizim karar vereceğimiz şeyler, gelir yakana yapışırız.
Bu ve benzeri davaların amacı, bu iddianamede dile getirilenlerden çok alt mantığında yatanlardır. Bu davalarda gelecek yargılanıyor. Uysallaşma yetmez, köleleşme dayatılıyor. Benim suçlu veya suçsuzluğumdan, buralarda birilerinin ceza alıp almamasından önce, tekil olaylardan önce, ben bu davalarda yapılmak istenenleri reddediyor, onlara karşı duruyorum. Bana istediğiniz cezayı verebilirsiniz ama geleceğin yargılanmasına alet olmam.
TARİKAT-CEMAAT-CAMİA-HİZMET-DARBELERİN CEMAATİ
Uzun süredir tüm Türkiye'de sürekli ve kesintisiz bir Fetulllah Gülen Cemaati tartışması sürüyor. Hemen her gün onlarca köşe yazarı ve televizyon yorumcusu tarafından, emniyetin ve ÖYM’lerin bu tarikat tarafından ele geçirildiği ileri sürüyor. Geçtiğimiz Şubat ayında ÖYM'lerin MİT müsteşarı ve yöneticilerini ifadeye çağırmasıyla başlayan sorun, bir kere daha tüm siyasal tartışma ve polemiklerin başına oturdu. Üstelik, açıkça Hükümet ve Cemaat arasında iktidar kapışması olarak. Medya üzerinden süren boyutuyla tam bir savaş yaşandı ve her iki kesim de bütün güçleriyle karşı tarafı teşhir etmek için elinden geleni yaptı. Bu teşhir Türkiye'nin devlet ve siyaset dünyasının tüm ipliklerini pazara çıkardı.
Yargılandığımız mahkemelerle ilgili bu iddialar dolayısıyla, Fethullah Gülen tarikatı üzerinde durmak zorundayız. Eşyayı adıyla çağırmak esastır. Cemaat denilen Türkiye’nin tarikatlar gerçeğinin bir parçasıdır. Bediuzaman olarak da bilinen Saidi Nursi’nin kurduğu Nur Tarikatı’nın artık onunla bir ilgisi kalmamış bir koludur. Önce Cemaat olarak biliniyordu, bundan rahatsız oldular ve biz “camiayız” dediler. En sonunda “Hizmet” te karar kıldılar. Hükümet ve devlet içindeki etkileri, iktidar üzerinde kapışmaya cesaret edecek düzeydedir.
Artık herkes biliyor, Fetullah Gülen’in ilk tanındığı yıllar 1960'lı yıllardır. Kendisi o dönemde Erzurum'da bir cami'de vaizdir ve Komünizmle Mücadele Dernekleri'nin Erzurum Şube Başkanıdır. Bugün belgelerle açık olan bir gerçek, bu derneğin uluslararası karşı devrim örgütü olan Nato'nun ünlü Gladyo' suyla, bizdeki adıyla Kontrgerilla' yla bağlantısı olduğudur. F. Gülen aynı dönemlerde ateşli anti-komünist vaazlarıyla meşhur olmuştur. 
Fetullah Gülen 1980'lere doğru MHP ile yakınlaşmıştır. Aynı dönemde yazdıklarına, vaazlarına bakılabilir, ısrarla ve kararlı bir biçimde TSK'nın yönetime el koymasını istemiştir. 12 Eylül geldiğinde, Sızıntı Dergisi'nde "Son Karakol" başlıklı yazısında şunları yazmıştır: "...Milli bünyeyi kemiren yıllanmış şeytanlar bertaraf edilebilsin. Ve işte şimdi bin bir ümit ve sevinç içinde, asırlık bekleyişin tuluü saydığımız bu son dirilişi, son karakol'un varlık ve bekasına alamet sayıyor; ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe bir kere daha selam duruyoruz"
Fetullah Gülen, yalnız 12 Eylül'ün değil, 28 Şubat Post-modern darbesinin de içindedir, destekçisidir. Erbakan’ın Başbakanlığı beceremediğini ve askerlerin kanunların gereğini, Anayasa'nın kendilerine tanıdığı yetkiyi kullandığını söyler.
F. Gülen Türkiye'de geniş kitleleri etkileyen bir şahsiyettir. Sürekli konuşur, vaazlar verir. Konuşurken ağlar, kuşlara, böceklere, çiçeklere ağlar, kanadı kırık serçe için gözyaşı döken Hocaefendi ağlarken bir anda musluk kapanır, gözyaşının yerini tahrik ve saldırganlık alır. Eylem talimatı verir, saldırılacak hedefler gösterir. Yakın bir tarihte Kürtler için şunları söyledi " Ne yaparsanız yapın köklerini kazıyın. Beş bin kişi değil elli bin kişi dahi olsa altını üstüne getirin, birliklerini bozun, evlerine ateş salın, köklerini kurutun ve işlerini bitirin". Kimse yanlış duymuyor, 50 bin kişi de olsalar yok edin, gözünün yaşına bakmayın, klan aşiret geleneğindeki gibi geride kan davası güdecek tek bir canlı bırakmayın, ocaklarını söndürün diyor. Hocaefendi, bunları Kürtler için söylüyor, katliam emri veriyor, soykırım istiyor.
Elli bin kişi için Ölüm emri vermek dünyanın her yerinde suçtur. Soykırım istemektir, nefret suçudur. Ayrıca daha önemli olan Hocaefendi beddua etmiyor. İstek kipiyle konuşmuyor, emir kipiyle konuşuyor. “Ne yaparsanız yapın, elli bin kişi dahi olsa köklerini kazıyın" diyor. Tam olarak bunları söylüyor. Açıkça eylem talimatı veriyor. Ben buradan Emral'ın ev kirasının peşine düşen TMŞ'lere, özel savcılara, genel yetkili mahkemelere soruyorum; “ne yaptınız bu eylem talimatıyla ilgili olarak ?”
Çok daha ciddi olan bir durum var ortada. Bu çağrı büyük bir örgütsel faaliyet içinde hareket ettiklerini gösteriyor. Bir kişi hangi saikle ve niçin 50 bin kişi için ölüm talimatı verir? Elli bin kişiyi öldürmek- bunu evlerini de yıkarak yapabilmek- muazzam bir güç, bir ordu gerektirir. F. Gülen neye ve kime bu talimatı veriyor? Kendine ait, uhdesinde olan bir kuvvete emir kipiyle görev tevdi ediyor, elli bin kişiyi, evlerini yakarak öldürme emri verdiği kuvvet nedir, kimdir? Bunlar mevcut devlet birimleri içinde mi çalışıyorlar? Bu durumda hali hazırda Ergenekon olarak yargılanan devlet içi çeteden çok daha büyük bir çeteyle karşı karşıyayız demektir.
Kendi sesinden verilen bu eylem talimatı görmezden gelinemez ama geliniyor. Bu durumda kendisini eylemin hedefinde hisseden elli bin kişiye kimsenin hiçbir konuda yasalara uymayı isteme hakkı olamaz. Bu elli bin kişi hem canlarını hem evlerini korumak için her türlü tedbiri alma hakkına sahiptir. Kendileri hakkında ölüm fermanı herhangi bir kişi tarafından verilmiyor, basın ve televizyonlardan her gün propagandası yapılan, milyonlarca taraftarı, mali olanakları, şirketleri, medyası, başta emniyet ve özel kuvvetler olmak üzere yargı, idari birimler dâhil tüm devlet içine uzanan güçleri bulunan bir organizasyon, bir cemaatin başındaki F. Gülen tarafından veriliyor. Bu bir yanıyla iç savaş talimatıdır evet ne eksik ne fazla bu bir iç savaş ilanıdır.
CEMAAT MAHKEMELERİ
Yıllardır her düzeyde alenen tartışılıyor. Cemaat şu kurumu da ele geçirdi, şurada da burada da cemaat hakim, cemaatin şirketleri, cemaatin dershaneleri, cemaatin okulları, cemaatin gazete ve televizyonları, cemaatin valileri, kaymakamları, milletvekilleri,  bakanları,  cemaatin polisleri,  cemaatin savcıları, hakimleri… Bu listeye yazılmayacak kurum, alan, birim yok. Futbolculardan film yıldızlarına kadar uzatılabilir.
 Bu bilgilerden sonra tekrar sormalıyız; “ bu nasıl bir örgüt, gizli bir örgüt mü, hangi yasaya göre faaliyet gösteriyor, her hangi bir tüzüğü var mı, seçim yapıyor mu, kongre yapıyor mu hedefi ve amaçları neler?” Dev bir sermayeye hükmettiği, bir holding gibi çalıştığı biliniyor, bu yanıyla kar amaçlı kapitalist bir şirketler topluluğu gibi faaliyetleri var. Siyasal faaliyetlerden de geri durmuyor. Her dönem değişik partilerle işbirliği yapıyor. Her dönemde bakanları ve milletvekilleri olduğu isim verilerek açıklanıyor. Daha önemlisi ısrarla ve inatla hemen hemen ortak kabul olarak, valilerin, kaymakamların, emniyet müdürleri özellikle de emniyet istihbarat ve TMŞ’lerin tümüyle cemaatin kontrolünde olduğu, özel yetkili savcıların ve ÖYM yargıçlarının çoğunluğunun da aynı gücün kontrolü altında olduğu ileri sürülüyor. Yani bizleri buraya getiren polisler ve tabii ki özel savcılık ve mahkemeniz de şaibe altındadır.
Cemaatin değişmez bir özelliği de anti-komünist karakteri ve rejim muhaliflerine düşmanlığıdır. Bu özelliği 1960'lı yıllardan bugüne değişmemiştir. Yukarıdaki örnekteki gibi yıllardan beri imha ve soykırım çağrılarını aksatmadan devam ettirmiştir. Özel mahkemeler de özel örgütsel tavırlar içinde ve bu cemaatin taraftarı olduklarına göre, onun rejim muhaliflerine karşı düşman ve imhacı fikirlerine de katılıyorlardır. Zaten varlık sebebi bu. Açıkça bir kesime düşmanlığını ilan edenler tarafsız olamaz. Cüppe giyebilir, bir yasayla görevlendirilebilir,  fiilen karşılarına getirilenler hakkında ceza yetkisini kullanabilirler, ama bunun adı mahkeme olmaz. Bu açıkça "kediye ciğer emanet etmektir". Kedi ciğeri yer.
F. Gülen yılardır açıkça kan davası güder gibi Kürtler ve devrimciler için imha fetvaları veriyor. Ona biat eden savcılar ve hâkimler bizleri yargılıyor. Kan davası güdenler kan davalılarını yargılıyor. İntikam yemini edenler yargı yetkisini ele geçirip intikam alıyorlar. İsteyen açıp bu mahkemelerin yaşlı, genç, çocuk demeden yağdırdığı cezalara bakabilir. Gerçi devrimci ve sosyalistler için fazla değişen bir şey olmadı. Kuruluşundan bugüne bu düzenin mahkemeleri rejim muhaliflerine karşı düşman hukuku uygulamış, intikam organları gibi davranmıştır. Bunların hepsi son otuz yıllık özel mahkemelerin ve Yargıtay'ın kararlarıyla sabittir.
Bugün bu mahkemelere karşı sesini yükselten düzen güçleri, yıllardır DGM ve Yargıtay'ın cellâtlık kararlarına tek ses çıkarmadılar. Şimdiki gürültünün adaletle, hukukla çok fazla ilgisi yok. Eski muktedirler açık açık söylüyorlar: ”Bizterörist değiliz!” Bunu derken bizi rejim muhaliflerine uygulanan düşman hukukuyla yargılayamazsınız, diyorlar. Bu sesler duyulmuş olmalı ki özel yetkili savcılar ve mahkemelerin yetkilerinin yeniden düzenleniyor. Bu düzenlemeler muktedirler arası bir uzlaşmadır, daha ötesinde bir değişiklik getirmez. Bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da özel mahkemelerin kılıcı rejim muhaliflerinin ensesinde sallanmaya devam edecektir.
Bu mahkemelerde görülen ibretlik durumlara bakın. Başbakanı ve AKP'yi protesto etmek “teröristlik” sayılıyor. Hopa'da bundan dolayı bir yığın insana “terör örgütü üyeliği” suçlamasıyla dava açıldı. Ne oluyor, bir tek iktidar siz misiniz? Bu nasıl bir körleşme? Hadi hukuk mektebinde öğretmediler diyelim, bu kadar yıl yaşayıp insan hayattan öğrenir. İktidar partileri, Başbakanlar hatta padişahlar bile protesto edilebiliyordu bu ülkede. Dünyanın her yerinde de iktidarlar, başbakanlar protesto ediliyor ve edilmeye devam ediyor. Hiçbir yerde bu tür olaylara Hopa'daki gibi davalar açılmıyor. Dünya tarihinde bir daha yumurtaya, üstelik bomba misali tehlikeliymiş gibi “üzerinde bulundurmaya”, “terör” suçlamasıyla dava açan bir hukuk anlayışı düşünülebilir mi? Bu kadar düşkünlük nasıl izah edilebilir? Yumurtadan omlet olur, yumurtadan civciv çıkar, el insaf yumurtadan örgüt çıkmaz! Bu mahkemeler de yumurtaya dava açmaktan, dünya tarihine geçecekler, hukuk fakültelerinde ibretlik vaka diye okutulacaklar.
İbret vakaları, ama bitmiyor. Puşi taktığı için terörist sayılan üniversite öğrencisine 11 yıl ağır hapis cezası veriyorlar. Pankart açanlar da terörist, onlara da 8 yıl ağır hapis. Çevre yıkımına, ekolojik cinayet kararlarına direnenler de terörist! Herhalde bu da dünyada ilk örnektir. Grev yapmak, hak ihlallerine karşı direnmek de terör suçu sayılıyor ve bu eyleme katılanlar da terörist oluyor!  Bu dosyada olduğu gibi bir işçiyle dayanışmada bulunmak “terör örgütü üyeliği”ne kanıt sayılıyor. Parasız eğitim istemek, konser bileti satmak, tekel işçileriyle dayanışma amaçlı basın açıklamasına katılmak, 1 Mayıs işçi bayramı vb. eylemlere katılmak, özel mahkemeler tarafından yargılama konusu yapılıyor ve insanlar hapse atılıyor.. Herhangi biçimde olursa olsun sokağa çıkmak veya protestoda bulunmak “teröristlik” sayılıyor. Bari biri çıksın mutedil vatandaşlara açıklama yapsın, “terör” sayılmayan tek bir protesto biçimi göstersin. En başta da demokratikleşme yalanlarını yayan liberal hükümetdestekçilerine soruyorum, bu ülkede teröre girmeyen, teröristlik sayılmayan bir protesto hakkı gösterin, gösteremezsiniz.  
 Evet bu davalarla korku yaymak istiyorlar. Bizim korkumuz yok, ne yaparsanız yapın! Ancak belirtmeliyiz ki korku yaymak isteyenler açısından bu davaların ikinci yüzünde, ters yüzünde yatan gerçeklik de korkudur. Korkutmak isteyenler korkanlardır, korkanlar ve korkaklar ne yaptığını bilmez halde saldırır. Düzen korku içindedir, ölümüne korkuyorlar. İşledikleri suçları ve bu devranın böyle gitmeyeceğini en iyi kendileri biliyor. Bütün ülkeyi ve tüm zenginliklerini daha önceki haleflerine taş çıkartırcasına yağmalıyorlar. Hükümet ve iktidar olanlarla F. Gülen cemaati bütün bu hırsızlık, soygun, talan alenileştiği için çekinmeden birbirlerini teşhir ediyorlar. Ama bir yandan da aceleleri var. Gözlerine mil çekilen, zihinlerine cıva akıtılan açlar, garipler, yoksullar, çaresizler uykudan uyanabilir ve bu reziller saltanatına dur diyebilir. Hiçbir reziller saltanatı ebedi değildir. Bu 10 yıllık muktedirlerin saltanatı da sallanmaktadır.  
“Başbakan Tayyip Erdoğan'ın ve yakınlarının mal varlıklarına bakın ne dediğim anlaşılır. Oğullarının işlerine, gemicilik şirketlerine, kızların altın, mücevher şirketlerine, milyon dolarlarla ifade edilen sermayelere bakın, her şeyi anlatır. Aynı şeyi tüm AKP Belediyeleri ve tüm iktidar organları olarak yukarıdan aşağı Türkiye'ye uygulayın. Her şey göz önünde olduğu için düzen çok korkuyor ve korkusu arttıkça gözü dönmüşçesine her yana saldırıyor. Yumurtadan korkuyorlar, puşiden korkuyorlar, pankarttan ödleri kopuyor, gösteriler uykularını kaçırıyor, her şeyden korkuyorlar. Korkunun ecele faydası olmadığını bildikleri için daha fazla korkuyorlar. Bundan dolayıdır ki kılıç gibi kesen keskin özel mahkemelere ihtiyaçları var. Patronlardan, holdinglerden, iktidardan, cemaatten yana, Kürdü, sosyalisti, devrimciyi, hakkını arayan emekçiyi, gençleri, kadınları, çocukları, yaşlıları önüne kim çıkarsa onları kılıç gibi kesen mahkemelere ihtiyaçları var. Bu mahkemelerin liberal hükümet ve sermaye destekçilerine bile bu kadar olmaz dedirten uygulamalarının altında bir kolektif düzen aklı yatıyor. Tam anlamıyla bir zenginler sınıfının ortak aklı. Zenginler, zenginleşiyorlar ve kendi sınıf çıkarları doğrultusunda hareket ediyorlar. Amansız ve imansız bir sınıf savaşı sürdürüyorlar. Her gün bu savaşta kendi cephelerini muazzam aygıt ve silahlarla donatıyor, en son gelişkin koruma ve kontrol teknolojisiyle her tarafı denetliyorlar.  Dünyanın bilmem kaçıncı en büyük ordusu yetmiyor, polis habire büyüyor, özel güvenlik bir nevi polis gücüne dönüştürülüyor, gizli servis elemanları ve ajan ağlarıyla birlikte devasa bir güvenlik ağı oluşturuluyor. Yalnız özel mahkemeler son hızla çalışmıyor. Yüksek güvenlikli infaz kurumları olarak, özelin özeli F Tiplerine yeni ve daha yüksek güvenlikli cezaevleri ekleniyor.
Türkiye’de yargı sistemi adaletsizliğin ötesinde bir çürüme ve çöküş içindedir. Sadece ‘yargı reformu’ denilen komedi döneminde HSYK üzerinde başlayan tartışmalar ve tarafların karşılıklı birbirleri hakkında öne sürdükleri iddialar bile ne demek istediğimi anlatmaya yeter. Darbecilik, rüşvetçilik, çetecilik, Amerikancılık, mafya ile ilişkiler, uzar gider. Ben her iki tarafın birbiriyle ilgili söylediklerine aynen katılıyorum. Özel Yetkili Mahkemelerin nasıl “adaletli kararlar” verdiğini de herkes biliyor.
Şimdi bir Pakistanlı çıkıp " Pakistan adaletine güveniyorum" diyebilir. Bu asla doğru değildir ama yine de göstermelik olarak, giydikleri cüppeye saygı duyuyor denilebilir Pakistan yargıçları için. Ama Türkiye'deki yargıçların ne kendilerine ne mesleklerine ne cüppelerine saygısı vardır, böyle bir kaygıları da görülmemiştir. Türkiye ve Pakistan'da yakın zaman arayla darbeler oldu. Pakistan ordusu General Ziya Ül-Hak faşist darbesiyle yönetime el koyduğunda Pakistan Yüksek Mahkemesi darbeye karşı çıktı ve yargıçlar toptan istifa etti. Kenan Evren faşist darbesi karşısında Türk adaleti de yargı kurumları da hâkimleri de topyekûn secdeye durmuştur. Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay, Sayıştay tüm üyeleriyle, tek bir itiraz olmadan cuntaya selam durmuşlardır. Bırakın yargıçlık onurlarını, kişisel kimliklerini adı ‘Anayasa Mahkemesi’ olan mahkeme, kendi düzenini çiğneyen generalin emrinde hiçbir şey olmamış pişkinliğiyle çalışmıştır.
12 Eylül darbesinin ilk günleriydi, başında "Yüce" sıfatı bulunan bütün bu mahkemeler ve cüppeli hukukçuları, başkanları, üyeleri hepsi cüppeleriyle bir salonda toplanmışlardı, o zamanki televizyonlar canlı olarak yayınladılar, hepsi ayağa kalktılar ve dakikalarca salona giren Kenan Evren'i ayakta alkışladılar. İşte budur Türk yargısı, Türk adaleti! Bugün hiçbir şey değişmedi, yargı kurumları da zihniyeti de aynı, sadece muktedirler değişti. Dünküler haki üniformalıları ayakta alkışlıyorlardı şimdikiler lacivert takım elbiselileri ayakta alkışlıyorlar.
Sadece yükseği,özeli değil, tüm adalet sistemi çürümüştür. Adana'da hemen yakın dönemde iki yargılama örneği: Adana eski Belediye Başkanı Aytaç Durak, 12 Eylül’den beri yürüttüğü görevden soruşturmayla alındı. Bizzat yardımcısı basına demeç vererek Aytaç Durak' m tüm Adana' yı parsellediğini ve 2 milyar dolar serveti olduğunu, bunun araştırılmasını istedi. Peşinden Aytaç Durak servetinin 2 milyar dolar değil 400 milyon dolar olduğunu açıkladı. Savcılar, polisler uzun süre bu iddiaları görmedi, duymadı. Sonra geçtiğimiz aylarda göstermelik bir soruşturma açıp tutukladılar ve 15 gün kadar sonra serbest bıraktılar.
Hemen aynı dönemde, yine Adana'da yaşı 18'den küçük olduğu için gazeteler ismini B.A diye yazıyor, bir çocuk, gece girdiği büfede karnını doyuruyor, acıktığı için sandviç yiyor ve kola içiyor. Adana Cumhuriyet Savcılığı bundan dolayı hakkında 9 yıl hapis istemiyle dava açıyor. Bu Türk adaleti, bir tarihte Gaziantep'te baklava çalan 4 çocuğa 8’er yıl hapis cezası vermiş ve hapis yatırmıştı çocukları. Yine aynı dönem trilyonlarca liralık emniyeti suiistimal ve yolsuzluk davalarının hepsi beraatla sonuçlandırılmıştı.
Geçtiğimiz aylarda mahkemelerin ve birlikte çalıştıkları emniyet ve Adli Tabipliğin icraatlarının ibretlik bir örneği İzmir'de yaşandı. Fevziye Cengiz isimli bir kadın, karakolda işkenceye uğruyor, Ne oluyor, nasıl oluyor bilinmez, Türk adaleti, savcılık devreye giriyor ve hemen işkence gören kadın hakkında polisleri darp etmekten dava açıyor. Savcı işkence suçunu gizleyip bu suça ortak oluyor, peki mahkeme ne yapıyor? Karakolda iğrenç hakaretlere, işkenceye maruz kalan kadına 6 yıl ağır hapis cezası isteyen iddianameyi kabul ediyor. Çok açık, eğer bir biçimde kamera görüntüleri basının eline geçmeseydi, “Yüce Türk Adaleti” yine adil bir karar daha vermiş olacak, suçsuz ve mağdur kadın hapishaneyi boylayacaktı. Ne eksik ne fazla, işte Türk adaleti budur, gücü kimsesiz ve güçsüzlere yeter, mülk sahiplerinden, iktidar sahiplerinden ve onlara hizmet edenlerden yana çalışır. Bu yüzden de bu ülkenin şehirlerinde, sokaklarında, karakollarında benzeri işkenceler her gün yaşanır, insanlar ya korktuklarından şikayetçi olamazlar ya da şikayette bulunanlar suçsuzken suçlu konuma düşerler.
Devleti ve mülk sahiplerini koruma üzerine kurulu Türk yargısı, Kürtlere karşı etnik bir özellik kazanıyor. Tam ifade etmek zor. Bir yığın davada görülenler ayrımcılığı aşıyor, açık ırkçı bir nitelik kazanıyor."TMK mağduru çocuklar" olarak bilinen, 18 yaşından küçük Kürt çocuklarıyla ilgili yargılamalarda yaşananlar, bu söylediğimiz türden adalet anlayışının açık örneğidir. Aslında yeni değil, 12 Eylül döneminden bugüne binlerce çocuk “siyasi suçlu” konumunda yargılandı, işkenceler gördü, hatta gözaltında kaybedildi. Ama özel bir konseptle2006 yılında değiştirilen yasayla ve Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun verdiği kararla, çocuklara açılan davalarda artış oldu ve yalnızca bir gösteriye katılmış olmaktan veya taş atmaktan ötürü küçücük çocuklar 15-20 yıla varan hapis cezalarına çarptırıldı. Halen bu intikamcı uygulamalar farklı biçimlerde devam ettirilmektedir.
Kürt çocuklarının çilesi, gördüğü zulüm aldığı ağır cezalarla bitmez, cezaevlerinde işkenceler ve insanlık dışı uygulamalarla devam eder. Günlerce basının manşetlerine taşındı. Çocukların ırzına geçilmesine göz yuman devlet olur mu? Yıllardır devlet görevlileri her yerde açıkça bu aşağılık işe ön ayak oluyor, göz yumuyor, içinde yer alıyorlar. Aileler Pozantı’yla ilgili iki yıldır suç duyurusunda bulunduklarını açıkladılar, bu suç duyurularına rağmen bu aşağılık uygulamaya göz yuman yargıya ne ad verilir?
Gösteri yapan, taş atan çocuklara 15-20 yıl ceza veren Türk adaleti, çocuklara kurşun atıp öldüren devlet görevlilerine ceza vermez.  Çocuk öldüren kolluk güçleri hakkında ya hiç dava açılmaz ya da zoraki açılan davalarda beraat ettirilirler. Uğur Kaymaz ve babasının evlerinin önünde otomatik silahlarla kurşunlanıp öldürülmesi ve bu konuda Türk yargısının verdiği karar ibretliktir ve unutulmayacaktır. 12 yaşında bir çocuk ayağında terliklerle, on üç kurşunla sırtından vurulup öldürülüyor ve bu eylemi yapan kar maskeli katiller beraat ediyor ve Yargıtay da beraat kararını onaylıyor. Üstelik babasıyla beraber kendisi de "terörist" ilan edilen 12 yaşındaki Uğur'un silahla ateş etmediği, ağır bir silah olan Kalaşnikofu kullanamayacak kadar küçük olduğu, olayın bir "çatışma" olamayacağı yönündeki bilirkişi raporuna rağmen, katiller "meşru müdafaa" hakkını kullandıkları gerekçesiyle beraat ettiriliyorlar.
Türk adaleti ve onun yüksek yargı organı konumundaki Yargıtay'ın son kararları adaletsiz olmanın ötesinde "suç ve suça teşvik" hükmündedir, ayrımcıdır, daha da ötesi ırkçıdır. Türk Yargıtay'ı artık " Kürtleri rahatça öldürebilirsiniz" niteliğinde kararlar vermektedir. Devlet görevlilerinin silah çekip sokakta rastgele Kürtleri öldürdüğü davalarda Yargıtay, beraat kararlarının gerekçesine "bölgenin özellikleri" kaydını düşüyor. Siirt’te 2005 yılında düzenlenen bir gösteriye, görevli olmadığı halde müdahale eden ve sokaktan geçmekte olan Abdullah Aydan’ı öldüren uzman çavuşu beraat ettiren Yargıtay, açıkça kolluk güçlerine bundan sonra “Kürtleri öldürürseniz bölgenin özellikleri gereği ceza almayacaksınız” diyor, adam öldürmeye, suça teşvik ediyor. Yargıtay’a göre, sokaklarda gösteri yapan çocuklar, silahlı ve adam öldüren kolluk görevlilerinden daha tehlikelidir. Asker, polis, özel tim “bölgenin özellikleri” gereği korku ve telaş içinde adam öldürebilir, ama yıllardır süren savaşta işkenceler ve ölümler ortamında büyümüş çocuklar, üzerlerine gelen polislere korkuyla, telaşla ya da kendilerini korumak için taş atarlarsa "terörist" olurlar.
En büyük suç budur işte; “terörist olmak.”  Bu yüzden artık taş atmak da molotof da “silah” kapsamına alındı. Yeryüzünde göstericilerin molotof kullandığı tek ülke burası mı? Televizyon denilen alet bu işin dünyanın hemen her tarafında ve kitlesel olarak yapıldığını gösteriyor. Oralarda molotof atma gözaltına almaya bile sebep olmuyor. “Dünyanın en güçlü devletleri arasındayız” diye övünenler sizsiniz, taş atmayı, molotof atmayı "Devletin bütünlüğü"ne yönelik tehdit olarak gören de sizsiniz. Taş atmaya,  molotofa silah statüsü vererek ağırlaştırılmış müebbet hapis isteyecek boyutlara vardırmak, bir anlamda taş değil silah, molotof değil bomba atın, bunları kullanın çağrısı yapmaktır.
Özel yetkili mahkemelerin özel uygulamalarına her gün bir yenisi ekleniyor.  Bu dava dosyasında bir rapor var. En üst başlığında büyük ve kalın harflerle "Gizli" yazıyor. Altında İstanbul Valiliği Emniyet Müdürlüğü'nce İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderildiği belirtiliyor. Belli ki oradan da ilgili savcılık eliyle bu dosyaya girmiş. Raporu gönderenin İstanbul MİT Bölge Başkanlığı olduğunu anlıyoruz. Toplam 102 sayfalık bir MİT raporu… En altında yine aynı başlıktaki "Gizli" damgası var, iç sayfalarda bu "Gizli" damgası kalkıyor yerine "Çok Gizli" ibaresi konuyor. Her sayfanın altında ayrıca büyük harflerle ve iri puntolarla "İstihbari nitelikte olan bu bilgiler hukuki bir delil olarak kullanılamaz" diyor.
Doğal olarak soruyorum. Bu "Gizli" veya "Çok Gizli" evrak hala gizlilik özelliğini koruyor mu? Adımızın geçtiği, fotoğraflarımızın yer aldığı ve üzerinde, her sayfasında "Çok Gizli" ibarelerinin bulunduğu bu evrak neyin nesi merak ediyorum. Birçok soru var. İlki gizliliği… Mahkeme bizimle dalga mı geçiyor yoksa gayri ciddi mi davranıyor? Bu dosya gizli mi değil mi? Gizliyse niye dosyada herkesin kullanımına açık, gizli değilse, her sayfasındaki "Çok Gizli" ibaresi ne anlama geliyor?
Daha absürt olan "İstihbarı nitelikte olan bu bilgiler hukuki bir delil olarak kullanılamaz" denen bu evrak dosyada yer almakla kalmıyor, savcılığın hakkımızda hazırladığı iddianamenin “deliller” bölümünde de yer alıyor. Daha da ötesi iddianamede sanıklar hakkındaki suçlamalar baştan aşağı bu rapora dayandırılıyor. Hadi diyelim ki MİT'in "Hukuki delil olarak kullanılamaz" dediği belgeleri savcı hukuka aykırı biçimde “delil” saydı, peki mahkeme nasıl değerlendiriyor? Bunları biz nasıl anlayalım? MİT’in dahi “delil” olamayacağını söylediği belgeleri yargı organları hukuki delil niteliğinde sayarsa, bu durumda biz neyi nasıl yorumlayacağız?  Soruyorum; kendi yasalarınıza göre, hiçbir hukuki niteliği olmayan, bizlere ağır suçlar itham eden bu uydurma belgeyi hangi amaçla dosyada tutuyorsunuz? Bir tehdit olarak mı dosyada duruyor? Kendi adıma öyle MİT belgelerinden filan korktuğum yok. İstedikleri suçlamaları, istedikleri iftiraları atabilirler, umurumda değil. Ben sadece mahkemenizin nelere bel bağladığını merak ediyorum. Ben yazmadım, hazırlayanlar " hukuki değil" diye yazmış, hukuki olmayan belgelere mahkeme ne adına sahip çıkıyor, bunun açıklamasını bize yapmak zorundasınız!
Dosyadaki MİT raporu umurumda değil, ama koskoca MİT fişlemeyi iyi yapamamış, burası ilginç. Üstelik onların yanlışları, açık maddi hataları iddianame'ye de aynen geçirilmiş. Bunlara değineceğim, ancak öncelikle bir ekleme yapmak durumundayım. İlk olarak 1974 yılında Bakırköy Osmaniye'deki Derby Lastik Fabrikası önünde "işçiler, emekçi halkımız" başlıklı bildiri dağıtırken gözaltına alındığım yazıyor. MİT veya savcılık bir tanesini bulmuş ben değişik tarihlerde en az 15-20 kez benzeri faaliyetlerimden dolayı gözaltına alındım. Hatta ilk gözaltı ve tutuklanmam 1974 değil 1969’da lisedeyken oldu. İddianamede ikinci sırada, TKP adlı yasa dışı örgütün merkez komitesine yönelik operasyonda  23.9.1981 yılında gözaltına alınıp tutuklandığım yazılı. Ben hiçbir zaman TKP’li olmadım, TKP operasyonunda yakalanmadım. Emniyet ve MİT artık TKP ile TKP-B arasındaki farkı da bilmiyorsa ne diyelim. Siz de bilmiyor olabilirsiniz, TKP o dönemki yasalara göre illegal bir örgüttü, ancak silahlı eylemleri yoktu ve TCK’nın 141. Madde kapsamında değerlendirilirdi. Benim yargılandığım TKP-B ise silahlı mücadeleyi savunan bir örgüttü ve eylemleri nedeniyle 168. madde kapsamında değerlendirilirdi. Ayrıca iddianamede, 1992 ve 1996 yıllarında yapılan operasyonlarda gözaltına alınarak yargılandığım, 21.04.1994 yılında Gassan kod ismiyle TKP-B/SHB örgütü içersindeki faaliyetlerinden ötürü Yalova’da yakalanıp tutuklandığım yazılı. Bu kadar garabet nasıl bir arada olabilir? Ben 1991 yılında TKP-B operasyonunda tutuklandım ve 1992 yılı sonlarına kadar Bayrampaşa cezaevi’ndeydim.Yine en son tutuklanmam 1993 yılındaydı ve 2000 yılına kadar Gebze Cezaevi’ndeydim. Ben cezaevindeyken nasıl oluyor da 1992, 1994 ve 1996 tarihleri arasında üç defa daha gözaltına alınıp tutuklanıyorum, bu nasıl bir arşiv kaydı. Koskoca TC Devleti, Osmanlı’dan devraldığı fişleme geleneğini epeyi savsaklamış, bozmuş. Anladık ne kadar çok gözaltına alınmış, ne kadar çok davada yargılanmış, tescilli diye hakkımızdaki davada yargı oluşturmaya çalışıyorlar, ama biraz ciddiyet gerekmiyor mu? 
İlk çıkarıldığım savcıya da söyledim, devrimci faaliyetlerimden ötürü daha önce defalarca yargılandım diye. Onun ilk merak ettiği, sabıkamın olup olmadığıydı, ne önemi varsa hemen onu sordu. Ayrıca, suçlamalarla ilgili sorulara yanıt vermeyeceğimi söylememe rağmen “ Ama bakın size ait dijital malzemelerin içinde "PKK/KONGRE-GEL Terör örgütü KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan'm resimleri bulunmuş" diye sordu, bu belge iddianamede de yer alıyor. Savcıya da söylemiştim, tam engizisyonculuk sorusu. Değilse kim, hangi mantıkla, Türkiye'nin bütün gazetelerinde hemen her gün resimleri yayınlanan, demeçleri yer alan bir şahsiyetin resmini soruyor. Neyi öğrenmek istiyorsunuz? Bundan amacınız benim KCK veya PKK'li olduğumu iddia etmek mi? Zaten emniyette bunu da sordular, bana ayrı ayrı hem PKK ile hem TKP-B ile hem de Devrimci Karargah örgütüyle ilişkim soruldu. İstiyorsanız bu üç örgütten birden yargılayabilirsiniz, umurumda değil.
GEÇMİŞİM VE GELECEĞİM
Ben yukarıda bir vesile ile bildirdim. En son 1993 yılında TDP yöneticisi olmak iddiasıyla tutuklandım 1999 yılı Aralık ayında tahliye oldum. Tahliye olduktan sonra 2004 yılında tekrar gözaltına alındım ve savcılıktan serbest bırakıldım. Ne yapıp ettiğimi polis iyi biliyor. Bile bile buraya getirildim. Madem ille de beni yargılatmak istiyorlar; yapmadıklarımdan, buradaki bayağı yalanlardan değil, yaptıklarımdan yargılayın. Madem benden yapmadıklarımın hesabını soruyorsunuz ben de yaptıklarımı anlatayım. Bugüne kadar yaptıklarımı, yapmak istediklerimi, yapmak isteyip de yapamadıklarımı, cesaretimi, korkularımı, hatalarımı, yanlışlarımı en açık biçimde anlatmak istiyorum. Bunu bir övünme veya pişmanlık olarak yapmıyorum. Bu görevi, bu uğurda hiçbir karşılık beklemeden canını vermiş sayıları on bine varan devrimciler için yapıyorum. 
Benim kimliğim mücadelemdir.  Sansaryan Han, Selimiye, Gayrettepe, DAL işkencehaneleridir. Mamak, Metris, Özel Tip, F Tipi zindanlardır. Sıkıyönetim Askeri Mahkemeleri, DGM’ler, Özel Yetkili Mahkeme’lerdir. 12 Mart ve 12 Eylül faşist darbelerine karşı mücadeledir. 40 yıldan fazla zamandır böyle yaşadım. Başım dik, yaptığım her şeyin arkasındayım.
Bu yaşıma kadar yalnızca inandığım şeyler için yaşadım ve onlar için dövüştüm, hileye, yalana, zorbalığa karşı savaştım. Görüşlerimi hiçbir yerde gizlemedim, yaptıklarımı savunmaktan kaçmadım. Görüşlerime katılabilir veya katılmayabilirsiniz, ben doğru bildiklerim için dövüştüm. Başımdan bir yığın olay geçti, bir tek gün bir tek saniye şüpheye düşmedim, tek bir an bile acaba demedim. Karşıma çıkan hiçbir şey beni yıldırmadı, aksine her adımda biraz daha bilendim, biraz daha inançla doldum.
  Gözaltılar, işkenceler, cezaevleriyle 17 yaşımdan beri karşılaşıyorum. Lise öğrencisiyken duvarlara üzerinde sloganlar olan pullar yapıştırırken yakalandım. Pulların birinde " Zam, zam, zam. Ucuzluk ne zaman?" yazıyordu, diğerinde " Kahrolsun Amerikan Emperyalizmi!" Gözaltına alındım ve yaptıklarımı savunduğum için karakolda işkence gördüm.  Bu, devletle ve devletin kurumlarıyla ilk karşılaşmamdı. Suçüstü Mahkemesi'ne çıkardım, orada da "Yaptım, yapıştırdım, bilerek, isteyerek yapıştırdım" dediğim için tutuklanıp cezaevine konuldum.        
1971 yılında THKO operasyonu nedeniyle ünlü işkence merkezi Sansaryan Han’daydım, Oradaki herkesin yaşadığı bütün işkenceleri gördüm. Bu kavgada şehit düşen devrimcilerden Kızıldere'de katledilen Ömer Ayna, Cihan Alptekin de aynı dönem oradaydı, onların adını saygıyla, sevgiyle anıyorum.
1972’de Sivas Dev-Genç operasyonunda gözaltına alınıp tutuklandım, yine bildik uygulamalarla karşılaştım.
1981 yılında TKP-B operasyonu nedeniyle Gayrettepe ve Ankara DAL'daki işkence merkezlerindeydim. Bu zaman zarfında binlerce insana en hayâsız işkencelerin yapıldığına tanık oldum. Yine de şanslılar arasındaydım, yüzlerce devrimci benim kadar şanslı değildi, bugün toprak altındalar. Aylarca, gözlerim bağlı yaşlı, genç, çocuk, kadın, erkek her yaştan ve her sınıftan insanlara yapılanları dinledim. Gayrettepe'de kaldığım süre boyunca gözaltına alınanların tutulduğu hücrelere indirilmediğimden, 24 saat işkencenin yapıldığı katta, bir kalorifer peteğine kelepçeli olarak tutulduğum için binlerce insana yapılan işkencelere tanık oldum, çığlıkları dinledim. Hoyrat, bir hayvan sürüsü gibiydiler, tıpkı yırtıcılar misali, kan kokusu almışlar avlarının üstüne saldırıyorlardı.
Aynı dönemde benim aklımda kalan 2 devrimciyi Gayrettepe'de katlettiler. Süleyman Cihan, o zaman TKP/ML'nin genel sekreteri, ben yakalanmadan birkaç gün önce katledilmişti. Yakalandığım ilk hafta veya ikinci hafta TİKB militanı Ataman İnce'yi Kartal Soğanlık Karakolu'ndan getirdiler ve Gayrettepe'de öldürdüler. Yine aynı dönemde  daha  sonra  ABD  Başkanı  George  Bush'un Türkiye'ye geldiği tarihte 12 arkadaşıyla birlikte katledilen,  Devrimci Sol'un liderlerinden Niyazi Aydın da Gayrettepe'deydi, uzun süre aynı odada karşı karşıya gözü bağlı birlikte tutulduk. Büyük bir direniş gösteren Niyazi Aydın'ın da benim gibi kanırta kanırta tırnaklarını söktüler. Diğer yapılanları anlatmıyorum. Niyazi Aydın'la birlikte aynı dönemde TİKB yöneticisi Sezai Ekinci de oradaydı. Sezai Ekinci bildiklerim arasında 12 Eylül sürecinde en uzun süreyle, 6 ay işkence altında, gözaltında tutulan devrimciler arasındadır. Burada şimdi aramızda olmayan bu iki büyük devrimcinin hatırası önünde saygıyla eğiliyorum.
Türkiye'nin 1960’lı yıllardan beri yaşadığı toplumsal mahşer, bütün bu yaşananlar, beni tepeden tırnağa isyan haline getirdi. Artık bu düzenin hiçbir şeyi beni şaşırtamaz, yıldıramaz, korkutamaz. Askeriniz, polisiniz, MİT’iniz, özel tertip ve pusularınız, sonunda mezarlıklarınız… Ötesi yok.
SOKAK İNFAZLARI
Türkiye'nin toplumsal zihniyetindeki adalet ve ahlak anlayışına bakın, sık sık basın ve televizyonlara yansıyor. Ağır hak ihlalleriyle karşılaşan topluluklar hırsla, şaşkınlıkla, öfkeyle bağırıyor " Biz PKK miyiz?", "biz terörist miyiz?". Devlet zorbalığıyla, polis copuyla, işkenceyle, zulümle karşılaşan herkes aynı nakaratları tekrar ediyor. Bu nedir?  Bu zulme, zorbalığa davetiye değil midir? Bir insan açıkça toplum önünde tecavüze uğradığında " bana tecavüz etme teröriste tecavüz et" veya "ben terörist değilim, terörist olursam, işkence yap" diyor. Bu bir alçaklıktır ve toplumsal alçalmadır; ikiyüzlülük, adaletsizlik, ahlaksızlıktır.
Bu toplumsal  linç çağrıları nasıl meşrulaştırıldı? Bunu yaratan bu devlet ve sermaye düzenidir. Aydınlar, entelektüel denilenler, akademi, basın ille de yazılı ve görsel basın bu alçak zihniyetin yaratıcısıdır. Çok değil yakın tarihlerde bu ülkede yaşanan olaylar, bu ülkenin büyük şehirlerinde devrimcilere karşı sürdürülen sürek avları bu korkak, ikiyüzlü zihniyeti yaratmıştır. Türkiye'nin büyük şehirlerinde yüzlerce insan birer, ikişer, üçer kıstırıldıkları evlerde son model otomatik silah ve bombalarla donatılmış, profesyonel                                                                                                                                                                & nbsp;                                                                                                                                                                            & nbsp;                                                                                                                                                                                                                                                               & nbsp;                                                                                                                             özel  polis timlerince  katledildi ve bütün bunlar televizyonlardan "canlı", "sıcak"  logosuyla  tüm topluma seyrettirildi. Türkiye'nin İstanbul, Ankara, İzmir, Adana dâhil birçok ilinde böylesi belki yüze yakın operasyonda, yüzlerce genç devrimci öldürüldü.
Türkiye'de tam tarihi bilmiyorum, 50-60 yıl olabilir kaldırılalı, idamlar gündüz, sokakta kitlenin önünde ve tezahüratlar arasında yapılırdı. Daha eskiden infaz edilenler, seyrettirilmekle kalmaz, koparılmış kelleleri veya cesetleri günlerce ibret-i âlem olsun diye teşhir edilirdi. 2000 yıl önce Roma İmparatorluğu'nda ilk hırıstiyanlar arenalara sürülür ya aç aslan, kaplan türü vahşi hayvanlar veya mesleği gladyatörlük olan eğitimli ölüm mangalarının karşısına çıkarılırdı. Her iki durumda da kurbanların vücutları parçalanır, kan fışkırırdı. Arenayı dolduran kalabalıklar bundan duydukları hazla cinnet geçirirlerdi. Ama bu 2000 yıl kadar önceydi. 2000 yıl sonra 1990'larda aynı vahşet devlet eliyle yapıldı ve bütün olanaklarla, canlı yayınlarla, kare kare bütün bunlar topluma seyrettirildi.
