Quantcast
Channel: Demir'den Kapılar
Viewing all 946 articles
Browse latest View live

Kıvılcımlı Niçin ve Nasıl Bir Gerici Milliyetçiydi?

$
0
0

Yukarıdaki başlık ve aşağıdaki satırlar birçoklarını şaşırtacaktır.
Çünkü bu satırların yazarı, aynı zamanda Kıvılcımlı adına bir Sempozyum düzenlemeye kalkıyor; Kıvılcımlı hakkında yazdığı yazılar kalınca bir kitap dolduruyor; kıvılcımlı için siteler açıyor; Eserlerini yaymak ve okunması için kendi yazılarına harcayacağı zamandan alıp uğraşıyor.
Ama Kıvılcımlı’ya böylesine değer veren, onun kitaplarını ve fikirlerini suskunluktan kurtarmak, tartışılması ve anlaşılması için bunca çaba gösteren insan, aynı zamanda Kıvılcımlı’nın gerici bir milliyetçiliği savunduğunu, gerici bir milliyetçi olduğunu söylüyor?
O Kıvılcımlı ki, “İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark)” adlı çalışmasıyla milliyetçiliğe karşı enternasyonalist ve sosyalist tavrın ilk ve hala en önde geleni olarak görülmektedir. Kıvılcımlı’yı adeta eleştirilemez görüldüğü noktadan eleştirip bir de sadece “milliyetçi” bile değil, bir de önüne “gerici” sıfatı takarak “gerici bir milliyetçi” olduğunu söylemek; hem de Kıvılcımlı’nın bilinmesi, okunması, tartışılması için çabalamak!..
Bu bir çelişki değil mi?
Değil.
Aksine, Kıvılcımlı’yı anmak, onun mirasını sürdürmek ancak böyle olabilir.
Çünkü Kıvılcımlı’yı okumuş olmasaydık; onun fikirleri ve hayatıyla tanışmış olmasaydık, onu şimdi böyle eleştiremezdik. Kendisinin bu eleştirisini bizzat ona borçluyuz; aslında Burada Kıvılcımlı’yı eleştiren biz değiliz, bizdeki Kıvılcımlı’dır.
Tabii burada Kıvılcımlı bir semboldür. Bütün bu önermeler, Marks, Engels, Lenin, Troçki, Luxemburg gibi bütün diğer Marksist teorisyenler için de söylenebilir.
Aşağıda iki ayrı yazıda Kıvılcımlı’nın bir gerici milliyetçi olduğu iddia edilmekte, bu kanıtlanmakta ve eleştirilmektedir.

Ancak bu yazılar doğrudan doğruya Kıvılcımlı ile polemik biçiminde değil de, başkalarının eleştirisi biçiminde yapılmıştı.
Birincisi,  özünde bir pozitivist olan, vulgar Marksist Erdoğan Aydın’ın “Nasıl Müslüman olduk?” kitabının eleştirisi biçimindedir.
Biliniyor, Kıvılcımlı’nın “Din’in Türk Toplumuna Etkileri” diye bir kitabı var. Kıvılcımlı bu kitabında, “Türklerin Müslümanlaşması”nı ele almaktadır. Erdoğan Aydın’ın kitabı aslında Kıvılcımlı’nın bu kitabının yüzeysel bir versiyonu olarak da okunabilir.
Yazı okununca, Erdoğan Aydın’a yaptığımız eleştirinin aynen Kıvılcımlı için de geçerli olduğu görülecektir. Yani Erdoğan Aaydın’ın şahsında eleştirilen aynı zamanda Kıvılcımlı’dır.
İkinci Eleştiri ise, Marks’a yöneliktir. Kıvılcımlı bu yazıda Marks’ın şahsında eleştirilmektedir.
Bilindiği gibi, Kıvılcımlı, meşhur “İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark)” adlı kitabına Marks’ın sözüyle başlar. Kitaba  “Marks «Başkalarını ezen halkın kendisi hür olamıyacaktır»der.” diye girişir. Bütün kitap bu temel önerme üzerinde yükselir.
Eleştirimiz, Marks’ın milliyetçiliğin panzehiri, enternasyonalizmin en veciz ifadesi gibi görülen bu sözlerinin aslında, gerici bir milliyetçiliğin millet kavramına dayandığı ve bunu yansıttığıdır.
Yani Marks’ın bu önermesi gerici milliyetçiliğin önermesi olduğuna göre, bu önermeye dayanan Kıvılcımlı da (ve bugün yeryüzünü kaplamış yüz binlerce sosyalist de) birer gerici milliyetçidir. Bu varsayımdan hareketle Kıvılcımlı’nın dayandığı Marks’ın sözü ele alınıp, bunun gerici milliyetçi karakteri gösterilmektedir. Marks’ın b.u sözü gerici milliyetçiliğin bir parolasıysa, Kıvılcımlı’da bir gerici milliyetçidir. İkinci yazıyı da bu bağlamda koyuyoruz.
Kıvılcımlı’nın anısını yaşatmak, onu en acımasız biçimde eleştirmekle olabilir.
Biz de Kıvılcımlı’yı böyle anarak anısına layık davrandığımızı düşünüyoruz.
Lütfen okuyun.
Çünkü o satırlar Kıvılcımlı’yadır ama aynı zamanda sizedir de. Okuyunca nasıl bir gerici milliyetçi olduğunuzu göreceksiniz.
Tabii sadece sizlere değil, bizzat kendimedir de, bir zamanlar o görüşleri savunan bir insan olarak aynı zamanda bir özeleştiridir de.
10 Ekim 2012 Çarşamba
Demir Küçükaydın

Türklerin Müslümanlaşması mı? Müslümanların Türkleşmesi mi?

(Erdoğan Aydın’ın“Nasıl Müslüman Olduk” Kitabına Eleştiri)

Daha önce “Biz” i Türkler, Türklük, Türk Ulusu vs. olarak ele almanın sosyalizmle ve sosyalistlikle uzlaşmayacağını, bunun en gericisinden milliyetçilik olduğunu ele almıştık.[1]
Şimdi bir başka somut örnekte, bunun nasıl gerici, tarihi allak bullak eden bir tarih anlayışına yol açtığını veya onunla bir arada bulunabileceğini görelim.
Aslında bu konuyu, daha önce, Tersinden Kemalizm adlı kitapta, Kıvılcımlı’yı eleştirdiğimiz bölümde, onun “Dinin Türk Toplumuna Etkileri” başlıklı yazısını eleştirirken kısaca ve dolaylı biçimde ele almıştık[2]. Burada bu eleştiriyi biraz daha detaylandıralım, ete kemiğe büründürelim.
Örnek olarak ele alacağımız kitap, Erdoğan Aydın’ın “Türklerin Müslümanlaştırılmasının Resmi Olmayan Tarihi – Nasıl Müslüman Olduk?”  (Başak Yayınları, 1994)
Dikkat edelim. Erdoğan Aydın’ın kitabının adı, “Türkler Nasıl Müslüman Oldu?”gibi bir isim değil. “Nasıl Müslüman Olduk?”. Yani biz zamiriyle soruluyor soru. Soruyu soran özne, yani “biz”: Türkler’dir. Diğer bir ifadeyle, Erdoğan aydın bir Türk olarak konuyu tartışmaktadır.
Hâlbuki daha önce görmüştük ki, klasik Marksist bakış açısından, bir sosyalistin, bir Marksist’in “biz”i ancak ve ancak, dünya işçi sınıfı olabilir. Marksist veya Sosyalist, tüm olayları bu öznenin bakış açısından ele alır ve almalıdır. Bu nedenle “biz” olarak bir ulusun, hele hele bu “biz”in, son derece gerici; kendini bir dil, tarih, soy ile tanımlamış bir ulus, yani Türklük olması, hiçbir şekilde kabul edilemez.
Peki, Erdoğan Aydın bir Marksist mi? Ya da öyle olduğunu mu iddia ediyor?
Böyle bir iddiası yoksa, elbette sorun yoktur. Türkler Türklerin nasıl Müslüman olduğu üzerine yazabilirler.
Çünkü daha sonra görüleceği gibi, Türklerin nasıl Müslüman olduğu, ancak Türklerin sorabileceği bir sorudur. Marksist açıdan böyle bir soru olanaksızdır veya saçmalıktır. Bir Marksist böyle bir soru soramaz çünkü bu sorunun kendisi ideolojik ve yanlış bir sorudur ve yanlış sorulara doğru cevaplar verilemez.
Ama bir Marksist’in, Marksist olduğu iddiasındaki birinin, “biz” zamiriyle, Türklüğü özne olarak kabul ederek böyle bir soru sorması katmerli bir yanlıştır.
Bu nedenle önce bakalım Erdoğan Aydın Marksist mi? Ya da böyle bir iddiası var mı?
Evet, Erdoğan Aydın kendisinin bir Marksist olduğu iddiasındadır. Örneğin aynen şöyle yazıyor:
Tarihsel Materyalist bir dünya görüşünün savunucusu olarak...” (sayfa: 18)
Marksizm, Tarihsel Materyalizmin kısaltılmış bir ifadesinden başka bir şey olmadığına göre, Erdoğan Aydın bir Marksist olduğu iddiasındadır.
(Burada Tarihsel Materyalizmin bir “Dünya görüşü” değil, bir bilim, ama her şeyden önce bir yöntemolduğu konusunu ise, konuyu dağıtmamak için bir kenara bırakıyoruz.)
O halde, bir yandan kendisinin Marksist olduğunu iddia eden, hatta kitabını Marksist açıdan yazdığı iddiasında olan ama diğer yandan, kendisini Türk olarak tanımlayan, olaylara Türkler açısından bakan; Türk ulusçusu olarak yazan bir yazar karşısındayız.
Bu ikisinin bir arada bulunamayacağı, ortadakinin Marksizm postuna bürünmüş bir milliyetçilik, hem de ilkel ve gerici bir milliyetçilikolduğu açıktır.
Ama haydi yine bir kredi daha açalım. Denebilir ki, “bu yargı çok acımasız. Onun biz olarak Türklüğü kastetmesi, Türk olarak yazması, Türk milliyetçisi olduğu anlamına gelmez. İnsan pek ala Türk olabilir de Türk milliyetçisi olmayabilir.”
Bu doğru değildir. Çünkü bu günkü Türk ulusunun, Orta Asya’dan gelmiş Türkler olduğunu soya, ırka, tarihe dayanan bir milliyetçiliğin taraftarları savunabilir. Erdoğan Aydın’ın kitabının adı ve içeriği, nasıl Müslüman olduk sorusuna, Orta Asya’da cevap arıyor. “Türklerin Müslümanlaştırılmasının Resmi Olmayan Tarihi”dir kitabının adının ilk bölümü. Yani bu “biz”, Orta Asya’da 1000 yıldan önce Müslümanlaşanları içeriyor. Burada var olan gizli varsayım, bu günkü Türk Ulusunun, Orta Asya’dan gelen Türklerin ahfadı olduğu varsayımıdır. Bütün Emin Oktay Tarih kitapları, bütün Türk Dil ve Tarih Kurumu, bütün üniversiteler, bu hikâyeyi anlatır ve inşa ederler.
Bu günkü Türklerin, Orta Asya’dan gelen Türklerin ahfadı olduğu iddiası, ırka, soya dayanan bir milliyetçiliğin iddiasıdır. Ve bizim “Tarihsel Maddeciliği dünya görüşü” olarak benimsemiş, “Türk-Marksisti” Erdoğan Aydın (“Türk-Marksist”, “Kapitalist-Sosyalizm” gibi bir saçmalıktır ve kendi içinde çelişir. İkisi bir arada olmaz.) ırkçı Türk ulusçuluğunun bu yalanını olduğu gibi kabul edip, fiilen bu yalanın yayılmasına hizmet ederek, onu yayarak ırkçı Türkçü ve Marksist nasıl olunabileceğinin bir örneğini bizlere sunuyor.
Bunun nasıl bir Irkçı Türkçülük olduğunu gösterebilmek için, başka tür bir Türk ulusçuluğunun, örneğin “kültürel ve Anadolucu” bir Türk ulusçuluğun da bu soruyu sorabileceğini ve buna bambaşka bir cevap verebileceğini gösterelim.
Pek ala şöyle bir Türk Ulusçuluğu da mümkündür: (ki böyle bir Türk ulusçuluğu Türk burjuvazisinin bu günkü ihtiyaçlarına ve tarihsel olaylara daha denk düşer.)
“Bizans topraklarını feth eden Oğuzlar geldiğinde, Anadolu’da şehirler ve köyler boş değildi. Orada binlerce yıldır yaşamış insanların torunları yaşıyordu. Keza bu fatihler de bu insanları katledip sürmediler. Onların üzerine egemen oldular. Ve bu egemen fatihler, fethettikleri yerlerin ahalisine göre çok küçük bir azınlıktılar.
Bütün dünyada bu böyledir. Fatihler fetih ettikleri ülkelerin nüfusunun çok küçük bir yüzdesini oluştururlar. Ve kısa bir süre sonda, ya fetih ettikleri ülkenin daha gelişmiş kültürü tarafından fetih edilirler, yani onun dili ili dillenir ve diniyle dinlenirler veya o yerli ahaliden daha gelişmiş bir uygarlık ve kurumlar sistemine sahipseler, yerli ahali fatihlerin dili ve dinini benimser. Bu da kısa zaman içinde, fatihlerin genetik olarak çoğunluktaki yerli ahaliyle karışmaları, bir süre sonra onların fiziksel özelliklerine de sahip olmaları sonucunu doğurur.
Anadolu’da da tarih boyunca defalarca böyle olmuştur. Son arkeolojik kazıların ve antropolojik araştırmaların da kanıtladığı gibi, örneğin Hitit kalıntılarının bulunduğu yerde bu gün yaşayanlar Orta Asya’dan gelenler veya daha önceki tarihlere gelmiş akıncıların ve fatihlerin torunları değil, bizzat o Hititlilerin torunlarıdır. Bu bütün dünyada da böyledir.
Bu şöyle bir benzetmeyle daha iyi anlaşılabilir. Eskiden üzerine yazı yazılabilecek papirüs, kağıt, deri gibi malzemeler az bulunuyordu ve pahalıydı. Bu nedenle, aynı papirüs üzerindeki yazılar silinerek, veya zamanla silindiği için, defalarca farklı uygarlıkların farklı yazılarıyla bile kullanılabiliyordu. (Hiçbir silinme tam olmadığından, bu gün çok özel tekniklerle, bir papirüsün üzerindeki farklı yazılar okunabilmektedir.) Böylece, bir papirüs hep aynı olmasına rağmen üzerindeki yazılar, dil vs. zamanla değişiyordu. İşte bu günkü Anadolu da böyledir. İnsanlar hep aynı insanlardır. Onların dilleri ve dinleri sürekli değişmiştir, tıpkı bir papirüsün üzerine başka yazılar yazılması gibi.
Bu yaklaşımdan hareketle, bu günkü Türk ulusu da, böyle bu tarihin ürünüdür, bütün bu halkların ve uygarlıkların kültürünün mirasçısıyız bir Türkler. Bu Kültürün içinde Orta Asya’dan gelen fatih Oğuz’ların oranı,  onların küçük bir fatih azınlık olarak genetik oranından daha fazla değildir.”
Böyle bir Türk ulusu ve biz tanımında okullarda Orta Asya Türkleri bu Türk ulusunun tarihi olarak değil; Hititler, Yunanlılar, Romalılar, Bizans vs. tarihleri okutulur; Türklük bu tarihin devamı olarak tanımlanır. Böyle bir ulus tanımı da yine ulusu bir tarihle tanımlamış gerici bir ulusçuluğa dayanır ama bugünkü Tarih gibi kafatasçı değil de kültürel kriterleri ulusun tarihini oluştururken kullanmış olur.
Böyle bir milliyetçilik de Türk milliyetçiliğidir, ama 1920-30’ların ideolojik atmosferine göre şekillenmiş kana, ırka dayanan bir Türklükle değil, daha günün ihtiyaçlarına uygun, globalleşmenin ve post modernitenin çokluğu ve çeşitliliği zenginlik gören yaklaşımlarına uygun daha “çağdaş”, daha kültüre göre tanımlanmış bir milliyetçilik olur.
Yani böyle bir Türk milliyetçiliği de mümkündür ve bu gün, ilk örnekleri Halikarnas Balıkçısı’nda görülen, böyle bir Türk milliyetçiliğini savunanlar da vardır.
Ve böyle bir milliyetçilik, olgulara daha denk düşer görünen bir milliyetçiliktir de.
Şimdi böyle bir milliyetçilik açısından, “Nasıl Müslüman Olduk?” sorusu, bu günkü Türk ulusunu, Orta Asya’dan gelenlerin ahvadı olarak gören ırkçı ve kana dayanan Türk milliyetçiliğinden farklı bir anlama ve içeriğe sahip olurdu. O zaman bu soru, Anadolu’da binlerce yıldır yaşayanların, fatihler küçük bir egemen azınlık olmalarına rağmen nasıl Müslüman olduğunu; ya da Balkan, Kafkas göçleri ve katliamlarla Anadolu’nun nasıl Müslüman bir çoğunluğa ulaştığını araştırırdı.
Yani kültüre dayanan bir Türk milliyetçisi için “nasıl Müslüman olduk?” sorusunun cevabı, Anadolu’nun, İslamiyet zırhıyla kuşanmış göçebe fatihlerce fethi ile daha sonraki dönemlerde ahalinin nasıl Müslüman olduğu (örneğin, Haraçtan kurtulmak için, daha az vergi vermek için) ve nihayet yirminci yüzyılın başlarında, yerli Hıristiyanların katledip sürülmesi ve Balkan ve Kafkaslardan gelenler vs. gibi noktalarda yoğunlaşırdı.
Yani Erdoğan Aydın’ınkinden çok farklı bir yer ve zamanda arardı böyle bir milliyetçilik  “Nasıl Müslüman olduk?” sorusunun cevabını. Erdoğan Aydın’ın kitabı, yani ırka, soya dayanan bir Türk milliyetçisinin cevabı, yerolarak Orta Asya ve zaman olarak 7-13. yüzyıllar arasında yoğunlaşırken, kültüre dayanan bir Türk milliyetçisinin cevabı, yerolarak Anadolu (Balkan ve Kafkaslar)ve zaman olarak da diğerinin bittiği yerde, 12-13 yüzyıllar sonrasında başlardı.
Erdoğan Aydın bu sorunun cevabını Orta Asya’da ve 13 yüzyıl öncesinde aradığından, Irkçı, kana dayanan Türk milliyetçiliğinin bütün yalanlarına ve varsayımlarına dayanmakla, onları kabul etmekle kalmıyor, aynı zamanda onları yayıyor ve pekiştiriyor.
Sanırız bu örnek, Türkiye’de ilerici, demokrat ve hatta “tarihsel maddeci dünya görüşünü benimsemiş” solcu, aydın ve de Komünistlerin nasıl saf kan gerici milliyetçiler olduklarını; onların ilerici ve demokratlığının ancak böyle gerici ve ırkçı bir milliyetçilik içinde“ilerici” ve “Demokrat”lık olduğunu yeterince açık olarak gösterir.
*
Ancak İster Kültür’e ve Anadolu’ya dayansın; ister, ırka, soya ve Orta Asya’ya dayansın her iki milliyetçilik de, ulusların tarihi olmadığı gerçeğini inkar ederler ve uluslara bir tarih yaratma çabasıdırlar. İkisi de gerici milliyetçiliklerdir bu nedenle.
Şu çok basit gerçek bir türlü kavranılmaz: ulusların tarihi yoktur. Türk ulusu, Türk Ulusunun kuruluşuyla birlikte ortaya çıkmıştır. Ondan önce bir tarihi yoktur ve olamaz, ister Anadolu’ya ve kültüre; ister Orta Asya’ya ve Türklüğe dair bir tarih iddiası, bütünüyle ulusçuların bir inşasıdır.
Bir an için Orta Asya’dan gelenlerin, Anadolu’nun yerli ahalisini yok edip onun yerini aldıklarını, bu günkü Türk ulusunu oluşturanların, onların genetik, kültürel devamcıları olduklarını var sayalım.
Birçok kez Tarihteki kavimler kendilerinin kendilerini tanımladıkları isimlerle değil ama genellikle uygarların onlara verdikleri isimlerle adlandırılırlar. Aslında Türk ulusunun adı da böyledir. Biz bunu bir yana da bırakalım ve Türklerin kendilerini Türk olarak tanımladıklarını var sayalım.
Bu koşulda bile O gelenlerin Türklüğü ile, Türk ulusunun Türklüğü arasında hiçbir ilişki yoktur ve olmazdı.
Ulus olarak Türklük, tamamen politik bir kavramdır. Türklüğün, o ulus ırkçı bir Türk kavramına bile dayansa, genetik ve soya dayanan bir Türklükle ilişkisi yoktur.
Bir zamanlar kendilerine Türk diyen insanlar için ise, Türklüğün politik hiçbir anlamı bulunmuyordu. Bu sadece uzaklardaki ortak bir kökene veya yine bu kökenle bağlantılı ortak bir dile tekabül ediyordu. O insanlar, şu veya bu toteme bağlıydılar. Onların tüm davranışlarını, toplumsal üstyapılarını bu belirliyordu.
Yani Türkler Müslümanlaşmadı, şu veya bu totemden, şu veya bu boylar Müslüman oldular, şu veya bu boyun, soyun örgütlenme ve hukukunun yerini İslam hukuku ve örgütlenmesi aldı. Türklerin Müslümanlaştığı, Türk milliyetçiliğinin yarattığı bir kavramdır, Irka göre tanımlanmış bir Türk ulusuna Tarih yaratma çabasının sonucu ortaya çıkan bir uydurmadır.
Burada karışıklığı yaratan, bir zamanlar şu veya bu soydan veya boydan insanların, uzak bir ortaklığa bir gönderme ile, hiçbir dinsel veya politik anlamı olmadan Türk olarak kendilerini tanımlamaları ile, bu günün sadece politik olanın tanımlanmasının aracı Türk kavramının, aynı sözcükle karşılanmasıdır. Yani Tarih’teki Türkler Türk değildiler ve olamazlardı; onlar ancak Kınık boyundan, Kayı boyundan veya Müslüman, Hıristiyan olabilirlerdi. Boy ya da Din, bunlar tüm toplumsal yaşamı, ilişkileri ve örgütlenmeyi belirliyordu.
Ama ulus olarak Türk ulusundan olanlar ise, şu veya bu boydan, şu veya bu dinden olamazlar. Politik anlamı olmadan, elbette şu veya bu boydan, şu veya bu dinden olduklarını söyleyebilirler ama bunun hiçbir politik anlamı yoktur ve olmamalıdır. Özel olarak, inanç olarak, kültürel olarak (ki hepsi aynı anlamdadır, yani politik olmayan anlamında) öyle olabilirler.
Ama bir toteme dayanan bir dinin ya da uygarlık dininin birinanç olduğu da tam ulusçuluğun dayandığı bir kabuldür.
Yani insanlar, Türk ise, Türk ulusundan ise, Müslüman, Hıristiyan ya da Kayı boyundan, atmaca soyundan olamaz. Müslüman, Hıristiyan, Atmaca soyundan, Kayı boyundan ise Türk olamaz, Türk ulusundan olamaz. Çünkü dinler aslında bir inanç değildir, tümüyle üstyapıyı örgütlerler. Nasıl Müslüman olmak için, putu parçalamak, yani kabilenin totemini parçalamak, kan kardeşliği yerine din kardeşliğini geçirmek gerekirse; Türk olmak için de Müslüman olmaktan çıkmak; Allah’ın kanunları yerine Türk ulusunun kanunlarını; Allah’ın sınırları yerine ulusun sınırlarını, Din kardeşliği yerine ulus kardeşliğini geçirmek gerekir. Aynı şekilde Komün’ün soyun, totemin, Şaman’ın kanunları ve aşiret kardeşliği yerine Türk ulusunun kanunları ve kardeşliği geçer.
Tekrar edelim. O Orta Asya’dakiler için Türklük hiçbir şey ifade etmiyordu. Onlar önceleri şu veya bu boydan, soydandılar. Onlar şu veya totemin soyundan olarak vardılar. Daha sonra da Müslüman veya başka bir dindendiler. O zaman da onlar için Türklük hiçbir şey ifade etmiyordu. Nasıl Müslümanlık ile onların boyları arasında bir ilişki yok idiyse, onların boyları ve sonraki dinleri ile Türklük arasında da bir ilişki yoktu ve yoktur.
Uluslar, dolayısıyla da Türklük, ne tarih, ne de soy, kan, kültür vs. ile ilgili değildir. Bir ulus olmak için, bunların hiç biri gerekmez. Bu gerici ulusçuluğun bir uydurması, inşasıdır.
Dünyanın ilk ulusu olan Amerikan ulusunun bir tarihi yoktu ve Amerikan ulusu için bir Tarih gerekmemişti. Aksine ulus tarihsiz olarak ortaya çıkmıştı. Dil ve soy ise hiç söz konusu bile değildir. Aynı dil ve soydan insanlara karşı bir savaş içinde bu ulus kurulmuştu.
O halde, bir soy veya tarihin olduğu, ulusun onun sonucu ortaya çıktığı, bir ulusçu yalanıdır. Hem de gerici ulusçuluğun bir yalanıdır.
Çünkü, tıpkı ABD’de olduğu gibi, ulusların tarihi olmadığı anlayışıyla da bir ulusçu olunabilir. İlk aydınlanmanın demokratik ulusçuluğu aşağı yukarı böyle bir şeydi. Ulusların bir tarihi olduğu, gerici ulusçuluğun bir kabulüdür.
İster Kültüre ve Anadolu’ya dayansın, ister ırka, soya dayanıp köklerini Orta Asya’da arayan ulusçuluk olsun, ulusların bir tarihi olduğuna inanan ve bunu savunan ulusçuluklar gerici ulusçuluklardır.
Demokratik bir ulusçuluk, ulusların bir tarihi olduğu ilkesini reddeder ve tarihsiz, Tarihe karşı olarak ulusu kurmaya çalışır.
Çünkü, demokratik bir ulusçuluk, insan haklarına dayanır ve insanı bir soy, tarih, dil, bölge ile tanımlamayı reddeder.
Demokratik ulusçuluk, “Vatanım Yeryüzü, Milletim İnsanlık” diyen ulusçuluktur. Çünkü, ulusçuluk özünde, politik diye ayrı bir alanın varlığının kabulü ve daha önceki çağlarda hukuki ve politik olanı belirleyenin, yani dinlerin özel’e atılmasıdır.
Bütün insanlar dini, dili vs. eşittir önermesinin özü, ulusçuluk öncesi toplum yaşamını, hukukunu, devletin örgütlenmesini vs. belirleyen dinlerin buradan uzaklaştırılması, özele atılmasıdır.
Bunun için de ulusçuluğun, yani demokratik bir ulusçuluğun tarihe ihtiyacı yoktur.
Sonuç olarak, Erdoğan Aydın’ın “Nasıl Müslüman Olduk?” sorusu, ulusların tarihi olduğunu savunan gerici ulusçuluğun bir sorusudur.
Ulusların tarihi olmadığından yola çıkan ise, bu tarihsiz şeyin, nasıl yaratıldığını anlatır?
Devrimci ve demokratik ulusçuluğun sorusu ise şudur?
“Anadolu’nun Müslüman ahalisinden nasıl Türk ulusu yaratıldı?”
İşte o “nasıl Müslüman Olduk?” sorusu, Müslüman Anadolu ahalisinden, Orta Asya Türklüğüne, kana, ırka dayalı bir ulusu yaratanların bir sorusu olarak ortaya çıkar ve bu yaratılışın nasıl olduğunu gösterir bizlere.
Yani, bizzat gerici ulusçuluğun sorusunun kendisi (“Nasıl Müslüman olduk” sorusu), demokratik bir ulusçuluğun sorusunun (“Anadolu’nun Müslüman ahalisinden nasıl bir Türk ulusu yaratıldı” sorusunun)somut bir örnek olarak cevabıdır.
Cevap: “böyle sorularla”dır.
Erdoğan aydın, kitabıyla, kana, soya, ırka dayanan bir ulusun inşasına veya pekişmesine hizmet etmektedir.
*
İşte, Aleviler içinde ilerici bilinen, demokrat bilinen ve hatta “Tarihsel maddeciliği bir dünya görüşü” olarak benimseyen Erdoğan Aydın’ın nasıl boğazına kadar bir gerici milliyetçilik içinde olduğu.
Tabii burada Erdoğan Arkadaşımıza haksızlık etmiş olmamak için şunu belirtelim. Bu yaklaşım ve görüşler sadece Erdoğan’ın değil, Türk sosyalistlerinin ve hatta dünya sosyalistlerinin yüzde doksan dokuzunun görüşleridir. Biz sadece Erdoğan Aydın’ı bir örnek olarak seçtik.
Onu seçmemizin nedeni ise meşrebimiz. Bizim meşrebimiz de, yakınlarımıza ve arkadaşlarımıza karşı gaddar, bize uzak olanlara ve düşmanlarımıza karşı anlayışlı ve toleranslı olmak olarak özetlenebilir.
Demir Küçükaydın
25 Mayıs 2006 Perşembe
*

Marks  Niçin ve Nasıl Bir Milliyetçiydi?


Kendini sosyalist ve demokrat olarak niteleyenlerin çoğu, milliyetçiliği olumsuz bir “şey” olarak görürler ve kendilerinin de milliyetçi olmadıklarını düşünürler.
Ne var ki, bütün bu kendilerinin milliyetçi olmadığını düşünenlerin bilmediği, anlamadığı ve kolay kolay da anlayamayacağı gerçek şudur ki, bu milliyetçi olmadığını düşünen sosyalist ve demokratların hepsi milliyetçidir.
Sanılanın aksine, milliyetçi olmamak çok zordur.
İnsan milliyetçi olmadığını, hatta milliyetçiliğin düşmanı olduğunu düşünürken bile, milliyetçiliğin ne olduğunu bilmiyorsa, tam da bunu bilmediği için milliyetçi olur.
Bunun da çok basit iki nedeni vardır.
1)     Milliyetçiliğin ne olduğunu bilmemek, nötral bir durum değildir; miliyetçiliğin ne olduğun bilmeyenler otomatik olarak milliyetçidirler.
2)     Milliyetçiler milliyetçiliğin ne olduğunu, dolayısıyla da kendilerinin milliyetçi olduğunu anlayamazlar.[3]
Bugün yeryüzünde milliyetçiliğe düşman veya karşı olduğunu düşünenlerin hepsi de milliyetçidir, çünkü milliyetçiliğin ne olduğunu bilmezler.
Komedi olan şudur ki, tam da milliyetçi oldukları için milliyetçiliğin ne olduğunu bilemezler.
Ve trajedi olan şudur ki, milliyetçiliğin ne olduğunu bilmedikleri için de kendi öznel yargılarına rağmen milliyetçilidirler, hem de genellikle en gericisinden.
Bu durumdan çıkabilmek gerçekten çok zordur[4].
Neden ve Nasıl?
Bu yazılarda tam da bunu açıklamaya çalışacağız.
Ama geçici olarak şöyle bir imge, belki bu zorluğun çapı hakkında bir fikir edinmeyi sağlayabilir: Bir insanın bir kuyunun dibinde olduğunu, ama bir kuyunun dibinde olduğunu bilmeden, bir kuyuya düşmemek için hep önüne baktığını varsayalım. Bu insan kuyuya düşmemek için yere baktığı sürece, bir kuyuda olduğunu kavrayamaz. İşte kendilerinin milliyetçi olmadığını düşünen, hatta milliyetçiliğin düşmanı olduklarını düşünen sosyalistlerin durumu budur. Milliyetçi oldukları için milliyetçi olduklarını göremezler.
Ama imgeler yetmez, bu durumu kavramlarla da açıklamayı deneyelim, hem de bizzat Marks örneği üzerinden. Çünkü Marksizmin bu zorluğu aşabilmesi için 150 yıl gerekti[5].
Eğer Marks’ın neden ve nasıl bir milliyetçi olduğu gösterilirse, belki kendilerine Marksist ve Sosyalist diyenlerin de bir parça olsun yukarı bakmaları ve kuyunun ağzını görmeleri, yani aslında birer milliyetçi olduklarını görmeleri sağlanabilir.
Bilindiği gibi bugün dünyadaki Marksistler, sosyalistler hatta demokratlar, milliyetçi olmadıklarını ifade ederken, bunun en özlü ifadelerinden biri olarak Marks’ın “Başka bir ulusu ezen bir ulus özgür olamaz[6]  sözünü zikrederler.
Bu yazıda, Marks’ın bu veciz sözünün nasıl olup da milliyetçiliği, hem de gerici bir milliyetçiliği savunduğunu ve ifade ettiğini göstereceğiz.
Ama bunun için önce Marks’tan ve bu sözden biraz uzaklaşalım[7]. Oku ileri fırlatmak için yayı gerelim; ileri sıçramak için geriye gidip hız alalım.
*
Milliyetçi olmadığını düşünenler neden milliyetçidirler?
Çünkü bu milliyetçi olmadığını düşünenler, milliyetçiliğe karşı olduklarını söyleyenler, milliyetçilerin milliyetçilik anlayışına sahiptirler.
Bu anlayışa göre milliyetçilik, başka milletlerin varlığını veya bu milletlerin haklarını inkar etmek, onları baskı altına almaktır
Somutlarsak, bu anlayışa göre, örneğin bugü Türkiye’de Kürtlerin varlığını ve ayrılma hakkını inkar ediyorsanız veya inkar etmiyorsanız bile örneğin Kürtçe eğitim ve Kürtçe konuşma gibi haklarını reddediyorsanız milliyetçisinizdir.
Yine bu anlayışa göre, örneğin, Kürtlerin diyelim ki anadilde eğitim haklarını, bölgesel özyönetim haklarını hatta ayrılma haklarını tanıyorsanız milliyetçi değilsinizdir.
Türkiye’deki sosyalistlerin büyük bölümü, pratikte değilse bile ilke düzeyinde, ulusların kendi kaderini tayin hakkını tanımakta, bu ilkeye bağlı olarak da Kürtlerin ayrılma hakkını da savunmaktadırlar veya öyle yaptıklarını düşünürler. (Bunu kendi kabul ettikleri ilkeler çerçevesinde ne kadar yaptıkları ayrı bir konu.) Dolayısıyla da enternasyonalist olduklarını ama milliyetçi olmadıklarını düşünürler.
Üzerinde hiç düşünülmemiş bu kabul aslında baştan aşağı yanlıştır.
Çünkü bu kabul, milliyetçi olmadığını düşünen milliyetçilerin milliyetçilik tanımıdır.
Bunu basit bir akıl yürütmeyle bile görmek mümkündür.
Örneğin Kürtlerin anadilde eğitim hakkını veya ayrılma hakkını sözde değil fiilen de kabul etmek ve savunmak, bırakalım milliyetçi olmamayı gerektirmek bir yana, Türk milliyetçisi olmakla bile çelişmez.
Milliyetçilik, başka milletlerin haklarını reddetmek veya onları baskı altına almak olarak değil de bir milletin çıkarlarını savunmak olaraktanımlandığında bu apaçık ortaya çıkar.
Çünkü pekala Kürtlerin haklarını tanıyarak da Tük milletinin çıkarlarını savunulabilir.
Kürtler ayrıldığı veya kendi iradeleleriyle özgürce Türklerle aynı devlet içinde birleştiği takdirde Türklerin daha özgür, daha demokrat ve daha müreffeh bir yaşam sahibi olabileceği düşünülebilir, ki bu gerçekten de isabetli bir düşüncedir[8].
Böyle bir akıl yürütmeyle  tam da Türk milletinin çıkarlarını savunmak için, Kürtlerin haklarını savunabilirsiniz.
Bu akıl yürütmeden hemen çıkarsanabileceği gibi, Türkiye’nin milliyetçi olmadıklarını düşünen ve buna içtenlikle inanan bütün demokrat ve sosyalistleri aslında birer Türk Milliyetçisidirler.
Çünkü sosyalistler, Kürtlerin ana dilde eğitim hakkını veya ayrılma hakkını, dünyanın en “Enternasyonalist”, en “Marksist”, en “Devrimci” veya en “Demokrat” gerekçeleriyle de savunsalar da, somut sonuçları itibariyle ve pratik olarak, akıllı ve uzak görüşlü bir Türk milliyetçisinin savunabileceklerinden farklı bir şeyi savunmuş olmazlar.
Birisi, enternasyonalist gerekçelerle de olsa fiilen, nesnel olarak sonuçları itibariyle Türk milletinin daha müreffeh, daha demokratik ve özgür yaşamasını savunmuş ve sağlamış; diğeri Türk milletinin çıkarına yönelik  gerekçelerle olsa da nesnel olarak ve sonuçları itibariyle örneğin Kürtlerin özgürlüğünü, baskıdan kurtulmasını, ayrı devlet kurma hakkını, yani Enternasyonalizm veya Marksizm veya devrimcilik adına savunulmuş olanları savunmuş olur.
O halde, genel olarak “ulusal sorun”da veya daha somut olarak “Kürt Sorunu”nda, Türkiye’deki “Devrimci”, “Demokrat” ve/veya “Enternasyonalist”lerin savunduğu her şey, pek ala bir Türk Milliyetçisi olarak da savunulabilir.
Dikkat edilirse, burada milliyetçiliğin tanımları farklıdır, biz bir ulusun çıkarlarını genel olarak savunmayı milliyetçilik olarak tanımlarken, bir ulusun çıkarlarını akıllıca ve uzun vadeli olarak savunanlar veya milliyetçi olmadığını düşünen enternasyonalistler, Marksistler, milliyetçilikten başka ulusları baskı altına almayı ve onların haklarını inkar etmeyi anlamaktadırlar.
Demek ki, milliyetçiliği başka bir ulusun haklarını ve eşitliğini reddetmek olarak tanımlamanın kendisi, bir ulusun çıkarlarını akıllı bir şekilde savunmanın veya “enternasyonalizmin” milliyetçilik tanımından başka bir şey değildir. Yani enternasyonalizmin ve akıllı milliyetçiliğin milliyetçilik tanımları özdeştir. Diğer bir ifadeyle, Enternasyonalistler, akıllı ve uzun vadeli düşünen milliyetçilerle aynı milliyetçilik tanımını paylaşırlar.
O halde milliyetçiliğin karşıtı olduğu, enternasyonalizm olduğu söylenen şey, akıllı ve uzun vadeli olarak bir ulusun çıkarlarını savunmaktan, yani milliyetçilikten başka bir şey değildir.
Kendilerinin milliyetçi değil, enternasyonalist olduklarını söyleyenler, başka ulusları ezmeye karşı olduklarını söyleyenler, farkına varmadan aynı zamanda akıllı bir milliyetçi olduklarını söylemiş olurlar.
En başta söylediğimize  tekrar dönersek: o milliyetçi olmadığını düşünenlerin aslında milliyetçiler olduklarını, ama milliyetçiliğin milliyetçilik tanımıyla milliyetçiliği tanımladıkları için milliyetçi olmadıklarını düşündüklerini söylemiştik.
Bu örneklerle ne demek istediğimiz daha somut ve iyi olarak anlaşılmış olsa gerektir.
Burada Marks’ın sözüne gelirsek: “Başka ulusları ezen bir ulusun özgür olamayacağı” ilkesi, enternasyonalizmin olduğu gibi aynı zamanda akıllı bir milliyetçiliğin; bir ulusun çıkarlarını daha akıllı ve uzun vadeli olarak savunmanın ilkesidir.
Sonuç, Marks’ın sözü, milliyetçilerin milliyetçilik tanımını kabul eder ve çıkarsamasını öyle yapar.
Ergo: Marks bir milliyetçidir.