Bunlar nasıl yaşandı örneklerle görelim. 1990'lı yıllar, İstanbul Esenler'de üç katlı bir binanın içinde 3 genç kıstırılmış, bir genç kız ve 2 genç erkek. Çelik yelekli, kar maskeli düzinelerce özel tim mensubu burayı kuşatmış. Çevre binaların çatıları da özel timlerce tutulmuş. Sokakta tezahürat yapan, ölüm isteyen bir kitle toplanmış. Kamera yakın plan bütün bunları gösteriyor. Binanın duvarları delik deşik. İçeridekiler görünmüyor, belli ki teslim olmuyorlar, direniyorlar. Epey bir zaman geçiyor, direnişin olduğu kat sürekli taranıyor, içeriye bombalar atılıyor, spiker evin içine operasyonun başladığını bildiriyor. Tam bir macera filmi sakinliğiyle, kamera yakın çekim balkonu gösteriyor, içeriden birkaç silah sesi geliyor. Otomatik silahlı, kar maskeli iki özel tim mensubu balkona çıkıyor. Bir elleriyle zafer işareti yapıyor, öteki ellerinde otomatik tüfeklerle havayı tarayarak  zaferlerini ilan ediyorlar. Her şey 2000 yıl sonra tekrarlanan Roma arenaları gibi, kan ve ölüm bekleyen dışarıdaki kitle ıslıklar, naralar, çığlıklar eşliğinde gladyatörleri alkışlıyor. Bunlar da yakın plan gösteriliyor, cinnet geçiren bir topluluk. Ve ertesi gün gazeteler içerideki 3 gencin kimliklerini açıklıyorlar. Biri kadın, 2’si erkek üç genç,18-22 yaşları arasındalar.
1990'lar İstanbul'unda bir başka "av partisi" avlananlar yine canlı muhalif insanlar. Yer bu defa Beşiktaş, Beşiktaş iskelesine yakın kafelerden birisi, vakitlerden güpegündüz. İçerde masalarda insanlar, bir masada iki erkek bir kadın. Erkeklerden birisini tanıyorum. 1970 sonlarında birlikte mücadele yürüttüğüm Sivas'lı çocukluk arkadaşım Yüksel Erdoğan’ın oğlu İsmet Erdoğan. İsmet mühendis ve İstanbul Belediyesi çalışanı, yanında İstanbul Barosu avukatlarından Fuat Erdoğan ve sendikacı Elmas Yalçın birlikteler. Silahlı polis timi giriyor, masayı çeviriyor, silahlarını çekiyor, mermileri masada oturan 3 kişinin üzerine boşaltıyor. Üçü de olay yerinde ölüyorlar. Her şey bu kadar kolay, basit ve ucuz.
Bir başka örnek, yine yakından tanıdığım 20'li yaşlarda genç bir kadının, Serap Kolukırık'ın infazı. Serap Kolukırık üniversite öğrencisi, İstanbul Maltepe'de kaldığı eve gece sabaha karşı polis timleri operasyon yapıyor ve evde yalnız olan Serap'ı kurşunlayarak katlediyorlar.
Bir başkası, Kartal’da 5 kişinin öldürüldüğü Devrimci-Sol operasyonu. Bu dosyada sanık olarak yargılanan Hanefi Avcı’nın sorumluluğunda gerçekleştirilen bir operasyon. Ertesi gün gazetelerde fotoğraflar yayınlanır, evdeki iki kadın devrimci, Gürcan Eranıl ve Menekşe Meral dizlerinde battaniye, koltukta oturur vaziyette kurşunlanmışlardır.
Bu ve benzeri düzinelerce operasyonda yüzlerce devrimci muhalif katledildi. Bunların hepsi belgeli ve kayıtlı. Bu operasyonların hemen hiç birinde canlı veya yaralı yok, kuşatılanların hepsi öldürülüyor. Çoğu yakın mesafeden kafalarına kurşun sıkılarak, alınlarından vurularak öldürüldüler. Türk basını polislerin kahramanlığını göstermek için mi yoksa “bakın ey ahali devlete karşı çıkarsanız sonunuz alınlarınızın ortasına bir kurşun yemektir” demek için mi bu operasyonların çoğunda benzeri canilikleri birinci sayfalarından büyük resimlerle verdiler.
Eski Özel Harekat Daire Başkanı İbrahim Şahin, yargılandığı mahkemede bir açıklama yaptı. Bu açıklama son 40 yılın özeti gibidir. Türkiye'nin özel polis bölüğünün başı, "Sabahat Karataş'ı ben öldürdüm” dedi. Bunu derken mahkemeye ve kamuoyuna ben kahramanım, terörist bir kadını evinde kıstırdım ve öldürdüm, beni ödüllendirmeniz gerekir, demek istiyor. Burada Türk burjuva zihniyeti, Türk hukuku, Cumhuriyet devleti zihniyeti konuşuyor. İbrahim Şahin boş yere konuşmuyor.
Bu infazlar Mehmet Ağar’ın mecliste kürsüden kendi ağzıyla açıkladığı "bin operasyon"dan bazılarıdır. Hepsiyle ilgili katledilenlerin ve ailelerinin yaptığı başvurular sonucu açılan tüm davalardan infazcı polisler beraat etmişlerdir. Tanık ifadeleri, adli tıp raporları, balistik incelemeler var, olayların oluş şekli ortada, bir çoğu yakın mesafeden ölümcül noktalara ve oturur vaziyette kurşunlanmışlar. Ama Türk yargısı bütün bu olaylarda tek bir polisine kıyamadı, kimseye dokunamadı. Daha önemlisi bütün benzeri katliam timlerinde görev alanlar hızla emniyetin üst makamlarına tırmandılar. Emniyetten kaymakamlıklara, Valiliklere ve devlet bürokrasisinin en tepelerine fırladılar. 12 Eylül meclislerine ve bugüne kadar olan parlamentolara bakın. Meslek olarak devletten gelenler içinde en büyük grup işkenceci, infazcı polis şefliğinden valiliklere ve genel müdürlüklere yükselenlerdir çoğunlukla. Milletvekili, hatta bakan olmuşlardır. Düzende yükselmenin yasası haline gelmiştir; devrimci muhalifleri imha et, yüksel.
CEZAEVİ KATLİAMLARI
Yine 1990’lar ve cezaevleri. Güvenliği devletin kontrolü altında, eli kolu bağlı insanlar. Dışarıda evlerde kuşatıp infaz etme, kurşunlarla delik deşik etme operasyonlarının sürdüğü dönemlerde cezaevlerinde de sık sık operasyonlar yapılmaya başlandı.. Güvenlik güçleri cezaevlerine baskınlar düzenleyip devrimcileri kafalarını ezerek öldürdüler. Ümraniye, Burdur, Buca, Ulucanlar ve Diyarbakır cezaevinde yaşanan vahşet biliniyor. Cezaevinde hamamlarda yapılan işkencelerde, koğuşlarda, hücrelerde, maltada ellerinde kalaslarla, demir çubuklarla kafalarını paramparça ederek, kurşunlayarak öldürdüler mahpusları. Adli Tıp’tan gelen resimler duruyor. Beyni dışarı fırlamış, kafatası parçalanmış görüntüler nasıl bir şey, merak eden basılmış kitaplara bakabilir. Devlet, modern demokratik cumhuriyetimiz neymiş ve nelere kadirmiş anlarlar.
Ve 19 Aralık operasyonu. Aynı gün sabaha karşı 20 cezaevine birden operasyon düzenleniyor. Binlerce asker, polis, bomba, mermi kullanılarak, helikopterlerle, iş makinalarıyla, duvarlar çatılar delinerek giriliyor cezaevlerine. Kurşunlarla delik deşik olanları saymıyorum. Yakılan, simsiyah kömür olan bedenlerden de bahsetmiyorum. Sağ kalan ve hala ne olduğu bilinmeyen kimyasallarla bedeni yakılanların neyle yakıldığı aydınlanmış değil. Bu maddeye bomba, kimyasal her neyse, hedef olan insanlar yaşıyor. Bunlardan Hacer Arıkan'ı yakından tanıyorum. Hacer’in kafa derisi yüzülmüş, vücudu, saçları, kaşları yanmış, burnu erimiş, yok olmuştu. Yaşanan vahşetin boyutlarını anlatmaya kelimeler yetmez.
19 Aralık tarihe geçmiştir. 19 Aralık kendisine hukuk devletiyim diyen bir örgütün kanlı eylemidir. Kendi kontrolündeki, güvenliğinden ve her şeyinden kendisinin sorumlu olduğu insanlara karşı giriştiği sınır tanımaz bir caniliktir.Hala kin ve nefret kusuyorlar. Hala katliamdan daha alçakça lanetleme kampanyaları sürdürüyorlar. Bu nedir, neyin nesidir, nasıl bir düşmanlıktır? Bu bir sınıf kinidir, rakibi teslim oluncaya kadar bitmez.
AÇLIK GREVLERİ
Bu memlekete yakın bir tarihte mahpuslar, F Tiplerine karşı çıktıkları, buralarda zulüm yaşadıkları için yüzlerce gün aç kalarak öldü. Ölümlerin en zoruydu, gün gün saat saat, her saniye biraz daha eriyerek öldüler. Bu toplum niye öldüklerini bile merak etmedi. Oysa ki her şeyle oyun olur, her şeyin sahtesi vardır. Ama ölüm gerçektir. Bu memleketin yüzden fazla genç kızı ve oğlu bu gerçek ölüme meydan okudu ve gerçekten öldüler. Ayları bulan bir zamanda, yıllarca süren bir dönemde gerçekten öldüler. Bu memleketin ve bu topraklarda yaşayan insanların kılı bile kıpırdamadı. Bu toplum bu ölümleri duymadı, görmedi, ses çıkarmadı. Halbuki gözlerinin önünde oldu her şey.         
Ölüm orucu yapanlar kim olursa olsunlar, neyi istiyorsa istesinler, ister Merih'ten gelmiş, ister esir düşman askeri olsalardı hiçbir ülke, hiçbir halk böylesi bir olaya seyirci kalmazdı. İsrail'de cezaevinde birkaç Filistinli tutsak açlık grevinde ölseydi İsrail'de yer yerinden oynardı. Bu ölümleri böyle soğuk vicdanla seyredecek hiçbir Müslüman ülke yoktur. Hiçbir Hıristiyan ülkesi de olamaz. Bu ülkede Milliyetçi, Kemalist, Liberal, İslamcı hepiniz sustunuz. Aydınlar sustu. En kötüsü de bu halk sustu. Bu halk vicdanını kaybetti ondan sonra çadırda yanıyor, sele gidiyor, tersanelerde üçer beşer kırılıyor, tabi ki gene susuyor. Bir gün tarih yazacak. 2000’li yılların başında Türkiye'de açlıktan ölen devrimcileri ve onları seyreden bu toplumu yazacaklar.Bugünden geriye onuru için direnen ve ölmesini bilen insanlar kalacak.
Devrimciler buralardan geliyor. Kimseden madalya, makam, servet bekledikleri için değil inançları için dövüştüler ve yüzlercesi kuytu köşelerde, dağ başlarında, işkence odalarında, kuşatıldıkları evlerde, karanlıklarda kalleş pusularda katledildiler. Türk sermaye devleti ve Türk burjuvazisi, daha iyi bir dünya, daha adil bir ülke isteyen onbine yakın genç kadın ve erkeği toprağa gömdü. Büyük çoğunluğu gençlerden oluşan, bu toprakların vicdan ordusuydu onlar ve bu toplumdan hiçbir şey istemediler. Bu toplumun ve ülkenin zenginliklerini hortumlamadılar, emlak veya arazi vurgunu yapmadılar, bankalarda dolarları, euroları olmadı. Büyük çoğunluğunun mezartaşı bile yok. 
Gözlerini açtılar genç yaşta zulmü ve adaletsizliği gördüler. Dosdoğru üstüne yürüdüler. Hak, adalet, eşitlik, özgürlük diye haykırdılar. İşçi, köylü, yoksul, emekçi, ezilenler için dediler. Bağımsızlık demokrasi, sosyalizm dediler. Kahrolsun faşizm, kapitalizm, sömürü düzeni dediler. En çok da sosyalizm ve devrim dediler. Çok, çok kısa kaldılar, şiir gibi yaşadılar. 
Devrimciler, Türk burjuvalarının haram servetlerine ve zorba iktidarlarına karşı çıktılar, çok büyük bir suç İşlediler. Suçların en büyüğü, bu sömürü düzenine isyan etmektir ki isyanlar hakkında hiçbir mahkeme karar veremez. Daha doğrusu bu konu mahkemelerin alanına girmez. İsyan her yerde var olan düzene ve kanunlara karşıdır. Birbirinin zıttı olan şeyler birbirini yargılayamaz. Devrimcileri ve isyanları şimdiye kadar hiçbir mahkeme yargılayamamıştır. Mahkemeler isyancılara ceza verebilir ama isyanları yargılayamaz, isyanları tarih yargılar ve onun adaleti şaşmazdır.
Zulme karşı direniş ve isyan her zaman haklıdır, meşrudur. İsyanlar ve ihtilaller, insanlığın arınma gençleşme ve iyileşme hamleleridir. Devrimciler ve devrimler, tarihin ve toplumun vicdan hareketleridir. Tarihin kendisi isyanların tarihidir. Dînlerin tarihi hatta var oluşları bizzat isyandır. Modern tarih de isyanların tarihidir ve hiçbir mahkeme isyanları mahkum edememiştir. Büyük Fransız ihtilalini yargılamak hiçbir mahkemenin harcı değildir ve akıldan dahi geçirmezler. Başarısız, yenilmiş isyan ve ihtilalleri bile mahkemeler mahkum edemez, hüküm veremez, sadece ceza keserler. 1871 Paris işçi isyanı yenilmiştir ve galipler şehirdeki bütün eli nasırlıları ellerini kontrol edip duvarın dibinde kurşuna dizmişlerdir. Ama 1871Paris Komünü’nü mahkum eden bir mahkeme kararı yoktur. Tarihe haklı ve meşru bir İsyan olarak geçmiştir. Aydınlanmacılara göre başkaldırı ve ihtilal, insanın doğuştan gelen en yüksek hakkıdır. Buyursun, her hangi bir mahkeme bu hakkı men ve söylenenleri mahkum etsin.
DARBELER
Bugün herkesin lanetlemek için yarış ettiği 12 Eylül gökten zembille inmedi. Burası çok önemlidir. 12 Eylül sonrası ve bugünkü tavırlarıyla Türk devlet ve sermaye düzeni ve siyasetleri ibretlik bir ikiyüzlülük içindedir. En alçakça 12 Eylül suçlarına bulaşanlar bugün en küçük bir hicap duymadan darbe karşıtı, demokrasi kahramanı pozunda ortalıkta dolanmaktadır. Bizzat 12 Eylül işbirlikçilerinin ve bugünkü güçlerini 12 Eylül'e borçlu olanların 12 Eylül'ü yargılamaya kalkmaları sahtekarlıktır.Toplumu hafızasız sanabilirler ama bugün siyasal alanı tümüyle kontrol eden AKP ve onun öncülü MSP, MHP ve Gülen Tarikatı'nın 12 Eylül işbirlikçiliğini daha önemlisi toplumun 12 Eylül’e hazırlanmasına hizmet eden saldırganlıkların, kontrgerillanın aleti olarak provokasyonlardaki izlerini hiçbir biçimde yok edemezler. 12 Eylül, ABD ve NATO darbesidir. 12 Eylül, TÜSİAD darbesidir. TÜSİAD ve kontrol ettiği tüm siyasetler, tarikatlar, basın dahil Türk Sağı denilen tüm kesimlerdir. 12 Eylül MHP, Ülkü Ocakları, Türkçü Müslümanlar, Tarikatlar ve MTTB üzerinden yürütülen kontrgerilla darbesidir. Bütün bu güçlerin desteğinde TSK'nın yaptığı bir darbedir.
Her ne yaparsanız yapın gerçek neyse odur, gerçeği ilelebet gizleyemezsiniz. Bugün gizlediğinizi daha ne kadar gizleyebileceğinizi sanıyorsunuz? İstediğiniz kadar 90 yaşındaki Kenan Evren'in bedeni üzerinde tepinin, AKP, Cemaat, MHP, bugünkü basın, bugünkü bürokrasi, yargı, akademik camia hepiniz Kenan Evren'in dizinin dibinde büyüdünüz. Kenan Evren'in kanlı bahçelerinin mahsullerisiniz. Kenan Evren emrindeki 500 bin kişilik ordu, polis gücü, gizli veya açık ajan ağları, kontrgerilla, sivil faşistler, bütün düzen kuvvetleri ekmeği için greve çıkan işçileri, sermaye ve devlet zorbalığına başkaldıran devrimcileri, hakları ve özgürlükleri için ayağa kalkan kim varsa tüm muhalifleri kırdılar. Tam bir kanlı kırım yaşandı. Bu kanlı bahçelerde bugünkü yapı oluştu. Ekmek ve iş için, özgürlükler için, baskı ve sömürüye karşı çıkanlar ezildikçe bugünkü muktedirler semirdi ve beslendi. Başı dik durmaya çalışan Türkiye kırıldıkça meydan sinsi iktidar avcılarına kaldı. Ve onlar şimdi Türkiye'nin tüm tepelerindeler.
Bugün darbelerle hesaplaşma, askeri vesayetin tasfiyesi, demokratikleşme iddialarıyla başlatılan Ergenekon operasyonlarıyla yapılanlar artık netleşmiştir. NATO ve TÜSÎAD'm desteklediği ekip, ordu içinde tabanda güçlü ve etkin olan ekibi tasfiye etmiştir. Bu tam bir kontrgerilla operasyonudur. Bu sürecin hukuk ve mahkemeler eliyle yapılmadığını en iyi bilenler liberallerdir. AB, ABD ve NATO'daki efendileriniz, TÜSİAD ve bizzat TSK, Genelkurmay’ daki hakim bir klik yapıyor diyemedikleri için yalancı pehlivan AKP'yi öne sürüyorlar. AKP, Ergenekon operasyonlarıyla gerçek kontrgerillanın üstünü örterek kendisi kontrgerillanın hizmetine girmiştir. Bütün bu süreç demokrasi masalıyla örtülerek, kontrgerillanın meşrulaşarak sistemleşmesi, 12 Eylül'ün kalıcılaşarak kurumlaşması yönünde evriliyor. Kontrgerilla anlaşılmadan Ergenekon anlaşılamaz.
Koca koca generalleri titreten ne AKP dir ne hukuk, guguk denilenlerdir. TSK generallerini kurban eden başkalarıdır. AKP burada kurban sahibi değil kasap rolündedir. Kurbanı keseni uluslararası destekle Türk sermayesidir. Türk sermayesi kendisine şimdiye kadar hizmet eden Kemalist bürokrasiyi, Ergenekon koçu olarak kurban ediyor. AKP bıçak elde Ergenekon doğruyor. Ergenekon'da kontrgerillanın yargılandığı ise, kontrgerillanın bu basit hileye inanları gördükçe kıs kıs güldüğü bir gösteridir. Ergenekon'da sınırlı sayıda kontralar vardır, bunlar artık teşhir olmuş ve bundan dolayı feda edilen uzun tırnaklardır. Ne Veli Küçük, ne Kürt savaşının kirli subay eskilerine tek bir somut suç atfedilmiyor.   
ÇÜRÜMÜŞ SİSTEM ER GEÇ YIKILACAKTIR
Bugün, mevcut sistemin tümü kurumsal olarak 12 Eylül'ün devamıdır. Ancak doğrudan devamı değil gelişmiş, sistemleşmiş ve çürümüş haliyle devamıdır. Hemen herkesin ve iktidar yalakası liberallerin söylediği gibi Türkiye önemli bir değişime uğruyor. Türkiye'deki bütün önemli değişimler gibi emperyalizmin bastırması ve Türk sermayesinin çıkarları bunu belirliyor, bunlara uygun olarak devlet dönüştürülüyor. Bunun demokrasiyi geliştirmekle de özgürlüklerle de ilgisi yok. Eski devlet yapısı işlevsel olmadığı ve eskisi gibi devam etmesi imkansız hale geldiği için devletteki dönüşüm zorunlu hale gelmiştir. Değişim denilenler bu içeriktedir. Yoksa eski devlet ne ise ve kime hizmet ediyorsa yeni devlet de yine aynı kesimlerin hizmetinde olacaktır.
Ama sistemin toplumsal tabanı genişletilmektedir. Türk devlet ve sermaye düzeni cumhuriyetin kuruluşundan beri zaman zaman kullanmakla birlikte daha çokça dışladığı islamcı kesimleri içine alıyor. Yaşlanmış ve eskimiş bu halk düşmanı yapı, yeni bir kitle dinamiğiyle gençleştiriliyor, kirli düzene taze kan aşılanıyor. Aynı zamanda İslam tüm geleneksel eşitlikçi ve halkçı söylemlerinden arındırılıp kapitalizme, sömürüye, sermaye zorbalığına itirazı olmayan, gücü ve iktidarı kutsayan bir operasyona uğratılıyor. AKP bu süreci tamamlayıncaya kadar Türk sermayesi ve devletinin yıldızıdır. Bu görevler hızla tamamlanmaya doğru gidiyor ama yapacak bazı işler daha var        .
10 yıldır Müslüman ve dindar olduğunu her konuda ifade eden bir hükümetle yönetiliyoruz. Dindar ve Müslüman bu hükümet zamanında ne tür değişiklikler oldu? Ekonomik, siyasi, ahlaki olarak ne yönde bir gelişme yaşandı? Holdinglerin karları dışında olumlu yönde gelişen ne var? Ekonomide daha adil bir bölüşüm mü oldu? Daha eşitlikçi mi oldu? Siyasi olarak özgürlüklerimiz mi arttı? Fuhuş, uyuşturucu, hırsızlık suçları mı azaldı? Ne oldu? 10 yılda Türkiye'de bütün suçlarda artma oldu. Cinayet, hırsızlık, seks ve porno sitelerine giriş ve malzeme satışları patlama yaptı. Daha iğrenç bir gerçek, Türkiye çocuk pornosunda dünyada ilk sıralarda geliyor. Cinayetler artıyor, hırsızlık artıyor, servetler artıyor. Memur, işçi, emekçilerin ücretleri azalıyor. Türkiye büyüme hızında rekor kırıyor, Türk sermayedarlarının servetleri ve karları anormal boyutta, füze hızında yükseliyor.
Geçtiğimiz günlerde Başbakan dindar bir gençlik yetiştirmek istediklerini söyledi. Dindar gençlik derken karşısına tinerci çocukları koydu. Tinerci mi
olsunlar dedi, bunu diyebildi. Bu bir zihniyettir ama asla
islamla veya Allahla ilgili bir
zihniyet değildir. Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül, Kemal Unakıtan vb. islamcı, dindar geçinip bu ülkeyi yönetenlerin çocukları, çocuk yaşta milyon dolarlık şirketler kurabildikleri, milyon dolarlık gemilere sahip olabildikleri için, bu tamamen adaletsiz, ahlaksız ve gaddar dünya düzeni sebebiyle o çocuklar sokaklardadır. Hangi ölçüyü alırsanız alın, aşiret hukukuyla, medeni kanunla, İslam hukukuyla, hiçbir anlayış bu çocukları suçlu görmez, aşağılamaz.
Büyük şehirlerin köprü altlarında, yıkık bina kalıntılarında, İstanbul surlarının yıkıntılarında kalan 8-10 yaşındaki küçük çocuklara bakın. İzbeleri dolduran binlerce çocuk. Sadece çocuklar mı? İstanbul'un hemen her merkezinde buz gibi ayazda kıvranan kimsesizler, evsizler, köşe başlarında bekleyen yaşlı fahişeler var. Bu toplum öyle bir hale gelmiştir ki, yanlarından tiksinerek bakıp geçiyorlar. On binlerce, yüz binlerce insan bu manzaralara bakıyor, görüyor ama tek bir kişi orada kendi gibi bir insan görmüyor, bir pislik, bir artık görüyor.Sömürü düzeninin yarattığı açlık, yoksulluk, çürüme ve bütün bunlar  karşısında toplumun duyarsızlığı ürkütücüdür.
Başka hiçbir sebep olmasa, sadece bu yüzden evet sadece bu yüzden bu adaletsiz sistemi lime lime etmek, parçalamak ve yıkmak istiyorum. Bu güne kadar elimden geldiği ve gücümün yettiği müddetçe, bütün yolları kullanarak bu ahlaksız düzeni yıkmak için mücadele ettim ve mücadeleye devam edeceğim. Bu konuda yaptıklarımdan değil yapamadıklarımdan dolayı suçluyum. 
SİSTEMİN İÇ YÜZÜ
Deniz Feneri davası ve bu davada yaşananlar her bakımdan sözün bittiği yerdir. Bu dava HSYK'dan başlayarak tüm yargının ayaklar altında sürünmesidir.Bir davayı yürüten savcılar dava bitmeden görevden alınıyor, yetmiyor haklarında soruşturma başlatılıyor. Savcılar hakkında soruşturma açılırken savcıların tutukladığı sanıklar serbest bırakılıyor. Deliller karartılıyor, yeni savcılar örgüt ve nitelikli dolandırıcılık yok diyerek davayı kapatmaya hazırlanıyor. Allah adına, hayır için toplanan paraları çalanlar serbest bırakılıyor, onları soruşturan savcılar soruşturmalık oluyor. Bırakılanlar kimler? İktidar partisiyle, Başbakan ve bakanlarla yakın ilişkide olanlar.
Hayır kurumları resmi ayrıcalıklı, serbest, vergisiz vb. yasal para toplama hakları var. Bu hayır kurumu derileri kemiklerine yapışmış, aç ve ölmek üzere olan Somali'li, Sudan'lı çocukların fotoğraflarının olduğu afişleri bastırarak para topluyor, sonra da bu paraları iç ediyorlar. Bırakın islamı, hiç bir kavim ve inanç böyle bir soysuzluğu kabul edemez. Bu insan soyuna hakarettir. Bunlar Kur'andaki Semüt Kavmi'nden beterdir. Bütün bu sistemin tepelerindeki, toplumun tüm kesimlerindeki Müslümanlar, Müslüman aydınlar, din büyükleri, ulema bu sahtekarlığı bilmiyor musunuz, bilmiyor gibi mi yapıyorsunuz? Ortada az buz iddia yok. Ben parasal rakamların büyüklüğünden bahsetmiyorum, ben imansızlığın ve hayasızlığın büyüklüğünden bahsediyorum. Bütün bunlar yaşanırken arsızca dindar nesil yetiştireceğiz diye ortaya çıkıyorlar.
Televizyon ve gazetelere göre Türkiye hem hızla kalkınıyor, hem çağ atlıyor, zenginlik, lüks ve ihtişam içinde yüzüyor. Kimse Türkiye'nin iş kazalarındaki ölümlerde "dünya birincisi" olduğundan bahsetmiyor. Baraj kapağı çatlıyor 10 ölü. Maden ocağı çöküyor 14 ölü. Çadır yanıyor 11 ölü. TEDAŞ işçileri buzun üzerinde saatlerce kurtarılmayı beklerken donuyor 5 ölü. Tuzla Tersanesi'nde patlama 2 ölü. Hepsi geçtiğimiz birkaç ayın cinayet bilançosu. Güya Çin vahşi kapitalizmin ve çalışanların köleleştirilmesinde en önde gösteriliyor. Türkiye işçi ölümlerinde oran olarak Çin'in önünde. Bu nasıl bir ülke? Niye bu ülkede ekmek parası için ölenler kimsenin umurunda olmuyor? Bu soruyu patronlara değil, kendimize soralım. Bu iktidarın peşinden giden müslümanlara soralım. Zulüm sizi ilgilendirmiyorsa, hayâsız patron zorbalığı ve sömürüsü sizi ilgilendirmiyorsa, yoksul ve biçareler, yetim kalanlar sizi ilgilendirmiyorsa siz hangi Müslümanlardansınız?
Dünyada herkesi geride bıraktık, süper ülke olduk deyip coşuyorlar.
Coştukça acımasızca, kudurganca saldırıyorlar. 12 Eylül'ün bile cesaret edemediği kazanılmış hakları yok ediyorlar. İşçi haklarına, sosyal güvenliğe, kıdem tazminatına saldırıyorlar. Siyasal hakları demokratikleştireceğiz deyip faşistleştirdikleri gibi emekçi haklarını da yükseltiyoruz deyip yok ediyorlar.  2011 yılını kar patlaması yaparak geçirdikleri açıklandı. 2012'de yoksulların kıdemlerine konarak, son lokmalarını da aşırarak çatlayacak boyutlarda kar edecekler. Bunların kalkınma dedikleri budur.
Alın başınıza çalın çağ atlayan süper güç Türkiye'nizi. Son bir ayda kaç anne açlıktan, çaresizlikten çocuklarını öldürüp intihara kalkıştı. Ben üç anne biliyorum. Adana’da Emine Akçay, 26 yaşında, Antalya’da Fatma Derik o da 26 yaşında, Aydın’da Yasemin Özdemir 36 yaşında. Annelerin çığlığını duymayan, anneleri çocuklarını öldürmeye ve intihara sürükleyen bir topluma her şey denilebilir ama imanlı bir toplum denmez. Anneler çaresizlikten peş peşe çocuklarını öldürüp intihar ederken, Türkiye'nin yöneticileri bunun farkında bile değil. Müslüman burjuvalar zenginliklerine zenginlik katmakla meşgul. Gazetelerde annelerden birinin ölüm haberi çıktığında, dindar Başbakanımız dünya çapında bir sermayedar ile yerli bir büyük zenginin ortak olduğu ortak olduğu AVM'nin açılışını yapıyordu. Müslüman sempatik Cumhurbaşkanımız ise Kayseri patronlarıyla birlikte başka açılışlardaydı.
Aynı günlerde kendilerine islamcı aydın, münevver diyenlerin başında olduğu bir gazetenin Pazar ekindeki haberler ve ilanlar her şeyi anlatıyor. Önce özel devekuşu derisinden imal edilen 20 bin liralık Hermes çantaların kapışıldığı alışveriş merkezleri anlatılıyor. Ardından içinde 7 bin çeşit ürün bulunan gıda, alışveriş yerleri tanıtılıyor, sonra gitmenizi önerdiği bir restoran ve yemekleri; “Deniz manzaralı bir teras kattayız. Önden Sicilya usulü zeytinyağlı sardalya geldi, içinde arpacık soğan ve zelişüzümü. Derken sarı kız mantarlı risotto, üstü kuzu küşneme, adaçayı ve pestolu olarak. Ana yemek olarak ise levrek filetosu ardından Japon baklası, sote karnabahar, yeşil soğan ve limonlu patates ezmesi..”böylecedevam ediyor.
Aynı gazetenin alt kısmında başka küçük bir haber. Başlık "Yasemin'in neler çektiği öldükten sonra anlaşıldı" “Aydın Nazilli'de yaşayan üç çocuk annesi 36 yaşındaki Yasemin Özdemir, evinde ölü bulundu. 4 yıl Önce eşinden boşanan ve yalnız yaşamaya çalışan kadının kirayı ödeyemediği için evsahibi tarafından eşyalarına el konulduğu ortaya çıktı. Evde sadece yatağı olduğu, cüzdanında hiç para olmadığı ve evde yiyecek bir dilim ekmek bile olmadığı anlaşıldı. Komşular cenazenin ortada kaldığını söylüyor." Gazete, ölüm sebebi için bir şey söylemiyor. İktidar yanlısı gazetemiz belki de yukarıdaki ekinde anlattığı yiyecek bolluğundan sonra bir annenin açlıktan öldüğünü yazmak istemiyor.
SAVAŞ VE EMPERYALİZM
Bu dünyanın geleceği yok. Ekolojik yıkımın, talan ve sömürünün akıl almaz boyutlara vardığını görüyoruz. Yüzbinlerce, milyonlarca insan emperyalist devletlerin kararlarıyla bombalar altında can veriyor.
Gene de kapitalizmden medet umanlara hatırlatalım. Kapitalizm kendi kalelerinde çöküyor. Sefalet ve çöküşün alanı artık kenar ve çevre değil, Londra, Paris, Washington merkezlidir. Bu kapitalizmin kaçınılmaz kaderidir. Üç yüz yıldır kainatı talan edip tüketmiştir. Hem tabiatı hem beşeriyeti tüketmiştir. Yaşaması tüketmek üzerine kurulu olduğu için tüketeceği bir şey kalmadığı için kendisini tüketmiş, can çekişen ve en tehlikeli dönemini yaşayan bir canavara dönüşmüştür. Türkiye dâhil bütün sermaye devletleri bu canavarın hizmetinde ve kölesi durumundadır. Bizim mücadelemiz kişiler, kavimler devletler üstüdür ve bu canavara karşıdır.
Bu canavar bütün insanlığı yutmak üzeredir. İnsanlığın en büyük savaşı bu canavara karşı bugün süren savaştır. Kim hangi inancı besliyor, savunuyorsa kendi yolundan bu büyük savaşa katılmalıdır. Musa peygamber firavuna karşı kavmini kurtarmak için savaştı. Hazreti İsa Roma'ya karşı bütün insanlığa seslendi. Hazreti Muhammed Mekke tüccarları şahsında bütün yeryüzü firavunlarına savaş açtı. Firavun güçlüydü, Roma İmparatorluktu, dünyanın bütün Firavunları da güçlerinin zirvesindeydi. Ama bunların hepsi bugün çöken ve can çekişen kapitalizm canavarının yanında çocuk oyuncağı kalırlar. Tehdit bütün insanlığadır. Tehdit beşeriyete olduğu kadar tabiatadır. İnançlar, kültürler, halklar, bitkiler, hayvanlar tehdit altındadır. Bir bütün varoluş ve gelecek tehdit altındadır. Bundan dolayıdır ki bu savaş en büyük savaştır. İnsanlığın bir bütün olarak ya yok olacağı veya tümden sermaye canavarlığından kurtulup salaha ereceği büyük savaşıdır.
Türkiye'nin veya boyunduruğu altında olduğu herhangi bir devletin güçlenmesini isteyen, bu ölüm yarışını güçlendirmiş, büyütmüş olur. Bu ölüm yarışının kazananı yoktur ve tarih boyunca da olmamıştır. Doğu-batı diye çatışmıştır. Dinler olarak çatışmıştır.  Hıristiyanlar Hıristiyanlarla, mezhepler birbirleriyle, mezhepler kendi içinde çatışmıştır. Kavimlere, mezheplere bölünerek çatışmıştır. Herkes kendini haklı görmüştür. Tarihte en çok Müslüman kanı Müslümanlar arası savaşlarda akıtılmıştır. Türkiye’de, bölgede bugün tarihte görülen bütün canavarlıkları, kırımları gölgede bırakacak büyük devletler, Müslüman devletler halinde bölünmüş korkunç bir İslam mezhepleri çatışması mayalandırılmaktadır. Ve maalesef, hiçbir şans yok, son hızla bu kanlı bataklığa doğru içimizden ve dışımızdan itiliyoruz. 
      Emperyalizm dediğimizde müstehzi alaylarla, üçüncü dünyacılık, soğuk savaş dili diyen liberaller başta olmak üzere dönem aydınları tam bir ikiyüzlülük ve ihanet içindedir. Emperyalizm yalansa bu dünyada her şey yalandır. ABD’nin saldırganlığı yoksa, Fransa ve İngiltere  ülkeler işgal edip kan dökmüyorsa, bunlar yalansa doğru nedir? Günümüz aydınının en büyük ihaneti buradadır, koskoca taş gibi, kanlı canlı emperyalizmi yok sayıyorlar.
Bu yüzyılın başında Rus çarlığını yıkıp Sovyetler Birliğini kuran Lenin "Emperyalizm; asalak, çürüyen ve can çekişen kapitalizmdir." demiş ve "devletlerin çıkarları" denilen ölüm yarışını reddetmiştir. Kendi devletine açıkça karşı çıkarken bunu tüm dünyada kendisi gibi düşünen komünistlerle beraber yapmak istemiş, ancak başarılı olmamıştır. Emperyalist savaş başladığında onlar devletlerinin yanında yer almışlar ve kendi burjuvalarıyla birlikte hareket etmişlerdir. Lenin bu ihanet kervanından ayrılır, onları ihanetleriyle birlikte tarihe gömer. Emperyalist savaşa karşı mücadeleye devam eder. Partisiyle birlikte Rusya halkına "savaşa karşı iç savaş" çağrısı yapar. 
Anlatmak istediğim Lenin ve Sovyetler Birliği değil, bu tarihi olaydır. 
Türkiye’nin egemenleri dün Cezayir'de, Filistin'de ne yaptılarsa bugün daha ağırını yapıyorlar. Dün Cezayir müslümanlarının Fransız emperyalizmine karşı verdiği mücadelede Fransızları desteklemiş, Filistin halkını yurtlarından söküp atarak kurulan İsrail işgalcilerini tanımak gibi uğursuz ve utanç duyulacak işlere imza atmışlardı.
     Libya gibi Suriye'deki müdahalenin de içindedir Türkiye. “Müslümanlara zulüm ve katliam yapılıyor bunun için Suriye'ye karşıyız” yalanlarına kim inanır? Irak'ta, Lübnan'da, Çeçenistan'da, Afganistan'da Müslümanlara zulüm yapılmıyor mu? Türkiye bütün bu Müslüman kıyımlarına lojistik destek vermiyor mu? Herkes istediğine inanmakta serbesttir ama kimse emperyalist ABD'nin, İngiltere'nin, Fransa'nın Suriye halkının acılarını dindirmek istediğine çocukları bile inandıramaz! Kuşkusuz Libya ve Suriye’deki rejimler bizim hedeflediğimiz-model aldığımız bir yönetim ve yaşam biçimi değildir. Ama bütün bunlara rağmen Suriye’de savunacağımız bir çok değer vardır ve emperyalist müdahale hiçbir biçimde savunulamaz. Bugün Suriye içinden çıkılmaz bir girdaba sokulmuştur.
Bu koşullarda herhangi bir Müslüman ülkeye savaş ilan edenler direkt kendi halkına savaş ilan etmiş demektir. Suriye'ye, İran'a savaş emperyalizmin maşalığıdır ve Türkiye halklarına ihanettir. Türkiye halkları, Türkler, Kürtler, Müslümanlar böylesi bir savaşı kendilerine karşı bir savaş olarak görecektir. Bugün Suriye üzerinde uluslarası kanlı bir tezgah kuruluyor. Türkiye de büyük patronlar, onların temsilcisi iktidar, medya leş kokusu, kan kokusu almış akbabalar gibi gagalarını keskinleştiriyorlar. Suriye'ye açılacak savaş halka karşı açılmış savaştır. Bize karşı açılmış bir iç savaştır. 
Suriye'de olan budur, olacak olanlar ise daha dehşet ve acımasız planlardır. Türkiye içeride nasıl kokuşmuş, arsız bir zengin takımının çete düzeniyse, eşitsiz ve adaletsiz ise dış dünyada da aynıdır.  
GELECEĞİNİ KURMAKTA OLAN KÜRTLER
Türkiye halkları esirdir. Holdinglerin, bankaların, kumarhaneci turizmcilerin, borsa kumarcılarının, dev emlak ve müteahhit şirketlerinin esareti altındadır. Adına TC Devleti denilen bu dev mekanizma bu kumarhane -borsa düzenini korumak için vardır. Türkiye’de emekçilerin ve halkların kurtuluşu bu çelik mengeneyi kırmak sorunudur.
Türk sermayedarları bin bir politika hileleriyle bu esareti meşrulaştırıyor, daha önemlisi topluma benimsetiyorlar. Sünni Türkler Aleviler üzerindeki esareti, laikler dindarlara dönük baskıları, Türkler; Kürtler ve tüm diğer azınlıklar üzerindeki, toplumun orta kesimleri tüm yoksullar üzerindeki esareti destekliyor. Hep beraber bu toplumun değişik kesimleri, diğer kesimlerinin üzerindeki baskı ve hak gasplarını meşrulaştırıyor. Gerisini sermayedarlar adına devlet denilen dev mekanizma hallediyor. Bu mahşerde her türlü hak ve adalet ayaklar altında çiğneniyor.
Türk egemenlik sistemi bu kurt kapanını laiklik ve dindarlar üzerinden kuruyor. Her iki kesimde kendi cellatlarını sırtında taşıyorlar. Bütün muhalif hareketler de ya bu mekanizmalar içinde eritiliyor, olmazsa imha ediliyor. Bu kurt kapanını ilk kıran Kürt özgürlük mücadelesi olmuştur. Kürtler bu mekanizmayı kırıp dışına çıkmıştır. Kürtler Türk sermayedarlarının çeperinden çıkmış; fakat başka bir sermayenin kontrolüne girmemiştir. Türk burjuvalarına karşı Kürt burjuva sınıf için değil Türk ve Kürt emekçilerinin ortak geleceği için mücadele ediyorlar. Bu sistemde hatta tüm dünyada lanetlenmelerinin sebebi budur.
Türkiye’de Kürtlerin haklı davasını görmeyen hiçbir hak talebi kendini gerçekleştiremez. Türkiye’de tüm hak ve özgürlüklerin baş düşmanı olan Türk egemenlik sisteminin tam cepheden karşısında Kürt mücadelesi durmaktadır. Haklı ve onurlu bir mücadeleyi 30 yıldır sürdürmektedirler. Bu gerçeklerden dolayı bu topraklardaki en temel hak ve özgürlük davası Kürt özgürlük davasıdır. Hiçbir ezilen kesim bu haklı davayı yok sayarak kendi davası olarak görmekten kaçınarak hiçbir hakkını savunamaz, koruyamaz. Bu hayatın bütün alanları için geçerlidir. Hak ve özgürlük güçlerinin Kürt haklı davasına uzak durmaları en başta kendi mücadelesini zayıflatacaktır.
Bu haksız savaş son aşamasına gelmiştir. Bütün göstergeleriyle Türk devleti bu savaşı kaybetmiştir. Bir mağarada 15 Kürt kadın gerillayı öldürmek, bunu son teknolojik silah üstünlüğüyle donatılmış binlerce asker ve özel timlerle gerçekleştirmek kimseye onur kazandırmaz, başarı getiremez. Haksızlık böyle bir durumdur, kazandım dediğinde 15 kadın gerillayı öldürdüğünde kaybedersin.  Bu artık kadınlara karşı bir savaşa dönüşüyor. 15 yaşından 80 yaşına kadar cezaevlerinde binlere varan Kürt kadını var. TC devleti Kürt çocuklarıyla savaşıyor. Çocuklarla savaşmak, çocuklara hapis eziyet ve ölüm uygulayan her kim olursa olsun baştan kaybetmiştir. Savaştan önce ahlakını ve vicdanını kaybetmiştir.
Bugün bu savaş hem içerde hem dışarıda çok daha kanlı ve geniş bir boyuta doğru tırmanmaktadır. 30 yılın deneyleri göstermiştir ki Türk sermayedarları bu kanlı savaşı durdurmayacaklardır. Burası kesindir. Bu noktadan sonra Türk egemen güçleri bu savaşı sonuna kadar sürdüreceklerdir bu onların iktidarları için varlık yokluk sorunudur. Ya Türk halkı ve emekçileri bu savaşı bitirecektir ya da bu savaş bu toplumu bitirecektir.
Kürt özgürlük davasını kanla ve zulümle ezmeye çalışan egemenler, yoksul Türkiye halkları üzerindeki baskı ve sömürüyü iki katına çıkartmıştır. Türkiye’de en çok horlanan ve ayaklar altında sürünen yoksullar ve çaresizlerdir. Türkiye toplumunun onurlu ve adaletli bir toplum olabilmesi için ezilenlerin, sömürülenlerin ayağa kalkması zorunludur. Birarada yürüyen adalet ve özgürlük davalarını hiçbir güç yenemez. İşçiler ve tüm ezilenler, Kürtler mücadelelerini birleştirdiğinde haksız ve zorba Türk egemenlik sisteminin ömrü çok uzun olmayacaktır.
SONUÇ YERİNE
Sermayenin adaletsiz ve zorba Türkiye’sinin yanında bir başka Türkiye hep oldu. Hak ve adalet arayan Devrimci Türkiye’den bahsediyorum. O Türkiye hep vardı. Sürekli ezildi ama hiç yok olmadı, bir saatin tiktakları gibi düzenli ve biteviye hep işliyor. Yeryüzünde zulüm, adaletsizlik ve eşitsizlik doğduğundan beri eşitlik ve adalet isteği de hep vardır. Zorbalığın büyüklüğünden, eşitsizliğinden dolayı, Türkiye’de adalet ve eşitlik arayışı hiç eksilmemiştir.
Devrimci Türkiye kapitalist Türkiye kadar gerçektir. Türkiye’de soygun, sömürü, sokaklara taşan zorbalık büyüdükçe ne kadar kırarsanız kırın devrimci güçler sürekli mayalanmakta ve gelişmektedir. Tarihe bakan bakmayı bilen herkes bu gerçekliği görür. Er veya geç Türkiye’de zulmün saltanatı yıkılacak, paraya kölelik dönemi bitecektir. Türkiye adil, eşit ve özgür insanların memleketi olacaktır. Tarih göstermiştir ki, insanlar gibi kurumlar ve düzenler de fanidir. Koca koca imparatorluklar bir daha gelmemek üzere çökmüştür. Kapitalizm de doğduğu gün ölümlüdür. Her gün insanlık onunla hesaplaşıyor. Sosyalizm kapitalizm kadar gerçektir. Hatta geleceğin sistemi olarak kapitalizmden daha gerçektir.
Silahların, paranın, doymak bilmez kar hırsının kan ve ateş denizine çevirdiği bu vahşet dünyasına isyan ettik. Hiç bir şey yapamasak da bu rezil aleme “hayır” dedik? Bu uğurda yanlış ve hatalarımız bile paranın ve zorbalığın yörüngesinde çırpınanlardan bin defa kutsaldır. Beşeriyet ve kainat kan ve ateş içindeydi, hala öyledir. Bizler kaplumbağa ve serçe misali bu ateşi söndürmek için çırpınıp durduk. En büyük hatamız, en ağır suçumuz etkisizliğimizdir. Bundan dolayı yaptıklarımızdan değil ancak yapamadıklarımızdan sorumlu tutulabiliriz. Etkisizliğimiz, kahredici düzeydedir. Bu nedenle her türlü eleştiriye de cezaya da razıyız. Bunun dışında her şey nasıl olması gerekiyorsa öyle olmuştur. Bugünün egemenleri tarihe zorbalar olarak geçer, 12 Eylül ekmeğe, özgürlüklere karşı alçakça bir savaş olarak geçer. Orada direnenler kalır. 18 yaşını doldurmadan dimdik sehpaya giden Erdal Eren kalır.
“Bütün Türkiye ayaklarımızın altında, en büyük biziz” diyebilirsiniz. Şirketleriniz biraz daha büyüyebilir, banka hesaplarınız biraz daha şişebilir, zenginliklerinize zenginlik katabilirsiniz. Bu düzendeki her şey sizin olabilir, hepsine sahip olabilirsiniz. Medya starlarınız, birbirinden meşhur yıldızlarınız, polis şefleriniz, omzu kalabalık generalleriniz,hepsi sizin olsun. Ama asla bir Deniz Gezmişiniz olmayacak. Davası olmayanın Deniz’i olmaz.
Devrimciler sizin düzeninizin bütün kutsallarını çoktan çöpe attılar. 6 Mayıs 1972 şafak vakti idam sehpası hazırdı, TSK subayları hazırdı, savcı hazırdı, cellat hazırdı, sehpaya çıkıp ipi boğazına geçirdiler. Deniz celladı beklemeden sehpayı tekmeledi. Biz bu düzenin her şeyine çoktan tekme attık. O tarihten bu güne bu topraklarda bizim başımızı eğecek hiçbir olay yoktur ve olamaz
                                                                                                           Mehmet Güneş
Saraylar saltanatlar çöker
kan susar bir gün
zulüm biter.
menekşeler de açılır üstümüzde
leylaklar da güler.
bugünlerden geriye,
bir yarına gidenler kalır
bir de yarınlar için direnenler...
                             (Adnan Yücel)

Yapılacak Bir Kıvılcımlı Sempozyumu ve Bunun hazırlıkları İçin Kurulan Gruba İlişkin Duyuru

$
0
0
2013 yılı 17-18 Ocak tarihlerinde, İstanbul Mimar Sinan Üniversitesi’nde bir Hikmet Kıvılcımlı Sempozyumu yapılması planlanmaktadır.
Bu sempozyumun hazırlıklarını organize etmek için bir Kıvılcımlı Sempozyumu Girişimi adı altında  bir e-mail haberleşme grubu kurulmuştur.
Böyle bir sempozyumun hazırlıklarına katılmak, bunları etkilemek veya sadece izlemek için bile bu gruba üye olunabilir. İlgilenenlere duyurulur.
Bu gruba üye olmak için kivilcimli-sempozyumu-girisimi+subscribe@googlegroups.com adresine BOŞ bir e-mail yollamak yeter. Bunun için yukarıdaki adresi tıklamanız ve çıkan boş mailde gönder tuşuna basmanız yetebilir.
Grub birkaç gün önce kurulup faaliyete geçmiş bulunuyor. Bu mail, her hangi bir şekilde bu girişimden haberi olmayanları haberdar etmek için yapılıp yollanmıştır.
Girişimin son şekli 30 Eylül’de yapılacak bir toplantıda ortaya çıkacaktır.
Şu ana kadar yapılan yazışmalar hakkında bir fikir sahibi olunması için de bu yazışmalar aşağıda ek elarak sunulmaktadır.
24 Eylül 2012 Pazartesi
Demir Küçükaydın
Not: Eğer gruba girmek isteyip de beceremez iseniz, Demir Küçükaydın’a bir mail yollamanız da yeter. Adres: demiraltona@gmail.com

Ekler:

Kıvılcımlı Sempozyumu Girişimi Grubuna Açıklama


Değerli “Kıvılcımlı Sempozyumu Girişimi” Mail Grubu Üyeleri,
Bir süre önce “Kıvılcımlı Sempozyumu Girişimi” adli mail grubundan, gruba üye kaydedildiğinize dair (veya gruba üye olmanız için sizi davet eden) bir mektup aldınız. Birçoklarınız “bu da nereden çıktı?” diye düşünmüş olabilir. Hatta bazı arkadaşlar gruba yazarak bu çok haklı sorularını diye getirdiler.
Bu gibi sorulara hemen bir cevap veremedim. Bunun nedeni, Google mail  gruplarında, kötüye kullanım olasılıkları düşünülerek doğrudan üye yapmanın belli bir sayıyla (50) sınırlanmış olması ve  bu sayıdan sonra bir süre direk olarak üye yapmanın mümkün olmamasıdır. Benim grubu kurarken üye olmalarının yararlı olacağını düşündüğüm ilk listemde ise yüze yakın isim bulunuyordu. İlk 50 dışında kalanları da üye yapmadan bir açıklama yazmak, grubun tüm üyeleri için eşit bir bilgilenme olanağını ortadan kaldırıyor, bu eşit bilgilenmenin sağlanması için, tekrar bir açıklama yapma gereği ortaya çıkarıyordu. Tekrardan kaçınmak ve/veya eşitsiz bir bilgi akışına yol açmamak için, için bu açıklamayı yazmakta kasıtlı bir gecikme yaptım.
Elbette, Google gruplarda direk olaraküyelikten başka, bir de davet vardır. Ancak, davet de belli bir bilgisayar vöe internet bilgisi gerektirmektedir ve daha önceki benzer girişimlerdern bildiğimiz gibi bir çok arkadaş davet aldığında üye olmak istese bile bunu becerememektedir.
Bu nedenle, doğrudan üye yapmak en emin yoldu ama tekrar direk üye yapma hakkının oluşması için belli bir zaman geçmesi gerekiyordu.
Belli bir zaman geçip de direk olarak üye yapılması gerektiğini düşündüğüm arkadaşlardan kalanları da üye yapabildikten sonra, nihayet şimdi, gecikmiş de olsa bu maili yazıp, gruba iletip kafalarda oluşmuş olabilecek soruları cevaplayabileceğim.
Elbette ilk olarak, bu gruba niçin ve hangi kriterle üye yapıldığınız sorusunu öncelikle cevaplamak gerekiyor.
Bu gruba üyelik sadece telefonumun adres defterinde adresi olan arkadaşlardan, bunlar içinden de bu konuya ilgi duyabileceklerini düşündüğüm insanlarla başlamıştır. Dolayısıyla şimdilik, bu bu gruba doğrudan üye yapılmış yüze yakın ilk üyeler için bir kriter aramak gerekirse, son derece sübjektif bir kanı ve telefonumda mail adresi olmaktan başka bir kriter yoktur. Bu, her hangi bir girişimi başlatabilmek için zorunlu bir eksiklik veya fazlalıktır.
Elbette bu gruba üye edilmiş olup da ilgi duymayanlar olabileceği gibi, bende mail adresi olmadığı için veya varsa bile ben ilgi duymayacağını sandığım için gruba doğrudan üye yapmadığım kişiler olabilir. Zamanla bunlara da ulaşılır ve üye oluurlar veya ilgisiz olup da üye yapılmışlar çıkarlar ve böylece giderek taşlar yerine oturur.
Tabii bunun en iyi biçimde gerçekleşmesi için ilgi duyabilecek herkese ulaşılması gerekir. Zaten tam da biraz da bunun için, yani bu girişimden olabildiğince geniş çevreleri ve ilgili kişileri haberdar edebilmek için; sorunu grubu kuran bir kişinin tanışıklıkları veya öznel yargılarının sınırlılığından kurtarmak için, öznellikten kurtulmaya bir başlangıç için öznel yargılarla üye yapıldınız.
Sanırım niye üye yapıldığınız sorusuna tatmin edici bir cevap almışsınızdır. Ayrıca başka sorular varsa elbette bunlar da yöneltilir ve cevaplanmaya çalışılır.
*
Gelelim, bu gruba neden gerek duyulduğuna ve bu sempozyum girişiminin nasıl başladığına.
Biliniyor, Türkiye Sosyalist hareketinde Hikmet Kıvılcımlı diye birisi vardı. Arkasında onlarca basılı ve basılı olmayan bir külliyat bıraktı. Bu satırların yazarı gibi, onun Marksist teoriye ciddi katkıları bulunduğunu düşünen ve söyleyenler de vardır. Bir sosyalist, bir devrimci olarak ve bir insan olarak genellikle her zaman takdirle ve hayırla anılır.
Ne var ki, Kıvılcımıl öleli 41 yıl geçmiş olmasına rağmen, örneğin ciddi bir biyografisi yoktur. Eserlerinde geliştirip savunduğu tezleri ele alıp eleştiren ciddi bilimsel çalışmalar yoktur. Yayınlanmış veya yayınlanmamış eserlerinin akademik-bilimsel kriterlere uygun (indeksli, dipnotlu vs.) basımları yoktur.
Halbuki, Kıvılcımlı, doğrudan politik kaygılardan, kimi politik akım, grup veya örgütlerin politik kaygı ve çıkarlarından; her türlü bilim dışı kaygıdan azade olarak, bilimsel bilginin bir konusu olarak;  incelenmeyi, araştırılmayı ve eleştirilmeyi beklemektedir ve kanımızca bunu hak etmektedir.
Elbette, bu hele Türkiye gibi, bilimsel düşünce ve kaygılarla zerrece ilişkisi olmayan bir ülkede (bu ilişkisizliği görmek için İngilizce veya Almanca Wikipedia ile Türkçe Wikipedia’yı ve maddeleri karşılaştırmak yeterince bir fikir verir) bunun olağanüstü zor, hatta olanaksız bir iş olduğu da ortadadır. Düşünün ki, ölümlerinin üzerinden bunca zaman geçmesine, onlar adına kurulmuş, toplumsal hasılanın ve artığın önemli bir kesimini kontrol eden devletler kurulmuş olmasına, bunlar neredeyse yeryüzünün üçte birini kaplamasına ve bu devletler onlarca yıl yaşamasına rağmen, Marks-Engels’in bile, hala, şöyle burjuva dünyasının veya bürokratik iktidarların çıkarlarını çok ince biçimde savunmaya yönelik yayınlarını aşan, sağlam, güvenilebilir bir biyografileri yoktur. Bir çok çalışmaları hala yayınlanmamış, bilimsel baskıları yapılmamıştır. Ve muhtemelen, ilerde toplum bu işler için bir kaynak ayırmaya karar verinceye kadar yapılamayacaktır. Öte yandan insanlığın yaşaması da çok şüpheli olduğundan, muhtemelen hiçbir zaman da yapılamayacaktır.
Özetle modern Tarih ve Toplum biliminin kurucusu olan Marks-Engels’te bile durum böyle iken, kendini hep onların bir öğrencisi olarak görmüş, bir öğrenci olarak o mirası geliştirmeye çalışmış; binlerce yıllık devletçiliğin, yine Kıvılcımlı’nın deyişiyle, Nemrutların ve Firavunların o Şark devletçiliğinin çürüttüğü, Şark bataklığında yetişmiş bir orkide gibi duran Kıvılcımlı için farklı olabilir mi? Çok zor.
Ama yine de bir şeyler yapmadan, bir çaba göstermeden olmaz. Bir ciddi başarı gösterilemese bile belki gelecek kuşaklar için bir ipucu, belki bir gelenek kırıntısı, başlangıç için üzerine basılabilecek bir taş koyulabilir.
Daha önce 2001 yılında, yine tam da böyle kaygılarla ve mütevazı beklentilerle, bir Kıvılcımlı Sempozyumu düzenlemiştik Almanya’da bulunan, çoğu ilk kuşak işçilerin çocukları olan, orada büyümüş, bir yabancı olarak ırkçılık karşısında politikleşmiş ve radikalleşmiş, genellikle Kıvılcımlı’yı pek bilmeyen genç arkadaşların da katkısıyla. Sempozyum, konusu Kıvılcımlı olan tamamen bilimsel bir toplantıydı. Bir “Doktorcular” toplantısı olmadığı defalarca vurgulanmıştı. İsterseniz Kıvılcımlı’nın düşmanı olun, ister anti-Komünist, Anarşist, Müslüman, dinsiz vs. ne olursanız olun, konusu Kıvılcımlı olan bir bildiriniz varsa buyrun katılın görüylerinizi dile getirin, savunun ve diğer görüşleri eleştirin dendi.
Ve böylece daha sonra katılanların hepsinin güzel ve başarılı olduğunu söyledikleri bir Sempozyum gerçekleştirildi. O sempozyumun sonunda, konusu Kıvılcımlı olan benzer sempozyumların Türkiye’de düzenlenebsileceği ve düzenlenmesi gerektiği genel bir kabul görmüştü.
Ancak aradan yıllar geçmesine rağmen Türkiye’de benzeri bir organizasyon görülmedi. Sadece bir kere, bilgi üniversitesinde, daha ziyade politik hareketlerin katıldığı, çok sınırlı bir zamana sıkışmış bir toplantı yapılabildi.
Biz de yıllar sonra Türkiye’ye döndüğümüzde, böyle bir sempozyumu bir kez daha bu sefer Türkiye’de yapmayı aklımızdaan geçiriyorduk. Ama gerek sağlık sorunları, gerek uzun yıllar süren hapis ve sürgünlüğün yol açtığı bir aralık nedeniyle bu ülkede bir yabancı gibi olduğumuzdan; ilişkileri, kurumları vöe insanları tanımadığımızdan bir girişimde bulunamamıştık.
Birilerinin başlatmasını bekliyor ve öyle bir çabaya destek olmanın daha doğru olabileceğini düşünüyorduk.
Geçen yıl, (yoksa evelki yıl mıydı? Zaman çok hızlı akıyor!) Toplumsal Özgürlük Platformu çevresinden bir arkadaş, kendilerinin bir Kıvılcımlı Sempozyumu tertiplemesine girişimcilik yapmak istediklerini söylemişti. Bunu sevinçle karşılamış, kendilerinin bir girişimi başlatmalırını, bunu destekleyebileceğimzi söylemiştik.
Ancak bu girişim bir türlü başlayamadı. Bir çok kereler sorduğumuzda, bu sıralar işlerinin  çok yoğun olduğunu bu nedenle başlayamadıklarını söylediler.
Bunun üzerine, böyle zaman akıp giderse, beklemektense kendimin başlatacağını birkaç kez söyledim. Bir ses çıkmayınca da, çevremde ufak tefek yoklamalar ve soruşturmalar yapıp ne gibi olanaklar olduğunu araştırmaya başladım.
Bu çerçevede, Köxüz sitesinin yazarlarından da olan ve akadamik çalışmalar içinde bulunan Birol Dinçel arkadaş, bu konuda bazı önerilerde bulundu ve böyle bir girişimde yardımcı olabileceğini söyledi.
Tabii öncelikle en azından iki gün sürecek bir sempozyum için bir yer bulunması gerekiyordu. Ancak bundan sonra başka girişimlerde bulunulabilirdi. Bunun için önce Mimar Sinan Üniversitesi’ne dilekçe yazıp, bu yılın sonbaharını düşünerek (Kıvılcımlı’nın ölüm yıldönümüne denk getirmeyi hesaplıyorduk) yer talebinde bulunduk.
Onlar talebimize olumlu yaklaştıklarını, ama kesin bir cevabı ancak Eylül ayında verebileceklerini söylediler.
Bunun üzerine Eylül’de bir cevap verildiği takdirde, hazırlıklar birkaç hafta içinde yapılamayacağından Kıvılcımlı’nın ölüm yıldönümüne denk getirme kaygısını bir kenara ittik ve esas olanın, duyuru ve bildirilerin hazırlanması ve azami katılım için en uygunu gözeten optimum zamanın ne olduğuna yoğunlaşmaya karar verdik.
Sonunda Eylül ayında Mimar Sinan Üniversitesi’nden cevap geldi. Buna göre, salonu ayırabilecekleri süre 2013’ün Ocak sonunda bitiyordu. Bu sınırı göze alarak, bize hem hazırlıklar için en uzun, hem de azami katılım için en uygun zamanı (çünkü sonrasında Üniversiteler tatile giriyor ve bu katılımı olumsuz etkileyebilir) sınır olan 17-18 Ocak tarihini önerdik ve bu tarihin kabul edildiğinhe dair cevap bir iki gün önce geldi.
Hazırlıklar için zamandan kazanmak ve kesin cevap geldiğinde daha az zaman yitirmek için, grubu henüz kesin cevap gelmeden kurduk. Biraz da bu nedenle bu açıklama elinize geç geldi. Kesin bir cevap gelmeden bir şey söylemek istemedik.
Olay özetle böyledir.
Bütünüyle bilimsel karakterde, konusu Kıvılcımlı olan bir sempozyum hedeflenmektedir. Kıvılcımlı’nın görüşlerini beğenmek veya onlara katılmak veya sosyalist olmak vs. gibi bir kriter yoktur. Hedef Kıvılcımlı’nın hayatının, eserlerinin, görüşlerinin, aşklarının, hastalıklarının, çeşitli teorik ve politik konulardaki görüşlerinin vs., hasılı her yönünün, hiçbir tabu tanımadan, didik didik edilmesi, tartışılmasıdır.
Bu gruba bu türden bir sempozyumun hazırlanmasında, gönüllü olarak fiilen veya fikren katkıda bulunabilecek herkesin katılması amaçlanmaktadır.
Ama sadece bu kadar da değil, birileri, hiçbir somut katkıda bulunmayı düşünmeden, sadece bu sempozyum nasıl hazırlanacak, bakayım görmek, gruptaki yazışmaları izlemek istiyorum diyen de katılabilir bu gruba. Yeter ki reklam göndermek, spam göndermek ve yazışmaları sabote etmek gibi bir amacı olmasın.
Bu nedenle bu grubu, herkesin gözü önünde yapılan zamana yayılmış bir toplantı gibi görmek gerekir.
Bu hazırlık çalışmalarının, en kısa zamanda Demir Küçükaydın ve Birol Dinçel’in kişisel girişimleri olmaktan çıkarılıp, kurumlaşması hedeflenmektedir.
Şimdi bu kısa açıklamalrdan sonra sizlerden dileğimiz. Bildiğiniz, tanıdığınız bu konuya ilgi duyabileceğinin düşündüğünüz veya ilgi duymasa bile hazırlıkları ve yazışmaları  izlemesinin yararlı olduğunu düşündüğünüz herkesi bu gruptan haberdar ediniz. Bu gruba üye olmaya davet ediniz.
Eğer bunu yapacak teknik bilgileri yoksa, gruba maillerini bildiriniz ki üye yapabilelim.
Böylece en kısa zamanda, bu grubu, konusu Kıvılcımlı olan bilimsel bir sempozyumun hazırlıklarına katılma ile ilgili herkesi bir araya getiren bir haberleşme ve organizasyon noktasına dönüştürelim.
Bundan sonra her gelişme bu gruba iletilecektir.
Sizler de tüm önerilerinizi, konuyla ilgili düşünce ve eleştirilerinizi lütfen bu gruba iletin.
İlişikte şu ana kadarki yazışmalarımızın birer sureti de bulunmaktadır.
Selam ve saygılar
Demir Küçükaydın