*
Burada küçük bir hatırlatma yapalım.
Biz tam da bu gerçekten hareketle, yani enternasyonalist veya marksist veya milliyetçi olmadığı düşünülen gerekçelerle savunulan her şeyin milliyetçi gerekçelerle savunulabileceği gerçeğinden hareketle ve bizzat bunu gösterebilmek için, bir zamanlar “Bir Türk milliyetçisi olarak” yazılar yazıyorduk. O yazılarda en enternasyonalistlerden daha radikal pozisyonları bir Türk milliyetçisi olarak savunuyorduk.
Hem de bunları, 2000’li yılların başlarında, herkesin Kürt hareketinin ve Öcalan’ın bittiğini düşündüğü; Kürtlerin, PKK’nın ve Öcalan’ın yanında görünmekten korktuğu; bizzat Kürtlerin ve PKK’nın bile çok ciddi bir demoralizasyon yaşadığı bir dönemde, Avrupa’da çıkan Özgür Politika’ya yazdığımız ilk yazılarda yapıyorduk.
Böyle yapmamızın nedeni tam da yukarıdaki açıklamaların dayandığı mantıktı.
“Bir Türk Milliyetçisi” olarak yazarak, sosyalistlere, enternasyonalistlere, aslında sosyalizm, demokrasi ve enternasyonalizm adına savundukları her şeyin bir Türk milliyetçisi olarak da savunulabileceğini göstermeye ve onları milletler ve milliyetçilik üzerine düşündürmeye çalışıyorduk.
Ancak, bu yapmaya çalıştığımız hiçbir zaman anlaşılamadı. Milliyetçiler milliyetçiliğin ne olduğunu anlayamazlar ilkesi burada da yürürlülüğünü sürdürüyordu.
O dönemde yazdığımız yazıların bir derlemesi olan “On Yıl Öncesinden Bugünkü Gelişme ve Tartışmalara İlişkin Yazılar” başlıklı kitap şuradan indirilebilir:
Doğrudan PDF dosyası olarak adresi şöyle:
*
Yukarıda, “Başka bir ulusu ezen bir ulus özgür olamaz” sözünün aslında milliyetçi bir ilkeyi savunduğunu gösterdik.
Şimdi bir adım daha atalım, Marks’a ve ortaya koyduğumuz ulus teorisini yok sayan, okumamakta ısrar eden Marksistlere daha ağır bir ithamda bulunalım.
Başka ulusların varlığını inkar etmeden, başka ulusları ezmeden ve onlar üzerinde tahakküm kurmadan da bir ulusun çıkarlarının savunulabileceği anlayışı, sadece milliyetçi bir anlayış değildir, aslında gerici milliyetçi bir anlayıştır.
Neden ve nasıl?
Bunu anlayabilmek için önce “Gerici Milliyetçilik” dediğimiz şeyin ne olduğunu tanımlayalım.
Aslında bizim görüşümüze göre, milliyetçiliğin kendisi kategorik olarak her biçimiyle gericiliktir. Ama bizim milliyetçilik tanımımıza henüz gelmediğimizden şimdilik bunu bir yana bırakıyoruz. Burada, piyasada yaygın, eleştirdiklerimiz ve muhataplarımızca kabul edilebilir kavramlar içinde konuşuyoruz.
İşte bu genel gericilik içinde nispeten daha demokratik olarak tanımlanabilecek milliyetçilikler de vardır. Bu bağlamda bir açıklama yapalım.
Sık sık gazetelerde ya da politika ve sosyoloji kitaplarında “Alman usulü kültüre, tarihe vs.” dayanan millet anlayışı ile “Fransız usulü” bir toprak parçasında yaşayanlarla tanımlanan millet anlayışının ve kuruluşlarının olduğundan söz edilir[9].
Bu farklı olduğu söylenen millet anlayışları yani milliyetçilikler, aslında sadece nötral bir farklılık şeklinde ifade edilemeyecek, çok temelden, birbirine zıt bir farklılığa karşılık düşerler. Biri daha demokratik, diğeri daha gerici bir millet ve milliyetçilik anlayışını ifade eder.
Diyelim ki, milletlerin tarihte derin kökleri olan, aynı soydan ve dilden gelen insanlardan oluştuğuna dair bir millet ve milliyetçilik anlayışına sahipsiniz. Bu milleti de böyle tanımlamaya yol açar, ama böyle bir millet ve milliyetçilik, otomatikman diğer soydan, dilden, dinden, tarihten olduğu düşünülenleri dışlama ve baskı altına alma sonucunu doğurur. Bu tür gerici bir ulusun ve ulusçuluğun tipik örneği Alman ve Türk milletleri ve milliyetçilikleridir.
Ama  ulusu bir toprak parçasında yaşayanlarla ve ortak demokratik ideallerle tanımlayan; dil, din, soy vs. körü olan, ulusu bunlarla tanımlamayan, hatta bunlarla tanımlamaya karşı tanımlayan, bunlara hiçbir politik anlam vermeyen  bir  milliyetçilik ve milletler de vardır. Bunlar milleti dile, soya, dine vs. göre tanımlanmadıklarından, kimseyi dilinden, soyundan, dininden dolayı baskı altına almazlar. Devlet veya ulus, tıpkı gerçekten laik bir ülkedeki devletin dinler karşısında tarafsız ve dinsel farklılıklara kör olması gibi, dil, soy, ırk, tarih vs. farklılıkları karşısında da tarafsız ve kör olur. Bu tür uluslara ve ulusçuluğa örnek olarak Amerikan ve İsviçre ulusları ve ulusçulukları gösterilebilir.
O halde, bir ulusu, dile, dine, tarihe, soya, ırka vs. göre tanımlayan; ulusların böyle birimler olduğunu söyleyen uluslar ve ulusçuluklar, tanımı gereği gerici, demokratik olmayan bir ulus ve ulusçuluk anlayışını yansıtırlar. Biz bu nedenle bu tür ulus anlayışına dayanan ulusçuluğa “gerici ulusçuluk” diyoruz.
Ulusu ve ulusçuluğu böyle tanımlamayı reddeden, böyle dile, dine, soya, ırka göre tanımlamaya karşı tanımlayan ulusçuluklara ise “demokratik ulusçuluk” diyoruz.
Tekrar edelim, bu iki biçim de tarihsel olarak bir karşı devrimi ifade ederler ve her ikisi de gericiliktir; ama gerici milliyetçilik, bir karşı devrim içinde karşı devrimdir; katmerli gericiliktir.
Özetle “gerici ulusçuluk” derken, ulusu bir dil, din, tarih, soy, etni, “ırk” vs. veya bunların bir kombinasyonuyla tanımlayan ulusçuluğu anlıyoruz. Ulusu bunlarla tanımlamayı reddeden, belli bir toprak parçasında yaşayanlarla tanımlayan ulusçuluğa da “demokratik ulusçuluk” diyoruz.
*
Şimdi bu iki farklı ulusçuluğun ilişkisine bakalım.
Bu iki ulusçuluk sadece farklı değildir, birbirine zıttır ve bir arada bulunamazlar.
Nasıl hem Allaha hem de Putlara tapılamaz ise, biri diğerini dışlar ise, demokratik ulusçuluk ile gerici ulusçuluk bir arada bulunamaz, biri diğerini dışlar. Puta tapıldığı an Allah’a tapmanın ortadan kalkması gibi, bir ulus bir dille, bir dinle, bir tarihle vs. tanımlandığı an demokratik, yani bunlarla tanımlanmaya karşı tanımlanmış olma niteliğini yitirir. Bu nedenle bu iki farklı ulusçuluğun olduğu yerde bu farklı ulusçuluklar arasında bir savaş kaçınılmazdır.
Bunun en tipik kanıtı ve örneği, ABD’deki meşhur iç savaştır.
Bu iç savaş, ekonominin ve sınıfların kavramlarıyla açıklanabileceği gibi[10], üstyapının kavramlarıyla da aynı şekilde açıklanabilir.
Güney eyaletleri, ırka dayanan ve ulusu beyazlarla tanımlayan bir ulusçuluğu savunuyordu. Kuzeydekiler ise, ulusun böyle tanımlanmasını reddediyordu. Kuzey ve Güney savaşı, iki farklı ulusun değil; iki farklı ulusçuluğun ve ulus anlayışının savaşıydı: demokratik ulus ve ulusçulukla gerici ulus ve ulusçuluğun.
Amerika’yı Amerika yapan da, gerici ulusçuluğa karşı demokratik ulusçuluğun kazandığı zaferdir[11].
*
İki gerici ulus ve ulusçuluk, ortak çıkarlar varsa ve konjonktür uygunsa bir arada aynı devlet içinde bulunabilir. Ama biri demokratik biri gerici iki ulus ve ulusçuluk bir arada ve aynı devlet içinde bulunamaz.
Yani örneğin bugün Türkiye’de milleti hem Türklük veya Kürtlükle tanımlamaya karşı tanımlayıp, hem de Türklük veya Kürtlükle tanımlayamazsınız, tıpkı hem Allah’a hem putlara tapamayacağınız gibi. Biri varsa diğeri olamaz.
Ama biri Türklükle, diğeri Kürtlükle tanımlanmış iki ulus, ayrı ayrı karar verip aynı devlet çatısı altında birleşebilirler. Ama böyle bir devlet veya ulusta da ulusu Türklükle veya Kürtlükle tanımlamaya karşı bir ulus var olamaz. Tıpkı putlara tapanın aynı zamanda Allah’a tapamayacağı gibi. Bu ikisinden birinin var ve egemen olması diğerinin yok olmasıyla sonuçlanır.
Tekrar edelim, demokratik ve gerici ulusçuluk bir arada bulunamazlar. Ama iki gerici ulus ve ulusçuluk bir arada bulunabilir. Yani ulusu bir dille tanımlayan Kürtler ve Türkler diyelim, aynı devlet içinde bir arada yaşamaya karar verebilirler. Bu uzlaşmayı güçlerin durumuna göre yapabilirler. Ama dikkat edilsin burada birleşenler, kendini dille tanımlamış iki gerici ulus ve ulusçuluktur. Birleştikleri gibi ayrılabilirler de.
Demokratik bir ulus ile gerici bir ulusun ve ulusçuluğun farkını şöyle somut olarak anlatabiliriz.
Gerici ulusçuluğa göre tanımlanmış iki ulusun aynı devlet içinde yaşadıkları bir durumda, okullarda Kürtler Kürtçe derslerde Kürt Tarihi, Türkler Türkçe derslerde Türk Tarihi okur. Türkçe ve Kürtçe, bu uluslarda linguistik, nötral değil, politik kavramlar ve dillerdir.
Ama demokratik bir ulusçuluğa göre şekillenmiş bir ulusta, herkesin istediği dili ana dil olarak seçme ve ana dilinde eğitim hakkı olur. Ortak bir haberleşme diline gerek olup olmadığına veya bunun ne olacağına o demokratik ulusun yurttaşları demokratik olarak karar verebilirler. Ve örneğin İngilizce’yi böyle bir dil olarak seçebilirler. Dilin hiçbir politik anlamı olmadığından, o ulus İngilizce’yi ortak konuşma dili olarak seçtiği için İingiliz ulusu olmaz. Yani dillerin, dolayısıyla Türkçe ve Kürtçe’nın politik bir anlamı yoktur, sadece linguistik, politika dışı bir anlamı vardır. Yani Türkçe Türkçe değildir, Kürtçe Kürtçe değildir. İkisi de birer dildirler.
Ama daha da ötesi var. Demokratik bir ulusçuluğa göre kurulmuş demokratik bir ulusta, herkes kendi ana dilinde, aynı tarihi, yani Kürt ve Türk uluslarının tarihini değil; ulusların tarihi olmadığını anlatan, ulusların tarihi olduğu fikrinin gerici ulusçuluğun bir yalanı olduğuna dair demokratik bir ulusçuluğun anlayışını yaratan tarihi okurlar.
Demokratik ulusçuluk ile gerici ulusçuluk arasındaki uzlaşmazlık çok açıktır.  Hem ulusların tarihi olmadığını (yani Kürt ve Türk tarihi diye bir şey olmadığını, bunların uydurma olduğunu) okutup hem de ulusların tarihini, yani Kürt ve Türk tarihini okutamazsınız. Bu ikisi birbiriyle çelişir.
Elbette demokratik bir ulusta ve ulusçulukta, fikir ve örgütlenme özgürlüğü mutlak olduğundan, okulun dışında insanlar, Türkler veya Kürtler olarak bir araya gelebilirler, Kürtlerin ve Türklerin tarihleri üzerine yayınlar yapabilirler vs.. Ama bunların hiçbir politik anlamı olmaz.
Bu tıpkı, okullardaki derslerde Darwin yasalarını, DNA’ları, Fosilleri vs. öğrenip okuldaki dersten çıktıktan sonra Cami’de , Kilisede veya Havra’da İnsan’ı Allah’ın çamurdan yarattığını ve cennetten kovduğunu öğrenmek ve öğretmek gibidir. Demokratik bir ulusçuluk, insanların bu hakkını da garanti eder. Ama bütün bunların politik bir anlamı olmaz. Tıpkı Fenerbahçeli ve Beşiktaşlıların birlikler kurması gibi bir anlamdan fazlasına sahip olmaz bütün bunlar.
Evet demokratik bir ulus ve ulusçulukla gerici bir ulus ve ulusçuluk bir arada var olamaz ama iki gerici ulus ve ulusçuluk bir arada olabilir. Yine okul örneğine dönersek, Pekala Türk okullarında Türk Tarihi, Kürt okullarında Kürt tarihi okunabilir. Tabii konjonktür, bir arada yaşamayı zorluyorsa ve çıkarlar ortaksa birlik olabilir ve sürebilir ama bu tür birlikler ilk krizde bölünmeyle ve gerici ulusların ve ulusçulukların karşılıklı savaşlarıyla son bulur. Balkanlar ve Rusya bunun en açık örneğidir.
Şimdi, Selahattin Demirtaş veya Abdullah Öcalan “biz” derken Kürtleri kastettiği sürece, henüz demokratik ulusçu değiller gerici ulusçulardır. Türk aydınları, sosyalistleri, enternasyonalistleri veya komünistleri, var olan Türklükle tanımlanmış ulusa ve devlete karşı, her hangi bir dille, dinle, soyla, tanımlamayı reddeden bir ulus ve devleti savunmadıkları sürece, Kürtlerin haklarını istedikleri kadar savunsınlar ve kabul etsinler, gerici ulusçulardır.
Yani bugün Türkiye’deki tartışmalar aslında iki gerici ulusçuluk arasında olmaktadır. İki gerici ulusçuluk nasıl birlikte ayrılmadan yaşayacaklarını tartışmaktadırlar. Kürtler “Ben de senin eşitin olayım, Devletin adının Türkiye olmasını, resmi Dilin Türkçe olmasını sorun yapmıyorum” demekte Türkler henüz bunu hazmetmeye hazır olmadığını ifade etmekte ve bunun sonunda bölünmeye yol açacağını söylemektedirler.
Ancak, aynı gerici ilkeye göre bir araya gelmiş iki ulus, ilk zorlukta, çıkar ortaklığı kalktığında uzun vadede bölünürler.  Ve bu ayrılma da muhtemelen, Çek ve Slovakların, İsveç ve Norveçlilerin ayrılığı gibi uygarca da değil, gazetalarin üçüncü sayfalarından da görüleceği gibi çok da kanlı olur.
Ama kanlı veya kansız, bu bölünme aynı gerici ulusçuluğa dayanan iki gerici ulusun bölünmesi olur. Bu bölünme insanlığa ve o ulusları oluşturan insanlara hiçbir şey kazandırmaz, ikisi de gericiliğin batağında boğulur.
Ama Türkiye ve Kürdistan’da ulusu Kürtlükle veya Türklükle tanımlamayı reddeden demokratik ulusçuluk ve uluslarla; ulusu Türklük ve Kürtlükle tanımlayan ulus ve ulusçuluklar arasında, tıpkı Amerika’daki iç savaş gibi bir bölünme ve savaş olursa, demokratik ulus ve ulusçuluk yenilse bile, insanlara daha kurtarıcı bir mesaj bırakmış, geleceğin başarılarının tohumunu atmış olur.
Gerçi şimdilik Avrupa Birliği perspektifi ve Kürtlerin, Türklerle birlikte Orta Doğu’dan çıkıp Avrupa’ya katılma hedefi bir Kürt ve Türk ayrılığı ve savaşını uzak bir ihtimal olarak gösteriyorsa da, uzun vadede bir alt üstlük, bir kriz ve bu perspektifin yitirilmesi durumunda Yugoslavya’daki gibi bir savaş kaçınılmazdır.
Yani Türkiye’deki en ciddi Demokratik Hareket olan Kürt hareketi bile aslında gerici bir ulus ve ulusçuluk anlayışından kopmuş değildir. İşin ilginci bu hareket tıpkı sosyalistler gibi, milliyetçi olmadığını düşünmekte ve milliyetçiliğe karşı olduğunu da iddia etmektedir[12].
Bir de karşı tarafa, Türk tarafında ulusçu olmadığını düşünenlere bakalım.
Her hangi bir liberal yazarı alın bakın, şöyle satırlar göreceksinizdir. “Avrupa ya da globalleşme artık ulus devletle bir arada yaşayamıyor. Ulus devletin sonu geliyor. Avrupa Birliği ulus devlete son veriyor.
 Bu gibi satırlarda ifade edilen ulus ve ulusçuluk anlayışı, tam da ulusların bir dil, din, tarih, soya dayandığı anlayışıdır. Yani bir dile, dine, tarihe, dayanmayan bir ulusun veya ulusçuluğun artık ulus veya ulusçuluk olmadığını düşünmektedir. Ama ulusu ve ulusçuluğu böyle tanımlamanın kendisi tamı tamına gerici bir ulusçuluktur: yani ulusları tarihe, dile, soya vs. dayanan birlikler olarak anlamaktadır
Görüldüğü gibi, aslında Türkiye’de bırakalım ulusçu olmamayı bir yana, henüz demokratik bir ulus ve ulusçuluk anlayışı bile yok. Ve gerek entelektüel, gerek politik hayata, Marksistinden liberaline, beyaz Türkünden Kürdüne kadar, bütünüyle gerici bir ulus ve ulusçuluk anlayışı egemendir.
Zaten eğer demokratik bir ulus ve ulusçuluk anlayışı olsaydı, ulusçuluk olmayanı şimdilik bir kenara bırakıyoruz,  şimdi Kürt ve Türk uluslarının ve ulusçuluğunun tarihleriyle alay eden, onun saçmalıklarını ve yalanlarını ortaya çıkarmış zengin bir literatür bulunur, en azından aydınlar ulusların tarihleri olduğu anlayışıyla alay eder bir durumda olurdu.
Böyle bir entelektüel egemenlik uzun vadede, demokratik ulusçu, politik ve sosyal bir harekete temel olur; Kürt ve Türk ulusçularıyla demokratik ulusçular arasında gerçek bir mücadelenin temelleri atılmış olurdu.
O zaman diyelim ki aydınlar veya demokrat veya sosyalist olduğunu düşünenler, “Biz” derken Türkleri veya Kürtleri değil Kendini politik olarak Türklük veyla Kürtlükle tanımlayanlara karşı olanları kastederdi.
Çünkü, demokratik bir ulusçuluğu içselleştirmiş birinin “biz”i, Türkleri veya Kürtleri değil, Demokratik Ulusçuları içerir, yani ulusu Kürt veya Türklük ile tanımlamayı reddedenleri; “Biz”i Türk ya da Kürt ulusu olanlar, onun için “öteki”dir, kendisiyle savaşılacak bir düşmandır.
*
Buraya kadar söylenenleri toparlarsak, bir Türk ulusçusu, pekala Türk ulusunun çıkarlarına daha uygun olacağı için, Kürtlerin üzerindeki baskıya karşı çıkabilir  ve örneğin Kürterin ayrılma hakkını ve kendi özgür iradeleriyle birleşme hakkını savunabilir.
Böyle yapmakla, ulusçu olmaktan çıkmayacağı gibi, bunun için gerici bir ulusçuluk anlayışını terk etmesi gerekmez. Aslında Türk ulusu olarak Kürt ulusunun haklarını tanımak, kabullenmek veya savunmak gerici bir ulusçuluğu akıllıca savunmaktan başka bir şey değildir.
Bunun en somut örneği de bizzat Kürt Ulusul hareketidir. Kürt hareketinin durumu tamı tamına böyledir. Kürt ulusu ve ulusal hareketi, Türk ulusunun varlığını reddetmemektedir. Hatta Türklerin ayrılma hakkını savunduğu bile söylenebilir. Yani Türklerin kendi özgür iradeleriyle Kürtlerle birleşmesinden yanadır aslında bu günkü Kürt ulusçuluğu.Yani başka ulusların varlığını inkar ve onları baskı altına alma yoktur bu ulusçulukta. Ama ulusu bir dille, bir tarihle tanımladığı için gerici bir ulusçuluktur.
Ulusların tarihi olmadığı, demokratik bir ulus olmak için, ulusun tarihle, dille, dinle, soyla tanımlanmasını reddetmek gerektiği anlayışının burada yeri yoktur.
Ama birbirlerini tanıyan ve birlikte bir devlet içinde olabilen her iki ulus ve ulusçuluk da ulusların böyle tanımlanmasını reddeden demokratik ulusçuluk karşısında birer diktatörlüktür ve demokratik bir ulusun varlığını tanımazlar ve tanıyamazlar. Çünkü tanıdıkları an kendileri yok olurlar.
Burada denklemi tersinden, eşitliğin diğer tarafından formüle edersek, Demokratik bir ulus veya ulusçuluk da, ulusu Kürtlük veya Türklükle tanımlamayı reddeder. Ulusu böyle tanımlamayı reddetmekle tanımlar. Demokratik bir ulus veya ulusçuluk da gerici ulus veya ulusçuluk karşısında bir diktatörlüktür.
O halde bu formülü şöyle de ifade edebiliriz: Demokratik bir ulus veya ulusçuluk, ulusu bir dille, bir dinle, bir tarihle vs. tanımlayan ulusları ve ulusçulukları ezmek zorundadır. Aksi takdirde kendisi onlar tarafından ezilir.
O halde, “gerici ulus ilkesine göre tanımlanmış ulusları ve ulusçuları ezmeyen bir ulus özgür olamaz” sonucuna ulaşırız.
Görüldüğü gibi, demokratik bir ulusçuluğun geçerli olması için, Marks’ın formülünün tam tersi doğrudur.
Toparlarsak, “başka ulusları ezen bir ulus özgür olamaz” sözü, gizli bir varsayım olarak, ulusların tarihe, dile vs. dayandığı şeklindeki gerici ulusçuluğun ulus anlayışına dayanır ve ancak böyle bir varsayım üzerinden formüle edilebilir.
Demokratik bir ulus ve ulusçuluk açısından böyle bir formül mümkün değildir.
Çünkü demokratik bir ulus veya ulusçuluk açısından bu denklem ancak söyle ifade edilebilir: “Ancak dile, dine, tarihe göre tanımlanmış ulusları ve ulusçuluğu ezen bir ulus özgür olabilir.”
Görüldüğü gibi, Marks’ın enternasyonalizmin en özlü ifadesi veya ulusçuluğun panzehiri olarak ifade edilen formülü aslında hem milliyetçi bir formüldür hem de gerici milliyetçiliğin millet anlayışına dayanan bir formüldür.
*
Yukarıda Abdullah Öcalan veya Selahattin Demirtaş’tan gerici ulusçuluğun sınırları içindeler diye söz ederken onların bir demokratik ulusçuluğa kapalı olduğunu söylemek istemiyoruz. Aslında onlar gerici bir ulusçuluğun kavramları içinde gerici bir ulusçuluğa karşı çıkmaya çalışıyorlar. Abdullah Öcalan örneğin birçok yerde örnek olarak Amerikan ve İsviçre uluslarını örnek gösterir. Sık sık “Anayasal Vatandaşlıktan” veya “Türkiye Ulusundan” söz ederler.
Diğer yandan Marks da, bir yandan böyle milliyetçi ve aynı zamanda gerici milliyetçiliğe dayanan formülasyonlar yapar ama aynı zamanda Kuzey’in Güney’e karşı savaşını destekler. Bu çelişkiler aynen bütün Engels, Lenin, Troçki, Kıvılcımlı gibi büyük Marksistlerde görülebilir.
Zaten sorun buradadır, bu çelişkili bir durumdur. Birbiriyle uzlaşamayan iki anlayış, iki farklı ulusçuluk bir aradadır. Bir arada olasının nedeni de ulusların ve ulusçuluğun ne olduğunun bilinmemesidir. Ulusların ve ulusçuluğun ne olduğu bilinmediği an genellikle gerici ulusçuluğun ulus anlayışı egemen olur, politik olarak buna karşı olunsa bile.
Marksizm egemen ve yaygın biçimiyle bu çelişkiyi, demokratik ulusçuluk ve uluslara karşı savaş yönünde aşamadı; aksine gerici ulusçuluk anlayışı demokratik ulusçuluğa dayanan programları Stalinizmin yükselişiyle birlikte tasfiye etti. Bırakalım uluslara karşı savaşı bir yana, en gerici ulusçuluk Marksizm biçiminde ortaya çıktı.
Elbette zındık Marksizm, devrimci ve eleştirel ruhu yaşatan ve resmi marksizmlerce lanetlenip, koğuşturulan, susuşa boğulan Marksizm, Demokratik milliyetçiliği de eleştirip aşarak uluslara karşı mücadeleye de ulaştı ama bütün bunlar bilinmez kaldı ve kalıyor.
Peki Kürt Özgürlük hareketinin evrimi nasıl olacak?
Kürt hareketi bu çelişik durumdan demokratik bir ulusçuluğa doğru mu evrilecek yoksa gerici ulusçuluk anlayışı, demokratik ulusçuluğun ögelerini iyice bastırıp yok mu edecek?
Şu an verili koşullar çok olumsuz sinyaller veriyor. Şimdilik bunu başarabilecek kavramsal araçları yok. Dünyada böyle bir entelektüel bir birikim ve iklim yok. Bizim bu yöndeki çabalarımız hiçbir yankı bulmuyor hem Türk sosyalistlerinin hem de gerici Kürt milliyetçilerinin suskunluk ve düşmanlık duvarına çarpıyor.
Kürt Özgürlük Hareketi, şimdilik gerici bir ulusçuluğa dayanarak şekillenmiş bir biçim içinde ulusa demokratik ögeleri doldurarak bunu aşmaya çalışıyorlar. Abdullah Öcalan’ın kitaplarının özü budur. O Kürt ulusuna Demokratik geleneklere dayanan bir tarih yazmaya ve yaratmaya çalışıyor. Ama en demokratik ögelerle de doldursa, yazdığı tarih gerici ulus anlayışının dayandığı bir tarih olmaktan çıkmaz. Şimdilik bu demokratik içeriğin gerici biçimi parçalayacağı yönünde bir ize pek rastlanmıyor. Gelişmeler aksi yönde.
Türkiye’nin sosyalistleri bir mucize olup demokratik ulusçular haline dönüşseler Kürt özgürlük hareketinin önemli bir bölümü de aynı yolu izleyebilir. Ne var ki, Türklerdeki çürüme, Türk sosyalistlerini de iyice sardığı için, Kürt özgürlük hareketinin böyle bir dönüşüm geçirmesini destekleyici değil engelleyici bir işlev görüyorlar.
Kürt hareketi el yordamıyla bir şeyler bulmaya, Kürt hareketi olmaktan çıkmaya çalışıyor.
*
Marks’ın öğretisi zorunlu bir koşul veya sonuç olarak ulusçuluğu veya gerici ulusçuluğu içermiyordu. Bunlar onda geçmişin kalıntıları, öğretiyi mantık sonuçlarına götürememenin, yeterince olgunlaşmamanın sonuçları olarak vardılar.
Tıpkı Hegel’in sistemi ve yöntemi arasında olduğu gibi çelişkili bir yan, Marksizm’de de, onun altyapı ve üstyapıya ilişkin kavramları ve teorileri arasında vardı.
Bu nedenle Marks, Altyapının kavramlarıyla Kuzey’i destekler ve iki farklı ulusçuluğun bir arada bulunamayacağını zımnen ifade ederken; aynı Marks, üstyapının kavramlarıyla bununla çelişen ve gerici bir milliyetçiliğe dayanan ve onu savunan formülasyonlar yapmaktaydı.
Egemen Marksizm tıpkı diğer Hegelciler gibi bunun gerici yanını aldı ve geliştirdi, bugün dünyada egemen olan görüş budur.
Ama Tıpkı Marks ve Engels’in Hegel’in yöntemini alırkan yaptığı gibi, onun devrimci ve eleştirel yanını alıp geliştirenler ve o gerici sistemi atanlar da olabilirdi ve olmuştur.
Biz tam da bunu yapmaya çalıştık ve kanımızca yaptık. Bunu yaparken, Marksizm’e yabancı olan kavramları atmamız, ya da kimi kavramların Marksizmle bir arada bulunamayacağını göstermemiz yetti.
Bu yazıda bunun küçük bir örneğini vermeye çalıştık.
Bugün Türkiye’de ihtiyaç olan şey kendine sosyalist diyen gerici milliyetçiler değil; şurada anlatılan türden demokratik bir milliyetçiliği savunabilecek radikal demokratlardır.
Demokratik veya değil, milliyetçi olmamak ve milliyetçiliğe karşı olmak ise, milletlere karşı olmakla mümkün olur.
Milletler politik olanı ulusal olanla tanımlamış topluluklardır.
Nasıl tanımlanırsa tanımlansın, politik olanın ulusal olanla tanımlanmasına karşı olmadan; yani en demokratik biçimiyle bile olsa milletlere; dolayısıyla devletlere, sınırlara karşı savaşmadan ve bu savaşı en başa almadan milliyetçi olmaktan kimse kurtulamaz.
Zaten uluslar ortadan kaldırılmadan, bırakalım sınıf farklılıklarını bir yana, insanlığın yok olma tehlikesi ortadan kaldırılamaz.
O halde, bu sonuçları politik olarak şöyle ifade edebiliriz:
Türkiye’de acil olarak, demokratik bir ulusçuluğu savunacak radikal demokratlara ihtiyaç vardır.
Dünyada, uluslara karşı İnsan’lık bayrağını açacak İnsanlaraihtiyaç vardır.
Sosyalizm değildir insanlığın acil gündemi.
Sosyalist olduğunu düşünenler, Türkiye’de Radikal Demokrat, dünyada da İnsan olmalıdırlar.
Bugün Türkiye’de sorun, Liberaller ve Ulusalcılar karşısında sosyalistlerin birliği değil;gerici ulusçulara ve uluslara karşı demokratik bir ulusçuluğun propagandası ve örgütlenmesidir.
Bugün dünyada sorun, ulusal devletler içinde işçilerin kapitalistlere karşı mücadelesi değil; İnsanların, yani politik olanın ulusal olanla çakışmasını reddedip buna savaş açanların; Türk, Alman, Fransız, Amerikan vs. uluslarına karşı dünya çapında bir hareketinin yaratılmasıdır.
Bunun için de Marks’tan başlamak, Marksizmi ulusçuluktan arındırmak gerekiyor.
Çünkü Marksizm ulusçuluğun ne olduğunu çözemediği için fiilen ulusçu olmuştur.
Demir Küçükaydın
02 Ocak 2011 Pazar




[1](Bakınız: “Murat Belge, “Biz”, “Toplum”, Ulus ve Marksizmhttp://www.koxuz.biz/index.php?option=com_content&task=view&id=717&Itemid=360)
[2]Tersinden Kemalizm’de geçerayak şöye demiştik:
“Örneğin, Kıvılcımlı, “Dinin Türk Toplumuna Etkileri” diye kitap yazar. Kitabın konusu yüzlerce yıl önceki Şamanizm, İslamiyet gibi dinler olmasına rağmen ve o zamanlar bu gün anladığımız anlamda Türk diye bir şey olmamasına rağmen, bu Türk deyişi, bütünüyle ulusçuluğun yarattığı tarihin bir ürünü olmasına rağmen, bunu olduğu gibi kabul ederek, “Türk Toplumu”ndan söz etmekte hiçbir sorun görmez.
Devrimci dönemin ulusçuluğu bir tarihe gereksinim duymuyordu. İlk ulusun, Amerika’nın bir tarihe ihtiyacı yoktu bir ulus olmak için, bir etniğe, bir dile vs. ihtiyacı olmadığı gibi.
Fransız devrimi, Fransız ulusunun köklerini Frank krallığının tarihinde değil devrimde ve devrim günlerinde buluyordu. Ulus, tarihe karşı olarak ortaya çıkmıştı.
Ama gerici dönemin etniye, dile, soya, kana dayanan ulusçuluğu, tarihi de ulusların tarihi haline getirmiştir. Ve işte, Kıvılcımlı gibi bir Marksist bile, niyeti ne olursa olsun, hatta Türk derken, ilkel sosyalizmi, Komünü kastetsin, tarihe bu gerici ulusçuluğun yarattığı tarihin kavramlarıyla bakmakta, o tarihte bir yanda “din” bir yanda “Türkler” görmektedir. Yani uluslar ve onların tarih boyuncafarklı dinleri türünde bir tarih tasavvurunu farkına varmadan savunmaktadır.
Halbuki, dinvar ise, bu ister Şamanizm ister İslam olsun, ulus yoktu. Ulus varsa din yoktu. Yani “din” ve “Türk Toplumu” bir arada ayrı şeyler, karşılıklı ilişki içindeki şeyler olamazdı. Çünkü “Türk Toplumu”nun kendisi bir dindi. “Dinin Türk Toplumuna Etkisi”, “dinin dine etkisi” veya “modern topumun din dediğinin, modern toplumun dinine etkisi” anlamına gelebilirdi. Elbette bu da önemli bir inceleme konusudur ama onun ele aldığı bu değildi ve bunu anlayamıyordu.
Hasılı modern toplumun dininin bir teorisinin olmaması, onun kapitalizm öncesi toplumun dininin ne olduğunu anlamasını da engelliyor ve bu kanaldan Marksizm, burjuva ideolojisi tarafından teslim alınıyor; modern toplumun dinin en gerici biçimlerinin bir savunucusuna dönüşüyor ve tüm yaratıcılığını yitiriyordu.
Beşikçi’nin “din bir inançtır” sözlerine hiçbir Marksist’ten itiraz gelmemesinin nedeni de buydu. Çünkü onlar da aslında Beşikçi’nin savunduğunu, modern toplumun dininin gerici bir biçimini savunuyorlardı.
Kıvılcımlı bunun trajik sonuçlarından sadece biriydi.”
[3] Aslında bu ikinci önerme de matematiksel olarak birinci önermenin bir başka formülasyonu olarak görülebilir. Bu bir ilişkinin ifadesidir. Birinde bilginin veya bilgisizliğin sonucu olarak milliyetçilik; diğerinde ise milliyetçiliğin sonucu olarak bilgi veya bilgisizlik biçiminde formüle edilmektedir.
[4] Marksizmin kaderini belirleyen de bu zorluk olmuştur bir bakıma. Tarihsel maddeciliğin (Marksizmin) tarihi, bir bakıma bu zorluğun aşılmasının, ama aşmak için girilen çıkmaz sokakların ve aynı zamanda kavramlarda sağlanan derinleşmelerin tarihidir.
[5]Marksizmin Marksist Eleştirisi” adlı kitabımızın özellikle “Sosyalizmin Milliyetçilikle İmtihanı” bölümünde daha önce ayrıntısıyla bunu göstermiştik. Kitap şu adresten indirilebilir veya sipariş edilebilir:
[6] Bu sözün bir çok farklı çeviri versiyonları vardır. “Başka bir halkı ezen bir halk özgür olamaz” veya “Başka bir ulusu ezen bir ulus, kendi tutsaklık zincirini kendisi hazırlar” gibi. Hepsinde kastedilen ulustur ve ana fikir aynıdır.
[7] Elbette Marks, öznel niyetleri bakımından milliyetçi değildi ve hatta milliyetçiliğin düşmanıydı. Ama kendi öznel niyetine ve değerlendirmesine rağmen, milliyetçiliğe karşı olduğu düşünülen bu sözlerle nasıl nesnel olarak milliyetçilik hem de gericisinden bir milliyetçilik yaptığını ve onu savunduğunu göreceğiz. Dolayısıyla bugün yeryüzünü doldurmuş marksistlerin, sosyalistlerin ve hatta demokratların da.
[8] Zeten Marks’ın sözü de tamı tamına bu anlama gelmektedir.
[9] Fransız milliyetçiliği olarak tanımlanan da aslında bir gerici restorasyondan geçmiş bir milliyetçiliktir. Birinci ve İkinci Paris Komanlerinin milliyetçiliği demokratik bir milliyetçiliğe denk düşer. Ama konuyu dağıtmamak için bu “Ayrıntı”ları geçiyoruz.
[10] 1. Enternasyonal tarafından A. Lincoln'ün yeniden başkan seçilmesi dolayısıyla yollanan, Marx'ın kaleme aldığı metinde İç Savaş tam da ekonomi ve sınıfların kavramlarıyla ele alınmaktadır.
"Efendim;
Büyük çoğunlukla yeniden seçilmenizden dolayı Amerikan halkını kutlarız. İlk seçilmenizin ihtiyatlı parolası köleci iktidara direnme olduysa, yeniden seçilmenizin muzaffer savaş narası Köleciliğe Ölüm' dür.
Muazzam Amerikan mücadelesinin başlamasıyla birlikte, Avrupa işçileri içgüdüsel olarak, yıldızlı bayrağın kendi . sınıflarının kaderini taşıdığını hissettiler.
Topraklar uğruna girişilen ve korkunç destanı başlatan yarışma, muazzam bakir toprakların göçmenin emeğine karılık mı, yoksa kölecinin serserisine fahişelik mi edeceğini belirlemek için değil miydi?"
Marks’ın sözleri her ne kadar bugün Kızılderililerin el koyulan topraklarını “bakir” olarak tanımlarken Avrupa merkezli ve ilerlemeci, “emeğe karılık” derken bugün seksist denebilecek, zamanını yansıtan ifadeler içeriyorsa da, parolası,  üstyapının kavramlarıya “Gerici ulusçuluğa ölüm” diye de ifade edilebilir.