16.05.2012     

MİMAR SİNAN GÜZEL SANATLAR ÜNİVERSİTESİ REKTÖRLÜĞÜ’ne,

Bizler bir grup bağımsız araştırmacı olarak tarih ve sosyoloji alanındaki kuramsal katkıları yeterince gün yüzüne çıkmamış teorisyen Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın düşüncelerini, yaşamını, teorik yeniliklerini ve açmazlarını konu edinen iki günlük bilimsel bir sempozyum düzenleme niyetindeyiz. Ancak bu konuda çalışan diğer araştırmacılara sempozyum çağrısını deklare etmeden önce, sempozyumun düzenlenmesindeki birincil ihtiyaç olan mekan ve tarih bilgilerini netleştirmek istiyoruz.
Bu çerçevede bağımsız ve bilimsel etkinliklere kapısını açmaktan imtina etmediğini bildiğimiz Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nden 2012’nin Aralık ayında cuma-cumartesi günlerine tekabül eden 7-8, 14-15 ya da 21-22 Aralık tarihlerinin herhangi birinde Oditoryum’dan faydalanmayı arz ediyoruz. Herhangi bir sponsorumuzun olmaması ve herhangi bir finansal destek sunacak kuruluşa bağlı olunmaması sebebiyle tarafımıza sunulacak mekan için özel bir bütçemizin olmadığının zaruri bir durum olarak dikkate alınmasını da belirtmek isteriz.        Ayrıca 2001 yılında düzenlenmesinde aktif rol aldığımız Almanya’nın Wremen şehrinde gerçekleşen Kıvılcımlı sempozyumunun bilgilerini örnek teşkil etmesi açısından ekte sunuyoruz. (Daha yakın bir tarihte Bilgi Üniversitesi de Kıvılcımlı konusunda bir sempozyuma ev sahipliği yapmıştır.)
Yanıtınızın, tarih ve sosyoloji bilimlerine katkıları, Türk siyasi yaşamındaki yeri ve önemi kaydadeğer bir araştırma alanı olan Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın başka araştırmacılarca da keşfedilip dikkate alınmasına katkı sağlayacağına inanıyor ve bu alandaki önemli bir boşluğu dolduracağını düşünüyoruz. Gereğinin tarafımıza aktarılmasını saygılarımızla arz ederiz.

Dr. Hikmet Kıvılcımlı Sempozyumu Girişimi düzenleyicileri adına,
Birol Dinçel (MSGSÜ Sosyoloji Bölümü Doktora Programı)


İletişim Bilgileri:
GSM: 0 555 365 53 13



Dr. Hikmet Kıvılcımlı Sempozyumu
7 - 9 Aralık 2001 - Wremen


Ahmet Kımıl (Psikolog), “Hikmet Kıvılcımlı’nın Psikoloji ve Psikanaliz’e Yaklaşımı”;
Ali Osman Alayoğlu (Teori ve Politika Dergisi’nden), “Kıvılcımlı’nın Türkiye Solundaki Yeri, Teorik-Politik Varoluşu”;
Demir Küçükaydın, “İlkel Sosyalizm’e Kıvılcımlı’nın Yaptığı Vurgunun Önemi ve Bunun Mesihçi Gelenek ve Devrimci Marksizmle Bağlantısı”;
Emin Karaca, “Hikmet Kıvılcımlı’nın Yaşamı, Yapıtları ve Yankıları”;
Engin Erkiner, “Kıvılcımlı ve Silahlı Kuvvetler”;
Ertuğrul Kürkçü"Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın Türkiye Sosyalist Hareketindeki Özgünlüğü"
Gülfer Akkaya (Toplumsal Özgürlük), “Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın Feminizmi Kavrayışında Geleneksel Soldan Farkı Var mıdır?”
Latife Fegan, "Feminist Teori ve Kıvılcımlı'da Kadın Sorunu";
Mete Gönültaş (Sendikacı), “Marks ve Kıvılcımlı’da Teknik”;
Müjdat Çalış (Yüksek Lisans Öğrencisi), “Kıvılcımlı ve 1960-71 Dönemi”;
Nail Satılgan, “Kıvılcımlı’nın Türkiye’de Finans Kapital Çözümlemesi ve Eşitsiz ve Birleşik Gelişme”;
Nizamettin Üstündağ, “Hikmet Kıvılcımlı’nın Dramı”;
Rasih Nuri İleri, "1950'den Sonra Kıvılcımlı'nın politik Faaliyeti";
Servet Ziya Çoraklı ve Hasan Burgucu, “Kıvılcımlı ve Nazım Hikmet İlişkisi”



SEMPOZYUM – BİLGİ ÜNİVERSİTESİ
Hikmet Kıvılcımlı - Hayatı, Eseri, Mirası


Tarih: 9 Kasım 2008 Pazar
Yer: İstanbul Bilgi Üniversitesi Dolapdere Kampüsü
BS2 Salonu

PROGRAM

10.30 – 12.30 I. Oturum: Çağı, Hayatı, Etkisi

Oturum Başkanı: Ragıp Zarakolu
Nizamettin Üstündağ: Kıvılcımlı’dan Anılar
Ahmet Kale: Kıvılcımlı Külliyatı’nın Sunuluşu
Emin Karaca: Hafızalarda ve Edebiyat Eserlerinde Kıvılcımlı
Ertuğrul Kürkçü: 1960’larda Devrimci Mücadele ve Dr. Hikmet Kıvılcımlı

12.30 – 13.30 Yemek

13.30 – 15.30 II. Oturum: Tarih Tezi

Oturum Başkanı :Ali İhsan Topcu
Murat Belge: Tarihi Materyalizm Bağlamında Kıvılcımlı
Demir Küçükaydın: Tarihsel Maddecilikte Yapı ve Özne Sorunu: Kıvılcımlı’nın Teorik Katkıları ve Eleştirisi
Mehmet Özler: Kıvılcımlı’nın Üretici Güçler Kavramının Güncelliği
Metin Kayaoğlu: Tarih Tezi: Materyalist Edinim

15.30 – 15.45 Çay arası

15.45 – 18.45 III. Oturum: Politik Mirası

Oturum Başkanı Muzaffer Kaya
Mehmet
Güneş: Günümüzde Kıvılcımlı’ya Neden İhtiyaç Duyuyoruz?

Bahadır Kurbanoğlu: Kıvılcımlı ve Solun İslamla İrtibatı Üzerine
Ali Osman Alayoğlu: Bir ‘Yol’ Hikayesi: Kıvılcımlı ve Geleneğinin Politik Analizi
Sebuktay Kaan: Doktor Hikmet ve Türkiye Marksizmi
Mustafa Sarıkaya: Kıvılcımlı ve Kürt Sorunu


Kıvılcımlı Sempozyumu Giriminin İlk Hazırlık Toplantısı İçin Öneri ve Düşünceler

Değerli Kıvılcımlı Sempozyumu Girişimcileri,
Sempozyum girişimcileri kurulup, ilk üyeler yapılmaya başlanıp (13 Eylül - 10 Gün oldu) bu üyelerden böyle bir girişim olduğunu duyurmaları istendiğinden beri (20 Eylül – 3 Gün oldu) şu ana kadar grubun üye sayısı 109’a bulaşmış bulunuyor.
Grubun varlığı ve böyle bir sempozyum yapılacağı da epey duyulmuş
Elbet bundan sonra da duyurulma ve yeni yeni girişimcilerin katılımı devam eder. Ancak asgari bir duyurulma ve katılıma ulaşıldığı varsayılabilir.
Artık bir an önce, ilk toplantıyı yapıp, başlangıçta kaçınılmaz bir sorun olan, bir kişinin girişimi olmaktan çıkarıp kurumlaşmak, yapılacak işleri, yapacakları ve sorumluları belirlemek gerekmektedir.
İlk toplantıya kadar olan bu dönem, bunların belirlenmesini kolaylaştırmak için bir düşünüp taşınma, eldeki olanakların bir listesini çıkarma, öneri ve beklentileri toplama dönemi olarak değerlendirilebilir.
Bu nedenle önce bu alanda önceden yaptığım yoklamaları ve sonuçlarını açıklayayım.
Aşağıdaki satırları bir tür “sesli düşünme” olarak kabul ediniz.

İlk toplantının zamanı ve yeri:

İlk toplantı için zaman ve yeri belirlerken çok dar bir aralıkta hareket etme durumumuz var. Bu sempozyum için müracaat dilekçesini veren Birol Dinçel. Ancak 27 Eylül’de İstanbul’a gelebiliyor.
Demir Küçükaydın ise, 1 Ekim’de sağlık kontrolleri için İstanbul’dan ayrılmak zorunda.
Birol Dinçel, ayrıca 29 Eylül’de meşgul.
Öte yandan bir an önce bir duyuru çıkarıp, çalışmalara başlamak ve bildiri sunacaklara, hazırlıklarını tamamlamaları için azami zamanı sağlamak gibi bir sorun da ortada duruyor.
Bu durumda ilk toplantı için sadece iki gün bir alternatif olarak bulunuyordu. 28 eylül ve 30 Eylül. Bu iki tarihe yönelik olarak, kime hangisinin uygun olacağı yönünde bir yoklama yaptım. Katılmak isteyen veya katılması çok yararlı olacak bir çok kişi için 28 Eylül mümkün değil. Bu durumda 30 Eylül biricik ilk toplantı tarihi olarak kalıyor.
Bu nedenle ilk toplantı 30 Eylül günü veya akşamı yapılacaktır.
Gündüz mü akşam mı? Hangi saatlerde bunu burada tartışarak önerileri ve katılım durumlarına bakarak azami katılımı sağlayacak şekilde belirlemeye çalışalım.
Toplantı nerede yapılabilir?
Bunun için hiçbir öneri yok. Şehrin merkezinde kolay ulaşılabilir bir yer gerekiyor. En uygunu Kadıköy veya Beyoğlu civarı olabilir. Beyoğlu civarında aklıma Babil geliyor. Boş mudur verilir mi bilmiyorum. Bu Şişhane’den çıkarken Galatasaray civarında böyle bir toplantı için yeterli olabilecek bir alanı olan bir yer. Ticari değil ve kültürel bir mekan. Bir alternatif olarak Kadıköy için neresi uygun olabilir?
Lütfen herkes toplantı yapılabilecek mekan önerilerini ve Kadıköy mü, Beyoğlu mu daha uygundur gruba bildirsin. Tüm önerileri ve mekan olanaklarını göz önüne alarak bu grupta bir yer belirleyelim.

Toplantı Gündemi

Elbette ele alınacak konuları, gündemi ve konuların ele alınış sırasını o ilk tkoplantıya katılacaklar belirleyecektir. Ancak şimdiden bir fikir oluşturmakta, imkanlar, tasavvurlar, eğilimler hakkında belli bir taslak çıkarmakta yarar var.
Bir başlangıç olarak düşündüklerimi ve ilk yoklamalarımın sonuçlarını ileteyim.
  • Bildiriler
Sempozyumun en önemli sorunu Bildiriler’dir. Özünü ve kalitesini, bildirilerin ve tartışmaların içeriği belirleyecektir.
    • Bildiriler için son Tarih sorunu
Bildiriler için sempozyum tarihinden bir süre öncesine kadar bir süre vermek gerekiyor ki, kimlerin bildiri sunacağı ve hangi konuda bildiri sunacağı kesinleşmiş olsun. Bu kesinleşmiş listeye göre sempozyumun akışı bilerlenip diğer teknik detaylar hazırlanabilsin ve Afişler Duyurular yapılabilsin. Afişler ve duyurularda bildirilerin kimler tarafından, hangi konuda, aşağı yukarı hangi saatlerde sunulacağı hakkında bir bilgi bulunabilsin.
Çünkü modern bir toplumda yaşıyoruz ve insanların zamanları sınırlı. Bir çok kişi iki gününü ayıramayabilir ama belli bir bildiriyi muhakkak izlemek ve tartışmalarına katılmak isteyebilir. İnsanlara bu olanağı sunmak için azami çabayı göstermek gerekir.
Bildirilerin son teslim tarihi olarak 31 Aralık 2012 akşamı kanımca en uygunudur. Bundan sonra Sempozyuma kadar aşağı yukarı iki haftalık bir zaman kalır. Bu iki haftada kesin akış belirlenip. Buna göre duyurular ve afişler yapılabilir.
    • Bildirileri Önceden Yazılı Sunma Konusu
Bildiri sunacaklar 31 Aralık akşamına kadar, azgari ve/veya azami sınırları belirlenmiş vuruş ya da sayfadan oluşan, en azından bir özet sunmakla yükümlü olmalıdırlar. Elbette isteyen sunacağı bildiriyi de iletebilir.
Bu özetleri ya da bildirileri yine Sempozyum Hazırlama Girişimi en geç 1 Ocak’tan itibaren en geniş şekilde duyurmalı ve yaymalıdır. Böylece insanlar sempozyuma bir ön bilgi ve hazırlıkla gelirler ve bu tartışmaların kalitesini arttırır. Ayrıca bildiri sunacaklara bu ön okumalarla önceden yazılı sorular yöneltip, sunumda bunlara da değinilmesini isteyebilirler ve böylece bildiri sunacaklara da yardımcı olabilirler.
    • Bildirilere ayrılan sürenin dağılımı, sırası ve akışı
Sempozyum için iki günlük bir zamanımız var. Açılış, kapanış gibi bir takım zorunlu rezervler dışındaki zamanın tümünü, sunulacak bildiri sayısına eşit olarak bölmek ve bildirilerin sunum sıralamasını sunucuların adının alfabedeki sırasına göre yapmak (veya kura çekmek) en adil biçim olarak görülmektedir. 2001 yılındaki Sempozyumda böyle yapmıştık.
Diyelim ki, genel konulardan özele gibi bir sıralama düşünenler olabilir. Ancak bu genelin ne olduğu bile belli bir takım gizli varsayımlara ve anlayışlara dayanır. Bu nedenle içerikle hiçbir bağlantısı olmayan tamamen biçimsel ve rastlantısal sıralama ölçütleri (isimlerin baş harfleri veya kura çekimi gibi) en adil olanlardır. Zaten demokrasinin özü de budur bir bakıma.
Diyelim ki her bildiriye 1 saat zaman düşüyor. Bu bir saatı nasıl değerlendireceğine bildiriyi sunan karar versin. İsterse bildirisini önceden yazılı olarak hazırlayıp, maillerle, fotokopilerle vs. önceden dağıtsın ve içireğinin bilindiğinden hareketle bu zamanı sırf soru ve tartışmalara ayırsın; isterse sadece bildirisini okusun veya anlatsın; isterse, zamanın diyelim ki yarısını bildirisini sunmaya, yarısını tartışmaya ayırsın. Bildiri sunacaklar buna karar versinler.
Her bildiri arasında küçük bir ara verip (örneğin 10 dakika) insanların ihtiyaçlarını görmeleri, yorgunluk atmaları sağlanmalı. Toplantı sıkboğaz edilmemelidir.
    • Bildiri sunacaklara ulaşmak
Elbette isteyen, koşulları (Belli bir tarihe kadar yazılı bir özet sunmak gibi) yerine getirince bildiri sunabilecektir. Ancak bu işler sadece böyle yürümüyor. Konuyla ilgili insanları bulup onları davet etmek, teşvik ve motive etmek de gerekebilir.
İlk planda Türkiye’deki sosyalist hareketin tarihi üzerine araştırma yapanlar gelir. Bunlara tek tek, gereğinde uygun aracılar bulup ulaşmak, sempozyum, katılanlar, biçimi, başka katılanlar vs. konularında aydınlatmak, onların güvendiği, sözüne değer verdiği insanları bulmak gerekebilir. Çünkü pek ala konuya ilgili olup da tertipleyenlerin profiline bakıp, girişimi ciddi bulmayanlar; aşırı politize bulanlar veya manüplatif bulanlar olabilir ve bu uzak durmalara yol açabilir. Bütün bu mahzurları gidermek için her şeyi yapmak gerekiyor. Ve sadece bütün bunları aşmak gerekmez. Bunları inandırıcı bir şekilde aktarmak, duyurmak ve belli bir güven kazanmak da gerekir. Bu da epeyce bir zaman ve enerji harcamak demektir.
Bu alanda nispeten daha elverişli konumda bulunduğumuz söylenebilir. 2001 yılındaki sempozyumu hazırlarken bu konularda çok hassas davranılmış ve katılanların hemen hepsince başarılı olduğu söylenen bir sempozyum yapılmıştı. Önceki tecrübenin bir güven duygusu yaratmış bulunduğu ve bunun işleri daha kolaylaştırabileceği düşünülebilir.
Bu arada bu gibi kişiler kimler olabilir, onlara nasıl ulaşılabilir görüşmek gerekiyor.
  • Mete Tuncay
  • Ergun Aydınoğlu
  • Emin Karaca
  • Neşe Özgen
  • Süha Ünsal
  • Erik Zürcher
  • Nail Satılgan
  • Oya Baydar
İlk elde benim aklıma gelenler. Başka kimler var? Bir liste çıkarmak gerekiyor.
Bu bistedekilerden Ergun Aydınoğlu ile konuştum. O tarihte burada olamayacağını ama yazılı bir bildiri sunabileceğini belirtti. Bu vesileyle, Sempozyumun yapılacağı Oditoryumun teknik olanaklarının mükemmel olduğu ve uzaktan görüntülü katılım olabileceğini öğrendik. Yani örneğin Ergun Aydınoğlu, İnternet aracılığıyla sesli ve görüntülü olarak sunup yapıp tartışabilir.
Neşe Özgen ile de konuştum. Kendisi bu girişime elinden gelen desteği vereceğini söyledi ve birçok, çok yararlı önerilerde de bulundu. Ayrıca Kıvılcımlı ve Kürt sorunu ile ilgili bir bildiri de sunacağını belirtti.
Neşe Özgen iki isim daha belirtti. Ama ben şimdi bunları unuttum. Bunlar da akademik alandalar ve hem desteklerler hem de muhtemelen bildiri sunarlar dedi.
Ayrıca Süha Ünsal’a ulaşmayı da üstlendi.
Birol Dinçel de iki akademikerin ismini verdi bunların ya ortaklaşa ya da ayrı ayrı iki bildiri sunacaklarını belirtti. Ayrıca Birol Dinçel de kendisi bir bildiri sunacak.
Demir Küçükaydın da bir bildiri sunacak.
Daha şimdiden muhtemel asgari bildiri sayısı 7-8 civarında. Bu rakamın en azından bir misli daha artacağını tahmin edebiliriz.
Yani bildirilerin niceliği ve niteliği bakımından bir sorun yaşanmayacağı öngörülebilir.
Ancak, sadece akademisyenlerle de yetinmemeli. Toplumun farklı kasimlerinin eğilimlerini diye getirenleri çağırma ve dikkatlerini çekme yönünde de bir çaba gösterilebilir.
Örneğin Kıvılcımlı’nın din ve İslam konusunda yazdıkları var. Bu konuda adeta sosyalist hareket içinde bir istisna. Peki İslamcı harekettekiler, İslam’ın kavramlarıyla düşünenler Kıvılcımlı’yı nasıl değerlendiriyorlar ve ne gibi eleştirileri var. Bu ilginç ve farklı kesimleri bir araya getiren ve tartıştıran bir konu olabilir. Bu bağlamda İhsan Eliaçık, Ayhan Bilgen gibi isimler ilk elde akla gelenler.
Kıvılcımlı aynı zamanda bir Doktor ve psikiyatr. Kendisinin bu konuda da çalışmaları var. Psikanalize yaklaşımı var. Bunun kavramlarını tarihte kullanması ver. Doktorluğu var. (Son yıllarda moda olan alternatif ve bütünsel tedavi yöntemlerini Kıvılcımlı daha o zamandan uyguluyordu bildiğim kadarıyla.) Ayrıca anılarında hastalığının seyrini ve aldığı ilaçları yazıyor. Acaba doğru bir tedavi miydi bugünkü bilgilerimize göre. (Biliyoruz Marks’ın karaciğer sorununa karşı o zamanlar arsenik veriyorlar. Bugün hiçbir faydası olmadığı ve aksine zararlı olduğu kanıtlanmış gibi.) Mesela bir doktor, bu gibi konularda bir bildiri sunabilir.
Kıvılcımlı’nın adı haksız yere “cuntacı” veya orducuya çıkmışş buunuyor. Bugün kimi “doktorcuların” da böyle bir çizgide bulunması bu kanıyı pekiştiriyor da. Halbuki, Kıvılcımlı, devlet düşmanı olduğu gibi, özel olarak Şark devletçiliğinin en büyük düşmanıdır. Daha 50’li yıllarda, Sovyet bürokratlarının siyah ve içi görünmez limuzinlerle dolaştığı zamanlarda Vatan Partisi programında İsveç’in işine bisikletle giden, tramvayda ölen başbakanlarını örnek olarak verir.
Bir yandan Türkiye’de kapitalizmin egemen olduğunu  ve Finans-kapitalin egemen olduğunu söyler diğer yandan sosyalist değil radikal demokratik bir program önerir.  Bugünkü alışılmış bölünmeleri alt üst eder. Örneğin liberal denen eğilimlerden birilerinin, bu konuları ele alan bir bildiri sunması ilginç olabilir.
Bir başka konu. Kıvılcımlı’nın TKP ile ilişkileri. Kıvlcımlı TKP’den atıldığı gerekçesiyle o zamanki Doğa Avrupa’dan atıldı ve tedavi bile edilmedi. TKP’nin evrakı bugün ulaşılabilir durumda. Bu ilişkileri inceleyecek, özellikle TKP tarafından olayları anlatan bir bildiri sunulamaz mıı ve bunun için TÜSTAV gibi kuruluşların desteği istenemez mi?
Kıvılcımlı’nın kadınlarla ilişkilerini ele alan ve Kıvılcımlı’yı feminist ve/veya homofobik bakımlardan inceleyen ve eleştiren bir bildiri. Bunun için feminist çevrelerle ilişki düşünülebilir.
Çevrecilik son yıllarda yayıldı. Halbuki, Kıvılcımlı’nın çok az dikkati çekmiş yanlarından biri, antik tarihte bile çevre sorunlarına dikkati çekmesidir. Anılarında sovyetleri falan otomobil ürettikleri için eleştiren satırlar da vardır. Keza kavram sisteminde Coğrafya’yı bir üretici güç olarak ele alarak, bu konuları doğrudan kavram sisteminin içine alır. Bu konularda bir bildiri düşünülebilir.
Hikmet Kıvılcımlı’nın Kürt sorununda ilk  yazması vardır ama bir de Kürt hareketi üzerinde hiç bilinmeyen etkileri de vardır. Kıvılcımlı’nın Kürt hareketine ve Kürt hareketinin Kıvlcımlı’ya etkileri incelenebilir.
Ermeni katliamı konusunda ilk yazanlardandır ama sonra adeta bir suskunluk vardır. 60’ların strateji tartışmalarında bu konuyu hiç gündeme getirmemiştir. Bu konular olmadan ne Türkiye’nin toplumsal, ekonomik, sınıfsal ideolojik yapısı anlaşılabilirdi ne de devrimci bir strateji belirlenebilirdi. Neden böyledir? Konuyu ele alışı ve evrimi vs. bir bildiri konusu olabilir. Bunun için özellikle bu gelişmelerin kurbanı olan Hırıstiyan halkların duyarlıklarını yahsıtan ve bunların ifadesi olabilecek bir bildiri sunulabilir.
Bütün bunlar Hikmet Kıvlıcımlı’nın unutulmuş, ele alınmamış ve anlaşılmamış yanlarından sadece bir kaçıdır. Bu liste uzatılabilir. Bir fikir verilmeşye çalışıldı.
Örneğin bu konularda bildiri sunabilecekler olabilir. Bunlar ilk elde akla gelen bazıları. Bu gibi kriterleri gözeterek de bir araştırma, yoklama ve teşvikler yapılabilir.
Bildiriler konusunda şimdilik “beyin fırtınası” babından aklıma gelenler bunlar.

Bildiriler ve tartışmalar haricinde veya yanı sıra yapılabilecekler ve yapılması gerekenler

  • Çay-Kahve-Yemek
Bildirilerin aralarında katılanların serinletici, çay, kahve vs. gerekir. Bunun için bir olanağı Kurukahveci Mehmet Efendi sunuyormuş. Onlar hiçbir ücret istemeden, reklam olarak takımlarla, profesyonel elemanlarla birinci sınıf bir servis sunuyorlarmış. Bu konuyu Sayın Neşe Özgenşimdiden üstlendi bile.
Tabii onlar işin sırf kahve kısmını yapıyorlarmış. Bir de çay yapmak gerekir. Bunun için de benzer bir olanak aranabilir.
Toplantılardan sonra ara ve akşam yemeği için, bizzat Mimar Sinan’ın kendi yemekhanesi varmış. (Esas toplantılar toplantıdan sonra olduğundan, örneğin  katılımcılar tartışmalarına ve yeni tanışıklıklara ve de dedikodulara burada devam edebilirler.)
  • İnternet sayfası
Kıvılcımlı’nın eserlerinin, kendisiyle ilgili bütün eleştirilerin, haberlerin vs. toplandığı ve isteyenin emrine amade kılındığı; aynı zamanda sempozyumla ilgili gelişmelerin, bildirilerin, afişlerin vs. de yer aldığı bir internet sayfassı gerekiyor. Bunu yapma veyaptırma sorunları
  • Resimleri ve Fotoğrafları
Kıvılcımlı’nın oldukça zengin bir fotoğraf albümü var. Bir de birkaç tane de olsa resim çalışmaları var. Sempozyum esnasıntda bunların büyücek reprodüksiyonlarından resimlerdeki kişiler, çekilydiği yerler vs. hakkında bilgi veren bir sergi yapılabilir.
  • Kitapları
Kıvılcımlı’nın hayıtında ve hayatından sonra bir çok kez eserleri basılmış durumda. Bu baskıların bütün örnekleri bulunup, yine sempozyum süresince sürecek bir sergi yapılabilir.
(Keza bu bağlamda Eserlerinin asılmaları hakkında nesnel bilgiler içeren bir bildiri bunulabilir. Eza, yayınlanmamış eserlerinin durumu, içerikleri vs. hakkında da bir bildiri sunulabilir.)
  • Müzik
Kerim Korcan ölümünden önce doldurduğu ve devrimci şarkı ve türküleri okuduğu bir kasette, Kıvılcımlı’nın İşkence Şarkısı’nın yapımcısı olduğu (Yani bestelemiş de) ve iki şarkının da sözlerini yazdığını söylüyor. Bu şarkılar günümüzdeki gruplardan biri tarafından, yaşadığı dönemin müzik aracılığıyla ruhunu yansıtmak bakımından diğer o döneme ilişkin bazı şarkılarla birlikte icra edilemez mi. Bu herkesin yorulduğu bir saatte bir oturumun konusu olamaz mı?
  • Sinema-Video
 Kıvılcımlı hakkında film yapmayı düşünen bazı sinemacı arkadaşlar var. Bunlar ellerindeki malzemeden bu sempozyumda oynatılacak bir belgesel gibi bir şey çıkaramazlar mı?
Ayrıca 2001 yılındaki sempozyumu Enis Rıza iki gün boyunca çekmişti. Onada artık aramızda bulunmayan Mihri Belli, Şirin Cemgil’in de bulunduğu ilginç sahneler de vardı. Bu iki günlük malzemeden, o sempozyumun atmosferini, ilginç enstantanelerini, sunulan bildirilerini ve tartışmalarını yansıtan bir belgesel çıkarılamaz mı? Ve bu belgesel sempozyumda uygun bir zaemanda sunulamaz mı/
  • Sözlü tarih
Kıvılcımlı’yı şahsen tanıyanlar neeredeyse tükenmek üzere. Özellikle Vedat Türkali, Rasih Nuri, Sevim Belli ilk elde zikredilebilir. Keza 68 yükselişinden önce Kıvılcımlı’yı tanımış ara bir kuşak da var. Bu bağlamda Suat Şükrü, Nizamettin Üstündağ, Latife Fegan, Sadık Göksu gibi isimler ilk akla gelenler. Sempozyumun açılışında bunların bulunduğu bir oturum düzenlenemez mi? Bu aynı zamanda bir sözlü tarih çalışması da olur.
Keza 68 yükselişi bağlamında Kıvılcımlı’yı tanımış ve etkilenmiş olanlar da var. Bunların bir kısmı daha bir aradaki kuşak. Doğan Özgüden, Yalçın Yusufoğlu, Ertuğrul Kürkçü, Aydın Çubukçu, Oktay Etiman, Selahattin Okur, Erim Süerkan, Hidayet kaya, Sefer Güvenç gibi isimler var. Bunlarla da Kıvılcımlı ve 68 gibi bir oturum düzenlenemez mi?
  • CD yapımı ve Satımı
Bu sempozyum hazırlıklarında elbette biraz bir masraf olur. Bunları karşılamak için girişimcilerin her ay küçük bir aidat vermesi ile küçük de olsa acil harcamalar için bir bütçe oluşturulabilir.
Ayrıca sempozyum süresince, Kıvılcımlı ile ilgili internet sayfalarını, filmleri, videoları, eserlerini, resimlerini, fotoğraflarını içeren bir DVD yapılabilir ve satılabilir ve böylece hem bir anı verilmiş olur hem de belli bir gelir elde edilebilir. Böyle bir CD’yi 2001’deki sempozyumda çok sınırlı olanaklarla yapmıştık. Bugün piyasada dolaşan Kıvılcımlı resimlerinin kaynağı o CD’dir. Bunun için Amsterdam’daki Arşive gidip resimleri yüksek çözünülürlüklü olarak taramış ve basit bir yazacıyla basıp, sempozyum esasında da sunmuştuk.
Özetle, sempozyumu konser, sergi, panel vs. gibi etkinliklerle zenginleştirmek ve renklendirmek de düşünülmeli.
İşte bütün bu konuları düşünelim. Başka konular ve sorunlar varsa onları da yazalım. Gruba yollayalım. Bırakalım biraz demlensinler ve olgunlaşsınlar. Ön yoklamalar yapalım ve 30 Eylül akşamı toplanıp, bu sempozyum hazırlıklarının tarih öncesi dönemine son verip, kurumlaşmış bir şekilde başlatalım.
Tabii öncelikle sempozyuma ilişkin, bir çağrı taslağı da yazmak ve şimdiden tarrtışıp olgunlaştırmak gerekiyor.
Herkes aklındakini, eteğindekini döksün bir bakalım.
Tam bir hafta zamanımız var.
Demir Küçükaydın / 23 Eylül 2012 Pazar

Karaburun Bilim Kongresi ve Sunulan Bildiri(ler)

$
0
0
Bu sene Karaburun Bilim Kongresi’nin ana teması “Kapitalizmin Kıskacında Doğa Toplum Teknoloji” idi.
Geçen yıl ilk kez bir izleyici olarak katılmıştık. Epey bir ulusalcı bir vurgu hissedilmesine rağmen yine de akademik alemden gerek öğretim görevlisi, gerek öğrenci olarak iyi kötü sosyal konulara ilgi duyan ve kendini en azından solda, sosyalist veya Marksist gören insanlar katılıyordu. En azından bizim kuşağın yüzde doksan dokuzu geçmişin özlemiyle yaşayan ve oralarda takılmışlarındansa, buradaki genç insanlarla bir diyalog ve tartışma içinde olmaya çalışmak, kafalarda kimi soru işaretleri oluşturma çabasında olmak denemeye değerdi.
Bu nedenle bu yıl konuya ilişkin bildiriler ile katılmayı denedik. Kongreyi örgütleyenlere beş konuda bildiri sunacağımızı ve sunacağımız bildirilerin özetlerini yolladık. Bunlardan sadece birisine izin verildi. Tek bildirinin kabul edilmesinin nedeni genç araştırmacıların önünü tıkamamızdı.
Kabul edilen konuda bildirimizi hazırlayıp önceden yolladık. Ancak gelen diğer bildiriler veya özetleri de kongrenin internet sayfasında yayınlandığından onları okuyunca, konuşmamızda bildiriye bağlı olmadan, daha farklı konulara değinmemiz gerektiği sonucuna ulaştık ve sunumu öyle yaptık.
Aşağıda, beş konuda sunduğumuz bildiri taslakları; kabul edilen konuda sunduğumuz bildirinin önceden yolladığımız yazılı versiyonu ve sözlü olarak yaptığımız sunumun aklımızda kaldığı kadarıyla kısa bir özeti yer almaktadır.