[11] Ne var ki, Amerika haricinde her yerde, demokratik ulusçuluk yenildi ya da hiç ortaya çıkmadı veya bir politik ve sosyal hareket oluşturacak bir güce ulaşmadı.
Dikkat edilirse, bu tür gerici ulusçuluğun 1848 devrimlerinden sonra tüm dünyada yayıldığı ve Marksizm düşüncesiyle bu ulusçuluğun aynı zamanda ortaya çıktığı da görülür.
Burjuvazinin iyice gericileşmesi, gerici ulusçuluğun yükselişiyle atbaşı gider. Buna karşılık sosyalist hareket ve işçi hareketi, 1848den 1920’lere kadar, bir ölçüde demokratik bir ulusçuluğu çok net olmayan bir biçimde savunmuştur. 1920’lerden sonra ise, güçsüz olduğundan veya güçlü olduğunda da tecrit olup bürokratik çarpılmaya uğradığından veya bürokratik çarpıklıklar nedeniyle demokratik gelenekleri unuttuğundan, işçi ve sosyalist hareket bile demokratik bir ulusçuluğu savunamaz.
Bu durumda egemeni ve ezileniyle, burjuvazisi ve işçisiyle, gerici ulus ve ulusçuluk anlayışı bu güne kadar adeta rakipsiz bir egemenlik kurmuştur. Amerakan İç Savaşından sonraki savaşlar, demokratik ve gerici uluslar ve ulusçuluklar arasında değil, gerici ulusçuluklar arasında olmuştur.
İşte bizler böyle bir dünyada yaşıyoruz. Dolayısıyla ulus derken, hep gerici ulusçuluğun ulus anlayışı ve kavramıyla düşünen gerici ulusçularız. Bütün tartışmalar gerici ulusçuluğun ulus anlayışıyla olmaktadır. Henüz kimse açıktan ve cepheden demokratik bir ulusçuluğu savunmuyor.
[12]Örneğin “Demokratik Toplum Kongresi” sözcüsü ve hazırlayıcılarından Cemal Coşkun 27.12.2010 tarihli Günlük’te şunları diyor:
Ulus devletin felaketten başka bir şey getirmediği ortada. Ki; devletin tarih sahnesinde yer aldığı 5 bin yıllık devletçi zihniyetin kadının köleleştirilmesiyle başlayan süreçte bir dizi felaketi günümüze kadar getirdi. Şimdi ulus devleti inceleyen, eleştiren ve ona karşı mücadele eden bir oluşumun kalkıp da yeni bir ulus devlet oluşturmaya çalıştığını söylemek, iyi niyetli bir yaklaşım değil. Ulus devletin getirdiği felaketleri gören bir oluşum, yeni bir ulus devleti nasıl getirir? Bundan dolayı zaten, kapitalistlerin ulus devletlere yaklaşımından ders çıkarılarak bağımsız Kürt devletinden vazgeçildi ve Demokratik Özerklik dendi. Bu da yalnız Kürtler için değil, demokratikleşme ihtiyacı olan her ülkenin faydalanması noktasında kamuoyuyla paylaşıldı. Bu örgütlenme modeli ulus devletin panzehirini yaratmıştır.

Kurban Bayramının Ekonomi Politiği (Şölenler, Bayramlar, Kurban Bayramı ve Sosyalizm)