28 Eylül 2012 Cuma
Demir Küçükaydın


Beş ayrı konuda yolladığımız taslak özetleri



Dünya İşçi Sınıfının Bölünmüşlüğünün Yarattığı Kıskaç ve Bunun Sosyalizme Geçişi Engelleyici Karakteri

Bu bildiri Bilim Kongresi’nin tanıtım metninde “Doğa-Toplum-Teknoloji İlişkileri Açısından Yeni Sosyalist Alternatifler”; “Teknoloji Karşısında İşçi Sınıfının Konumu”; “Tüketim ve Teknoloji”; “Doğa İçin mücadele” başlıkları şeklinde tanımlanmış konularda sayılabilir.
İnsanlığın yaşaması için meta üretimine ve kara değil de ihtiyaçlara ve kullanım değerleri üretimine dayanan planlı bir ekonomi ve dünya çapında bir tek cumhuriyetin gerekliliği ve olmazsa olmazlığı genel olarak sosyalistler arasında yaygın bir kabuldür. Bu kabulden de sosyalizme geçtikten sonra klasik şemaya uygun olarak, önce sosyalizme (“herkese emeği kadar”);  sonra da zenginliklerin gürül gürül aktığı; bayrağına “herkese ihtiyacı kadar herkesten yeteneği kadar” yazan bir topluma geçilebileceği (“komünist toplumun üst aşaması”) var sayılmaktadır.
Ancak, içinde bulunulan kapitalist dünyadaki kimi sonuçların hem kapitalizmin aşılmasını nasıl zorlaştırdığı; hem de kapitalizm aşıldığı takdirde bunun başarılabildiği koşullara bağlı olarak sosyalist ve komünist toplumların kaçırılmış bir tarihsel fırsat olabileceği hiç göz önüne alınmamakta ve tartışılmamaktadır.
Bildiride bu sorunlar tartışılacaktır.
Önce kısaca eşitlikçi bir toplumun aynı zamanda refahta bir yükseliş sağlaması gerektiği aksi takdirde ezilenlerin böyle bir değişime gönüllü olmayacakları gibi çok basit bir sosyolojik gerçek ışığında dün, bugün ve gelecekte bunun ne gibi sonuçlara yol açtığı veya açabileceği ele alınacaktır.
Bir sosyalizm tasavvuru ve sosyalist devrimi programlaştırma her şeyden önce, zenginliklerin neredeyse tamamını yaratan ama bunlardan çok küçük bir pay alan; ezilen ve yeryüzündeki insanların büyük çoğunluğunu oluşturan emekçilerin hayatlarında bir iyileşme, bir düzelme sağlayacağı var sayımına dayanır.
Bu yükselişi sağlayacak olan da öncelikle egemen sınıfların mülkiyetinde ve tasarrufunda bulunan zenginliklerin ve yine onların egemenliklerinin aracı olan pahalı ve baskıcı bürokratik cihaz için yapılan harcamaların ezilenlerin hayati ihtiyaçlarına karşılamaya ayrılmasıdır. Ayrıca meta üretiminin insanların çoğu için gereksiz birçok ürünü yine plansız bir biçimde üretilmesinin de giderilmesinin bir ek yükseliş sağlayacağından hareket edilir.
Ancak bugün dünyada, işçi sınıfının daha önceden, gelecek projeksiyonlarında ön görülmemiş bir bölünmesi ortaya çıkmıştır ve bu bölünme aşılamaz veya aşılması olağanüstü zor engeller yaratmaktadır.
Bu bölünme, zengin ve yoksul ülkeler işçileri arasındaki bölünmedir. Biz buna dünyanın siyah ve beyaz işçileri diyeceğiz.
Dünya ölçüsünde bir sosyalist toplum kurma yeteneğinde olan, zengin ülkelerin örgütlü ve kültive işçi sınıfın için dünya çapında eşitlikçi bir düzen yaşam seviyesinde bir düşmeye yol açar; buna karşılık yoksul ülkeler işçi sınıfının bunu isteyebilir ama dünya ölçüsünde bir toplum kurma yeteneğinde değildir ve zengin ülkeler işçi sınıfının direnişiyle karşılaşır. Yani biri yapabilir ama istemez öbürü isteyebilir ama yapamaz. Açmaz ve aşılmaz sınır buradadır.
Diyelim ki, bundan 100 veya 150, hatta 50 yıl önce dünyada bir sosyalist devrim olsaydı ve bir dünya sosyalist cumhuriyeti kurulsaydı. Böyle bir dönüşümü gerçekleştirme yeteneğinde olan proletaryanın gerçekten bundan çıkarı olabilir ve bu onun hayatında belli bir yükseliş sağlayabilirdi.
O zamanlar, yeryüzünün büyük bir bölümü, kapalı köy ekonomileri, hatta neolitik köy komünleri düzeyinde yaşadığından, esas olarak, devletlerin yüksek vergileri ve tefecileri tarafından sömürüldüklerinden, sanayileşmiş ülkelerin işçi sınıfı bir sosyalist devrimle hem kendi hayatında hem de dünyadaki diğer köylülerin hayatında hızla birçok iyileşmeler sağlayabilir planlı bir geçiş döneminden sonra birkaç yüz yıl içinde sınıfsız ve sosyalist bir topluma ulaşabilirdi.
Diyelim ki 100 yıl önce yeryüzünde sosyalist bir devrim gerçekleşse ve dünya sosyalist cumhuriyeti kurulmuş olsaydı, insanlık muhtemelen Marks’ın öngördüğü şekilde, önce siyasi biçimi “Proletarya diktatörlüğü” olan kısa bir “Geçiş Dönemi”nden sonra sınıfsız topluma geçebilir. Bu arada bu demokratik olarak örgütlenmiş toplum, neyi neden ve nasıl üreteceğini, bir süre sonra doğanın dengelerini gözeterek de kararlar alması gerektiğini öğrenebilir ve yavaş yavaş planlı bir şekilde, geçilmesi gereken bıçak sırtları ve köprüler dikkatle aşılarak, bir yeryüzü cenneti diyebileceğimiz, “Komünist toplum” denen sınıfsız toplumun üst aşamasına adım adım geçilebilirdi. Çünkü bu dönemde hala yeryüzünün kaynakları, insanların tüketim alışkanlıkları ve toplumun yapılanışı böyle bir geçişe imkan tanıyor olabilirdi.
Ancak, bugün bu olanak büyük ölçüde yitirilmiş veya çok uzak bir geleceğe kaymış bulunuyor.
Bunu 1960’larda böyle bir geçişin sorunlarını tartışan Mandel’in sorunu koyuşunu ele alarak ve bu günün sorunları ile kıyaslayarak karşılaştıracağız.
Mandel, 1960’larda bile gelişmiş ülkelerin işçi sınıfının hayat seviyesinde bir düşüş olmadan sınıfsız topluma geçişin sorunlarını, yani insanlığın geri kalanının hayat seviyesinde nasıl bir yükseliş sağlanabileceği sorununu tartışır.
Bunu tartışırken, 1960’ların dünyasında henüz kimyasal tarımın; atom enerjisinin, diğer çevre sınırlamalarının olmadığını var sayarak bir takım öngörülerde bulunur ve hesaplar yapar. Ancak Mandel de, gelişmiş ülkeler işçisinin hayat seviyesinde bir gerileme olmaması gerektiğinde nettir.
Klasik olarak sorun, egemen sınıfların elinde birikmiş olan zenginliklerin onların ellerinden alınarak tüm insanlar arasında eşit olarak dağıtılması, bu dağıtımın insanların büyük çoğunluğunu oluşturan ezilen ve emekçi insanların hayat seviyelerinde ortaya çıkaracağı yükseliş olarak da tanımlanabilirdi.
Ancak, bugün durum farklıdır. İşçi sınıfının en kültive ve örgütlü kesimleri, yani gerçekte dünya çapında eşitlikçi bir düzeni kurma ve örgütleme yeteneğinde olan kesimleri dünyanın diğer kısmındaki insanlara göre oldukça yüksek bir yaşam seviyesine sahiptir.
Bunu her hangi bir süpermarkete gidip görebilirsiniz. Batılı bir işçi, birkaç yüz çeşit peynir içinden birini seçerken, yoksul ülkede hiç peynir yiyememektedir.
Öte yandan dünyanın yoksulları öylesine büyük bir sayıya ulaşmışlardır; aradaki fark öylesine açılmıştır ve nihayet üçüncü dünyadakiler artık kapalı köy ekonomilerinde yaşayan, yaşamlarında kolaylıkla yükselmeler sağlanabilecek insanlar değil; modern şehirlerde yığılmış işçiler ve işsizlerdir ki burada aşılmaz bir engel ortaya çıkmaktadır.
Yeryüzündeki peynirleri insanlar arasında eşit olarak dağıtalım dendiğinde, bu batılı işçinin hayat seviyesinde çok ciddi bir düşüş anlamına gelir. Hayat seviyesinde bir düşme için hiç kimse devrim yapmak veya var olan düzeni değiştirmek istemeyeceğinden sosyalizmi gerçekleştirme yeteneğindeki toplumsal güç bunu istemeyecek demektir.
Bu durumda şöyle bir açmaz ortaya çıkmaktadır: Sosyalizmi kurma yeteneğinde olan işçi sınıfı kesimleri onu istemekten çıkarlı değildir; Sosyalizmden çıkarlı olan kesimler ise kurma yeteneğinde değildir. Bu ciddi bir açmaz demektir.
O halde, bu kesimlerin direnci en azından kırılmadan veya tarafsızlaştırılmadan bir sosyalist devrim olası görülmemektedir.
Peki, bir an için, dünyanın yoksul kesimlerindeki insanların, zengin ülkelerin işçilerinin en azından bu günkü seviyesini garanti edip buna dokunmamayı taahhüt ettiklerini; zenginliklerin dağılımını sadece egemen sınıflar ve onların devlet cihazlarına harcanan zenginliklerin dağıtılması ile sınırlamayı taahhüt ettiklerini var sayalım. Ve bu taahhüde bağlı olarak batılı işçi sınıfının yeryüzü ölçüsünde planlı bir ekonomiye geçiş için tarafsız kaldığını veya onay verdiğini var sayalım.
Bu durumda karşılaşılacak sorunlar bu geçişin gerçekleştiği döneme göre farklılıklar sunsa da yine bir temel engel, ama bu sefer bizzat doğanın sınırlarından gelen bir engel ortaya çıkacaktır. Tüketim seviyesinin ve biçiminin her hangi bir şekilde düşürülmesi gerekmektedir. Aksi takdirde doğanın tahribi devam eder.
Çünkü örneğin otomobil üretimini durdurmadığınız takdirde zengin ülke işçilerinin bu tüketimi doğayı tahribe devam edecek demektir; ama bunu durdurmayı istediğiniz takdirde bu batılı işçilerin hayat seviyesinde bir düşüş anlamına gelecektir.
Öte yandan, uzun vadede bu eşitsizlik nasıl bir yöntemle giderilebilecektir? Bizzat doğanın kendisi bir takım sınırlar sunmaktadır. Yani bu günkü tüketim düzeyinde toplumsal yaşamın sürdürülebilmesi olanağı pek görülmemektedir.
Bu durumda, geri ülkelerdeki işçi sınıfının ister istemez, bugünkü tüketim düzeyleri ve alışkanlıklarında bir değişim programıyla ortaya çıkması gerekir. Ama bu durumda da bu egemen ve zengin ülkelerinin işçilerinin hayat seviyesinde düşme anlamına gelir ve bu değişime karşı dururlar.
Ama bu sınır aynı zamanda giderek aşılmaz bir engel haline dönüşmektedir. Şöyle ki, belki hala, batı işçi sınıfının yaşam seviyesini düşürmeden bir yandan siyah işçilerin hayat seviyesinde yükselişler sağlarken aynı zamanda beyaz işçilerin tüketim biçimlerinde değişiklikler yapılabildiği bir dönem olabilir. Bunun ne zaman biteceğini bilmiyoruz. Belki bu sınır aşıldı bile.
Ancak dönüşümün gecikmesi halinde, doğanın tahribi ve sınırlar o noktaya kadar gerileyebilir ki, yeryüzü ölçüsünde bir tür temel ihtiyaçları karşılamaya yönelik ve doğadaki sürdürülebilirliğini öne alan bir ekonomiden başka hiçbir şekilde yaşama şansı olmayabilir. Bu ise tam anlamıyla bir çıkışsızlık demektir. Çünkü, burada zengin ülkelerin, var olan refahını koruyabilmek için geri ülkeler nüfusunu yok etmesi gereği ve tehlikesi bile ortaya çıkmaktadır.
Bu nedenle, şimdiden, işçi sınıfı arasındaki bölünmeye ve bugünkü apartheit sistemine son vermek için öncelikle ulusal sınırlara karşı savaşı öne almak gerekmektedir.
Ama bunun için de yeryüzü çapında başka bir uygarlık tasavvuru oluşturmak şarttır. Aksi takdirde, her şey geri dönüşsüz bir şekilde tüm insanlığın çöküşüne doğru gitmektedir.
*

Kapitalizm Öncesi Toplumlarda Ekolojik Sorunlar ve Gelecek İçin Dersler

Bu bildiri Bilim Kongresi’nin tanıtım metninde “Doğanın yeniden üretim(sizliği)”; “Tüketim ve Teknoloji”; “Doğa-Tarımsal Üretim-Teknoloji”; “Doğa-Toplum-Teknoloji İlişkileri açısından Reel sosyalizm Deneyimleri ve Sosyalist Alternatifler” başlıkları şeklinde tanımlanmış konularda sayılabilir.
Ekolojik sorunların ve gelecekteki muhtemel bir katastrofun kapitalizmle ilişkili ve onun sonucu olacağı yönünde genel bir kabul bulunuyor. Bu elbette doğru ama büyük ölçüde eksik ve dolayısıyla da yanlış bir kabuldür.
Kapitalizm bir geniş yeniden üretim yordamı olduğundan, kapitalizmin ne kadar ekolojik olursa olsun, sınırlı bir dünyada er veya geç belli sınırlara dayanacağı fiziksel bir yasadır. Bu durum tıpkı bulunduğu ortamı değiştirerek bir süre sonra kendisinin var oluş koşulunu ortadan kaldıran bakteriler örneğindeki gibidir.
Ancak kullanım değerlerinin, doğanın dengeleri gözetilerek üretildiği, gereğinde durgunluk hatta küçülmeyi göze alan bir üretim biçiminde böyle bir sondan kaçılabileceği de bir sır değildir.
Ancak, sorun burada kapitalizmin özünden doğmaz. Kapitalizm ortadan kaldırıldığında özgür üreticilerin alacağı yanlış kararlarla da benzer sonuçlara ulaşılabilir. Demokrasi ve çoğunluk doğru kararlar almayı garantilemez. Bunu bizzat tarihsel deney de doğrulamaktadır. Pek ala sadece kullanım değerleri üreten toplumlarda da benzer sonuçlar görülmüştür. Bunlar özellikle çok kırılgan ekolojik şartlarda yaşayan, daha doğrusu yaşamış toplumlarda ve bölgelerde ve toprak parçalarında, özellikle de adalarda görülmüştür. Yeryüzü de evrende pasifikteki küçük adalardan farksız bir durumdadır.
Öncelikle kapitalist ve kapitalist olmayan toplumlardaki ekonomik krizlerin farklı karakterleri ele alınacak ve bu farkın doğa ile ilişkideki sorunlarına değinilecektir. Bilindiği gibi, kapitalizm öncesinde de krizler olur. Ama bunlar doğal veya ekonomik nedenlerle yeterince üretememekten dolayı olurlar. Örneğin uzun bir kuraklık, savaş, salgın hastalık vs. gibi. Ya da ekonomik sebepli olabilir. Tefecilere borçlanan çiftçilerin yeniden üretecek durumda olmamaları; devletin veya işgalcilerin aldıkları haraçlar ve vergiler de benzer sonuçlara yol açabilir.,
Ama kapitalizmdeki krizlerin temelinde aşırı üretim vardır. İnsanlar çok ayakkabı ürettikleri için ayakkabısız kalırlar. Bunlar ekonomik krizlerdir. Elbette bu kriz fenomeni kapitalizm oldukça vardır ve var olacaktır. Ancak, bugünün dünyasında doğanın sınırlarından doğan kriz kapitalist ekonominin kendisinden doğmaz. Elbet kapitalist ekonomiyle üretim yapıldığından onun sonucu gibi görülür ama değer yasasının kendi özünden doğmaz. Kapitalizm dizginlenemez geniş yeniden üretim olması nedeniyle ekolojik felaketlere yol açar. Ve ekolojik sınırlar aslında aynı zamanda kapitalizmin de sınırlarını belirler ama bunlar yine de ekonomik sınırlar değildir örneğin kar oranının düşmesi vs. gibi.
Kapitalizm nasıl ve ne biçimde ortadan kalkarsa kalsın kapitalizm ortadan kalktığı an, ekolojik sorunlar son bulmayacaktır; hatta insanlığın yok olması tehlikesi de ortadan kalkmayacaktır. Bu yok oluşu engellemek için muhtemelen bir olanak elde edilmiş olacaktır. Ancak bu insanlar yanlış ve kısa vadeli çıkarları gözeten kararlar alarak pek ala yok olmaya yol açabilirler.
Bu kapitalizm öncesi tarihsel tecrübeler incelenerek, bu incelemelerden çıkan sonuçların eleştirel bir değerlendirmesiyle, gelecekteki muhtemel sorunlar ve bunlardan kaçış yolları ve olanakları tartışılabilir.
Bu konuda Türkçe’de yayınlanmış Jared Diamond’ın, “Çöküş – Medeniyetler Nasıl Ayakta Kalır ya da Yıkılır” aslı eserinde ele aldığı örnekler, buradaki süreçler, Diamond’ın açıklamaları, bu açıklamaların eleştirisi ve gelecek için ne gibi sonuçlar çıkarılabileceği tartışılacaktır.
Bu kitapta özellikle şu örnekler üzerinde durulmaktadır:
1)     Paskalya adalarındaki Çöküş
2)     Pitcairn ve Henderson Adaları
3)     Maya uygarlığı ve çöküşü
4)     Viking fetihleri, Grönland ve çöküşü, Eskimolar
5)     Yeni Gine’nin yüksek yaylalarında yaşamın sürdürülüşü
6)     Pasifikteki Tikopya’da yaşamın sürdürülüşü
Ayrıca Jared Diamond modern kapitalist toplumları da ele almakta kitabının ikinci bölümünde. Doğu Afrika, Dominik, Tahiti, Çin, Avustralya
Kitabının son bölümünde “Bazı toplumlar niçin Yıkıcı Kararlar alır” diye bir bölüm bulunmaktadır.
Kendisi sol eğilimli bir insan olmasına rağmen, Marksizm’i bilmemesinin ve onun kavramsal araçlarından habersizliğinin kendisini nasıl açmazlara düşürdüğü,  Marksist açıdan hangi sonuçların çıkarılabileceği, eleştirel bir biçimde ele alınacaktır.
*

“Reel sosyalizm” Kavramının Eleştirisi ve Gerçek Bir Sosyalizmin Deneylerinin Neler Olabileceği Üzerine?

Bu bildiri, Bilim Kongresi’nin tanınım metninde “Doğa – Toplum – Teknoloji İlişkileri Açısından Reel Sosyalizm Deneyimleri ve Yeni Sosyalist Alternatifler” şeklinde tanımlanmış konudadır.
Önce, bizzat sorunu böyle tanımlamanın yanlışlığı ve buna bağlı olarak konunun ve sorunların yanlış tanımlanması ve o deneyimlerin anlaşılamaması ele alınacaktır.
Sonra bir zihinsel deney aracılığıyla “reel” olmayan bir gerçek bir sosyalizmde ne gibi sorunlarla karşılaşılabileceği taslaklaştırılmaya çalışılacaktır.
 “Reel Sosyalizm” kavramı, Sovyet bürokrasisinin, egemen olduğu Sovyetlerdeki gerçek ile, dayanıldığı ve savunulduğu iddia edilen Marksizm’in tanımladığı kriter ve öngörüler arasındaki ilişkisizlik ve zıtlığı ötmek, gizlemek veya rasyonalize etmek için uydurulmuş bir kavramdır.
Böyle bir kavramın konu tanımlamasında kullanılması daha baştan ideolojik bir kısıtlama ve anlaşılmazlığa mahkum etme anlamını taşır.
Bu kavramın yanlışlığı klasik Marksist önermelerle gösterilebilir.
Sosyalizm sınıfsız toplumdur, ama henüz zenginlikler gürül gürül akmadığından işbölümünün devam ettiği bir sınıfsız toplumdur. Sosyalizmde bırakalım bütün sınıflı toplumlarda da görülen ve bir azınlığın egemenliğine göre şekillenmiş bir bürokratik cihazı bir yana; artık bir sınıf mücadelesinin aracı olan, “Paris Komünü tipi” çoğunluğun egemenliğinin aracı olmak üzere şekillenmiş bir işçi devleti bile olmaz. Çünkü sınıfsız bir toplumda işçi sınıfı da olmaz. Artık bir mum gibi sönen ve yok olan devletin tek işlevi: “burjuva hak eşitliğini”, yani “çalışmayana ekmek yok” veya Marks’ın deyişiyle “herkese emeği kadar” ilkesini uygulamaktır.
Ayrıca sosyalizm için şu koşullar da bir varsayım olarak şarttır:
Sosyalizm kapitalizmden yüksek bir emek üretkenliğini varsayar.
Sosyalizmde insanların yaptıkları iş ne olursa olsun aldıkları ücret aynı olur.
Sadece bu temel kriterler açısından bile baktığımızda “reel sosyalizm”de bunların hiç birinin bulunmadığı görülür.
Reel sosyalist” ülkelerde, bırakalım demokratik bir devlet cihazını bir yana, bürokratik muazzam bir baskıcı aygıt vardır. Bırakalım sınıfsız topluma doğru gidip eriyen devleti bir yana, bu devlet bizzat bir tür egemen sınıfı oluşturur, dolayısıyla sınıfları koruma ve hatta sonraki gelişmelerin gösterdiği gibi, yaratmanın aracıdır.
Reel sosyalist” ülkelerde kapitalizmden daha yüksek bir emek üretkenliği yoktur.
“Reel sosyalist” ülkelerde, herkesin eşit çalışma zamanı karşılığı eşit ücret alması yoktur. Mühendisler ya da bürokratlar hem daha yüksekler alırlar hem de birçok ayrıcalıktan faydalanırlar.
Metodolojik olarak “Reel sosyalizm” kavramıyla yapılan yanlış, bir analoji ile açıklamak gerekirse, insanın hiçbir özelliğini taşımayan maymunlara örneğin, “reel insan” demek gibi bir saçmalıktır. “Reel sosyalizm” kavramını yaratan mantıkla, her şey, her şey olarak tanımlanabilir. Petrol lambalarına ya da mumlara, “reel elektrik ampulü” denebilir örneğin.
Bu nedenle tırnak içine bile alınmadan yazılan “reel sosyalizm deneyleri”, dünyada bir ülkede sosyalist devrim olması ve bürokratik bir yozlaşma veya çarpılmaya uğramadan, bir karşı devrim yaşamadan var olabilmesi durumunda, doğa ve teknoloji konusunda karşılaşılacak sorunlar hakkında hiçbir deney sunmaz. Çünkü baskıcı olmayan bir cihaz, üreticilerin kendini yönetmesi, kendilerinin tam bir özgürlük ortamında kararlar alması gibi koşullardan hiç biri yoktur.
Bu bakımdan, “reel sosyalist” ülkeler, meta üretiminin sınırlılığına rağmen, doğa ve teknoloji konusunda kapitalist ülkelerin en azından gelişmiş ve az çok demokratik olanları karşısında bile çok daha kötü bir örnek sunarlar.
Ama yine de, eğer Sovyetler’de 20’li yıllarda bir karşı devrim olmasaydı, (ki bu da köylük bir ülkede, savaş ve iç savaş sırasında bütün üretici güçlerin neredeyse tahrip olması; İşçilerin nüfus içindeki oranlarının küçüklüğü, bu küçük öncünün de savaşlarda ve iç savaşta büyük ölçüde imha olması. Kalanların da ele geçirilen ve “birazcık Sovyet boyasıyla” cilalanan devletin bürokratlarına dönüşmesine ve nihayet daha gelişmiş bir ülkedeki bir devrimin gerçekleşmemesine bağlıdır.) ne gibi sorunlarla karşılaşılabileceği konusunda bazı ön görülerde ve çıkarsamalarda bulunulabilir.
Bu bağlamda, Lenin ve Troçki’nin bu konudaki kimi değinmeleri bir hareket noktası olabilir.
Bilindiği gibi Lenin’in son yıllarda doğa ve teknoloji sorunları bağlamında çok sözü edilen ve eleştirilen Elektirifikasyon+Sovyetler=Sosyalizm diye bir formülasyonu vardır.
Benzer şekilde Troçki’nin de, nehirlerin yataklarını değiştirmekten, dünyanın coğrafyasını ve iklimini yeniden düzenlemekten söz ettiği pasajlar vardır.
Bunlar da Lenin’inkiler gibi çok bilinir ve eleştirilirler.
Önce bu görüşlerin gerçekte ne anlama geldiğini analiz edeceğiz.
Sonra bunların egemen bir politika olarak özgürce seçilmiş Sovyetlerde, yani bürokratikleşmemiş ve bir karşı devrime uğramamış bir ülkede nasıl uygulanabileceği ve değiştirilebileceğini ele alacağız.
Böylece teknik ve doğa hakkında bugün kapitalist dünyada olduğundan çok daha erken ve doğru olarak yanlış hayallerden kurtulunabileceğini ve malların değil ürünlerin; değer yasasına değil ihtiyaçlara göre yapılan üretim yapılan bir düzende bugünkü sorunların hiç birinin olmayacağını göstereceğiz.
Ama bu doğa ve teknoloji ile ilgili sorunsuz bir durum anlamına gelmez. Doğanın kullanımı ile teknoloji ile ilgili olarak gerçek sorunların ortaya çıkmasının ve tartışılmasının ve bunlara uygun kararlar alınmasının koşullarını oluşturur. Özgür üreticilerin demokratikçe tartışıp karlar aldıkları, bürokratik devlet cihazının bulunmadığı; sınıf farklarının olmadığı ve en azından hızla azaldığı bir dünya var sayılabilir. Böyle Sosyalist bir dünyada, sınırlı bir dünyada yaşamaktan doğan; ürünlerin fiziksel, kimyasal vs. kullanımlarından doğan sorunlar da var olacaktır elbette.
Peki bunların çözüm yöntemi ne olabilir?
O zaman toplum deneme ve yanılmalarla optimum çözümleri bulabilecektir. Bir bakıma, sosyalizm böyle optimum çözümleri arayabilmenin koşullarını sağlayabilmek olarak ortaya çıkar.
Deneme yanılma yöntemi hiç de hor görülmemelidir. Doğa şu her biri birbirinden harika milyonlarca canlıyı, onlardaki o bıçak sırtı dengeleri tam da bu deneme yanılma yöntemleriyle, yanlış kopyalamalar, mutasyonlarla yaratmıştır.
Tezler özetle bunlardır.
*

Geri Dönüşsüzlük (Tersinmezlik) Sorunu - Çin Uygarlığı Örneği - Bugüne ve Geleceğe İlişkin Öngörü ve Çıkarsamalar


Bu bildiri Bilim Kongresi’nin tanıtım metninde “Doğanın yeniden üretim(sizliğ)i” ve “Doğa - Tarımsal Üretim - Teknoloji” şeklinde tanımlanmış konularda sayılabilir. Aslında daha doğru bir tanımla, tanıtım metninde sayılan konular arası (disiplinler arası) denilebilir.
Önce genel olarak “tersinmezlik” kavramı ele alınacaktır. Bu bağlamda bu kavramın kaynaklandığı fizikteki esas ve bilenen kullanımı ve anlamı hakkında kısa bir giriş olacaktır.
Özetle termodinamiğin ikinci yasası zaman okunun yönünü belirler. Yani doğada düzensizliğe doğru bir eğilim vardır. Kırılan tabağın parçaları geriye doğru toplanıp tekrar birleşmez. Tam olmasa bile bir birleşmenin olabilmesi için dışarıdan bir enerji gerekir. Ama evrenin “dışı” olmadığından, tüm süreçler geri dönüşsüzdür. Yani zamanda geri gidilemez. Burada bu anlamda bir tersinmezliği konu etmediğimiz not edilecektir.
Özellikle “doğaya dönüş” ve “doğal yiyecekler” üzerine çok söz edilmesi ve artık bunun mümkün olmaması bağlamında tersinmezliğin konu edildiği, kavramın bu anlamda kullanıldığı açıklanacaktır.
Daha sonra artık “doğal yiyecekler” veya tüketim nesneleriyle yaşamanın imkânsızlığının fiziksel sınırları ve giderek daha fazla insanların şekillendirdiği bir “doğa”da yaşamaya mahkum olunduğu konusu ele alınacaktır.
Bu bağlamda analoji için tarihsel bir fenomen olarak Çin’in yoğun nüfusu ve bunun pirinç’in çok yoğun ekimi ile ilgisi; bu nüfus ve coğrafi koşullar veri olduğundan bundan geri dönüşün mümkün olamayacağı veya ancak nüfusun çok büyük bir bölümünün yok olmasıyla mümkün olabileceği ele alınacaktır.
Yani Pirince dayalı üretim terk edilip tekrar geniş alanlar otlak ve meralara çevrilerek pirincin yanı sıra diğer tahıllar da ekilerek eski “doğal” biçimlere geri dönülemez. Böyle bir girişimin, nüfusun büyük bir bölümünün yok edilmesi ile mümkün olabilirliği konu edilecektir.
Daha sonra bu günkü dünyada da benzer bir durumun çok daha büyük ölçülerde geçerli olduğu, ekolojik veya doğal ürünlere geçişin bugünkü insan nüfusunun büyük bölümünün yok olmasına yol açacağı, insanlığın artık bu noktadan sonra bir bakıma tüm dünyayı yeniden dizayn etmeye; doğanın dengesini sürekli bozup o bozduğunu yeni dizaynlarla düzeltmeye yazgılı olduğu ele alınacaktır.
Kapitalizmin bunu bile olanaksızlaştırdığı; sosyalizmin ya da kullanım değerleri ve ihtiyaçlara dayalı bir üretimin artık doğanın dengesini de gözeten bir optimum kavramına göre şekillenmek zorunda olduğu ele alınacaktır.
Buna bağlı olarak, doğanın sınırlarının gözetilmesinin; optimum çözümler aramanın, yeryüzünün kaynakları, insanların sayısı gibi veriler göz önüne ele alındığında, tüketim alışkanlıkları, nesneler ve niceliklerde ciddi kısıtlamalar gerektireceği ele alınacaktır.
Ama bunun gerçekleşebilmesinin önünde de ciddi bir engel vardır. İnsanlığın önemlice bir bölümü çok yüksek bir tüketim düzeyindedir. Bu tüketimin kısıtlanması gerekir. Ama hiçbir toplumsal grup bu kısıtlama için bir toplumsal değişim yapma yoluna gitmez. (Bu konuyu diğer bir bildiride ayrıca ele alıyoruz)
Ama bir an için bunun aşıldığını, bir şekilde kapitalizmin tasfiye edilip bir sosyalist dünya cumhuriyeti kurulduğunu var saysak bile, daha önce hiç hesaplanmamış yeni sorunlar ortaya çıkabilir.
Böyle bir devrim muhtemelen insanlığın yok oluşun sınırına geldiği bir durumda olabilir. Böyle bir durumda dünya yurttaşları gönüllü olarak tüketimlerini temel ihtiyaçlarla sınırlamak zorunluluğuyla karşı karşıya kalacaklardır. Yani bir bakıma “savaş komünizmi” gibi bir durum biricik yaşama yolu olarak ortaya çıkabilir.
Bu durumda şöyle bir açmaz ortaya çıkar: “kıtlık temelinde sınıfsız toplum olamaz, yoksa bütün pislikler yine ortaya çıkar” der Marks. Keza Troçki de Sovyetler’deki bürokratik kastın egemenliğini bu kavramlara dayandırır.
Marks’ın ve Troçki’nin önermelerinden çıkarılması gereken sonuç, adeta bir yönetici kastın veya ekolojik bir diktatörlüğün ortaya çıkmasının zorunlu olduğu noktasına gelir.
Ama tarih bize, kıtlık ve son derece sınırlı bir tüketim düzeyinde de insanların pek ala kardeşçe yaşayabileceklerini de göstermiştir. Binlerce yıl boyunca, küçük kabileler, köy komünleri pek ala, kıtlıkla ancak dayanışma yoluyla baş edebileceklerini görmüşler ve bunu başarabilmişlerdir.
Benzer şekilde insanların, kıtlığı daha fazlasını üretme yeteneksizliği nedeniyle değil, doğanın sınırları nedeniyle biricik seçim olarak benimsemeleri ve buna uygun bir kıtlığa dayanan bir sınıfsız toplum kurabilmelerinin mümkün olabilirliği yönünde Marks’ın ve Troçki’nin teoremini gözden geçirmek gerekebilir..
Yani bir bakıma, kapitalizm yıkıldıktan sonra Marks’ın anladığı anlamda bir Sosyalist ve Komünist toplum yitirilmiş bir tarihsel olanak olarak görülmelidir. Bunun yerine temel ihtiyaçların karşılanmasına yönelik; kıtlık temelinde bir eşitliği sağlayan; bir tür “askeri komünizm” gibi bir toplumsal biçim, çok uzun vadede aşılabilmek üzere insanlığın yaşaması için biricik yol olarak ortaya çıkabilir.
Eğer Kapitalizmin varlığı daha uzun sürerse, işler giderek bu noktaya doğru kaymaktadır.
Bildiri özellikle Marksist Teorinin ön görülerini bu veriler ışığında yeniden gözden geçirecektir.
*

Marks’ın Teknolojiyi Tarafsız Gördüğü ve Aydınlanmacı, Pozitivist ve İlerlemeci Olduğu Şeklindeki Eleştiriler ve Eleştirilerin Eleştirisi