$
0
0

Bir toplumun refah ve zenginlik düzeyini emek üretkenliğinin yüksekliği belirler; emek üretkenliği ise son duruşmada, daha büyük ve başka enerji kaynaklarının üretim sürecine katılması demektir. İnsanlık tarihi ve insanlığın yaşadığı belli başlı toplum biçimleri, temel enerji kaynaklarına göre de sınıflanabilir ve bu tamı tamına farklı üretim biçimlerine de denk düşer.
Kabaca insanın kol ve kas enerjisine dayanan üretim “Vahşet”; bitki ve hayvanların ehlileştirilmesiyle birlikte, adeta güneş enerjisine dayanan organik robotlarla yapılan üretim “Barbarlık”; rüzgar ve su gücü klasik tarıma dayanan tefeci ve bezirgan sermaye uygarlığı; fosil yakıtların enerjisine dayanan üretim de modern kapitalist uygarlık demektir.
Homo Sapiens, ateşin çocuğudur. Ateş sayesinde insan denen canlı türü, ilk giyinen, ilk mezarı olan canlı olmuştur. Ateş sayesinde, o maymun benzeri, alet kullanan yaratık Afrika savanlarının ılıman iklimini terk ederek tüm iklimlerde yaşayabilen ilk canlı, hasılı insan  olabilmiştir.
Evet, bu günkü insan, yani Homo Sapiens, ateşin bir ürünüdür, ama ateş kendi başına, insanın avcılık ve toplayıcılıktan, yani esas olarak kol gücüne dayanarak üretim yapmaktan kurtulmasını sağlayamamıştır. Ateşin emek üretkenliğini arttırmada kullanılışı, çok sınırlı alanlar hariç, neredeyse sanayi devrimine kadar mümkün olmamıştır. Nasıl ateşi kontrol altına almak için, canlının onunla doğrudan temasını ve yanmasını engelleyen bir alet, dolayısıyla aleti kavrayan bir el ön koşul idiyse ve alet denen cansız nesneyi aracı etmedikçe hiçbir canlı ateşi kullanamadıysa; ateşte ortaya çıkan ısı enerjisini de mekanik enerjiye dönüştürebilmek ve onu işte yani emek üretkenliğini artırmakta kullanabilmek için de hem bu yönde bir ihtiyaç hem de belli bir teknik gelişme düzeyini gerekiyordu. İhtiyacı ve teknik düzeyi dünya ticareti ve kapitalist geniş yeniden üretim binlerce yıl sonra yaratabildi.
Bu nedenle, neredeyse modern sanayi devrimine kadar ateş, üretim süreçlerinde, mekanik hareketlere dönüştürülerek emek üretkenliğini arttıran bir enerji kaynağı olarak kullanılamamıştır. Kullanımı doğrudan ısı ve ışık kaynağı olmakla ve madenlerin arıtılmasında veya kimi yiyeceklerin hazırlanmasında olduğu gibi kimyasal dönüşümlerin aracı olmakla veya onları hızlandırmakla sınırlı kalmıştır. Modern sanayi devrimine kadar olan dönemde, emek üretkenliğini arttırmada enerji kaynağı olarak insanın kas gücüne sadece hayvan, su ve rüzgar gücü eklenebilmiştir.
Hayvan gücünün kullanımı, hayvanların ehlileştirilmesini yani neolitik devrimi; su ve rüzgar gücünün kullanımı ise, büyük miktarda ürünleri ve yerleşikliği, yani tarıma dayanan üretimi ve belli bir ticaret düzeyini, şehirleri, hasılı uygarlığı ön koşul olarak gerektirir.
Homo Sapiens’in yuvarlak hesap yüz bin yıldır var olduğunu ve Neolitik devrimin de yuvarlak hesap on  bin yıl önce gerçekleştiğini düşünürsek, modern insan türünün ortaya çıkışından, neolitik devrime kadar geçen zaman, yani doksan bin yıl; yani homo sapiensin var oluşunun onda dokuzu; sadece kas gücüne dayanan son derece düşük bir emek üretkenliği düzeyinde; dolayısıyla sürekli bir kıtlık ve açlık tehdidi altında geçmiştir.
İnsanın sadece kol gücüne, kaslarının gücüne dayanarak yaptığı üretim, esas olarak avcılık ve toplayıcılığa denk gelir. Ok, yay, mızrak, balta gibi bütün üretim araçları hep insanın kas gücüne dayanırlar ve bu gücü biriktirerek kullanmak ve belli bir noktada yoğunlaştırmak işlevine dönüktürler.
Böylece insan bir yandan ateş sayesinde ilk mezarı olan, sanatı olan, bir toteme dayanan toplumsal üstyapısı ve örgütlenmesi olan bir canlı haline gelirken dolayısıyla mezarı olan ilk canlı olurken, yani ölüleri bile toplumun bir parçası olurken, aynı zamanda esas olarak kendi kaslarının gücüne dayanarak üretim yaptığından, yani emek üretkenliği son derece düşük olduğundan, sürekli bir kıtlık halinde yaşamıştır.
Ama kıtlık demek, canlının yaşayabilmek için birbiriyle rekabeti demektir; insanın insana rekabeti demektir. Aç bir insanı, diğer hemcinslerini, çocuklarını, yaşlılarını yemekten alıkoyacak bir örgütlenme demektir. Hem kıtlıkta yaşamak, hem de birbirini, özellikle güçsüz çocukları ve yaşlıları yemeyip dayanışabilmek. Dişinin soyun devamı için gerekli analık içgüdüleri bunu bir ölçüde engellese bile, erkekler için nasıl engellenecektir bu?
Totem, yani soy ve kardeşlik ve Kutsallık bu çelişkiyi çözen bir üstyapı sağlamıştır. Bunun temeli ise, neredeyse bütün dinlerin “nefsine hakimiyet” diye sonradan da ululayacağı ve sınıflı toplumun eşitsizlikleri karşısında kişisel bir çıkış yolu olarak önereceği iç güdülere hakimiyettir. İç güdüler toplum, yani “totem” ya da “tanrı” için kurban edilebilmelidir ki toplum varlığını sürdürebilsin. Bu gün bizlere bir mazohizm veya işkence gibi gelebilecek bütün “ilkel” toplumlarda görülen acılı imtihanlar, hep parçanın bütüne; nefsin, iç güdülerin topluma tabi olması eğitimine yöneliktirler.
Bu gün bizlerin yamyamlık ya da kanibalizm dediğimiz şey, aydınlanmanın insan kavramına dayanır. Bu kıtlık döneminde insanlar aynı kabile ya da soydan olanlardan ibaretti; onlar başka kabileleri veya insanları öldürüp yediklerinde, başka insanları değil; başka canlıları yiyorlardı. Ama buna karşılık hiçbir kandaş toplum kendi kandaşına, yani insanlara dokunmazdı. Aksine, kandaşı ya da soyu ve kabilesi için kendini feda toplumsal örgütlenmenin temelini oluşturmuştur. Toplum için feda, iç güdülere egemenlik, parçanın bütüne (toteme, soya) tabi olması, eşit haklı bir kandaş olabilmek için acılı imtihanlar (ki sünnet vs. bunun bir kalıntısıdır) bütün bu toplumların hepsinde ortak özellikler olagelmişlerdir.
Kıtlıkta çocukların özellikle aç erkeklerce yenmesi bu mekanizmayla engellenmiştir ama kıtlık var olmaya ve çocuklar da bir çok durumda ya açlığa mahkum olmaya (ama totemin soyundan gelenler arasında dayanışma ve parçanın bütüne tabi olması esas olduğundan ve hiç kimse aç bırakılamayacağından) doyurulduğu takdirde, kabilenin açlıktan ölmesine yol açabilecek bir tehlike olmuştur.
Bu koşullarda insan, tek tek canlılar olarak çocuk ve yaşlıları yememiş ama onları toplum adına “kurban” etmek ve böylece hep parçanın bütüne tabi olması ilkesini yaşatmak hem de kabile olarak varlığını sürdürmek olanağı bulabilmiştir.
Bu nedenle, kıtlığın, yani neolitik devrim öncesinin bütün toplumları aynı zamanda çocuk kurban etmişlerdir. Denebilir ki, bu günkü insan soyu istisnasız “çocuk katilleri”nin ahvadıdır.
Bu nedenle, insanlık var oluşunun onda dokuzu boyunca, doksan bin yıl boyunca, çocukları da kurban etmiştir. Bu kıtlık döneminin kalıntıları, uygarlığa ve daha yüksek bir emek üretkenliğine daha geç geçen haklarda çok yakın zamanlara kadar yaşamıştır.
Fenikeliler, uygarlaştıktan sonra bile Molok’a çocuklarını kurban ediyorlardı. Çocuk kurban etme geleneği, ta Roma çağına, Kartacalılara kadar devam etmiştir.
Bu gün Amerika’dan tekrar dünyaya yayılan Hallowen, Keltlerden kaynaklanır ve  Keltlerdeki çocuk kurban etme adetinin, orta doğudaki Kurban Bayramı benzeri bir şekilde bırakılışını ama aynı zamanda bunun yakın zamanlara kadar yaşadığının kanıtını temsil eder.
Araplarda, daha İslamiyet’in doğuş döneminde bile, kız çocuklarının kurban edilmesi adeti yaşıyordu. Ve nihayet bizzat Kurban bayramı çocuk kurbanının bir kanıtıdır.
İnsanlığın, sürekli kıtlıktan kurtulması, hayvanları ve bitkileri ehlileştirmesiyle mümkün olabilmiştir. Hayvanların ve bitkilerin ehlileştirilmesi, yani özünde neolitik devrim, dünya tarihinde gelmiş geçmiş en büyük devrimdir ve bu günkü uygarlığın en büyük keşifleri bile bu devrimin yanında birer cüce gibi kalır. Bu günkü bütün yaşamımız hala bu devrimin kazanımlarına dayanmaktadır. Temel gıdamızı oluşturan bütün hayvanlar ve bitkiler; giydiklerimiz (Dokumacılık); yemek yediğimiz tabaklar ve yiyecekleri içinde koruduğumuz kaplar (çömlekçilik) hemen her şey bu devrimin bulduklarıdır özünde.
Neolitik devrim bir bakıma, güneş enerjisiyle çalışan organik robotların keşfi ve kullanımı gibi tanımlanırsa onun çapı ve emek üretkenliğinde yaptığı muazzam sıçrama anlaşılabilir. Böylece insanın çalışması esas olarak bu robotların bakımı, ürünlerinin toplanması gibi eylemlerde yoğunlaşmıştır. Kol emeği artık ehlileştirilmiş bitki ve hayvanlarda biriken güneş enerjisinin kontrol altına alınmasına yönelik olarak işlev görür. Dolayısıyla enerji kaynağındaki bu muazzam artış, aynı zamanda üretkenlikte muazzam bir artış bu da sürekli kıtlık ve açlık tehlikesinden kurtuluş demektir.
Böylece avcılık ve toplayıcılığın kıtlık ekonomisinin yerini; hayvan yetiştirmenin ve gelgeç bahçeciliğin bolluk ekonomisi almıştır. Bu durumda, kabilenin ya da toplumun yaşaması için çocukları kurban etmek gereği kalmamıştır.
Kurban bayramının ortaya çıkışını anlatan söylence, asılında, gerçek tarihin doğru bir tasvirinden başka bir şey değildir. Avcılığa ve toplayıcılığa dayanan kıtlıkta çocuklar kurban edilirken, hayvanların ehlileştirilmesine geçişle birlikte, çocuk yerine hayvan kurban edilmesine geçişi; yani neolitik devrimi; emek üretkenliğindeki bu devasa artışı; bu artışa paralel olarak üstyapının da yeni alt yapıya uygun hale gelişini; insanların sürekli bir açlık ve kıtlık tehlikesinden kurtuluşunu sembolize eder. Bu muazzam devrim ne kadar kutlansa yeriydi ve yeridir.
Daha sonra İslam bu Sami göçebeliğinin geleneğini almış, onu uygarlığın sınıflı toplumunda; zenginlik ve yoksulluk farklılıklarının bulunduğu toplumda, zenginlerin kurban kesmesi ve bunu fakirlere dağıtması dolayımıyla, bu farklılıkları nispeten ılımlandırmanın bir aracı yapmıştır.
Klasik uygarlıklar çağında, bunun da belli bir işlevi vardı ve Kurban bayramları ne kadar kutlansa yeriydi.
Kurban bayramında bir bakıma böylece iki bayram iç içe geçiyordu; neolitik devrimin bayramı ve İslam’ın uygarlığın sınıf çelişkilerini nispeten yumuşatan; Hindistandaki Kastlaşma benzeri sınıf fosilleşmelerine karşı, tüm Müslümanları soyu ya da gelir düzeyi ne olursa olsun, aynı namaz safında eşitçe dizen, uygarlıktaki kastlaşmaya ve aşırı zenginlik farklılıklarına karşı İslam devrimi veya reformunun bayramı.
Kurbanlık hayvan, çok öncenin unutulmuş çağlarında, toplum için ve toplum adına kurban edilen çocukları gibi, bir gelin gibi süslenir; el bebek gül bebek bakılır, bir bakıma o kısa hayatının herkesinkinden daha güzel geçmesi için elden gelen arda koyulmazdı. Bizzat kurban ediliş eylemi bile, o unutulmuş geçmişin izlerini taşır; kurbanın öleceğini bilmemesi; öldürme işleminin olabildiğince seri ve acısız olması; dualar, seremoniler vs. hepsi, kurbanın toplumun yaşaması için bir dayanışma olduğunu vurgulamaya ve kanıtlamaya yöneliktir.
Ne var ki, bu gün geniş yeniden üretim çağında, hayvanların bant usulüyle üretildiği, öldürüldüğü ve işlenip piyasaya sürüldüğü çağda, bu kurban adeti ve bayramı, çoktan uygarlığa geçmiş Fenikelilerin çocuk kurban etmeye devam etmelerine veya Asteklerin uygarlık sembolü piramitler üzerinde artık kıtlık nedeniyle bir gereği kalmamışken insan  kurban etmeye devam etmesine benzer. Gerçek anlamını, yitirmiş ve hatta tam zıt anlamda bir işlev kazanmıştır. Azteklerde insan kurban etmenin devam etmesi, bu adetin diğer kabileleri ya da kastları baskı altına almanın; onları terörize etmenin bir aracı olarak kullanılmasıyla ilgiliydi. Fenikelilerin çocuk kurban edişleri de muhtemelen benzer bir işleve sahipti.
Bu günkü toplumda da kurban, artık bir sosyal adalet ve toplumsal dayanışma aracı olmaktan çıkmış; bir zenginlik ve güç gösterisinin; toplum içinde ne kadar dini bütün olduğunun reklamını yapmanın; bir prestij ve itibar edinmenin arıcı haline gelmiştir.
Sağ elinin yaptığı iyiliği sol  elin bilmeyecek” diyen bir dünyanın ve değerler sisteminin değil; “bakın ben ne kadar iyilik yapıyorum, ne kadar dindarım” diye bar bar bağıran; kapitalizm öncesinin her türlü değerini yitirmiş, modern burjuva toplumunun da demokratik değerlerinden bile zerrece nasibini almamış insan posalarının, lümpenlerin değerlerini ifade etmektedir artık kurban kesmek.
On bin yıl öncesinin sürekli kıtlıkta yaşayan insanları çocuklarını kurban ederken, bu günün kurban kesenlerinden, milyon kez daha insani bir iş yapıyorlardı. Oçocuk kurbanları bir cinayet değil, bir ibadetti; bu gün ibadet diye hayvan kesenlerin yaptığı ise ibadet değil cinayettir.
*
Modern toplumda, bu günkü geniş yeniden üretim yordamında, tüm değerleri yaratan işçinin iş gücüdür. Sömürü oranını iş gücünün fiyatı belirler. İş gücünün örgütlenmesi ve fiyatının yükselmesi, modern toplumu bir parça yaşanır kılan biricik ilaçtır.
Ama iş gücünün örgütlenmesi ve haklar edebilmesi için, işçilerin demokratik özgürlüklere; fikir, örgütlenme, bir araya gelebilip çıkarlarını korumak için birlikler oluşturma; partiler kurma özgürlüklerine ihtiyaçları vardır. Bu nedenle, demokrasi denen şeyin biricik garantisi ve sağlayıcısı, işçi sınıfı ve hareketidir.
Ama işçi hareketi de ancak demokrasi mücadelesi içinde toplumdaki tüm ezilenleri ve gayrı memnunları birleştirip, sadece işçiler için ekonomist bir hareket olmaktan çıkıp, devrimci ve demokratik bir karakter kazanabilir ve o zaman bu hakları elde edebilir.
Sadece bütün Avrupa ve dünyanın modern tarihi değil, Türkiye’nin yakın tarihi de bunu kanıtlar. 1960’lar ve 70’ler işçi hareketinin hem yükseldiği hem de demokratik talepleri toplumun gündemine taşıdığı bir dönemdi. Son çeyrek yüz yıl ise, ortalıkta hem işçi hareketi yoktur hem de devrimci ve demokratik talepler.
İşçi hareketi örgütlendiği ve demokratik haklar elde ettiği takdirde, toplumdaki zenginlik ve yoksulluk farkları azalır. Çünkü ezilenler bu haklara dayanarak kapitalistler karşısında pazarlık güçlerini yükseltirler; vergiler aracılığıyla ulusal gelirin yeniden dağıtımında ağırlıklarını koyarak, zenginlik ve yoksulluk farklarını nispeten daha ılımlandırıcı tavizler koparabilirler. Böylece toplumda, tümüyle çürümeye ve çözülmeye yol açan, korkunç yoksulluk ve zenginlik farkları azalır.
Böyle bir toplumda, et yiyebilmek için kurban bayramını bekleyen yoksullar olmaz. Böyle zenginlik ve yoksulluk farkları ve bunun yarattığı çürümeler olmayınca, böylesine gösterişli hayvan katliamları da olmaz.
Batı ile doğunun farkı buradadır. Doğu’da insanların hiçbir zaman hakları olmaz. Orada avane kliyen ilişkileri geçerli olur. Zengin olan, üstün olan, yetkisi olan, “adamlarını” korur, onlara “kıyak” yapar. Alttakiler de ona karşı sürekli gebe ve mahkum kalırlar.
Demokraside ise, insanların hakları olur. Kimse bu hakları için kimseye minnet etmek zorunda değildir. Böyle bir toplumda, birbirinin elini öpen, yağcı, garibanın karşısında Allah kesilip güçlünün karşısında köpekleşen insanlar yer bulamaz ya da daha da azalır.
Türkiye’deki sistem, bunun tam tersini yaratmakta ve üretmektedir. Bürokratik oligarşi tüm toplumsal sistemi bu haklar değil, hoşgörü veya görmezden gelme ilişkisine göre kurmuş bulunmaktadır.
Burjuvazi de bunun karşısında, haklara değil, aynı şekilde, avane, kliyan (klik) ilişkilerine dayanan bir sistemi savunmaktadır. Kurban bayramlarının böylesine bir katliama, zenginlik ve hayır severlik gösterilerine dönüşmesi, hep bu demokrasi yokluğunun; hak yoksunluğunun; avane kliyan ilişkilerinin tüm topluma egemenliğinin bir yansıması ve sonucudur.
Kemalist oligarşi ile burjuvazinin politik İslam’ı aslında aynı sistemi savunmaktadırlar. Demokratik haklara değil, hoşgörüye, gebe bırakmaya dayanan sistemdir bu. AK Partili belediyelerin yoksullara ekmek dağıtması da, kurban bayramlarının gösterişli hayvan katliamları da; “kapkaççılık” da, müthiş zenginlik ve israf da bütün bunlar hepsi aynı sistemin ayrılmaz parçaları; aynı madalyonun farklı yüzleridir.
Politik İslam, ne İslam’dır ne de demokratiktir. Politik İslam, ulusu, yani politik olanı dinle veya İslam’la tanımlayan gerici bir milliyetçiliktir. Eğer sorun Müslüman olmak ise, bu gün Müslüman olmak ancak tutarlı demokrat olmakla; toplumda tüm değerleri yaratanların, çalışanların her türlü örgütlenme, fikir, gösteri özgürlükleri için mücadele etmekle; toplumdaki hiçbir dilin, dinin, etninin özel bir imtiyazı olmaması için mücadele etmekle mümkündür.
Bu günün dünyasında, bir zamanlar kurban kesmenin sağladığı sevabı; ancak demokratik haklar için hapiste yatmak; sürgünlerde yaşamak; ezilen ve yoksulların demokratik hakları için mücadeleye girmek sağlayabilir. Bu özgürlükler ve haklar için bir şey yapmamak, hatta karşı olmak; sonra da yoksullara yardım ve dindarlık adına gösterişli veya gösterişsiz kurbanlar kesmek! Bunun ne Müslümanlıkla, ne insanlıkla ilgisi yoktur. Bunlar cehennemde yanmaya layık gühahkarlardır.
Türk devletinin Türk devleti olmasına, Türkçe’nin resmi devlet dili olmasına; yurttaşlığın Türklükle tanımlanmasına karşı çıkmadan; tüm dillerin eşitliğine savunmadan; yurttaşlığın hiçbir din, dil etni ile bağlantısının olmaması gerektiğini savunmadan “Müslüman” da olunamaz, demokrat da olunamaz.
Gerçek Müslüman, diyanet işlerinin lağvını, Sünnilerin de tıpkı aleviler gibi, din görevlileri için kendi gönüllü bağışlarıyla onlara bakmasını savunur.
Bir yandan bu konularda ağzını açmayacaksın, hatta bu günkü çürütücü ve gerici sistemi savunacaksın, diğer yandan da, haç, kurban ya da İslamiyet’in faziletleri üzerine geviş getireceksin ve kurban kesip aç ve yoksul bıraktıklarına üç beş kırıntı dağıtıp onları kendine veya zenginlere minnet borçlu bırakacaksın. Bunun adı ikiyüzlülüktür; münafıklıktır.
*
Bayram her şeyden önce çalışılmayan gün demektir. Çalışılmayan bir gün ise, o çalışılmayan günde insanları aç kalmaktan kurtaracak bir artı ürünü var sayar. Bu artı ürün ise, belli bir emek üretkenliği düzeyini.
İnsan bu düzeye ancak, neolitik devrimle ulaşmıştır. Dolayısıyla, Kurban bayramı, sadece çocuklar yerine hayvanların kurbanına geçişin değil, aynı zamanda bayram denen, çalışmadan yaşanabilecek günlerin ortaya çıkışını da sembolize eder.[1]
Neolitik devrim öncesinde, insanların kıtlık içinde yaşadıkları çağlarda da elbette rastlantısal iyi bir av sonucu, ya da uygun bir mevsim dolayısıyla bol yiyecek bulunduğu zamanlar olabiliyordu[2]. Ama bunlar tamamen rastlantısaldı ve düzenli değildi. Dolayısıyla, sürekli bir artı ürün olmadığından, bu rastlantısal artı ürünün korunması ve saklanması için gerekli ihtiyaç ve teknikler de bilinmiyordu. Dolayısıyla, rastlantısal artı ürünler derhal tüketilmeliydi.
Bu nedenle neolitik devrim öncesinde bayram yoktur, rastlantısal artı ürünleri tüketmeye yarayan şölen vardır. Neolitik aynı zamanda bayramın da keşfidir. Bir bakıma Kurban Bayramı, sürekli ve düzenli bir artı ürünün varlığının, yani bayramın keşfinin de bayramısayılabilir. İnsanlık tarihinin bütünü göz önüne alındığında, gerçekten bayram olarak kutlanmayı hak eden muazzam devrimci değişikliklere; üretim güçleri, ilişkileri ve üstyapıdaki muazzam değişikliklere denk düşmektedirler bu ve benzeri bayramlar.
Her sosyalist, bu bilinçle, bu bayramları kutlamalıdır, insanlık tarihindeki en büyük devrimlerin bir anısı olarak. Ama bu bayramları kutlamak, bu gün yaşadığımız dünyaya uygun bir üstyapı mücadelesiyle olabilir.
Semavi dinler de çok büyük toplumsal devrimlere karşılık düşerler elbet. Bu dinler sonra gelişen uygarlık ve sınıflı toplumlar içinde, nispeten eşitlikçi büyük reform ve devrimleri sembolize ederler.
Örneğin İsa’nın doğumunun kutlanmasını ele alalım. Birbiri peşi sıra gelen uygarlıklar koca Akdeniz ve Ortadoğu’yu bir tek Pazar kılmış, bir tek uygarlık alanında birleştirmişti. Hepsi Roma’nın  egemenliği altındaydılar ama her kavim, hatta her kabilenin ayrı tanrıları, dolayısıyla ayrı hukuku var olmaya devam ediyordu; insanlığı hayvanlıktan çıkarmış olan totemler artık üretici güçlerin o günkü gelişmişlik düzeyinde ciddi bir engel haline gelmişlerdi. Tüm bunları aşacak, tüm uygarlık alanında aynı hukuku, aynı toplumsal ilişkileri, aynı politikayı geçerli kılacak yepyeni bir üstyapı gerekiyordu. Hıristiyanlık Roma’nın sağladığı ekonomik birliğin gerektirdiği üst yapıyı sağlıyordu. Ama bunu yaparken aynı zamanda, yoksullara ve kölelere, Allah evreni altı günde yarattı yedinci gün dinlendi diyerek, haftada bir, yani yılda elli iki gün  tatil hakkı da veriyordu. Ondan sonra hiçbir hareket ve devrim bu çapta bir reformu ya da hakkı çalışanlara sağlayabilmiş değildir. İşçi hareketinin muazzam savaşlar sonucu elde ettiği sekiz saatlik iş günü bile bunun yanında küçük kalır
Çürümüş Bizans ve Sasani, yani Çin ve Hint yolundaki Uygarlığın ve Akdeniz Ortadoğu uygarlığının çıkmaza girmiş toprak ilişkilerini yeniden düzenleyen; nispeten daha eşitlikçi bir düzen kuran İslam da bir tür devrim idi, bu anlamda, insanlar bilincinde olmasa bile İsa’nın ya da Muhammet’in doğumunu kutlarken, gerçekten büyük devrimleri bir bayram olarak kutlamış oluyorlardı.
Modern “ulusal bayramlar” ise, bu bayramların yanında bayram adıyla anılmaya layık hiçbir kazanım sağlamamışlardır insanlığa. İlk burjuva devrimleri, yani Amerikan ve Fransız devrimleri, daha ilk adımlarında gericileştiler. Modern toplumun dini başlangıçta, yurttaşlığı, insan haklarıyla tanımlıyor; insanı da dini, soyu, etnisi ne olursa olsun eşittir diye tanımlıyordu. Ne var ki, daha ilk adımda, bir yandan geçmişin kalıntılarıyla; yani insanın sadece erkek ve beyazları, kapsaması nedeniyle; hem de burjuvazinin yurttaşları (yani insanları), belli bir dil, etni veya dinden olan veya belli bir toprak parçası üzerinde yaşayan insanlarla sınırlayan gerici milliyetçiliğe geçişi nedeniyle, tam anlamıyla birer gericilik insanlara karşı bir tehdit ve terör gösterisidir bu günün “modern”, “ulusal” bayramları. Tanklar, toplar, uydurma tarihler, yalanlar üzerine dayanırlar ve bu anlamda birer karşı devrim bayramı, birer gericilik ayinidirler.
Bu bayramların birer tatil günü olması, işçilerin ve emekçilerin bundan biricik kazancıdır ve burjuvazinin işçi ve emekçilere verdiği bir rüşvettir.
Sosyalist devrimlerin “tamamlanmamış devrim”ler olduğundan çok söz edilmiştir. Ama esas tamamlanmayan ve “ihanete uğrayandevrim”, burjuva devrimidir. Burjuva devrimlerinin, “vatanım yer yüzü, milletim insanlık” diyen devrimci özü; vatanı ve milleti, belli bir din, dil, etni, soy ile sınırlayan gerici milliyetçilik tarafından olmamışa çevrilmiştir.
Burjuva devriminin bu idealine, enternasyonalizm adı altında işçi hareketi sahiplenmiştir. Enternasyonalizmin bayramı olan 1 Mayıs, aslında, sosyalizmin değil; “vatanım yeryüzü milletim insanlık” diyen, ihanete uğramış ve unutulmuş burjuva devriminin bayramıdır.
Ne yazık ki, 1 Mayıs bile, burjuva devriminin bu idealini terk etti. O da, bürokrasinin egemenliği altında, burjuvazinin yoluna girdi. 1 Mayıslar, tıpkı gerici burjuvazinin tanklı toplu ulusal bayramları gibi, bürokrasinin sosyalist veya enternasyonal isimli ulusal bayramları; yani karşı devrimlerin bayramları oldular. Böylece Enternasyonalizm biçiminde varlığını sürdüren burjuva devrimlerinin idealleri bile unutuldu.
Bu günün dünyasında, gerici milliyetçilikle çizilmiş sınırlara karşı bir hareket, yani bir yeryüzü çapında tüm insanların eşitliğine dayanan bir hareket ve onun başarısı ancak modern toplumun adına layık bir bayram oluşturabilir.
Ama bu bayram bile sosyalist bir bayram değil, modern burjuva uygarlığının, sanayi uygarlığının bayramı olur. 1 Mayıs modern toplumun bayramı olmaya adaydır. Ama 1 Mayısın modern toplumun bayramı olabilmesi için, bu günkü gerici ulus ve ulusçulukların ve onların bayramlarının yer yüzünden silinmesi gerekmektedir. Burjuva toplumun ve uygarlığının bayramı işçiler eliyle oluşabilir. İşçiler bu bayramın, sınıfsız toplumun değil, işçilerin, yani burjuva toplumunun, yani kapitalist toplumun has ürününün bayramı olduğunu bildikleri ölçüde, bu mücadele gününü bir bayram yapma şansına sahip olabilirler.
Sosyalizm ise sınıfsız toplumdur. Sosyalizmin bayramı hiç olmayacaktır. Çünkü orada devlet olmayacaktır. Çünkü orada sınıf ayrımları ve sömürü olmayacaktır. Meta üretiminin ve devletin yarattığı yabancılaşmalar olmayacaktır.
Bunların olmadığı yerde ise, hayat bir bayram olur. Hayat bir bayram olunca da bayramların var oluşunun bir anlamı kalmaz.
Bu anlamda sosyalizm için mücadele, bayramları yok etme ve anlamsız kılma mücadelesidir.