Bu bildiri Bilim Kongresi’nin tanıtım metninde “Teknoloji-İlerleme-İdeoloji”, “Teknoloji karşısında işçi sınıfının konumu”, “Doğa-Toplum-Teknoloji ilişkileri açısından Reel Sosyalizm deneyimleri ve Yeni Sosyalist Alernatifler” şeklinde tanımlanmış konularda sayılabilir.
Marks’ın Teknolojiyi tarafsız olarak ele aldığı; teknoloji hayranı olduğu; dolayısıyla teknolojik ilerlemenin bir taraftarı olduğu; dolayısıyla aydınlanmacı pozitivist ilerlemeci bir yaklaşımı olduğu çok sık rastlanan eleştirilerdir.
Bu eleştiri ve önermelerin hepsi bu bildiride tek tek örnekleriyle ele alınıp eleştirilecek ve yaptıkları metodolojik hatalar; olgulara ve Marks’ın görüşlerine ilişkin gücü yaygınlığından gelen yalan yanlış bilgiler gösterilecektir.
Birinci konu teknolojinin tarafsızlığı konusudur.
Bu konuda yapılan belli eleştirilerden en tipik olanları ele alınıp gösterilecektir. Sonra bunların ne gibi kavramları karıştırdıkları ele alınacaktır.
Bunun için önce tabii ki, ilerleme kavramı ile Marksizm ilişkisi ele alınacaktır.
Ama bunun anlaşılması için de öncelikle Marksizm’in organik bileşeni olan özellikler ile onda geçmişin kalıntısı olarak var olan özellikler arasında bir ayrım yapılması gerektiği üzerinde durulacak ve öncelikle bu açıklanacaktır.
Daha sonra İlerleme kavramının ideolojik karakteri ve Marks’ın evrim kavrayışının hiç de ilerlemeci olarak nitelenemeyeceği; aksine açık uçlu bir tarih gibi hiç de ilerlemeci olmayan bir tarih anlayışını ifade edip savunduğu gösterilecektir. Bu bağlamda özellikle Komün’ün değerini görmesi ve yüceltmesi vs. ele alınacaktır.
Bu bağlamda tam da bayağı Marksizm’in özelliğinin bu ilerlemecilik olduğu, yaratıcı ve otantik Marksizm’in her zaman bu bayağı Marksizm’e mücadele içinde geliştiği kısaca gösterilecektir.
Bundan sonra Marks’ın kafasındaki kategorilerin Teknolojinin tarafsızlığı gibi bir görüşe neden yer bırakmadığı da Yapı ve İşlev Kategorilerinin ilişkisi ve bunlara ilişkin Marks’ın kavrayışı örnekleriyle gösterilecektir.
Bu bağlamda, Marks’ın Paris Komünü ve proletarya diktatörlüğü hakkında söyledikleri, yapı ve işlev kategorilerine ilişkin kavrayışının örnekleri olarak ele alınacaktır.
Buradan da Marks’ta tıpkı devlet gibi, maddi araçlar için de bir tarafsızlık kavramı olamayacağı açıklanacaktır.
Daha sonra Marks’ın emek üretkenliğinin artışı olarak teknik gelişmeyi ele alması. Bu kategori ve kavramın, yani emek üretkenliği artışının iki farklı anlamı, ekonomi politik anlamı ve sosyolojik anlamı ele alınacaktır.
Marks’ın esas eseri olan Kapital’de emek üretkenliğini sağlayan teknik gelişmelerin ekonomi politik bakımdan bir anlamı olduğu; Ekonomi politik bakımdan emek üretkenliği artışının bu artışın hangi araçlarla olduğu veya nelerin üretildiği konusuyla ilgili olmadığı; bunun ekonomi politiğin kendisinden çıktığı görülecektir. Tekniğin tarafsızlığı gibi bir yargıya bu ayrımı anlayamamanın yol açtığı gösterilecektir.
Bundan sonra, üretim araç ve nesnelerinin tarafsızlığının söz konusu olamayacağından hareketle, Marks’ın önermeleri bir adım daha ileri götürülmeye çalışılacaktır.
Marks’ın Paris komünü vesilesiyle söylediği, işçilerin eski devlet cihazını alıp kendi amaçları için kullanamayacağı önermesi iki yönde geliştirilebilirliği gösterilecektir.
Biri, bu devlet cihazının en önemli özelliğinin, yani ulusal karakterinin Marks’ta söz konusu edilmemesi ama bunun içkin olarak varlığı ve bunun çelişkisidir. Yani ulusal devletlerin de işçiler tarafından sınıfsız topluma gidişte kullanılamayacağı; uluslara karşı bir mücadele vermek gerektiği.
Diğeri, bu uygarlığın maddi araçlarının da sınıfsız bir topluma gidişte kullanılamayacağı, dolayısıyla bir tür geçiş sadece siyasi değil; maddi araçların dönüşümünü de içeren bir geçiş dönemi gerektirdiği.
Bunların programatik sonuçlarının ayrı bir uygarlığı taslaklaştırmak anlamına geldiği; dolayısıyla program ve stratejide köklü bir değişim gerektiği. Artık sadece ekonomik ve politik değişiklikleri içeren bir programla yetinilemeyeceği; başka bir uygarlığı taslaklaştırmak gerektiği.
Tabii buna bağlı olarak, da uluslara karşı mücadelenin en başa alınması gerektiği. Ve bunun köklü bir stratejik değişiklik anlamına gediği açıklanacaktır.
Doğayı optimum kullanmanın ön şartının dünya ölçüsünde bir tek cumhuriyet olmadan mümkün olamayacağı; bu nedenle bu program ve strateji değişmelerinin aynı zamanda doğa ve tekniğin yarattığı sorunlara bir cevap olduğu gösterilecektir.
Yine bu bildiri bağlamında Marks’ı aydınlanmacı ve Pozitivist olarak niteleyenlerin aydınlanma ile pozitivizmi birmiş gibi göstererek yarattıkları kafa karışıklığı; pozitivizmin Aydınlanmanın inkarı; aydınlanmaya karşı bir karşı devrim olduğu da kısaca ele alınacaktır.
*

Kabul Edilen Tek Konuda  Kongreye Yazılı Olarak Önceden Sunduğumuz Bildiri


Marksizm’e Eleştirilerin Eleştirisi


Giriş

İki temel önermeden yola çıkacağız.
Birinci önerme: Yanlış sorulara doğru cevaplar verilemez.
İkinci önerme: Genel ve temel sorunlardan kaçılamaz. Onlar her tikel durumda tekrar ortaya çıkarlar.
Dolayısıyla konumuz son derece temel ve metodolojik sorunlardır.
İlerleme ve Teknoloji kavramları üzerinden Marksizm’e yapılan eleştiriler, bu eleştirilerde bol bol görülen çok temel metodolojik yanlışları göstermek için birer örnek işlevi göreceklerdir. Diğer bir ifadeyle bizim konumuz, Marksizm’e yönelik eleştirilerin temel metodolojik yanlışlarıdır. İlerlemecilik veya teknoloji üzerinden Marksizm’e yapılan eleştiriler burada birer örnek işlevi göreceklerdir.
Marksizm’in ilerlemeci bir tarih görüşüne dayandığı veya teknolojiyi tarafsız kabul ettiği ve teknoloji hayranı olduğu yönündeki eleştiriler çok yaygındır ve bu yönde çok geniş bir literatür bulunmaktadır.
Aynı şekilde bu türden eleştirilere yönelik cevaplar ve bu eleştirilerin eleştirileri de çok geniş ve zengin bir literatür oluşturmaktadır.
Biz bu Marksizm’i eleştiren ve savunan literatürün neredeyse tamamının aslında aynı ortak yanlış varsayımları paylaştığını; dolayısıyla sorunun doğru koyuluşunun bu tartışmaların paylaştığı ortak varsayımların eleştirisinde olduğunu savunacağız ve bunu açıklamayı deneyeceğiz. Diğer birz ifadeyle, bu konularda Marksizm’i eleştiren ve savunanların ortak yanlışlarını söz konusu etmeye çalışacağız.
Bu yanlışlar son derece yaygındır ve neredeyse tüm akademik veya akademi dışı, teorik veya  popüler yazın bunlardan oluşmaktadır.
Marksizm’e yönelik daha modern veya post modern,  “radikal” ve “soldan” görülen eleştiriler özellikle onun teknik hayranı olduğu; tekniği tarafsız gördüğü veya İlerlemeci bir tarih kavrayışına dayandığı, yine bunlarla bağlı olarak Avrupa Merkezli, Erkek, Beyaz vs. olduğu, tekçi olduğu gibi noktalarda yoğunlaşmaktadır.
Bu eleştirilere baktığımızda onların çok temel, çok basit bir yığın yanlışa dayandığı; bazı çok temel metodolojik yanlışlar içinde bulunduğu görülür.
Nedir bu son derece basit, temel ve gücü yaygınlığından gelen yanlışlar?
Fikirler ve Ordular Savaşının Temel Farkı
Marksizm’e yönelik eleştirilerin en temel yanlışı, fikirlerin savaşı ile fiziki güçlerin, örneğin orduların savaşı arasında olması gereken temel farkı görmezden gelmeleridir.
Nedir bu temel fark?
Bunu Gramsci’den bir alıntıyla göstermeyi deneyelim. Gramsci bunu şöyle ifade ediyor:
"Bir tartışmada hasımlar arasından en zayıfların ya da en 'budalaların seçilmesi; yahut hasımlarının düşünceleri arasında pek de esaslı olmayanların, biraz gelişigüzel söylenilmiş olanların seçilmesi ve de böylece karşısındakinin 'yere serildiği'nin su götürmez bir olay olduğunun kabul ettirilmeye çalışılması pek de 'bilimsel' ya da 'ciddi' bir davranış olmasa gerek. Aslında, ikinci derecede ya da rast gele ileri sürülmüş bir görüş ya da ideolojiyi ya da öğretiyi savunan dördüncü dereceden şampiyonların sırtını yere getirdim diye övünüp bu öğretileri çürüttüğünü sanmaktan başka bir şey değildir bu. Öte yandan, insanın 'hasımlarına karşı' insaflıca dav­ranması gerekir; yani bunların gerçekten ne söylemek istediklerini anlamaya çalışmak ve az çok kötü niyetle, söyleyişlerindeki bazı yüzeyde kalan an­lamsızlıklar üzerinde durmamak gerekir: Şüphesiz ki, böyle bir davranışı ancak tartışmayı ve okurlarının fikir seviyesini yükseltmeyi amaç edinen bir yazar benimser, yoksa çevresinde her yola baş vurarak ve her şekilde boşluk yaratmak isteyen biri değil."
Burada bu farkı daha net gösterebilmek için, ordular savaşı ile fikirler savaşını kıyaslayalım
Ordular savaşında ya da fiziksel acı güce dayanan savaşta, güçlerin en irisini karşı tarafın en yaralanabilir, en zayıf yerine yığmak savaş sanatının en temel kurallarından ve zaferin en temel şartlarından biridir.
Ama yeryüzünden baskı ve sömürüyü kaldırmak isteyenlerin; özellikle de Marksistlerin fikirlere karşı savaşta tam tersi bir ilkeyle savaşmaları gerekir. Onlar, tabiri caiz ise, karşı tarafın en güçlü, en yenilmez temsilcilerini ve yanlarını hedef alınmalıdır. Tabii burada, ezilen sınıfları siyasi ve teorik bakımdan eğitmek; onların geri yanlarına hitap etmekten kaçınmak aksine bu geri yanlarıyla mücadele etmek isteyenler için diye de eklemek gerekiyor.
Tabii ancak böylesine Sosyalistlerin, Marksistlerin, alt sınıflardan yana olanların, yeryüzünden sömürü ve baskıyı yok etmek isteyenlerin ihtiyacı olduğu veya olması gerektiği varsayımından yola çıkıyoruz.
Gramsci’nin dediği gibi, sadece karşı tarafın en mükemmel ve gelişmiş temsilcilerini seçmek de yetmez; onların fikirlerini, onların bizzat kendi özensizliklerinden ve tutarsızlıklarından da arındırıp öyle eleştirmek gerekmektedir. Eğer böylesi yoksa bile, o gerçekte olmayan ve mümkün olan yaratılıp, gerçek kılınıp öyle eleştirilmelidir. Eleştirilecek görüşün eleştirilmeden önce, geçmişin kalıntısı olan, ona ait olmayan görüşlerden; yine onu yaralayan kültürel etkilerden ve bunların yansımalarından; mantık hatalarından; mantık sonuçlarına götürülmemiş çıkarsamalardan vs. arındırılması, yani özensizliklerden temizlenmesi; bir tüvenan gibi önceden bir arıtma işleminden geçirilmesi, yabancı maddelerden temizlenmesi gerekmektedir. Marksistler gerici fikirleri ve görüşleri en güçlü oldukları yerlerde, en güçlü oldukları noktalarda yenmek isterler veya istemelidirler. Ancak böyle gerçekten ezilenlerin geri yanlarını okşamayan, aksine bu geri yanlarla mücadele eden bir çizgi savunulmuş olur.
Marksistler böyle davranmalıdır ve Marksizm’in eleştirisi de eğer yapılacaksa böyle yapılmalıdır. Zaten böyle yapılmamış bir eleştiri Marksist olamaz. Ve ancak böyle bir eleştiri Marksist olabilir.  Dolayısıyla Marksizm’in Marksist bir eleştirisinin temel koşulu, Marksizm’in bayağılaştırılmalarıyla mücadele olmak zorundadır. Marksizm’in, Marksizm’e ait olmayan, geçmişin kalıntılarından, özensizliklerden arındırılma olmalıdır. Ancak bundan sonra Marksizm’in bir eleştirisi olabilir. Buradan kolayca şu sonuca çıkılabilir. Marksizm’in ancak Marksist bir eleştirisi yapılabilir.
Tersinden, Marksizm’e yönelik bir eleştiri, eleştiri nesnesi olan Marksizm’i eleştirebilmek için, eleştiri nesnesi olan Marksizm’i, en gelişmiş, en yanlış ifade ve anlamalardan arındırılmış biçimiyle ele almalı; yani önce Marksizm’i önce onun bayağı savunucularına karşı savunmalı sonra onu eleştirmelidir. Ama bunu yaptığında zaten bir Marksist olacaktır.
Marksizm’e yönelik eleştirilere veya Marksizm adına yapılan savunmalara baktığımızda, tam tersi bir durum görülmektedir. Marksizm diye eleştirilenler, onun toy ve bayağı savunuları; ifade bozuklukları, ona, onun özüne ait olmayan önermelerdir genellikle.
Ama savunmalar da daha temiz ve günahsız değildir. Onlar da eleştirenlerin Marksizm’in özü olarak eleştirdiklerini Marksizm’in özü eleştirilen noktalarmış gibi savunmaktadırlar.
Bunu bir örnekle açıklamayı deneyelim.

Geçmişin Kalıntılarını Öz Gibi Alma
Bunun için biyolojiden bir örnek verelim. Örneğin kör bağırsak, muhtemelen son birkaç milyon yılda insanın ateşi kullanmasıyla ve böylece bitkisel hücrelerin çeperindeki selülozu vücuda girmeden önce parçalayabilmesi ile birlikte, giderek işlevsizleşmiş geçmişin kalıntısı olarak var olmaya devam eden bir organdır. Yiyeceklerinin çoğunu pişirerek yiyen bir canlı olarak insanın kör bağırsağa ihtiyacı yoktur. Kör bağırsak, insanın onu diğer canlılardan ayıran bir özelliği değildir. Kör bağırsaksız bir insan, biyolojik olarak insanlığından bir şey kaybetmeyeceği gibi daha insan olur. Ameliyatla apandisiti alınanlar ölmez, veya bir mutasyon sonucu kör bağırsıksız olarak doğanlar, belki apandisit olma tehlikeleri yok olduğundan yaşam şansları artar bile.
Hiçbir bilim ya da düşünce gökten zembille mükemmel bir şekilde inmez. O her zaman geçmişin kalıntılarını, içinden doğup geldiği rahmin göbek bağlarını taşır. Bu Marksizm için de böyledir Marksizm’de de özünde Marksizm’e yabancı, onun özüyle çelişen, geçmişin kalıntısı bir çok fikir, kabil, yargı bulunmaktadır[1].

Bir biyolojik tür olarak İnsanda kuyruk sokumu gibi, kör bağırsık gibi, geçmişin kalıntısı olan, henüz ağaçlarda yaşadığı zamanların izi olan; henüz ateşi bulmadan önce, yiyeceklerini çiğ yediği zamanların izi olan organların varlığından dolayı, insanda örneğin kör bağırsak olduğu için insanı maymunlar sınıfına dahil etmez.
Ancak söz konusu olan Marksizm olduğunda, nedense bu kalıntılar onun asli bir öğesiymiş, onu o yapan özelliklermiş gibi ele alınmaktadır.
Örneğin Engels’in “tarihsiz halklar”dan söz ettiği satırlar veya kimi pasajlarında ırk kelimesini kullanmaları, hatta yaşadıkları tarihsel iklimin kimi yansımaları (örneğin tarihsel iyimserlik) gibi birçok özellik Marksizm eleştirmenlerinin tepe tepe kullandıkları eleştiri konularını oluştururlar.
Ama bütün bunlar Marksizm’in asli, onu o yapan özellikleri değildir. Bunlar onda bir geçmişin kalıntısı olarak, bir kör bağırsak veya bir ur gibi vardırlar. Marksizm bunlardan arındığında temel özelliklerini yitirmez, aksine, bu arınma ölçüsünde daha çok Marksizm olur.
Özetle, Marksizm eleştirmenlerinin, Marksizm’i öncelikle bu gibi geçmişin kalıntılarından, toyca savunanların yanlış ifade ve anlatımlarından arındırarak; yani tabiri caiz ise, Marksizm’i, bayağı Marksistlere karşı savunarak; Marksizm’i Marksizm yapan özü açığa çıkararak onu eleştirmeleri gerekir.
Bu temel yanlışı aşmış Marksizm eleştirisi neredeyse yok denecek kadar azdır ve Marksizm’i bu yönde eleştirenler aslında onu bu kalıntılardan arındıran ve böylece onu aynı zamanda geliştiren Marksistlerdir.

Marksizm’in gelişmesini dikkate Almama
Bir diğer nokta, bir bilimin kendisinin gelişimini hesaplamamadır. Her bilim sürekli gelişir. Bilimin farklı alanlarında aynı hızla gelişmesi de söz konusu değildir. Bu ilerlemelerin bütün alanlara yayılması bir anda veya senkronize olarak gerçekleşmez. Bir zaman alır. Eşitsiz biçimde gerçekleşir. Farklı alanlar birbirlerinin gelişimini etkilerler. Keza yeni bir buluşun sonuçlarının tam anlaşılması da zaman alır.
Bu Marksizm için de geçerlidir. Marksizm doğduğu anda kalmış değildir. Bizzat Marks ve Engels’in eserlerinde teorinin ciddi değişimler geçirdiği görülebilir. Bir örnek olarak, evrimin ortaya çıkardığı yeni üretim biçimlerinin eski biçimleri tasfiye ettiği gibi bir anlayıştan, eski üretim biçimleriyle bir simbiyoza girme, böylece onun çok daha karmaşık niteliklerini kavramaya doğru bir evrim zikredilebilir. Metodolojik olarak, hem de sonuçları itibariyle kurucular kavrayışlarını sürekli geliştirmişlerdir.
Örneğin bir Hindistan’da İngiliz Egemenliği’nin Marks’ı ile İrlanda sorununda sonra ulaştığı yer bakımından fark böyledir. Birincisinde Kapitalizmin kapitalizm öncesi ilişkileri tasfiye edeceği ön görülürken, ikincisinde, aksine onları güçlendirebileceği anlaşılmış ve buna uygun bir kavramsal çerçeve geliştirilmiştir. Bunun stratejik ve politik sonuçları da farklı olmaktadır. Birinci anlayışa göre örneğin, İrlanda’nın kurtuluşu İngiliz İşçilerinin eyleminden geçerken, ikinci anlayışa göre İrlanda’nın Kurtuluşu, İngiltere’deki işçilerin kurtuluşunun ön koşulu olarak görülür.
Marksizm’in eleştirmenleri, Marks-Engels’in bizzat kendi hayatlarındaki bu özeleştiri ve geliştirmeyi görmezden gelerek, sanki hiç böyle bir şey  yokmuş gibi, Marks’ın Hindistan’a ilişkin erken bir tarihte söylediklerini pişirip  pişirip sunarlar ve buradan Marksizm’in ilerlemeci olduğu veya Eurosentrik olduğu yolunda hükümlere varırlar.
Kaldı ki Marksizm’deki bu gelişme sadece Marks ve Engels ile de sınırlı değildir. Marks’tan sonraki Marksistler de bu geliştirme işlemine devam etmişlerdir. Örneğin Troçki, Marks’ın çıkarsamasını bir adım daha ileri götürmüştür denebilir. Kıvılcımlı daha daha ileri götürmüştür. Biz özellikle yeni sosyal hareketleri açıklarken bu yaklaşımı kullanmış ve geliştirmişizdir.
Özetle, Marksizm, Frankfurt Okulu (Felsefe, sanat), Troçki, Mandel (Ekonomi, Politika), Kıvılcımlı (Tarih) gibileri tarafından, parantez içinde zikredilen alanlarda, üç farklı kanaldan çok ciddi ve alt üst edici şekilde geliştirilmiştir. Keza bu satırların yazarı da özellikle Din, Ulus ve üstyapılar teorileri alanında Marksizm’e katkılarda bulunmuştur.
Marksizm’e yönelik eleştiriler bütün bunları yok saymaktadırlar. Onu ölmüş bitmiş bir doktrin, bir dogma olarak kavramaktadırlar.

Marksizm’i Eleştiren ve Savunanların Özdeşliği
İşin ilginç ve aslında hiç de ilginç olmayan yanı şudur ki, Marksizm’i savunduğunu söyleyenler; hatta bu bayağı eleştiriler karşısında savunanlar da genellikle Marksizm’de Marksizm’e ait olmayan, tesadüfi olarak bulunan, geçmişin kalıntısı olan yanlara sahip çıkarak onu savunurlar. Marksizm’in gelişimini yok sayarak onu savunmaya çalışırlar. Aslında onu savunur gibi görünürken, eleştirenlere el verirler.
Böylece Marksizm’in Marksist olmayan eleştirmenleri ile, sözüm ona Marksizm diye Marksizm’in özüyle ilgisi kalmamış, Marksist terimlere dayanan bir Pozitivizmi Marksizm diye savunanlar, gerçek Marksizm ve Marksizm’i eleştirip geliştiren Marksistler karşısında, fiili ve zımni bir ittifak yaparlar.
İşin ilginci, bunlar neredeyse tüm entelektüel hayata, tüm üniversitelere, yayınlara egemen olduğundan, kimsenin gerçek bir Marksizm’le karşılaşma, onu öğrenme, tanıma şansı bile olmaz.
Bu genel ve temel yanlış, yani bir fikri ona ait olmayanlardan arındırmadan, onu yanlış, toyca anlayan ve savunanlara dayanarak eleştirme bir çok farklı somut görünümlerde ortaya çıkmaktadır. Yani sorun gelip neyin Marksizm olduğu noktasında yoğunlaşmaktadır.
Marksizm’in ne olduğuna ve Marksizm’i neyin temsil ettiğine ilişkin yanlışlara da değinelim.
Marksizm’e yönelik eleştiri ve savunmalarda gerçek tartışmanın tam da bu noktalarda yapılması gerekirken, sanki buralarda bir sorun yokmuş gibi tartışılmaktadır. Bu da o vulgar Marksistlerle Marksizm eleştirmenleri arasındaki iş ve güç birliğinin bir görünümüdür.

Marksizm nedir?

İnternete girin ve Marksizm nedir diye sorun. Bir tek doğru cevap göremezsiniz[2]. İşin daha kötüsü, bir tek doğru cevap olmadığına dair bir tek değerlendirme de göremezsiniz. Çünkü hemen hemen herkes o Marksizm tanımlarındaki gibi tanımlamaktadır Marksizm’i.
Genellikle Marksizm bir “Dünya Görüşü”, bir “Felsefe”, bir “İdeoloji”, bir “doktrin”[3]bir ekonomik teori, bir sosyoloji ekolü,  bir “Program”, bir sosyal hareket hatta bir sosyal düzen ya da bir devlet düzeni olarak anlaşılmaktadır[4].
Halbuki Marks ve Engels kendi teorilerini bütün bunların hiç biri olarak tanımlamazlar ve öyle de değildir. Marksizm tarih ve toplum teorisidir. Tarih ve Toplumun yasalarını inceleyen bilimdir,. Bugünkü yaygın kullanımıyla Toplum Bilimi’dir, Sosyoloji’dir. Sosyolojiler, Marksizm’e karşı, sosyolojiye karşı oluşturulmuş ideolojilerdir.
Örneğin Marksizm’e Felsefe deniyor sık sık. Kitapçılarda zaten Marksizm’e ilişkin kitapları Felsefe veya Ekonomi bölümlerinde görürsünüz. Halbuki Marksizm’in doğum çığlığı olan Alman İdeolojisi’nde bizzat Marks ve Engels şöyle yazıyorlar:
“Demek ki, gerçek yaşamda, kurguculuğun bittiği yerde pozitif bilim; insanların pratik faaliyetinin, gösterdikleri pratik gelişme süreçlerinin ortaya konuluşu başlar. Bilinç konusundaki boş sözler biter, onların yerini gerçek bilgi almalıdır. Gerçeğin kendisi ortaya konduğunda, özerk felsefe varlık ortamını yitirir. Onun yerini, olsa olsa insanların gösterdikleri tarihsel gelişmenin gözlemlenmesinden çıkartılabilecek en genel sonuçların bir sentezi alabilir.(abç)”
Yani teorileriyle felsefeyi bitirdiklerini söylemelerine rağmen hala bir felsefe olarak tanımlanmaya devam ediyor Marksizm eleştirmenleri ve savunucuları tarafından.
Şimdi örneğin teknik veya ilerleme konusunda Marksizm’i bir “felsefe” veya “dünya görüşü” olarak ele alan ve tanımlayan bir eleştiri ile yine Marksizm’i bir Felsefe olarak ele alan ve savunan aynı ortak ve yanlış Marksizm kavramını Marksizm’e karşı savunmuş olurlar.

 

Marksizm’i Ne Temsil Eder?
Öte yandan Marksizm diye bilinenler de Marksizm değildir. Yani sosyal demokrat ve Komünist partilerin veya bir zamanların “Sosyalist Ülkeler”inin Marksizm’i de Marksizm değildir. Bunlar aslında Marksizm terminolojisini kullanan, ama Marksizm’e karşı mücadelenin aracı olan; pozitivist, bayağı ilerlemeci, kaba evrimci ideolojilerdir.
Marksizm’in eleştirmenleri tam da Marksizm diye bunları eleştirirler. Yine bir takım Marksizm savunucuları bunları savunurlar.
Esas eleştirilmesi gereken tam da bu Stalinizm’i veya Marksizm terminolojili pozitivizmi Marksizm diye eleştirmek ve savunmak olmalıdır.
Bunun tipik bir örneğini bizzat bu Kongre’nin Programı’nda bile görmek mümkündür.
“Reel sosyalist” ülkelerin deneyleri diye bir başlık var örneğin. Bu “reel sosyalist” ülkelerin deneylerini savunmak veya eleştirmenin kendisi Marksizm’e karşı bir saldırıdır.
Çok basit bir nedenle böyledir. Sosyalizm tanımı gereği sınıfsız bir toplumdur. Sınıfsız toplumda devlet olmaz. Hak eşitliğini sağlayan artık bitmiş bir devlet olur ama o dünyadaki bugün var olan enr demokratik denebilecek devletlerle bile ilgisiz, hapishanelerde komün olarak yaşayan devrimcilerin aralarındaki hak eşitliğini sağladıkları türden bir toplumdur. Sosyalist denen ülkelerde bunun benzeri olmak bir yana, kapitalist demokratik ülkelerden bile daha anti demokratik ve bürokratik aygıtlar vardı. İnsanlar eşit ve sınıfsız değildi vs..
Bütün bu Marksizm’in ön görüleriyle olan çelişkiler nedeniyle, o bürokratik kastın var olan çelişkilere bir rasyonel kılıf geçirmek için uydurduğu saçma bir kavram hala burada kullanılmaktadır mesela. Bu ülkelere “Reel sosyalizm” demek, maymunlara reel insan demek gibi bir şeydir. Bu mantıkla zaten her şey, her şey olarak tanımlanabilir. Kurşun kaleme reel bilgisayar veya reel daktilo da diyebilirsiniz.
Buraya kadar kısaca sıralananlar Marksizm’i eleştirenlerin yaptıkları en kaba hatalar, en yaygın yanlışlardır. Ama bunların çokluğu ve yaygınlığı nedeniyle bunlar zikredilmeden olamazdı. Aslında bu hataların çoğu alnı zamanda birçok hatayı bir arada bulundurur. Bunların tek tek soyutlanarak ele alınması gerekebilir. Ancak burada kısa kesiyoruz.

Ekonomi Politik İle Sosyolojinin İlişkisi
Marksizm’in ilerlemeci olduğu, tekniği tarafsız gördüğü, eurosentrik, erkek, beyaz, Avrupalı olduğu yönündeki eleştirilerin çoğunun temel yanlışı Marksizm’in ne olduğunu, bu nun özel bir biçimi olarak da Ekonomi Politiğin ne olduğunu anlamamalarında toplanır.
Genellikle şöyle düşünülmektedir ve bu son derece yaygın bir anlayıştır. Marksizm ekonominin belirleyiciliğini söylemiştir. Bu nedenle de Marks, bilinçli hayatının büyük bölümünü ekonomi araştırmalarına harcamış, Das Kapital adlı eserini yazmıştır. Marksizm’in ne olup ne olmadığını anlamak için temel kaynak Das Kapital’dir. Marksizm’in ne olduğu, Kapital’den en doğru ve kaynağından öğrenilebilir. Marksizm’in eleştirisi de Kapital’e göre yapılabilir.
Bu Marksizm hakkında son derece yaygın ama aynı ölçüde de yanlış bir yargıdır.
Bunun temel yanlışı, Ekonomi Politik ve sosyoloji ilişkisini, dolayısıyla Ekonomi Politiğin konusunun yanlış anlaşılmasında toplanmaktadır.
Bu yukarıda ifade edilen anlayışa göre, Marksizm’in toplum teorisinde, Ekonomik Temel, Politika, sanat, Hukuk, Ahlak, Din, İdeoloji vs. gibi toplumsal yapıları anlamak için tayin edici olmakla birlikte, toplumsal denen olgunun bir yanını, bir alanını oluşturur. Ekonomi politik toplumsal gerçeğin bir alt bölümü gibi ve alt bölümü olarak kavranmaktadır.
Bu kavrayışta Ekonomi Politik, tıpkı Fiziğin Mekanik, Optik, Hidrolik, Elektromanyetik, Akustik gibi alt bölümleriyle ilişkisi gibi ele alınmakta, sosyolojinin ekonomiyi inceleyen bir alt bölümü gibi kavranmaktadır.
Burada yanlış anlama Ekonomik temel ile, Ekonomi ile, yani bir toplumun üretim, dağılım, bölüşüm, tüketim ilişkileri ile, Ekonomi Politiğin farkının anlaşılamamasında ve karıştırılmasında toplanır.
Ekonomi Politik sosyolojinin bir alt bölümü değildir. Ekonomi politik ekonomik alt yapıyı inceleyen bilim değildir. Ekonomi Politiğin konusu iki ürün birbiriyle değiştirildiği ve onlar bir metaya dönüştüğü, bir değişim değerine sahip olduğu noktada ortaya çıkar. Bu bambaşka bir hareket biçimidir[5].
Ekonomi politik ile sosyolojinin ilişkisi örneğin optik ile fiziğin ilişkisi gibi değildir. Bu ilişki, fizik ile biyolojinin ilişkisi gibidir. Nasıl biyolojinin konusu, kendi benzerini yaratan ilk molekül ortaya çıktığında oluşur ve tamamen başka bir hareket biçimi ve yasaları varsa; Ekonomi Politiğin konusu da iki ürün birbiriyle değiştirildiğinde ortaya çıkar ve bambaşka bir harekettir ve yasaları vardır.
Nasıl canlı hayat yok olduğunda fizik evren var olmaya devam ederse aynı şekilde meta üretimi, yani değişim yok olduğunda da Toplum ve üretim, dağılım, değişim ve tüketim ilişkileri var olmaya devam eder.
Tam da bu nedenle burjuva yazarlar, yani metanın ortaya çıkışıyla ortaya çıkan ilişkileri inceleyen yazarlar aynı zamanda meta üretimini savunduklarından dolayı, hem de Marks’ın hedefi meta ilişkilerini kaldırmak olduğundan dolayı Marks’ın kitabının alt başlığı “Ekonomi Politiğin Eleştirisi”dir. Yani hem önceki yazarların hem de bu hareket biçiminin eleştirisidir.
Nesnelerin kullanım değerleri Ekonomi Politiğin konusunu oluşturmaz. Ama bunlar ekonominin konusudurlar. Pekala kullanım derleri üreten bir toplumda bu kullanım değerlerinin nasıl üretileceği, ne kadar üretileceği, nasıl dağıtılacağı ve bölüşüleceği ve tüketileceği bir sorundur ve ekonominin konusunu oluşturur.
Marksizm’in ilerlemeci, tekniği tarafsız gören, erkek, beyaz, Avrupalı vs. görenlerin ve bu yöndeki eleştirilerin kaynağında, Ekonomi politiğin ne olduğunu kavramamak yatmaktadır. Marksizm’in tam da güçlü olan yanı, onun güçsüzlüğü gibi görülmektedir.
Malların kullanım değerleri onların fiziksel ve manevi özellikleriyle ilgilidir. Ama malların kullanım değerleri ekonomi politiğin konusunu oluşturmadığı için, Marksizm, modern toplumun analizinde bunları konu etmemiştir[6].
Ürünlerin veya malların fiziksel öz ellikleri, yani kullanım değerleri ve yararlılıkları elbette, hem sosyolojinin (tarihsel maddeciliğin) hem de ekonominin konusudur. Ama Marks’ın yıllarını verdiği kapitalist toplumun özünü anlamak için yaptığı çalışmaların konusu değildir. Elbette bunlar konudur ve edilmelidir ama bir öncelikler dizisi ve bir insanın hayatının ve enerjisinin sınırları vardır. Marks buna öncelik verdiği için suçlanamaz ve aslında doğru olanı da yapmıştır.
Öte yandan, bütün malların fiziksel ve manevi özellikleri onların kullanım değerlerini belirlerken, Kapitalist toplumda artı değeri üreten, ve tüketildiğinde kendisinin yeniden üretiminden çok daha büyük bir değer yaratan ve temel kullanım değeri de bu olan malın, yani işgücünün kullanım değeri ile onun manevi ve fiziksel özellikleri arasında hiçbir ilişki yoktur. Yani işçinin şu veya bu inançta olması, erkek veya kadın olması, siyah, beyaz, Kürt, eşcinsel vs. olması onun artı değer üretmesi, yani kullanım değeri üzerinde hiçbir etkide bulunmaz.
Yani kullanım değeri, işgücü hariç bütün mallarda, Ekonomi Politiğin konusu olmadığından, ürünlerin maddi ve manevi özellikleri konu edilmez; İşgücü denen bir tek malın kullanım değeri ekonomi politiğin konusudur ama bu malın da fiziksel ve manevi özelliklerinin, bütün diğer malların aksine olarak onun kullanım değeri üzerinde hiçbir etkisi yoktur dolayısıyla yine ekonomi politiğin konusu değildir.[7]
Böylece yeni sosyal hareketleri yaratan temel problemler, ister ekoloji veya çevre hareketi gibi, ürünlerin veya malların fiziksel özellikleri ile ilgili olsun; ister insanların fiziksel veya manevi özellikleriyle ilgili olsun kadın, eşcinsel, ırk, ulus vs. hareketleri gibi, ekonomi politiğin konusunu oluşturmazlar ve tam da bu nedenle Marks’ın temel eserinin konusu değildir.
Marksizm’e yönelik olarak yeni sosyal hareketler saflarından gelen neredeyse bütün eleştiriler işte bu ekonomi politiğin ne olduğunun anlaşılmamasından, konusunun ve sosyolojiyle ilişkisinin anlaşılmamasından kaynaklanmaktadırlar.
Konuyu doğa bilimlerinden bir benzetmeyle belki daha iyi anlatmak mümkün olabilir. Bunu şöyle bir örnekle deneyelim.
Farklı bilimler son duruşmada, farklı varoluş ve hareket biçimlerini konu edinirler. Her hangi bir hareket biçimini ele alan kavramlarla veya bilimle başka bir hareket biçimini açıklamaya kimse kalkmaz. Örneğin canlı türlerinin farklılıkları, nasıl ortaya çıktığı ve değiştiği vs.  biyolojinin konusudur ve biyolojinin kavramlarıyla ele alınabilir
Tüm biyolojik süreçler son duruşmada bir takım atomların, moleküllerin, atom altı parçacıkların hareketlerine; birleşme ve ayrılmalarına indirgenebilir. Örneğin fotosentez olayı, fotonların taşıdıkları enerjinin başka molekülleri oluşturulmasında kullanılmasından başka bir şey değildir. Son duruşmada, Quantum fiziğinin de temellerini atan Einstein’e Nobel fizik ödülü kazandıran fotoelektrik etkinin bir görünümüdür.
Tüm biyolojik süreçler son duruşmada bir takım fiziksel süreçler olmakla birlikte, bizler biyolojik süreçleri fiziksel süreçlere indirgeyemeyiz ve onları fiziğin yasalarıyla açıklayamayız. Farklı türlerin varlığı ve evrimi fizik yasalarının değil, biyolojik yasaların konusunu oluşturur. Bunlar fizik değil, biyolojik olgulardır. Bunun için fiziktekinden apayrı bir kavram sistemi ve bilime ihtiyaç vardır. Kimse biyolojiyi ve biyologları, niye atom altı parçacıklar, atomlar, moleküller ile ilgilenmiyor diye suçlamaz. (Ama Marksizm’e gelince tam da böyle olur. Ekonomi politik eserinde niye malların kullanım değerlerini ele almadı diye Marksizm suçlanır.)
Biyolojinin konusu olan hareket veya varlık biçimi, kendi benzerini yaratan, sentezleyen ilk molekül ortaya çıktığında ortaya çıkar. Bu günkü bilgilerimize göre, bu yeryüzünde aşağı yukarı üç buçuk dört milyar yıl önce ortaya çıkmıştır. Kendi benzerini yaratan veya sentezleyen molekülün ortaya çıktığı andan itibaren, daha önce var olmayan, yepyeni bir hareket ve varoluş biçimi ve yasalar ortaya çıkar. Bunları Darwin esas olarak formüle etmiştir.
İşte Tarihsel Maddecilik yani Sosyoloji ve Ekonomi Politik ilişkisi de Fizik ve Biyoloji ilişkisi gibidir. Tarihsel Maddecilik veya Sosyoloji toplumun, toplumun evriminin; farklı toplumların ve toplum biçimlerinin hareketini ve yasalarını inceler.
Toplum, muhtemelen yüz veya yetmiş bin yıl kadar önce, ilk dini olan, yani ilk tanımlanmış bir topluluk olan ve parçayı bütüne tabi kılan toplulukla birlikte ortaya çıkmıştır. Tıpkı fizik evrenin 13,7 milyar yıl önce Büyük patlamayla ortaya çıkması gibi,
Ekonomi politiğin konusu ise toplum değildir, değerin (değişim değeri) incelenmesi, hareketi ve biçimleridir. Ekonomi politiğin konusu, iki insan ya da kabile ilk kez ellerindeki ürünleri değiştirdikleri an ortaya çıkar veya çıkmıştır ve topluma göre çok yeni bir süreçtir. Her şeyden önce bir artı ürünü var sayar ki bu da emek üretkenliğinin epey bir gelişmişlik düzeyini gerektirir. Tıpkı Canlı hayatın Dünyanın oluşumu ve soğumasından sonra ortaya çıkması gibi.
Marksizm sosyolojidir. Ama Marks’ın temel eseri olan Das Kapital, bir sosyoloji kitabı değildir, Ekonomi Politiktir onun konusu.
Ekonomi politiğin konusu olan varoluş ve hareket biçiminin toplumu anlamak için elbette hayati bir önemi vardır. Bu ilişkiyi ve önemi anlatabilmek için yine doğa bilimlerinden bir örnek verelim. En uygun örneği jeoloji sunar.
Jeolojinin konusu olan yeryüzü biçimlerini fiziksel güçler belirler. Kabaca dünyanın sıcak çekirdeğindeki nükleer reaksiyonlar sonucu ortaya çıkan enerjinin sıvılaştırdığı daha üst katmanlar ve bu eriyiğin ısınan katmanların dış kabuğa soğuyan katmanların tekrar merkeze doğru konveksiyon hareketlerinin yol açtığı kabuktaki hareketler olarak ifade edilebilir.
Yeryüzünde bir hayat olmasaydı da, (muhtemelen gelecekte böyle bir gezegenler jeolojisi de olacaktır) bu güçler ve hareket biçimleri var olmaya devam ederdi. Ancak milyonlarca hatta milyarlarca yıl boyunca canlıların yol açtığı değişimler olmadan, bugünkü dünyadaki jeolojik biçimleri anlamak mümkün değildir. Ama buna rağmen jeolojik hareketi belirleyen yasalar ayrıdır canlıların hareketini belirleyen yasalar ayrıdır.
Sosyolojiyle ekonomi politiğin ilişkisi böyledir. Tıpkı cansız bir gezegende de jeolojik hareketlerin var olabileceği ve olduğu gibi meta, değer yasası ortaya çıkmadan da toplum var olabilir ve olmuştur. Ve nasıl canlılar atmosferi, yeryüzünün bileşimini, değiştirerek jeolojinin konusu olan yepyeni biçimlerin ortaya çıkmasına yol açtıysa ve canlıların tarihi bilinmeden jeolojinin bugünkü yeryüzü biçimlerini açıklaması olanaksızsa, benzer şekilde değer yasası, tüm toplumsal ilişkileri değiştirir ve değer yasası bilinmeden toplum biçimleri ve tarihi açıklanamaz. Ama tıpkı, bütün buna rağmen biyolojinin yasalarının ve kavramlarının farklı olmaya devam etmesi gibi ekonomi politiğin ve sosyolojinin yasaları ve kavramaları farklı olmaya devam eder.
Benzer şekilde örneğin sabit sermaye bir ekonomi politik kategorisidir. Bu sabit sermayenin somut olarak ne ürettiği, ne ürettiği veya kendisinin somut olarak ne olduğu ekonomi politiğin konusu değildir. Sabit sermaye denen de son duruşmada, teknoloji dediğimiz şeydir. Ama sabit sermaye bir sosyolojik kategori değildir.
Şimdi ekonomi politik kategorileriyle, nispi artık değer orınıınn yükselişinden, kar oranlarının düşmesinden, emek üretkenliği artışından, dolayısıyla emek üretkenliğindeki bir ilerlemeden söz edildiğinde buradaki ilerleme kavramı, yükseliş anlamında nicel bir farklılığa karşılık düşerken, bundan ilerleme sözcüğünün geçmesinden yola çıkarak, Marksizm’in ilerleyen bir toplum ve tarih anlayışı olduğu yolunda bir sonuç çıkarmak, ekonomi politiğin kaetegorileriyle sosyolojinin kategorilerini karıştırmaktan başka bir anlama gelmez.
İlerleme, bir nicel farklılığın ifadesi olarak; bir yükselişin ifadesi olarak da, her türlü değer yargısından azade olarak da kullanılabilir ama aynı zamanda bir değer yargısıyla yüklü kavram olarak da kullanılabilir.
Örneğin tarihte emek üretkenliğinde bir ilerleme, bir yükseliş vardır demek ile tarih ilerleyen bir süreçtir; kapitalist toplum köleci toplumdan daha ileridir demek çok farklı ilerleme kavramlarına karşılık düşer. Birinci anlamda bir ilerleme bir değer yargısı içermez. Bir nicel farklılığı ifadenin aracıdır. İkinci anlamda ise bir değer yargısı içerir.
İşte Marksizm’e yönelik ilerlemeci veya tekniği tarafsız görüyor eleştirilerinin çoğu bu tür farklılıkları; ekonomi politik ve sosyolojik kavramların farklılıkları anlaşılmadığı için yapılmaktadır.
Marks’ın kapitalizmi ya da modern toplumu anlamak için ekonomi politiği, yani değer yasasını incelemesini ve eleştirmesini ve buna neredeyse yetişkin bir insan olarak bütün ömrünü vermesini Marksizm olarak anlamaktadırlar. Marksizm bu değildir. Marksizm, tarihsel maddeciliktir, yani sosyolojidir.
Bu sosyoloji, tıpkı jeolojinin, canlılar ve evrimi bilinmeden yeryüzü şekilleri anlaşılamaz demesi gibi, toplumlar bu değer yayası ve sonuçları bilinmeden anlaşılamaz sonucuna ulaştığı için Marks ömrünü bu konuya vermiştir. Yoksa hiçbir zaman sosyoloji ile ekonomi politiği karıştırmaya kalkmamıştır.
Marks’ın eleştirmenlerinin bütün yaptığı ise bunları karıştırmaktır.

Sosyalizm Hakkında Bürokratik ve Stalinist Kavrayışlar
Marksizm’e yönelik eleştiriler şöyle gizli bir varsayımdan da yola çıkmaktadırlar. Marksist bir parti iktidara geldiğinde, tekniği tarafsız gören anlayıştaysa veya böyle bir teorisi varsa, yanlış işler yapacaktır. Örneğin Sovyetlerde doğa tahrip edilmiştir ve bu tam da Marksizm’in ilerlemeci ve teknik hayranı olmasının sonucudur.
Bu eleştiri metodolojik olarak, fikirlerin toplumsal ilişkileri ve güçleri belirlediği gibi, idealist denebilecek bir yanlış anlayışa dayanmakla birlikte, esas olarak çok daha tehlikeli başka bir yanlışı da barındırmaktadır.
Gerçek bir sosyalist demokraside, yani bürokratik yozlaşmanın olmadığı; insanların özgürce tartışıp örgütlendiği, kararların demokratik olarak oluştuğu bir toplumda, Marksistler diyelim ki, ilerlemeci bir tarih anlayışıyla, teknik hayranı bir anlayışla bir partide örgütlenmişler ve tam da Sovyetlerde yapılmış olanlar gibi işleri yapmayı da programatik olarak savunuyor olsunlar.
Ama orası demokratik bir sosyalizm olduğundan, orada muhtemelen, diyelim ki romantik geçmişe dönüşten etkilenen görüşleri ve programı olan bir parti de olabilir. Birçok başka partiler akımlar da olabilir.
Bu durumda bu partilerden hangisini halkın seçeceği belirleyecektir sonucu. Ayrıca seçenler zamanla görüşlerini değiştirip bir dönem birini diğer dönem diğerini de seçebilirler.
Şimdi Marksizm’i teknik hayranlığı veya ilerlemecilikle eleştirenler, eleştiri noktasını sosyalist bir demokrasinin olmamasına yapacakları yerde, bunu hiç tartışma konusu yapmayarak, “doğru devrimci çizgideki” bir partinin iktidarını ve olağan ve meşru görmüş oluyorlar. Aslında bunların Marksizm’e eleştirisi tam da Stalinist bir anlayışı yansıtır.
Şunu anlamak istemiyorlar, kapitalizmin ortadan kaldırılması, insanların ihtiyaçlarına göre planlı bir üretim yapmalarının, doğanın dengelyerini gözeterek bir yaşam kurmalarının olanağını yaratır ama, bunu garantilemez.
Pekala sosyalist bir toplumdaki demokraside, çok farklı görüşleri savunan partiler arasında insanların çoğunluğu, kısa vadeli ve partial çıkarlarını göz önüne alarak kararlar alabilirler ve böylece de bir yok oluşun yolunu açabilirler. İnsanlığın genel ve uzun vadeli çıkarlarını savunan tekniği tarafsız da görmeyen, ilerlemeci de olmayan bir parti, pakala hep azınlıkta kalabilir.
“Doğru Görüş” çoğunluğu kazanacak diye bir kural yoktur. Sosyalist Demokrasi yanlış görüşleri de seçme; yanlış görüş ve öngörülerle planlama yapma hakkıdır da aynı zamanda.
Hatta genelin çıkarı ile parçanın çıkarı; kısa vadeli çıkar ile uzun vadeli çıkar çoğu kez çatışmalı olduğundan; insanlar genellikle kendi doğrudan ait oldukları parçalara ve kısa vadeli çıkarlara göre karar verecekleri ve seçimler yapacakları için, Marksistler eğer öyle bir toplumda bir parti kurarlar ve ulaştıkları görüşleri savunurlarsa, muhtemelen hep azınlıkta kalacaklar ve çoğunluğun alaylarının ve kahkahalarının hedefi olacaklardır.

Varlık ve Düşünce İlişkisini Tersinden Koyuşlar

Marksizm’in eleştirmenlerinin büyük bir çoğunluğu varlık ve düşünce ilişkisini tersinden koyarlar. Sanırlar ki doğru görüşler olsaydı, Sovyetlerde yozlaşma olmayacaktı. Bütün eleştirilerini bu bakış açısından, bir daha böyle şeyler olmasın diye yaparlar. Bunun için de suyu başından kesebileceklerini, o yanlış fikirleri ortadan kaldırarak bunu engelleyebileceklerin sanırlar. Bunlara cevabı Gramsci şöyle de verir.
"Bu düşünceleri çürütmekle bunların ilintili ol­duğu toplumsal öğenin ya da toplumsal gücün yok edildiği sanılmamalıdır. (Çünkü bu aydınlanma yüzyılı tipinde bir salt akılcılık olurdu.)" (Gramsci)
Yani bu yapılan aslında burjuva rasyonalizminin kendisidir.
Bu bayların anlamadığı şudur. Bolşevik partisinin görüşleri, Lenin, Troçki’lerin görüşleri ne kadar yanlış olursa olsun, eğer Rusya, Almanya düzeyinde gelişmiş bir ülke olsaydı veya Spartakist ayaklanması, Kapp’ın darbe girişimine karşı direniş vs. bir Alman devrimiyle sonuçlansaydı, o yanlış görüşler egemen olma, iktidara gelme imkanı bulamazlardı.
Gerçek toplumsal güçler ve tarihsel gidiş belirler hangi görüşün egemen olacağını.

İlerleme ve Evrim kavramı
İlerleme kavramı ve evrim kavramı.
Evren bir süreçler karmaşasıdır. Dolayısıyla evrim kavramı vardır. Ama ilerleme kavramı değer yüklü bir kavramdır. Bir an için, dünyada devrim olduğunu, sınıfsız bir topluma doğru gidildiğini, savaş ve sömürünün ortadan kalktığını var sayalım.
Bu koşulda tarih bir ilerleme gibi görünecektir. Ancak bu koşulda bile İlerleme değer yüklü bir kavram olduğundan yanlıştır. Marksizm’in ilerlemeci olduğu yönündeki eleştiriler bugünkü umutsuz durumda gerekçelerini bulmakta ve tarihin ilerlemediği yolunda bir izlenimden yola çıkmaktadırlar. Yani gerçeğin ilerlemeye karşılık düşmediği anlamdadır eleştiriler. Kavramın kendisine itirazdan ziyade, gerçekliğin o kavramın ifade ettiği anlama denk düşmemesine yönelik bir itirazdır bu. Yöntemsel olmaktan ziyade olgusal eleştirilerdir bunlar.
Halbuki, insanlık “İlerlese” idi bile, ilerleme kavramı yanlış olurdu. Bilim değer yüklü kavramları kabul edemez.
Şimdi Marks-Engels’in eserlerinde zamanlarının birer örneği olarak elbette tarihsel iyimserlikten beslenen ve iyimser beklentileri ifade eden bir ilerleme kavramı kullanımına rastlanabilir. Ama bunlar onun özüne ilişkin değildir. Onda geçmişin kalıntısı olarak, kültürel olarak var olan, özensiz olarak kullanılmış olan, ona ve özüne yabancı kavramlardır.
Bunu hem Marks-Engels’ten hem de sonra onların görüşlerini geliştiren başka Marksistlerden örneklerle gösterelim.
Örneğin Komünist Manifesto’nun ilk satırlarında, Bir çöküş ve devrim olasılıklarından söz edilir. Yani ortada ilerleyen değil, açık uçlu bir tarih ve evrim kavramı vardır. Aynı zamanda çöken bir tarih kavrayışı da vardır. Kavramsal Sistemin kendisi ilerlemeyi mantıki olarak zorunlu kılmamaktadır. Diğeri de aynı ölçüde olasılıktır. İlerleme değil çöküş de mümkündür.
Ama Komünist Manifesto’nun yazıldığı yıllarda, o verili durumda işçi hareketinin yükselişi, teknik ilerlemelerin emek üretkenliğinde yaptığı yükselişler vs. iyimser bir sonucu daha çok ve mümkün göstermektedir. Bu çağ ruhu veya psikoloji elbette yazılarda da yansımasını bulacaktır.
Ama bu pratik bir olasılıktır, kavramsal değildir. Şöyle ifade edelim. Marksizm bir cebirsel formül gibi düşünülürse, o formülde eksi veya artı bir sonuç da çıkabilir bu sonuç. Sonuç formülde konacak niceliklere bağlıdır. Verili durumda pozitif sonuç çıkaracak rakamlar baskın görülmektedir. Bu nedenle, bu öngörü, imgelere yansıdığında bu tarihin ileriye giden bir tren devrimlerin de bu trenin lokomotifi gibi görünmesine yol açmaktadır.
Ama dikkat edin, bunlar Marksizm’in özüne ilişkin değildir. Bunu yine bizzat Marksizm gösterir.  Benzeri durumun tersi ise bizzat yine Marks’tan sonra Marksizm’e en büyük katkıyı yapmış düşünürlerden biri olan Benjamin’de görülür. O tam tersi bir çağda yaşamıştır. Cebirsel formüldeki rakamlar eksi bir sonuca yol açabilecek şekilde görülmektedir. Bu durumda tarih uçuruma giden bir tren devrimler de uçuruma gidişi durduracak imdat frenleri olarak görülür.
Bunların her ikisi de doğrudur.Tarih ilerleme olmadığı gibi bir gerileme de değildir,. Marks’ı ilerlemeci olarak suçlayanlar, onun bir gerileme de olmadığı noktasından değil; İlerleme olmadığı noktasından eleştirmektedirler. Eleştirileri kategorik ya da metodolojik değil, olgulara ilişkindir.
İki türlü yanlış vardır, yönteme ilişkin yanlışlar, olgulara ilişkin yanlışlar. Marksizm’i ilerlemecilikle eleştirenler aslında olgulara ilişkin bir itiraz veya eleştiri yapmakta, ama yönteme ilişkin bir yanlış içinde bulunmaktadırlar.
Gerek lokomotif imgesi gerek imdat freni imgesi, ikisi de bilimsel olarak yanlıştırlar ve Marksizm’in özüne ilişkin değildirler. Onlar sınıf mücadelesinin ve tarihin gidişi içindeki belli uğrakların zamanın ruhu ya da psikoloji üzerindeki yansımalarıdırlar.
Bizzat bir Marksist olan Gramsci ilerlemenin ideolojik bir kavram olduğunu söyler. Yani bizzat Marksistler  ortada bir ilerleme veya gerileme değil, bir gidiş (oluş, süreç, prose) olduğunu ifade ederler.
"İlerleme bir ideolojidir, oluş bir felsefe kavramıdır. 'ilerleme', yapısına tarih bakımından belirli bir kültürün öğeleri giren belirli bir anlayışa bağlıdır. Oluş, bir felsefe kavramı olup, bunda 'ilerleme' bulun­mayabilir. İlerleme fikrinde, üstü kapalı olarak, nitelik ve nicelik bakı­mından ölçülebilme de vardır: Daha çok ya da daha iyi olduğunu belirleyerek. Bunun içinde 'sabit' ya da "sabitleştirilebilir' bir 'ölçü' tasarlanmaktadır.(...)"

Komün ve Romantik Gelenek
İlerleyen bir tarih kavrayışı başka bir açıdan da Marksizm’e yabancıdır. Marksizm aynı zamanda ilkel komünizm karşısındaki hayranlığı ile de ortaya çıkar. Son yıllarda Michael Löwy’nin yaptığı çalışmalarda gösterdiği gibi, Marksizm’in meşhur, İngiliz Ekonomi Politiği, Fransız sosyalizmi ve tarihçiliği, Alman Felsefesi  olarak sıralanan üç kaynağı, üç bileşeninin bir de dördüncü kaynağı ve bileşeni vardır: Romantik gelenek[8]. Geçmişteki bir altın çağ, ilerleme düşüncesini daha baştan reddeder.
Zaten böyle bir anlayış olmasa, ciddi bir kapitalizm eleştirisi de olanaksız olur. Sosyal Demokrat ve Stalinist pozitivizm ile Marksizm arasındaki en esaslı farklardan biri de budur. Neredeyse Marksizm’i Marks ve Engels’ten önce ve bağımsız olarak keşfetmiş olan İbni Haldun’dan, Marks-Engels’e, oradan Rosa’ya, Walter Benjamin’den Kıvılcımlı’ya[9]kadar adeta bir duvarcı sicimi gibi, sınıflı toplum öncesi ve Kapitalizm öncesi Komün’ün karşısında duyulan hayranlık yaratıcı, eleştirel ve devrimci Marksizm’in adeta bir alâmetifarikasıdır.
Ama burada tekrar belirtelim ki, tarih ilerleyen veya gerileyen bir süreç değildir, bir gidiştir. Bunlar değer yargısı içerirler ve bu da tarihsel maddeciliğe, yani diyalektik sosyoloji’ye yabancıdır. Ve tam da yabancı olduğu için, Marksizm ne ilerleyen ne de gerileyen bir tarih kavramına bağlı olmadığı için, ama bir sosyalist olarak Marksistlerin var olanın eleştirisi ve aşılması için, kah ilerlemeci (lokomotif) kah çöküşçü veya gerileyici (imdat freni) vurgular yaptıkları görülür. Bunlar birbiriyle çelişmez, birbirini tamamlar.

Yapı ve İşlev Kategorileri
Yukarıda, Ekonomi Politiğin konusunun metaların fiziksel ve manevi  özellikleri olmadığını, bu nedenle Marksizm’in tekniği tarafsız gibi ele aldığına değinmiştik. Burada ek alarak, Marksizm’in tekniği hiç de tarafsız olarak görmediğini, hatta böyle bir yaklaşımın ona yabancı bile olduğunu bir örnekle göstermeye çalışalım.
Marksizm’in Teknolojiyi tarafsız gördüğü eleştirisi, daha da genel olarak, onun, şeylerin yapı ve işlevleri arasındaki ilişkiyi doğru tanımlamadığı varsayımına dayanır.
Yapı ve İşlev kategorileri, konunun anlaşılması için temel kavramlardır.
İster organik araçlar (organlar), ister mekanik veya elektronik araçlar (aletler), ister toplumsal araçlar (örgütler, kurumlar) olsun, bütün araçlar son duruşmada gelirler hep yapı ve işlevleri ile (anatomi ve fizyoloji)  anlaşılabilirler.
Yapı ve işlev ise, birbirine ayrılmazca bağlıdır. Yapı bir bakıma yoğunlaşmış İşlev; İşlev de bir bakıma eylem halindeki Yapı olarak görülebilir.
Marks ve Engels’in, Yapı ve İşlev’in bu ilişkisinin son derece bilincinde oldukları çok açıktır. Eğer öyle olmasaydı, siyasi biçimine “Proletarya Diktatörlüğü” dedikleri Geçiş Dönemi’de, sınıfsız bir topluma gidebilmek için, İşçi Sınıfının var olan devlet cihazını sadece ele geçirmesini savunmaları gerekirdi.
Marks, Paris Komünü’nü incelediği Fransa’da İç savaş eserinde, İşçi Sınıfı’nın sınıfsız topluma gidişte, şimdiye kadar hep sömürücü bir azınlığın egemenlik aracı olmuş cihazı kullanamayacağı, bunu parçalaması gerektiği[10]; ezilen çoğunluğun ezen küçük bir azınlığa karşı kullanabileceği ve ondan bağımsızlaşamayacak bir araç oluşturması gerektiğini, bunun ne olduğunu da Paris Komünü’nün ve Parisli işçilerin gösterdiğini yazmıştır[11].
Yani ezen bir azınlığın egemenliğini sağlayan bir cihazın, ezilenler için kullanılamayacağı, bunun yapısı ve işlevleri arasında bir çelişki olduğu, yeni işlevine uygun yeni bir yapının oluşturulması gerektiği ve diğer yapının parçalanması gerektiği çok açıktır. Bu tekniğin tarafsızlığı gibi bir anlayışla uzaktan yakından ilgili değildir.
Ve nihayet, buradan, ezen bir sınıfın egemenliğini sürdürmeye ve kapitalist kar ekonomisine göre şekillenmiş araçların, şehirlerin vs. sınıfsız ve ihtiyaçlara göre üretim yapan ve esas olarak eşit olarak bölüştürmeye yönelik bir topluma gidişte, tıpkı devlet cihazı gibi kullanılamayacağı sonucuna ulaşmak için küçücük bir adım yeter.
Ancak, bu hem bir devlet cihazını parçalamakta olduğu gibi öyle bugünden yarına yapılabilir bir şey değildir. Bu o toplumu kurmak isteyecek insanların büyük ölçüde hiç bilinmeyen bir alanda el yordamı ve öngörülerle, denemeler ve yanılmalarla gerçekleştirebileceği bir süreçtir.
Bu nedenle Marks, “geleceğin mutfağı için reçeteler yazmayı” reddetmiştir. Bu nedenle, Parisli işçiler kendi tarihsel deneyleriyle nasıl bir şey olduğunu buluncaya kadar proletarya diktatörlüğünün nasıl bir devlet cihazı olduğu hakkında konuşmayı ya da tahminlerde bulunmayı reddetmiştir.
Burada son derece demokratik bir sosyalizm anlayışı vardır çünkü. Tıpkı Paris’li işçiler gibi o sınıfsız topluma gitmeye cesaret etmiş ezilenler nasıl şehirler, araçlar vs. planlayacaklarına ve üreteceklerine karar vereceklerdir.
Marks’ı ve Marksizm’i tekniği tarafsız görmekle suçlayanlar, farkına varmadan, gizli bir varsayım olarak, doğruyu bilen bir tek Marksist Partinin egemenliğine dayanan bir tür Bürokratik sosyalizm veya Stalinizmden başka bir şeyi savunmuş olmamaktadırlar.

Marksizm Geliştirilmeli ve Eleştirilmeli Ama nasıl ve Nereden?
Marksizm bir sosyolojidir dedik her şeyden önce. Onu bizzat kurucuları öyle tanımlamışlardır. Buna Tarihsel Maddecilik demeleri içinden çıktıkları gelenekle; bir toplum bilim veya Sosyoloji dememeleri bu kelimenin daha sonra çıkmış ve yaygınlaşmış olmasıyla ilgilidir.
Sosyoloji de her bilim gibi gelişecektir ve gelişir. Marks-Engels’in temellerini attığı, ama onlardan bağımsızca başkalarınca da bulunan (Morgan, ibni Haldun vs.) bu biricik sosyoloji gerek Marks-Engels tarafından, gerek sonra gelen birçok Marksist tarafından geliştirilmiştir ve geliştirilmektedir.
Ancak bütün bu gelişmelere rağmen, tıpkı bugün Fizikte dört temel kuvveti veya Qauntum ve Relativite teorilerini bir tek kavram sistemi içinde birleştirme sorunundaki zaafları gibi, Marksizm’in temel bazı zaafları vardır ve aşılmış değildir. Marksizm esas bu noktalarda eleştirilmeli ve geliştirilmelidir.
Bu da özünde, Toplumsal Yapı temeli üzerinde tarihsel hareketin nasıl gerçekleştiği sorunudur. Diğer bir ifadeyle, Yapı ve Özne sorunu veya çelişkisi.
Biz bir Marksist olarak, tam da bu noktadan Marksizm’i eleştirip geliştirdiğimizi düşünüyoruz ve bu konudaki görüşlerimizi ana hatlarıyla “Marksizm’in Marksist Eleştirisi” adlı kitabımızda açıklamış bulunuyoruz.
Birkaç sözcükle bu şöyle özetlenebilir. Marksizm’deki Aydınlanma kalıntısı olan şey, tam da Din’in ne olduğu konusundaki Aydınlanma’nın hiç de sosyolojik olmayan din tanımıdır. Aydınlanma dini inanç olarak tanımlayarak, onu sosyolojik bir olgu olmaktan çıkarmış, bir tür epistemolojik ve/veya hukuki bir olguya çevirmiştir. Ama böyle yaparak, kendisi sosyolojik olarak yeni bir din kurmuştur. Bu kavramları farkına varmadan benimseyen Marksizm de, hem genel olarak dinin hem de modern toplumun dininin ne olduğunu anlayamamıştır.
Bu da Marksizm’i felç eden bütün çelişkileri ortaya çıkarmıştır.
Dinin ne olduğu anlaşılamadığı için, yapı ve özne çelişkisi, yani toplumsal yapı üzerinde tarihsel hareketin nasıl gerçekleştiği anlaşılamamıştır. Çünkü, dinin ne olduğu anlaşılamadığından, dinden dine geçişlerin devrimler olduğu; toplumsal üst yapının bizzat kendisinin dönüşümünün, bir dinden diğer dine geçişler biçiminde gerçekleştiği görülememiştir. Dinin ne olduğu anlaşılamadığı için ve din de toplumun üst yapısının tam da kendisi, somut var olduğu biçim olduğundan, bir üstyapılar teorisi kurulamamıştır. Ve nihayet din’in ne olduğu anlaşılamadığı için, Ulus’un ne olduğu anlaşılamamış ve Marksizm fiilen bir ulusçuluğa dönüşmüştür.
Bütün bunlardır eleştirilmesi ve geliştirilmesi gerekenler Marksizm’de.
Marksizm’i hiç de hak etmediği yerden, tamamen yanlış Marksizm kavrayışlarıyla ve yöntemleriyle eleştirmek, aslında fiilen gerçek eleştiri ve tartışma noktalarını gözden ve gündemden uzak tutmaktır.
Bu da son duruşmada sınıf mücadelesinin çok rafine bir biçimde sürdürülmesinden başka bir şey değildir.
Yeryüzünde uluslar varken, uluslara karşı mücadeleyi ikinci plana iten her şey, aslında var olan ulusların ve ulusçuluğun savunusundan başka bir anlama gelmez.
Doğa da Toplum da öncelikle ulusların kıskacından kurtarılmalıdır. Ulusların kıskacı mücadelesine girildiğinde ulusların olmadığı bir yeryüzü cumhuriyetini kuranların kapitalizmi de bir kenara atacakları ve bunu yapabilecek biricik güç oldukları görülecektir.
Bu bulum kongresinin başlığı gündemi yanlış tanımlamaktadır. Ulusların kıskacında Doğa Toplum ve Teknoloji demek gerekmektedir. Uluslara karşı mücadeleyi başa almak gerekmektedir.
Ama bunu başa almak için de, Marksizm’in gerçek eksiklerinin ve yanlışlarının nerede olduğunu doğru görmek ve eleştirmek gerekmektedir.

Demir Küçükaydın
09 Ağustos 2012 Perşembe
Çınarcık

Not: Gerek sağlık sorunları, gerek diğer yaşam koşulları nedeniyle, düzenli ve sabit bir yere bağlı bir yaşamımız yoktur, bu nedenle elimizin altında kaynaklar bulunmamaktadır.  Kaynaklarımız kafamızda kalanlar ve zaman zaman aldığımız rastlantısal notlardan elimizde bu an bulunan bazılarıdır. Bu nedenle bir kaynakça veremiyoruz.
*

Kongre’de Yaptığımız Sözlü Sunumun Kısa Özeti


Söze yanlış sorular ve doğru cevaplar üzerine Ece Ayhan’ın mısralarıyla girip şiire bir selam sarkıtalım:
“Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu:
-Maveraünnehir nereye dökülür?
En arka sırada bir parmağın tek ve doğru karşılığı:
-Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine!dir”