[1]Oruç ve şeker bayramı büyük ölçüde avcılık ve toplayıcılığın kıtlığı ve nefsi kontrol altına almaya yönelik kurallar ve rastlantısal artı ürünü tüketmeye yarayan şölenlerin, neolitikten sonra varlığını sürdüren bir kalıntısı olabilir. Neolitik öncesi dönemlerin bir hatırlatılması ve ondan kurtuluşun kutlanması gibidir.
[2]Newroz bayramı orta doğuda doğanın uyanışıyla, baharla bağlantılı olduğundan, baharın sağladığı nispeten daha bol av ve bitki anlamına geldiğinden muhtemelen kökleri neolitik devrim öncesinin bahar şölenlerine dayanıyor olsa gerektir.

Ekim Devrimi Sosyalist Bir Devrim miydi?

$
0
0
Aşağıdaki Yazı, 2005 yılında bir Ekim devrimi yıldönümü vesilesiyle yazılmıştı. Amaç elbet Ekim Devrimi’ni anmak değil, bu yıl dönümünden yararlanarak, son yıllarda kavramsal alanda sağlanan gelişmeleri açıklayabilmek ve böylece Tarihe bu yeni kavramlar ışığında bakışı somutlamaktı.
2005 yılında bu görüşlere yeni varmıştık. Dolayısıyla henüz kimi noktalarda görüşler tüm mantık sonuçlarına ulaşmış da değildir.Ancak, artık bir tarihsel belge özelliği kazandığından, metne dokunmuyoruz.
Burada Ekim Devrimi, Aydınlanma dininin (tüm insanların eşitliği) ve onun karşı devrime uğramış biçiminin (ulusların eşitliği) işçiler eliyle yayılması olarak, başka bir ışık altında ele alınmaktadır.
Bu metinde özellikle İnsan ve Toplum kavramları ele alınmaktadır. Bilindiği gibi Hikmet Kıvılcımlı, hemen her yerde, İnsan’ın bir sosyal hayvan olduğundan, toplum yaratıcı ve toplum yaratığı olduğundan söz eder.
Aşağıdaki yazıda, Marks’tan söz ederek aslında aynı zamanda Kıvılcımlı’nın bu önermelerini de eleştiriyor ve bu önermelerin aslında bir totolojiden başka bir şey olmadığını göstermeye çalışıyoruz.
Dolayısıyla aşağıdaki satırlar Kıvılcımlı’nın İnsan ve Toplum kavramlarının bir eleştirisi, Kıvılcımlı’da insan ve toplum kavramları üzerine bir bildiri olarak da okunabilirler. Buna bağlı olarak Kıvılcımlı’nın da Devrim anlayışının; Program Anlayışının ve Ekim Devrimini değerlendirmesinin bir eleştirisi olarak da okunabilirler.
Kıvılcımlı sempozyumu hazırlıkları çerçevesinde, bütün yazıyı Kıvılcımlı eleştirisi biçiminde de formüle etmek mümkün olabilirdi. Ama buna zamanımız olmadığı gibi, artık bir belge niteliği kazanmış bir yazıyı değiştirmeye de gönlümüz el vermedi.
Bu nedenle aşağıdaki yazı, Kıvılcımlı Sempozyumuna sunulmuş, bildiri olmayan bir bildiri, “öylesine bir şey” olarak da görülebilir.
Demir Küçükaydın
07 Kasım 2012 Çarşamba