Nasıl “yanlış bir strateji doğru taktiklerle düzeltilemez”se; nasıl “yanlış bir hayat doğru yaşanamaz”sa (Adorno); yanlış sorulara doğru cevaplar verilemez.
Marksizm’in teknoloji hayranı olup olmadığı;  Ekolojiyi, teknolojiyi içeren bir teori olup olmadığı gibi sorular ve bu sorulara verilen cevapların hepsi yanlıştır.
Yani sadece Marksizm’i örneğin  Ekolojik bir teorisi olmamakla eleştirenler değil; Marksizm’in böyle bir teorisi vardır diyerek Marksizm’i savunanlar da yanlıştır.
Çünkü soru yanlıştır ve yanlış sorulara doğru cevaplar verilemez.
Ve bu yanlış sorunun ardında gizli yanlış varsayımlar bulunmaktadır.
Bu yanlış varsayımlar özellikle üç noktada toplanmaktadınr.
1)      Marksizm’in ne olduğuna ilişkin bir yanlış
2)      Sosyolojiyle Ekonomi Politiğin ilişkisine ve konularına ilişkin bir yanlış
3)      Sosyalizmin veya gerçek bir işçi devletinin karakterine ve işleyişine ilişkin bir yanlış
Kısaca bunları ele alalım.
Bugün isterseniz internette sorun, isterseniz kitapçıların ya da kütüphanelerin raflarındaki sınıflandırmalara bakın, Marksizm hep bir “felsefe”, bir “doktrin”, bir “ideoloji”, bir “dünya görüşü”, bir “ekonomi öğretisi” olarak tanımlanır.
Ve neredeyse hiçbir yerde Marksizm Toplumun Bilimi ol.yanrak tanımlanmaz. Bu bir rastlantı değildir ve bu yanlış soruların gizli varsayımlarının ardında biraz da bu durum bulunmaktadır.
Halbuki Marksizm, bizzat kurucuları tarafından sadece ve sadece toplum bilimi olarak tanımlanmıştır.
Daha Marksizm’i (yani tarihsel maddecilik de deneni) ilk tanımlarken, “biz biricik bilim tanıyoruz, tarih bilimi, o da doğa ve toplum tarihidir” (Dikkat edilsen daha doğanın tarihinin olduğunun bilinmediği zamanlarda bunu diyorlardı. 1845’de Alman İdeolojisini yazarken, yani bu teoriyi ilk kez formüle ederlerken. Darvin daha canlıların evrimini açıklayan  teorisini yeni taslaklaştırıyordu. Evrenen bir tarihi olduğu ise ancak yirminci yüzyılın ortalarında anlaşılmıştır.) derler ve kendilerinin konusunun toplumun tarihi, evrimi olduğunu belirtirler.
Marks öldüğünde de onun mezar başı konuşmasında, Engels, Marks’ın toplumun tarihini anlamak için yaptığı katkıyı, Darwin’in canlıların tarihini açıklayan teorisiyle karşılaştırarak anar. Yani bugün piyasayı dolduran Marksizm tanımlarının tersine kurucuları öğretilerini (Marksizm’i) bir tarih ve toplum teorisi olarak tanımlıyorlardı.
Kurdukları öğretinin ne olduğuna ilişkin olarak kurucularından bunun aksine bir tek kelime bulamazsınız. Aslında Marksizm biricik sosyolojidir. Marksizm’in kavramları sosyolojinin kavramlarıdır; toplumsal olandır; toplumsal olgulardır Marksizm’in konusu.
Marksizm’in bir “teknoloji teorisi” veya  bir “ekoloji teorisi” olmadığını (veya olduğunu) söylemek, biyolojiyi atomları, quarkları, qantumu konu etmemekle eleştirmek gibidir. Marksizm’in ekolojiye ilişkin bir tek teorisi olabilir, ekolojinin Marksizm’in, yani toplum bilimin konusu olmadığıdır. Biyolojinin bir bölümüdür ekoloji. Ekolojik bir katastrofu engellemek için, gerekli olan, sosyolojiye eklektik ıolarak tutturulmuş bir ekoloji teorisi (veya teknoloji teorisi) değil; sosyalist bir demokrasidir. Sosyalist bir demokrasi ise, teorik bir sorun değil, gerçek toplumsal güçlerin mücadelesinin sonucunda ortaya çıkabilir veya bastırılabilir ve unutulabilir.
Aynı şekilde Marksizm’in teknolojye ilişkin bir tek teorisi olabilir. Teknolojinin toplum bilimin, yani Marksizm’in konusu olmadığıdır.
Ama Marksizm’in teknoloji veya ekoloji konusunda teorilerinin olup olmadığına dair görüşler, bunların neden ve nasıl ortaya çıktığı, hangi çağın ruhunu ve hangi sınıfların eğilimlerini temsil ettikleri vs. Marksizm’in konusudur. Çünkü bunlar toplumsal olgulardır.
Marksizim konusu ekoloji ve teknoloji değildir ama örneğin ekolojstlerin ve teknokratların, karın veya bürokrasinin yönetiminde olmadan, sırf bilimsel kaygılarla hangi koşullarda nasıl açıklamalar yapabilecekleri ve bugün neden yapamadıkları toplumsal bir olgu olduğundan Marksizm’in konusudur.
Hangi tarihsel koşullarda ve neden teknoloji veya ekolojinin bir sorun olduğu Marksizm’in bir konusudur.
Toplumun niçin ekoloji biliminin sonuçlarına rağmen bu sonuçlara ilişkin bir yola girmediği veya giremediği Marksizm’in konusudur.
Ekoloji değil ama ekolojiyu sorun yapan hareketler Marksizm’in konusudur.
Teknoloji cansız araçların yapı ve işlevleriyle ilgilenir. Aletlerin veya şeylerin yapı ve işlevleri Marksizm’in konusu değildir ama aletlerin veya şeylerin niçin toplumsal yaşamın ihtiyaçlarına uygun olmadıkları; niçin uygun olmayan şeyler üretildiği Marksizm’in konusudur.
Çünkü bütün bunların hepsi toplumsal fenomenlerdir. Toplumsal olan herşey, Marksizm’in konusuna girer.
Peki niçin böyle bir eleştiri ve savunma bulunmaktadır. Bu eleştiri ve savunmanın varlığı sosyolojik bir olgu olduğuna göre bunun açıklanması Marksizm’in konusudur ve burada tarihsel ve mantıki bir açıklama yapmak gerekir.
Yani bu Marksizm’in bir ekoloji ve teknoloji teorisi olup olmadığ tartışmalarına verilebilecek biricik doğru ve Marksist cevap, bu sorunun yanlışlığı ve bu yanlış sorunun sosyolojik anlamı üzerine yanlış veya doğru bir cevap olabilir. Bu açıdan verilen yanlış cevaplar bile, o yanlış soruya göre metodolojik olarak doğru bir cevap olarak ortaya çıkarlar. Çünkü, toplumsal bir fenomeni toplumsal kavramlarla açıklamaya çalışır ama soruda olduğu gibi fiziksel veya biyolojik olguları toplumsal kavramların için sokmaya çalışmaz.
Sorun nerededir? Sorun ya da yanlış şuradadır: Marksizm’in bir ekoloji veya teknoloji teorisinin olup olmadığı soru ve cevaplarının ardında, ancak kapsamlı ve doğru teorilere dayanan hareket veya partilerin doğru işler yapabileceği ve toplumu bu “doğru” teoriye göre şekillendirebileceği ve şekillendirmesi gerektiği gibi gizli bir varsayımdadır.
Bu varsayım, bir yanıyla, düşüncenin varlığı belirlediği gibi gizli bir idealizmi içinde taşır. Ancak doğru teorilerin toplumu doğru olarak şekillendirebileceği gibi bir varsayımdır bu. Bu aslında, bir merkez komitesinin değişimiyle ülkenin sosyol ekonomik yapısının değiştiğini kabul eden anlayışın, (örneğin Kuruçef iktidara gelir ve sovyetler sosyalist olmaktan çıkıp, Sosyal Emperyalist olurlardı) içi dışına çevrilmiş biçiminden başka bir şey değildir.
Ama daha da yanlışı ve tehlikelisi, sosyalizmin ya da daha doğrusu bir işçi iktidarının ne olduğuna ilişkin tam anlamıyla Stalinist denebilecek bir anlayışın ifadesi olmasıdır.
Çünkü, gerçek bir sosyalist demokraside, bir çok partiler olacağından, diyelim ki, teorisi, bu bayların yanlış sorusuna uygun biçimde, ekoloji ve teknolojiyi de kapsayan bir partinin, insanların çoğunluğunun oyunu alacağı ve yönetime geleceğinin hiçbir garantisi yoktur ve olamaz. İktidara gelse bile bir süre sonra seçimlerde kaybedip azınlığa düşmeyeceğinin de bir garantisi yoktur ve olamaz.
Yani aslında stalinizmin devlet ve parti anlayışının meduza kafasını çıkarır Marksizm’in bir ekoloji ve teknoloji teorisi olmadığı için işlerin sapa sardığı anlayışının ardında.
Yani yukarıda dendiği gibi, Marksizm’in böyle bir teorisinin olmadığı ve olması gerektiği iddialarının ardında, doğru teoriye sahip bir partinin egemenliği ve toplumu şekillendireceği gibi bizli bir varsayım bulunmaktadır. Ve biraz dikkat ederseniz “toplum mühendisliği”ne en çok karşı çıkanların da bunlar olduğunu görürsünüz. “Toplum Mühendisliği”ne karşı çıkar görünenler, Marksizm’i bir teknoloji ve ekoloji teorisi olmamakla, bu nedenle yanlış ve yetersiz bir teoris olmakla, bu nedenle “reel sosyalizmin” batmasıyla  eleştirirlerken, aslında iyi bir toplum mühendisi olmamakla eleştirdiklerini bile görmezler. Onları bu çelişkiye düşüren de toplum mühendisliği yapmamanın mümkün olmadığını görmemeleridir.
“Tek doğru” olduğuna inanmak, totalitarizme, (veya meşrebine göre) Stalinizme götürür” diyenler, aslında Marksizm’in bir ekoloji ve teknoloji teorisi olmadığı için işlerin battığını söylerlerken, farkına varmadan iktidardaki egemen partinin doğru görüşü olmadığı için yıkıldığını söylediklerinin bile farkına varmazlar.
Çünkü, Sosyalist bir demokrasi anlayışının zerrece var olmadığı koşullarda ancak Marksizm’in bir ekoloji ve teknoloji teorisi olup olmadığı sorusu sorulabilir.
Sosyalist bir demokrasi anlayışı varsa, ezilen çoğunluğun iktidarında sıonırsız bir örgütlenme ve fikir özgürlüğü olacağı varsayımı gerekir. Yani ezilienler farklı görüşler ve partiler arasında seçimler yapacaklar ve bu seçimlerini değiştirebilecekler ve farklı güç oranlarında seçecekler demektir.
Gerçek bir demokraside insanlar bilimsel doğruları savundukları için değil, kısa veya uzun vadeli; bölgesel veya genel çıkarlarını savunudkları veya buna uygun düştükleri için şu veya bu partiye oy verirler veya vereceklerdir.
Dünyanın en doğru teorisine sahip, ekolojik ve teknolojik araştırmaların en doğru sonuçlarına göre bir programı benimsemiş bir parti, bir sosyalist demokraside bir tek oy bile alamayabilir. Ama buna rağmen insanlar şunun veya bunun yapılmasına ilişikin olarak pek ala “doğru” kararlar da alabilirler.
Yani sorun teorideki bir eksiklikte değil, sosyalist bir demokrasinin eksikliğindedir. Sosyalist demokrasinin kurulamamış olması veya daha doğarken boğulmuş olması da yine bunun bilinmemesi nedeniyle değil, var olan toplumsal güçlerin ilişkilerinin değişmesinin sonucudur. (Yani devrimin tecrit olması, ince bir katman halindeki sınıfın fiilen savaşta ve devlet cihazı içinde yok olması, kıtlık vs. sayılabilir.)
Sanki ciddi bir teorik eleştiri gibi görünen teknoloji ve ekoloji teorisi olup olmadığı tartışmaları, gerçek sorunlardan kaçışın; onları gündemden düşürmenin bir örtüsüdür. Yani bürokratik aygıtların; burjuvazinin; küçük burjuvazinin çıkarlarının son derece ince biçimde savunusu ve Marksizm’e karşı gizli bir savaştır.
Ve devrimci olmayan sınıflar son duruşmada çıkarlarını gerçeğin özünü çarpıtan metodolojik hatalar aracılğıyla savunurlar. Tam da burada olduğu gibi,.
Ancak metodolojik hata, sosyolojik ve programatik sorunlarla da sınırlı değildir. Ekonomi politikle sosyolojinin ilişkisi ve ekonomi politiğin konusunun ne olduğunun anlaşılmaması ile de ilgilidir.
Ekonomi politiğin konusu, ekonomi değildir. Birçokları ekonomi politiğin konusunun, ekonomi olduğnu sanıyorlar. Yani toplumun üretim, dağılım, bölüşüm ve tüketim ilişkileri olduğunu sanıyorlar. Aşağı yukarı, Marksizim “ekonomik temel” diyor o halde toplumun ekonomik temelini inceleyen bilim de ekonomi politikdir diye düşünüyorlar ve öyle sanıyorlar. Ve bylece ekonomi politiği sosyalajinin çok spesifik bir bölümü, dolayısıyla Marksizmin bir bileşeni gibi anlıyorlar.
Bu Marksizm’i zerrece anlamamaktır. Ekonomi politik, Toplum’u inceleyen bilimin, toplumun alt yapısını (üretim, bölüşüm ve tüketim ilişkilerini) inceleyen bir alt bölümü değildir. Ekonomi politiğin Marksizm’le, yani sosyolojiyle veya tarihsel maddecilikle ilişkisi, optiğin, hidroliğin gizikle ilişkisi gibi değildir. Ekonomi politiğin sosyolojiyle,yani Marksizm’le ilişkisi; Biyolojinin fizikle ilişkisi; ya da sosyolojinin biyolojiyle ilişkisi gibidir.
Ekonomi politiğin konusu olan olgular sosyolojik olgular değildirler. Tıpkı biyolojik olguların fiziksel olgular olmaması gibi. Elbette tüm biyolojik süreçler ve varlıklar da son duruşmada fiziksel varlıklar ve süreçlerdirler, ama biyolojinin konusu bunlar değil, örneğin türleri ortaya çıkaran yasalardır.
Nasıl biyolojinin konusu ilk kendi benzerini .yaratan ya da sentezleyen moülekülle ortaya çıktıysa, benzer şekilde ekonomi politiğin konusu da iki insan veya kabile  iki ürünü değiş tokuş yaptıklarında ortaya çıkar. Bu değiştirilen şeylerin ne olduğu değildir ekonomi politiğin konusu; o değiştirilyen şeylerin içindeki ortak olan şeydir. Yani değer, yani emek miktarı.
Eğer paradoksal olarak ifade etmek gerekirse, Marksizmin kurucusu Marks’ın ömrünün en büyük eseri olan Das Kapital, Marksist (sosyolojik) bir eser değildir, Marks ömrünü marksist olmayan bir çalışma içinde geçirmiştir.
Nasıl ekoloji veya teknoloji sosyolojinin konusu değilse, aynı şekilde kullanım değerleri de, yani değiştirilen malların fiziksel ve manevi özellikleri de ekonomi politiğin konusu değildir. Bunlar tücarların, tüketicilerin konusudur elbet, ama ekonomi politiğin konusu değildir. Ekonomi politikte ilişkilerdir söz konusu olan. Ekonomi politik bir cebirsel formül gibidir.
Ekonomi politiğin konusu malların fiziksel özellikleri olmadığından, Marks da bütün ömrünü ekonomi politiğin eleştirisi olan Kapital’i yazmaya harcadığından dolayı, Ekonomi politiğin ne olduğunu bir türlü kavramamış olup da onu sosyolojinin bir alt bölümü gibi görenler, Marksizm’in bir ekoloji ve teknoloji teorisi olmadığı sonucuna ulaşmaktadırlar. Çünkü ekoloji de teknoloji de bu fiziksel özelliklerle ilgilidirler son duruşmada. Bu baylar Marksizm’in üstünlüğü olan özelliğini ve yöntemini onun zaafı olarak görmekle, aslında ekonomi politiğin ve sosyolojinin ne olduğunu anlamadıklarına ilişkin kendi zaaflarını dışa vurmuş olurlar.
Sadece bir tek metanın kullanım değeri ekonomi politiğin konusunu oluşturur: İşgücü. İşgücü denen metaın kullanın değerinin ise, bütün diğer metaların aksine onun fiziksel veya manevi özellikleriyle hiçbir ilişkisi yoktur. Onun kullanım değerini belirleyen özelliği, tüketildiğinde kendisinin yeniden üretiminden daha büyük bir değer yaratmasıdır. Ama onun bu özelliğinin, kadın veya erkek, eşcinsel veya hetoroseksüel; komünist veya liberal; siyah veya beyaz; Alman veya Kürt, Müslüman veya Ateist  olmakla hiçbir ilişkisi yoktur.
(Tam da bu nedenle Marksizim bu sefer de bunlar ekonomi politiğin konusu olmadıkları için, beyaz adam merkezli, erkek, avrupa merkezli vs. görülmüştür. Aslında bütün yeni sosyal hareketler malların fiziksel özellikleri veya işgücünün fiziksel ve manevi özellikleri üzerinden çıktığından; tüm diğer malların fiziksel özellikleri, yani kullanım değerleri ekonomi opolitiğin konusu olmadığından; kullanım değeri ekonomi politiğin konusu olan tek malın ise ise fiziksel ve manevi özelliklerkin bu kullanım değeri üzerinde hiçbir etkisi olmadığından dolayı bu eleştiriler Yeni Sosyal Hareketlerden gelmektedir ve hepsi aslında aynı metodolojik hataya dayanırlar: Ekonomi politiğin konusunun ne olduğunu anlamamak ve Ekonomi politik ile Sosyolojinin (Marksizm’in) ilişkisini kavramamak.)
Kapitalizmin muazzam esnekliğinin de Kapital’in tükenmez tazeliğinin de sırrı buradadır. Bir an için bütün cins, ırk, ulus, fikir, din ayrılıklarının ve ayrıcalıklarının yok olduğunu var sayalım. Bir an için nesnelerin fiziksel özelliklerinin çevre sorunu gibi bir soruna yol açmadığını var sayalım. Bu takdirde kapitalizm yok olmazdı. Sadece daha mükemmel ve saf bir kapitalizm olurdu. Ama Marks da Kapital’de işte tam da bu saf biçimiyle Kapitalizmi ve onun özünü incelediğinden, Kapital’de ele alınan kapitalizme daha çok benzemiş olurdu gerçeklik. Das Kapital de çok daha aktüel ve taze
Elbet bundan bu eşitsizlikler ve ekolojik katastrofa karşı mücadele edilmemesi gerektiği soncu çıkmaz. Ama hiç de öyle ham hayallere kapılmadan mücadele etmek gerekir.
Düşünün ki, ulusal devletlerin olduğu bir dünyada, bir çevre felaketini önlemenin ve insanlığın var oluş koşullarının ortanadan kalkmasını engellemenin bir olanağı yoktur. Bu durumda öncelikle uluslara karşı bir mücadele gerekmektedir. Bunu en öne almayan her mücadele sahte hayaller yayar. Yeni hayal kırıklıklarının kapısını açar. Böyle bir dünyada bu sorunu ikinci plana atan her girişim, bunu hangi ekolojik gerekçelerle yaparsa yapsın, aslında insanlığın yok oluşuna katkı yapıyor demektir.
Ancak bir dünya cumhuriyeti bile henüz sadece bir olanağın kapısını açar. Bu dünya cumhuriyeti ancak kullanım değerleri üreten bir ekonomiyi seçtiğinde; yani ekonomi politiğin konusu olan değişim değerinin, değer yasasının egemenlik alanını daraltmaya başladığında; yani ekononomi politiğin konusunu yok etkmeye başladığında insanların ve doğanın ihtiyaçlarının dengesini güden, planlı bir ekonomi ekonomi olanağı doğar.
Ama bu bile bir garanti oluşturmaz. İnsanlar ekolojistlerin ve mühendislerin her türlü manüplasyondan ve bilim dışı kaygıdan azade olarak sonuçlarını sundukları; bu sonuçlara herkesin ulaşabildiği ve özgürce tartışabildiği bir ortamda bile doğru kararlar alacağının bir garantisi yoktur.
Ve “doğru karar”ın da ne olduğu böylesine çok farklı faktörün etkili olduğu ve birindeki küçük birdeğişimin tüm sistemdeki diğer girdileri etkilediği bir sistemde pek belli değildir.
Yani özel mülkiyet, değer yasasının egemenliği, kar ve bürokrasiden arınmış, tüm dünyadaki insanların birliğini ve eşitliğini sağlamış bir dünya cumhuriyetinde bile, İnsanların doğru kararlar alacaklarının bir garantisi yoktur. Bu kararlar sadece kısa vadeli çıkarlar veya bölgesel çıkarların öne alınması nedeniyle de oluşmayabilir. Bütünüyle bunlardan azade olarak, ilişki ve dengelerin böylesine karmaşık olduğu bir sistemde, Doğru’nun ne olduğu da tam olarak bilinemeyeceği, ancak deneme ve yanılmalar yoluyla ele yordamıyla bulunabileceği; ama bu yanılgıların tıpkı bir çocuğun öğrenme sürecinde çok tehlikeli bir şekilde yanlış yapıp ölmesinde olduğu gibi, insanlığın sonuyla bitebileceğini de hiç unutmadan.
Ama bu sorunlara henüz o kadar uzağız ki, kimse gündeme alıp konuşmayı bile aklına getirmiyor.
Bu üç temel yanlıştır o yanlış soruların ardındaki yanlışlar.
(Hatırladığım kadarıyla söylediklerim bu noktalardaydı ve mealen böyleydi. Soru ve eleştiriler kısmında farklı soyutlama düzeyleri; Marksizm’le buluşmanın zorluğu; öğrenmenin emek gerektirdiği; bu söylediklerimden yeni sosyal hareketleri ve mücadeleyi reddettiğim sonucu çıkmayacağı gibi konular konuşuldu ve tartışıldı.)
Demir Küçükaydın









[1] Ayrıca sadece bu kadar da değil, “kurucu etkisi” (Gründer Effekt) denen bir fenomen vardır. Örneğin ilk kez karaya çıkan canlı beş parmaklı olduğu için, sonraki bütün canlılar hep bu beş parmaklılık üzerinden kanatları, ayakları, elleri, şekillendirmişlerdir. Hatta bu ondalık sistemimizi bile bir ölçüde bu beş parmaklılığa borçluyuz.
Bir an için karaya çıkan ilk canlının üç parmaklı olduğunu var sayalım. Bütün sonra gelen canlılar bu üç parmaklılık üzerinden kanatları, elleri, ayakları vs. şekillendirecekler bunun üzerinden çözümler arayacaklardı. Böyle bir dünyada insanlar da muhtemelen üç parmaklı olacaktı. O zaman üç parmakla çalınabilin müzek aletleri ve bambaşka bir müzik olacaktı belki. Matematik, Sümerlerde olduğu gibi, altılı bir sisteme dayanacaktı muhtemelen vs.,
Marksizm’, Avrupa’da doğdu. Avrupa ise Semitik, İbrahimi dinlerin yaygın olduğu bir yerdi. Bir an için Marksizm’’in, Budizmin, Hinduizmin, Şintoizmin veya Taoculuğun egemen olduğu bir bölgede doğduğunu düşünelim. Keşfedilen yazalar yine aynı yasalar olurdu ama bunların ifadesi, artikülasyonu, ifade edilirkenki imgeler, muhtemelen çok başka olacaktı.
Bu tür farklılıklar da Marksizm’’in özüne ilişin değildir. Marksizm’’in bunlardan da soyutlanması gerekir. Bu en iyi İbni Haldun ve Marks örneklerinde görülebilir. Her ikisi de İbrahimi Dinler bölgesinde olmakla birlikte biri İslam, diğeri Aydınlanma çocuğudur. Ve aynı yasaları bulmalarına rağmen bunu farklı biçimde ifade ve artiküle ederler.
Elbet Marksizm’’de özellikle ilk ortaya çıkış dönemlerinde geçmişin kalıntısı bir çok özellik vardır ve ona sızmıştır. Ama bunlar onun asli özellikleri değildir. Bunlar olmasa doğruluğundan bir şey eksilmez. Aksine daha tutarlı olur.
Bu bağlamda örneğin engels’in tarihsiz halklar gibi kavramları örnek olarak verilebilir. Kesza bir ilerleme anlayışı. Aydınlanmanın mekanitk ve düz ilerlemeci anlayışına bağlı olarak vardır. Ama dediğimiz gibi bunlar onun onu o yapan özellikleri değildir.
[2]İnternetten birkaç örnek.
“Wikipedia
Marksizm’, özgün bir siyasal felsefe, tarihin diyalektik materyalist bir yorumuna dayanan ekonomik ve toplumsal bir dünya görüşü, kapitalizmin Marksist açıdan çözümlenmesi, bir toplumsal değişim teorisi ve Karl Marx'ın ve Friedrich Engels'in çalışmalarından çıkarılan insanın özgürleşmesiyle ilgili bir düşüncedir.
Marksizm’ bir öğreti olarak siyasal, ekonomik ve felsefi bir bütünlük içerir. Marksizm’, ideolojik alanda esas olarak sınıflar savaşımı teorisini ortaya atan ve bu savaşımın zorunlu sonucu olarak proletarya diktatörlüğüne ve oradan da toplumsal eşitlik ve özgürlük dünyası komünizme varılacağını öngören bir öğreti olarak tanımlanır

Ekşi Sözlük
·         Marksizm’'e göre dünya kapitalizmi yaşadıktan sonra toplumlar birer birer proleterya diktatörlüğüne dönecek, bu sürecin sonunda da bütün dünya komünizme geçecektir. tez-antitez-sentez mantığında ilerler Marksizm’.
·         Marksizm’'e göre dünya kapitalizmi yaşadıktan sonra toplumlar birer birer proleterya diktatörlüğüne dönecek, bu sürecin sonunda da bütün dünya komünizme geçecektir. tez-antitez-sentez mantığında ilerler Marksizm’.
·         marx ve engels'in felsefi, ekonomik ve sosyo-politik görüş sistemini temsil eden tam ve ahenkli doktrin.
o        bilgi nesnesi degildir.
o        skolastik bir teori degildir.
o        bir kimlik degildir.
o        hayata mudahale etmektir.
o        iktidar gerektirir.
o        politik bir kollektivite gerektirir.
o        bu nedenle devrimci bir politikadir.
o        ve hayattaki her soruya ya da soruna cevap vermekle yukumlu degildir.
·         foucault'ya gore Marksizm’ muhtesem bir kapitalizm elestirisidir, gelgelelim kapitalizmden sonrasini hayal ettigi -ve bu hayale bir isim verdigi- noktada sicmistir.
·         devrim sonrası kurulan sosyalist devleti geçici olarak gören ve sonunda devletsiz bir toplum öngören ideoloji.
·          
[3] Bunun nedeni, bizzat Marksizm’’i savunanların veya savunma iddiasında olanların da eleştirmenlerle aynı yanlışları paylaşmalarıdır. Tam da bu nedenle, Marksizm’’i savunanlar ve eleştirenler, kendilerinin bu ortak varsayımlarını ve yanlışlarını eleştiren bizim gibi Marksistler karşısında böyle bir eleştiri yokmuş gibi davranarak, güç birliği ve suç ortaklığı yaparlar.
Bu anlayışla yapılan eleştiri ve savunmalar baştan bir yanlış; Marksizm’’in ne olduğu; bilimin ne olduğu hakkında baştan bir yanlış içindedirler demektir.
Bir politik hareketin, bir doktrinin vs. bir “teknoloji eleştirisi” olabilir ve bu anlaşılabilir. Ama bir bilimin, sosyolojinin “teknoloji eleştirisi” yapmasından söz etmek, fiilen bilim hakkında tamamen farklı bir anlayışta olmak demektir.
Marksizm’  teknoloji eleştirisi yapıp yapmadığı açısından eleştirilemez. Bir sosyal ya da politik hareket, bir parti, bir doktrin, bir ideoloji vs. belki böyle bir başlık altında eleştirilebilir, ama toplum bilimi, bu sözler ve kavramlarla eleştirilyemez.

[4] Marksizm’’i eleştiren ve savunan görüşlerin büyük bir bölümü bu yanlışları yapmaktadır.
Çok tipik bir örnek verelim. İnternette çok yaygın olarak alıntılanmış ve birçok farklı adreste tekrar sunulmuş bulunan, Fikret Başkaya’ya ait bir yazı bulunmaktadır. Yazının başlığı:  “Marksist Sol Teknoloji Eleştirisi konusunda Sınıfta Kaldı.
Elbette kendini Marksist olarak tanımlayan bir sosyal ve politik hareketin eleştirisinin başlığı olarak bu kullanılabilir bir başlıktır. Elbette bu anlamda, o sol hareketin kendini Marksist olarak tanımlayıp tanımlamamasının hiçbir önemi yoktur. Çünkü hareketlerin kendilerini adlandırmaları veya tanımlamaları onların sosyolojik olarak ne olduklarını anlamayı sağlamaz.
Başkaya’nın yazısının bütün okunduğunda, onun fiilen Marksizm’’i bir politik ve sosyal hareket olarak tanımladığı görülmektedir.
Böyle bir başlığın konusu ya kendini Marksist olarak niteleyen solun Marksizm’le ilişkisi olmadığını, iddialarıyla gerçek arasındaki çelişkileri göstermek olabilir ya da onun kendini Marksist olarak tanımlaması üzerinde durmadan, o hareketin teknoloji konusundaki programını, stratejisini, taktiklerini, örgüt ve mücadele biçimlerini eleştirir.
Ancak Başkaya’nın eleştirisi, her şeydir ve hiç bir şeydir. Neredeyse bütün bu yukarıda saydığımız yanlışları bir arada içerir.
Örneğin şu cümleyi ele alalım: “Marksist sol teknolojik ilerlemeyi hiçbir zaman kapsamlı-tutarlı-bütünlüklü bir eleştiriye tâbi tutmadı. Marx, diyalektik yönteminin bir gereği olarak, teknolojinin çelişik niteliğinin farkındaydı. Çeşitli eserlerinde bu soruna değinmekle birlikte bütünlüklü bir teknoloji eleştirisi yapmadı.”
Birinci ve ikinci cümleler bir arada ele alındığında, çıkarsamanın, “Marksist sol”un kendi hakkındaki iddialarının aksine Marksist olmadığının olması gerekir. Mantık bunu gerektirir. “Marksist sol”dan anladığının, yirminci yüzyıl boyunca kendine Marksist diyen, sosyalist ve Komünist partilerde ifadesini bulan solu kastettiği anlaşılmaktadır. Ama bu solun zaten Marksist olmadığı, buna esas olarak Stalinist hareket ve partiler dendiği belli iken, onları Marksist olarak tanımlamak hem Marksizm’’i Marksizm’ olmaktan çıkarmak; hem de Marksizm’’i bir sosyal ve politik hareket olarak tanımlamak anlamına gelir. Marksizm’ ise, kategorik olarak bir sosyal ya da politik hareket değildir. Marksizm’, Tarihsel Maddeciliğin kısa adıdır, kod adıdır. Bizzat kurucularının tanımladığı gibi, Tarihsel Maddecilik ise, bugün bizlerin Sosyoloji, yani Toplum Bilim, toplumun hareket yasalarını inceleyen; farklı toplum biçimlerinin niçin neden ve nasıl var olup yok olduğunu inceleyen bilimin adıdır.
Ve eğer bir bilimse, sadece o bilimin kurucusunun katkılarıyla sınırlanması kadar saçma bir şey olmaz. Örneğin, Newton veya Darwin’den den sonra fizikçi ve biyologların, buldukları yeni yasalar veya eğildikleri yeni olgular o fizik veya biyolojiye dahildirler. Marksizm’’de de sonra gelenlerin yaptıkları katkılar o bilime dahildir. Örneğin, Frankfurt Okulu’nun katkıları bizzat fiziğin veya biyolojinin gelişimi veya evrimi gibi, Marksizm’’in evriminin bir parçasıdır. Bu durumda, Marksizm’’in gelişimi içinde teknolojiyi ele alışını daha derinleştirdiğinden, daha geliştirdiğinden söz edilebilir. Ama yazının başlığı ise bununla çelişmekte; kendine Marksist diyen Stalinist hareket ve partiler Marksist olarak tanımlanarak; Marksizm’’i geliştirenler fiilen bu Marksist tanımının dışına çıkarılmakta ve tamamen keyfi kullanımlarla tam bir eklektisizme düşülmektedir. Örneğin şöyle yazıyor Başkaya:
“Böylesi bir ortamda kapitalizmin ürettiği teknolojinin tahribatına dikkat çekenler, ya Marksist olmayan düşünürler, ya da iki enternasyonalden bağımsız hareket edebilen, “resmi Marksizden” uzak durabilen Marksist teorisyenler olacaktı: Martin Heidegger, Walter Benjamin [ekolojik muhalefetin ve anti- nükleer hareketin habercisi], Franfurt Okulu’nun ünlü düşünürleri [Theodore Adorno, Horkheimer, Herbert Marcuse, Habermas...], Jacques Ellul, Ivan Illich, Charbonneaux, vb.”
Bu sözlerden çıkması gereken sonuç, Marksizm’’in evrimi içinde ciddi bir teknoloji eleştirisi getirdiği, kendine Marksist diyen hareketlerin, yani Stalinistlerin ve Soysal Demokratların fiilen Marksizm’’i reddettiği olabilir. Ama yazıdan çıkan sonuç, tamamen Marks’ta zaten bulunan yanlışların geliştirildiği olmaktadır:
“Marx başka eserlerinde de teknolojik ilerlemeye benzer eleştiriler yöneltiyor ama o esas itibariyle teknolojinin kendisine değil, onun kapitalist sistem tarafından kullanılış biçimine itiraz ediyordu… Oysa bizzat kapitalizmin ürettiği teknolojinin tartışma konusu yapılması gerekirdi… Her şeye rağmen Marx’ın eserlerinde tutarlı bir teknoloji eleştirisine başlangıç teşkil edebilecek unsurlar mevcuttu. Fakat, XIX’uncu yüzyılın sonundan itibaren ‘markist sol’ bu bahsi tümden kapattı. II. ve III. Enternasyonallerin kaba Marksizm’’i, hiçbir zaman kapitalizmin ürettiği ‘modern teknolojiyi’ tartışma konusu yapmadı. Marx sonrası sol teknoloji konusunda geçerli pozitivist ve iyimser yaklaşımı benimsemekle yetindi… Teknoloji yansızdır, önemli olan kimin tarafından kullanıldığıdır şeklindeki kaba  yaklaşım II. ve III. Enternasyonal Marksizm’’inin de yaklaşımıydı. Oysa, insanın insan tarafından sömürülmesine son verildiğinde doğanın insanlık toplumu tarafından sömürülmesinin sona ereceğine dair kaba yaklaşım sakattı.”
Tabii burada çok temel bir yanlış daha yapılmaktadır. Marksizm’ bir politik hareketin bir doktrini olarak algılanmaktadır Marksizm’. Programatik çıkarsamalar Marksizm’’in özüne ilişkin değildir. Marksizm’ söz konusuysa, sorunun şöyle koyulması gerekir: Marksizm’, teknolojik değişmeleri, bu değişmelerin sonuçlarını açıklayacak kavramsal araçları geliştirmiş midir? Ya da bu kavramsal araçlar daha derinleşmek için uygun bir kavramsal çerçeve sunmakta mıdır?”
[5]“Ekonomi politik, meta ile, ürünlerin bireyler tarafından ya da ilkel topluluklar tarafından birbiriyle değişildikleri anda başlar.” (F. Engels9
[6]“İktisat nesneyi incelemez, insanlar arasındaki ilişkileri ve son tahlilde, sınıflar arasındaki ilişkileri inceler; oysa bu ilişkiler her zaman nesneye bağlıdırlar ve nesne gibi gözükürler.” (F. Engels)
[7] Ekonomi politik ilişkileri inceler, tabiri caiz ise cebirsel formüller gibidir. O formüldeki değerlerin, niceliklerin ne olduğu veya olacağı onun konusu değildir. Ekonomi politik bakımından değiştirilenin bir buzdolabı veya bir teneke buğday olmasının hiçbir anlamı yoktur. Somut nicelikler ise, yani nesnelerin özellikleri ise ekonomik planlamanın, tüccarların vs. işidir ve konusudur.
[8] Michael Löwy, Romantizmi sadece bir edebi akım olarak ele almamakta, anlamını genişletmekte ve onu şöyle tanımlamaktadır: “Bize göre romantizm modernitenin, yani modern kapitalist uygarlığın, geçmişteki (prekapitalist, premodern) değer ve idealler adına eleştirisini temsil eder. Romantizm başından beri ikili bir ışıkla, isyan yıldızının ve “melankolinin kara güneşi”nin (Nerval) ışığıyla aydınlandığını söyleyebiliriz.” (M. Löwy, isyan ve Melankoli, s.23)
[9]Şefik Hüsnü, Mihri Belli, Reşat Fuat gibilerin Kıvılcımlı’ya yönelttikleri temel eleştiri de onun ilkel sosyalizmi olumladığı ve abarttığı şeklindedir.
[10]“komün bir kez iktidara geçtikten sonra, eski devlet makinesi ile yönetmeye devam edemeyeceğini hemen kabul etme zorunda kaldı.” (F. Engels, (Fransa’da İç savaşa) Giriş)
[11]Askeri ve bürokratik muazzam örgütü ile, karmaşık ve yapma devlet mekanizması ile,
yarım milyon insandan bir memurlar ordusu ve bir ikinci beş yüz bin askerlik ordusu ile,
bu yürütme gücü, Fransız toplumunun bütün bedenini bir zar gibi saran ve bütün
deliklerini tıkayan bu korkunç asalak yapı, mutlak krallık döneminde, devrilmesine
yardım ettiği feodalitenin sona erişinde meydana geldi. Büyük toprak sahiplerinin ve
kentlerdeki büyük mülk sahiplerinin senyörlük ayrıcalıkları, devlet iktidarına özgü birçok
özel nitelikler haline dönüştüler; feodalitenin ileri gelenleri, maaşlı devlet görevlileri oldular;
çelişkili orta çağ hükümdarlık haklarının alacalı haritası, işleyişi bir fabrikadaki gibi
bölüştürülmüş ve bir merkezden yönetilen bir devlet iktidarının çok iyi ayarlanmış planı oldu.
Ulusun burjuva birliğini kurmak için bütün bağımsız yerel, bölgesel, belediyelere ve taşra
illerine değin iktidarları yıkmak görevini benimseyen birinci Fransız Devrimi, zorunlu olarak
mutlak krallık tarafından başlatılan işi, hükümet iktidarının merkezileşmesi, ama aynı
zamanda genişliği, özel nitelikleri, ve aygıtı işini zorunlu olarak geliştirecekti. Napoléon, bu
devlet mekanizmasının yetkinleşmesi işini tamamladı. Meşru monarşi ile temmuz monarşisi,
bunu, ancak, iş bölümü burjuva toplumu içinde yeni çıkar grupları yarattığı ve dolayısıyla da
devlet yönetimi için yeni bir malzeme doğurduğu ölçüde, gitgide artan daha büyük bir iş
bölümü eklediler. Bir köprüden bir okul binasından, ve en küçük bir köyün köy
mülkiyetinden demir yollarına, ulusal zenginliklere ve üniversitelere kadar her ortak çıkar
derhal toplumdan ayrıldı, üstün çıkar, genel çıkar olmak sıfatıyla, topluma karşı tutuldu,
toplum üyelerinin inisiyatifinden çıkarıldı ve hükümet eyleminin konusu haline getirildi.
Sonunda, parlamenter cumhuriyet, kendini, devrime karşı savaşımında baskı önlemleri ile
hükümet iktidarının eylem olanaklarını ve merkezleşmesini kuvvetlendirmek zorunda gördü.
Bütün siyasal devrimler, bu makineyi kıracakları yerde, yetkinleştirmekten başka bir
şey yapmadılar. Art arda iktidar uğruna savaşan partiler bu muazzam devlet yapısını ele geçirmeyi, kazananın en birinci ganimeti saydılar.” (Marks, Fransa’da İç Savaş)
Viewing all 945 articles
Browse latest View live