Bu başlığı okuyan okuyucunun aklına, Ekim Devrimi’nin bir devrim değil bir darbe olduğu yönündeki iddialar; Ekim devriminin geri bir ülkede olması bağlamında Menşevikler ve Bolşevikler arasındaki tartışmalar; Ekim Devrimi’nin yozlaşmasının nedenleri ve nasıl başladığı üzerine Marksistler ve Anarşistler arasındaki tartışmalar gelmesin.
Biz bu soruyu şimdiye kadar alışılmış ve duyulmuş yaygın problematikler, paradigmalar veya tartışmalar bağlamında sormuyoruz.
Sorumuz, aslında bütün bu tartışmaların hepsinin dayandığı varsayımların ortaklığını göstermeye ve o ortak varsayımı eleştiriden geçirmeye yöneliktir. Çünkü bütün bu tartışmalar aynı devrim kavrayışına dayanırlar. Buz bu devrim kavrayışını sorgulamak için bu soruyu soruyoruz.
Her hangi bir yanlış anlamaya yer vermemek için, yukarıdaki problematikler ve tartışmalar bağlamında temel görüşlerimizi de başlangıçta belirtelim.
Ekim Devrimi bir darbe değildi kimilerinin iddia ettiğinin aksine. O, tarihte benzerleri çok az görülen, ezilen insanların; tüm zenginlikleri ve değerleri yaratan ve her zaman yoksulluk ve aşağılanma içinde yaşayan insanların aktif olarak katıldığı ve baş aktörü olduğu son derece nadir olaylardan biri, belki de birincisiydi.
Bolşevikler ise, sadece o ezilenlerin eğilimlerini dile getirdikleri veya ona uygun davrandıkları için, bu dalganın üste çıkardığı ince bir aydınlar ve öncü işçiler katmanıydı. Ekim Devrimi’nin bir darbe olduğunu söylemek, Ekim’in yaptığı muazzam devasa değişikler göz önüne alındığında (toprakların kamulaştırılması ve dağıtılmasından Fabrikaların kamulaştırılmasına; burjuva devrimlerinin tüm eşitlik ideallerinin bir vuruşta bir yan ürün olarak gerçekleştirilmelerine kadar, dünyada hala hiç bir ülkede bir sürü “devrim”lerle ulaşılamayan değişikliklerdi bunlar) bu, aslında Bolşeviklere, tarih ve toplum üstü bir güç bahşetmek; onları tarihin ve toplumun gidiş yönünü değiştiren bir tanrı olarak tanımlamaktan başka bir anlama gelmez. Ekim devrimini bir darbe gibi göstermenin olgular karşısında varabileceği biricik sonuç budur.
Ekim Devrimi’nin geri bir ülkede olması nedeniyle, sosyalist bir devrim olamayacağı;  Rusya’nın geriliği nedeniyle devrimin sosyalist bir devrime dönüşmesinin yanlış olduğu; sosyalist bir devrimin belli bir gelişmişlik ve kültür seviyesi olmadan olamayacağı yönündeki Menşevik görüşlere de katılmıyoruz.
Aslında Menşeviklerin bu görüşleri de, başka bir biçimde, Ekim Devrimi’ni bir darbe olarak görenlerinki gibi, Bolşeviklere tarih ve toplum üstü bir güç atfeder. Küçük bir partinin, hem de kitlelerin en aktif olarak gelişmeleri belirlediği bir dönemde, bir devrimin karakterini değiştirebileceği gizli varsayımına dayanır Menşevik iddiası. Ekim’in sosyalist bir devrime dönüşmesi, Bolşevikler istediği için değildi; devrim sosyalist devrime dönüşme eğilimi gösterdiği için, Bolşevikler de bu eğilime uygun devrendiği ve bu eğilimi önceden görebildiği için, o devrimin öncüsü olmuşlar, milyonlarca ezilenin desteğini kazanmışlardı.
Diğer yandan, tarihin nasıl bir yol izleyeceği önceden bilinemez. Lenin’in son zamanlarında Sukanov’a karşı yazdığı yazılarında belirttiği gibi, Avrupa Proletaryasının yardıma gelemeyeceği; Rus Devrimi’ni bir Alman Devriminin izlemeyeceğini kimse garanti edemezdi. Ekim devrimi, bunu zorlaştıran değil, aksine ona itilim veren bir girişimdi. Rus işçi ve köylülerinin savaşmayı reddetmesi ve silahlarını ülkelerindeki egemenlere yöneltmesi; siperlerin karşı tarafındaki işçilerin ve köylülerin de aynı şeyleri yapmaları için onlara ilham ve cesaret veriyordu. Yani “cesaret etmeye” değerdi, Rosa Luxemburg’un dediği gibi.
Anarşistlerin Ekim devrimini olumlayan ama onu Kronştat veya Makno’nun ezilmesiyle bitmiş ve ezilmiş gören yaklaşımları da, Ekim sonrasının yozlaşmasını; nesnel koşullarda, yani Batı Avrupa proletaryasının yardıma gelmemesi ve Rusya’nın geriliği ve bu geri ülkenin yoksulluğu ve bitmişliği; İç savaş ve müdahaleler sonunda çöken ekonomisiyle, açlıktan yamyamlığa dönmüşlüğünde; İşçi Sınıfının fiilen yok olmuşluğunda arayacak yerde, Troçki veya Lenin’in hatalarında veya örgüt anlayışlarında görmek de yine aynı şekilde, Lenin, Troçki veya Bolşeviklere tarih ve toplum üstü bir güç vermekten başka bir anlama gelmez. Onların meseleyi koyuşunda bu güç sadece tersi yönde işlev görmektedir.  Eğer dedikleri gibiyse, “Tarihte kitlelerin en büyük ölçüde ve en aktif katıldıkları bu harekette bile bir devrimciler örgütünün veya bu örgütün yöneticilerinin görüş ve davranışları onu yok etmek için nasıl bu kadar etkili olabilmektedir?” sorusunu sormaları gerekir. Her zaman böyle birilerinin çıkması da kaçınılmaz olduğundan, bu akibetten kurtulmak da mümkün olamayacak demektir aslında bu. Kendi sorunu koyuşlarına göre, onların araması gereken cevap ve tartışması gereken soru, devrimin ne zaman tasfiye edildiği değil, birkaç teorisyen ve küçük bir partinin nasıl olup da; hangi toplumsal gidiş yasalarına dayanarak, tarihin en büyük ayaklanmalarından birini adeta tarih ve toplum üstü denebilecek bir güçle yolundan çıkarıp tasfiye edebildiğidir.
Bu anlayışlar daha sonra da çok daha ilkel biçimlerde ama tamı tamına aynı mantıkla ve yöntembilimsel hatalarla var olmaya devam etti. Kruçef’in iktidarıyla birlikte, Sovyetler’de kapitalizme dönüldüğünü söyleyenler de, bir partinin politikası ve kadrosunun değişimiyle bir üretim biçiminden diğerine geçilebildiğini söylemiş oluyorlar ve sözde karşı çıktıklarına tarih ve toplum üstü bir güç atfediyorlardı.
Hemen görüleceği gibi, bütün bu açıklamalar, aslında bir parti, bir kişi, bir görüş veya anlayışa, tarih ve toplum üstü bir güç yüklerken; Marksizm’in daha doğarken söylediği; bilimsel bir sosyolojinin ilk önermesi olan; “insanların varlıklarının düşüncelerinin değil; düşüncelerini varlıklarının belirlediği”önermesini ters yüz etmiş olurlar ve daha başlangıçta çok temel bir metodolojik hatayla maluldürler.
Bütün bu tezlerde, bir devrimin ve toplumun kaderini, bir partinin veya bir teorisyenin veya bir hükümetin düşünceleri belirlemektedir. Marksizm’in kapıdan kovduğu idealizm, yani insanların düşüncelerinin varlıklarını belirlediği anlayışı, çok “devrimci” bir söylem ardında bacadan girer.
Bütün bu sorunlar açısından biz Klasik Devrimci Marksist görüşleri savunuyoruz.
Tıpkı maddenin insanda kendi bilincine varması gibi, Ekim devrimi ve onun sonraki kaderini en iyi ve doğru anlayan ve açıklayanlar yine bizzat Marksistler olagelmiştir.
Tam da öyle olduğu içindir ki, yine bu devrimi izleyen karşı devrimin en büyük kurbanları da onlar olmuşlardır.
*
Sorun buralarda değil, biz Ekim Devrimi’nin bir Sosyalist devrim olup olmadığını, bambaşka bir bağlamda tartışmak istiyoruz. Bütün bu zıt ve tartışan anlayışların hepsinin üzerinde yükseldiği ve anlaştıkları devrim kavramının kendisinin çok dar ve sınırlı; aydınlanmanın kavramlarının sınırladığı bir devrim kavramından kendisini kurtaramamış bir devrim anlayışına dayandığını göstermek ve bu anlayışı eleştirince devrimi başka türlü tanımlamak gerektiği; böyle tanımlayınca da Ekim Devrimi’nin bir sosyalist devrim olmadığını; burjuva karakterde (daha doğrusu Aydınlanmacı karakterde) bir devrim; ama sosyalistlerin ve işçilerin eliyle yapılmış bir burjuva devrimi (Aydınlanmacı karakterde bir devrim) olduğu; sosyalist ve işçilerin eliyle yapılmasının, onun sosyalist devrim olduğu yanılgısına yol açtığını göstermeyi deneyeceğiz.
Hemen anlaşılacağı gibi, böyle bir tartışma içinde, Tarihsel Maddecilik ve onun en temel kavramlarının gözden geçirilmesi; eleştirilmesi ve geliştirilmesi söz konusu olur.
Devrim kavramı, kuramı ve anlayışı, Tarihsel Maddeciliğin, yani Diyalektik Sosyoloji’nin, yani Marksizm’in ilk ve en temel önermelerinden çıkar.
Tarihin Maddeci Teorisinin veya Diyalektik Sosyolojinin veya Marksizm’in ilk gün yüzüne çıkmış[1] sistematik koyuluşu ve açıklaması[2], Marks’ın, kendi teorik evrimini ve teorisini açıkladığı meşhur, belki de en çok alıntı yapılmış metinlerden biri olan, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ya yazılmış olan, Önsöz’dedir.
Toplum bilimlerindeki bu muazzam devrimi yaratan ve bilimsel bir Tarih ve Toplum Bilimini, İbni Haldun’da sonra, ondan bağımsızca ve ikinci defa kuran ve yine kendisi de, İbni Haldun’unki gibi bir “Mukaddime” (Önsöz) de ifade edilen Devrim Teorisini tekrar okuyalım.
“Araştırmalarım, devlet biçimleri kadar hukuki ilişkilerin de ne kendilerinden, ne de iddia edildiği gibi insan zihninin genel evriminden anlaşılamayacağı, tam tersine, bu ilişkilerin köklerinin, Hegel'in 18. yüzyıl İngiliz ve Fransız düşünürlerinin örneğine uyarak "sivil toplum" adı altında topladığı maddi varlık koşullarında bulundukları, ve sivil toplumun anatomisinin de, ekonomi politiğin içinde aranması gerektiği sonucuna ulaştı. Ben, ekonomi politiği incelemeye Paris'te başlamıştım ve bu incelemeye, Bay Guizot'nun hakkımda verdiği sınır dışı edilme kararı sonucu göçmek zorunda kaldığım Brüksel'de devam ettim. Ulaşmış olduğum ve bir kez ulaşıldıktan sonra incelemelerime kılavuzluk etmiş olan genel sonuç, kısaca şöyle formüle edilebilir: Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır. Gelişmelerinin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da, bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan, mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder. Bu gibi altüst oluşların incelenmesinde, daima, iktisadi üretim koşullarının maddi altüst oluşu ile —ki, bu, bilimsel bakımdan kesin olarak saptanabilir—, hukuki, siyasal, dinsel, artistik ya da felsefi biçimleri, kısaca, insanların bu çatışmanın bilincine vardıkları ve onu sonuna kadar götürdükleri ideolojik şekilleri ayırt etmek gerekir. Nasıl ki, bir kimse hakkında, kendisi için taşıdığı fikre dayanılarak bir hüküm verilmezse, böyle bir altüst oluş dönemi hakkında da, bu dönemin kendi kendini değerlendirmesi göz önünde tutularak, bir hükme varılamaz; tam tersine, bu değerlendirmeleri maddi hayatın çelişkileriyle, toplumsal üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çatışmayla açıklamak gerekir. İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yok olmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski toplumun bağrında çiçek açmadan, asla gelip yerlerini almazlar. Onun içindir ki, insanlık kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar. Çünkü yakından bakıldığında, her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar. Geniş çizgileriyle, Asya üretim tarzı, antikçağ, feodal ve modern burjuva üretim tarzları, toplumsal-ekonomik şekillenmenin ileriye doğru gelişen çağları olarak nitelendirilebilirler. Burjuva üretim ilişkileri, toplumsal üretim sürecinin en son uzlaşmaz karşıtlıktaki biçimidir — bireysel bir karşıtlık anlamında değil, bireylerin toplumsal varlık koşullarından doğan bir karşıtlık anlamında; bununla birlikte burjuva toplumunun bağrında gelişen üretici güçler, aynı zamanda, bu karşıtlığı çözüme bağlayacak olan maddi koşulları yaratırlar. Demek ki, bu toplumsal oluşum ile, insan toplumunun tarih-öncesi sona ermiş olur.”
Koca Tarihsel Maddecilik veya Marksizm öğretisinin bütün teorik temeli aktarılan bu satırlardadır. Ekim Devrimi’nin sosyalist bir devrim olup olmadığı; dolayısıyla devrim konusundaki tartışmamız ister istemez bu satırlar üzerinde yoğunlaşmak zorundadır.
Bizim tartışmak istediğiniz Ekim devrimi veya sonrasındaki olgular değil; bu olguların bambaşka bir ışık altında görülmesi ve değerlendirilmesidir.
Devrim denen “şey”in ne olduğudur sorun. Bu nedenle tartışma Tarihsel Maddeciliğin en temel kavramlarında dolayısıyla da yukarıya aktardığımız onun ilk ve en orijinal olarak ifade edildiği satırlarda yoğunlaşmak zorundadır.
Öncelikle şunu belirtelim, Marks’ın bu satırları öylesine dahiyanedir ki, bizzat kendi sınırlılığını da açıklamakta; kendi eleştirisinin temellerini ve hareket noktalarını da sunmaktadır.
Bu Marksizm’in bizzat kendi niteliğinden doğar. Marksizm, tarihin ve toplumun gidiş yasalarını anlamaya; toplumu anlamaya çalışır. Ama bu gidiş yasalarını anlama çabasının kendisi de bizzat toplumsal bir fenomendir; dolayısıyla bu gidiş yasalarında ifade edilen yasalara tabidir. Fizik biliminin evrimi fizik yasalarına tabi değildir ve fiziksel bir olay değildir; dolayısıyla fizik biliminin konusu değildir. Ama Marksizm’in evrimi bizzat sosyolojik bir olaydır. Yani kendisi aynı zamanda kendi konusudur da; kendi kaderini de açıklamak zorundadır doğruysa açıklamaları. O halde, onun kendi kaderi de bizzat o ifade ettiği yasalarla açıklanabilir. Bir bakıma doğa nasıl insanda kendi bilincine vardıysa, toplum da Marksizm’de kendi bilincine varmıştır denilebilir. Açıkladığı süreçler ve bulduğu yasalar bizzat onun kaderidir de. İfade ettiği önermeler doğruysa, kendisi de o önermenin kapsamında olur. Bu ise bizzat o önermenin sınırlılığının da bir ifadesidir. Bunu somut olarak göstermeyi deneyelim. Şu önermeye bakalım:
 “Nasıl bir kimse hakkında, kendisi için taşıdığı fikre dayanılarak bir hüküm verilemezse, böyle bir alt üst oluş dönemi hakkında da, bu dönemin kendi kendini değerlendirmesi göz önünde tutularak, bir hükme varılamaz.”
Bu satırlar yine bizzat bu satırların içinde yer aldığı metin, yani “Önsöz” için de geçerli değil midir?
Elbette Marks’ın satırlarında ifadesini bulan “kendi kendini değerlendirme”, sıradan, bayağı, basit bir “kendi kendini değerlendirme” değildir. Kendini açıklamakta; kendi zaafının da anahtarını da vermektedir. İfade ettiğinin bizzat kurbanıdır (yani bir çağın kendi hakkındaki yargılarıyla yargılanamayacağı); ama aynı zamanda kurbanı olarak, ifade ettiğinin doğruluğunu kanıtlamaktadır (yani kendisi de kendi hakkındaki yargıyla yargılanamaz). Zaten Marksizm’in muazzam gücü ve trajedisi buradadır. O, toplumun ve tarihin yasalarını açıklarken; kendisi de toplumsal ve tarihsel bir fenomen olduğundan; kendi kaderini ve zaaflarını da açıklar ve bize bunun anahtarlarını (metodolojisini) sunar. Budur Marksizm’in trajedisi, açıkladığı ve gelişini gördüğü süreçlerin kurbanıdır.
Troçki’nin bir yerde belirttiği gibi, Burjuva toplumundaki klasik Trajedi, insanların tutkularının adeta onların kaderi haline gelmesini ve bu kaderden kurtulmak için her çabanın o kaderin gerçekleşmesine yol açtığını gösterir; Marksizm de ifade ettiği yasaların, toplumun kaderiyle birlikte kendi kaderini nereye sürüklediğini görür ve bu gidişe karşı her girişimi ve davranışı da onun gerçekleşmesinden başka bir anlama gelmez. Modern çağda, bir trajediyi ancak Marksistler ve Marksizm yaşayabilir.
Şimdi bu noktadan hareketle, Marks’ın Önsöz’ünde, kurbanı olarak doğruluğunu kanıtladığının ne olduğunu somut olarak göstermeyi deneyelim.
*
Bunun için de önce genel olarak sorunu ifade edelim.
Marks’ın Önsöz’ü, tarihin gidiş yasalarını açıklarken ve buna bağlı olarak bir Toplum, Tarih ve Devrim teorisi ve anlayışının temel taşlarını koyarken, farkına varmadan, bilinçsizce, aydınlanmanın; burjuva uygarlığının tarihe ve topluma yaklaşımını da bir kuyruk sokumu veya kör bağırsakgibi; geçmişin bir kalıntısı olarak içinde taşımaktadır. Bu da onun devrim ve tarihe ilişkin bakışını etkilemektedir. Bu yepyeni öz, yani Burjuva Uygarlığının eleştirisinin elemanları, burjuva uygarlığının ve aydınlanmasının ifadeleri ve biçimleri altında ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla bu metin kendi içinde, çelişkili, yeni olana, özüne uymayan; geçmişin kalıntısı biçimleri de barındırmaktadır. Marksizm’in bunlardan arınması gerekir, aksi takdirde., bu kalıntılar, bu eski biçimler, yeni olan özü kendilerine uydururlar ve onu yok ederler. Marksizm, kendi özüne uygun bir tarih, toplum ve devrim anlayışına ancak bu kalıntılardan arınarak ulaşabilir. Ama bu yapıldığında da, bu da bizlerin politika, devrim ve program gibi sorunlara ilişkin görüşlerimizi baştan sona değiştirmeyi gerektirir.
Burada bir parantez açarak, şu “geçmişin kalıntısı olmak” diye değindiğimiz soruna kısaca bir değinelim. Çünkü bu karıştırılmakta ve Marksizm’e ait olmayan düşünceler Marksizm’in organik bir bileşeni gibi ele alınmaktadır.
*
Burada “kör bağırsak” veya “kuyruk sokumu” metaforlarını bilinçli olarak kullanıyoruz. Her hangi bir organizma, daima geçmişin kalıntılarını da içinde taşır. Marks’ın dediği gibi “geçmiş kuşakların geleneği, yaşayanların üzerine bir kabus gibi çöker”. Bu Marksizm için de geçerlidir bir toplumsal yasa olduğu için, yukarıda değinildiği gibi. Önemli olan, neyin o organizmanın ayırıcı, onun o yapan özelliği olduğu; neyin geçmişin kalıntısı olarak var olduğudur.
İnsanın bitkisel gıdaları pişirmeden aldığı; dolayısıyla selülözü parçalayarak, yediklerinin çok daha büyük bölümünü değerlendirmek gibi bir sorununun olduğu dönemin bir kalıntısı olarak vardır kör bağırsak. Homo Sapiens ise, yiyeceğini pişirdiği ve zaten kendisi de ateşin bir çocuğu olduğu için ve sadece bitkiyle değil, aynı zamanda hayvansal gıdalarla da beslenen bir canlı olduğu için; kör bağırsak onun için olmazsa olmaz; onu o yapan özellikleri taşıyan, organik bir bileşen değildir. O bir “geçmişin kalıntısı”dır. Bir insanın Kör Bağırsağı olmadan doğduğunda veya Apandisit ameliyatlarında bu alındığında, onun var oluşu bundan etkilenmez; hatta apandisit olma tehlikesi ortadan kalktığından belki daha sağlıklı ve daha az tehlikeli bir yaşam bile sürebilir. Evrim sonucu İnsan Kör Bağırsağı olmayan bir insan olduğunda daha az insan olmazdı; aksine yemeklerini pişiren bir canlı olarak bu günkü yaşamına daha uyun bir biyolojik yapısı olurdu.
Şimdi Homo Sapiens’te Kör Bağırsak var diye, biz Homo Sapiens’in bitkiyle beslenen bir hayvan olduğunu; onun önemli veya asli karakterinin bu olduğunu söyleyebilir miyiz? Hayır. Böyle davranan bir biyolog veya doktora gülünür.
Ama toplum bilimleri veya Marksizm söz konusu olduğunda, yapılan tam da budur. Marksizm’in organik bir bileşeni olmayan; geçmişin kalıntısı olarak onda bulunan özellikler; onun asli bir unsuru gibi ele alınmakta; gösterilmekte ve tıpkı Homo Sapiens’in onu o yapan özelliğinin; kör bağırsağı olduğuna göre bitki yemek olduğunu söylemek gibi; Marksizm’in, “Eurosentrik”; “Pozitivist” vs. olduğu söylenmektedir.
Dikkat edilsin, Marksizm’de Eurosentrizmin; Aydınlanmanın güçlü etkileri vardır demek başkadır; bunları onun ayrılmaz ve organik bir bileşeni; asli özelliği olarak almak başkadır. Bunların onun asli bir bileşen değil; ayıklanması ve arındırılması gereken geçmişin kalıntıları olduğunu düşünen biri; yani bir Marksist, Marksizm’i bu kalıntılardan arındırmaya çalışır. Diğeri ise, bu kalıntılara Marksizm diyerek yaklaştığında, aslında sadece gerici ve metafizik burjuva sosyolojilerini savunmuş olur.
Bu kısa not şunun için de önemli. Biz burada Marks’ı, Lenin’i, Troçki’yi veya Kıvılcımlı’yı, dolayısıyla onların dayandığı tarih, toplum ve devrim kavramlarını eleştirirken; bunu bir Marksist olarak; Marksizm içindeki Marksizm’e ait olmayanı atmak; geçmişin kalıntısı olanlardan onu arındırmak için eleştiriyoruz; Ancak böyle bir arınma ateşinden geçtiğinde Marksizm’in yeniden eski tazeliğine ve entelektüel gücüne kavuşacağını düşünüyoruz. Yani bir bakıma; Marks’a, Lenin’e; Troçki’ye veya Kıvılcımlı’ya karşı; yine onların mirası ile onları savunuyoruz. Yani “Marks, Engels, Lenin, Troçki, Kıvılcımlı vs. yaşasalardı, yeni bilgiler ve yaşanmış tarihsel deneyler ışığında; genellemelerinde ne gibi düzeltmeler yaparlardı?” sorusuna cevap denemesidir bu satırlar. Yanlış anlamalara karşı bunu kısaca belirtelim. “Geçmişin kalıntıları”; “organik ve asli ögeler”; “arınarak gelişme” ile ilgili bu kısa nottan sonra tekrar kaldığımız yere dönelim.
*
Marks, Önsöz’de tarihin temel gidiş yasalarını açıklarken, nerede, geçmişin kalıntısını; ya da bizzat eleştirdiği burjuva uygarlığının etkilerini farkına varmadan ifade etmektedir; nerede bu uygarlığın ufkuna hapsolmaktadır?
Bunu daha önce, Marksizm’in dini bir “inanç”; bir “bilinç biçimi” olarak tanımlayarak; yani burjuvazinin dininin (Aydınlanmanın) din tanımını alarak, sosyalist hareketin nasıl burjuva uygarlığının bir yayıcısına dönüştüğünü   “Tersinden Kemalizm” adlı kitapta göstermiştik. Din’i sosyolojik olarak böyle tanımlamanın, aslında burjuva hukuk ve ideolojisinin din kavramını sosyolojik bir kavram ve kategori haline yükseltmek olduğunu; (çünkü inanç ya epistemolojik bir kategoridir ya da burjuva hukukunun; dolayısıyla burjuva toplumunun örgütlenmesinin, politik olmayan, özele ilişkin anlamında, hukuki bir kategorisidir) dinin “bir üstyapı kurumu” değil; ahlak, hukuk, politika, sanat gibi üstyapı kurumlarından biri; onların yanı sıra bir şey değil; onların hepsinin içinde var olabildiği tüm üstyapı olduğunu din bağlamında göstermiştik.
Yani Marksizm, Din’i inanç olarak tanımlayarak, burjuva uygarlığının din kavramını kabullenmiş oluyor; o uygarlığın ufku içine hapsoluyordu. Bu onda geçmişin bir kalıntısı olarak bulunuyordu.
Şimdi bunun nasıl insan ve toplum kavramında da ortaya çıktığını, buradan giderek tarihteki toplumlara ilişkin kavramları ve devrim kavramını nasıl belirlediğini ve buradan da programı nasıl belirlediğini göstermeyi deneyelim.
Şu satırları bir daha okuyalım:
“Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır. Gelişmelerinin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da, bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan, mülkiyet ilişkilerine ters düşerler.”
Şimdi, bu satırları dikkatlice okuduğumuzda, şunu görürüz. Marks’ın tüm tarihin gidiş yasasını ve mekanizmasının temel bir kavramını; yani üretim ilişkilerini açıklarken bir insan (birey) kavramına dayanmaktadır: “insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar” önermesiyle üretim ilişkilerini açıklamaktadır.
Ama insan Üretim İlişkileri’ni açıklamak için gerekli bir kavram olmadığı gibi; Marks’ın ifadesinde, açıklamasında kullandığı biçimiyle “İnsan”, tamı tamına bizzat kendisinin eleştirdiği, tarih dışı ve metafizikliğini gösterdiği modern burjuva toplumunun insanıdır. Tam da modern üretim ilişkilerinin yarattığı bir kavramdır. Marks tıpkı din kavramında olduğu gibi, bizzat eleştirdiğinin kavrayışına hapsolmaktadır. Şimdi bunları görelim.
Aslında açıkladığı yasa ve mekanizma için bir insan kavramına ihtiyaç yoktur. Üretim İlişkilerini açıklamak için insan kavramının kullanılması, geçmişin bir kalıntısı olarak; Marksizm’in içinden çıktığı Aydınlanma’nın tarih, toplum ve insan anlayışının bir kalıntısı olarak bulunmaktadır.
Bunu ayrıntısıyla görmeye çalışalım.
Şu cümleyi tekrar okuyalım:
“Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar”
Marks’ın burada, elbette, bu ilişkilerin iradeden bağımsızlığı ve üretici güçlerin gelişme derecesine bağlılığı vurgulayarak; Hobbes veya Rousseau’nun, biliçli bir eylemi ve bilinci başa koyan (“İnsan insanın kurdudur” veya “Toplumsal sözleşme” hatırlansın) idealist yaklaşımı ters yüz etmektedir, ilişkiyi ayakları üzerine koymaktadır ama bu ters yüz edilmiş ilişki içindeki “insan” kavramı, tam da Burjuva aydınlanmasının bir kavramıdır. Marks, tamı tamına burjuva uygarlığının ürünü olan bir kavramı, insan kavramını kullanmaktadır tüm tarihsel süreci açıklayan temel kavramını açıklarken.
Marks, bu “insan” kavramın kendisini sorgulamamakta; Üretim İlişkileri’ni, bu burjuva uygarlığının “İnsan”larının ilişkisi gibi açıklamakta hatta bu “insan” kavramını bütün tarihe yaymaktadır. Marks, Tarih’te İnsan (birey) olmadığını unutmuş bulunuyor ya da göremiyor. Çünkü “insan”, yani toplumu ya da “üretim ilişkilerini” yaratan birey olarak insan; tam Marks’ın bu alıntıda kullandığı anlamıyla; burjuva toplumunun bir buluşudur ve bu anlamda “insanlar”, top topu birkaç yüz yıldır vardırlar.
Tarihsel Maddeciliğin temel kavramlarından biri olan, Üretim İlişkileri kavramının “İnsanlar arası ilişki”yle bir ilgisi yoktur. Burada yepyeni bir öz, son derece yüksek bir soyutlamanın ürünü olan “Üretim İlişkileri” kavramının, açıklanırken, eski biçimler, aydınlanmanın biçimleri içinde ortaya çıkması söz korusudur. Tıpkı otomobilin, ilk önceleri, atsız bir at arabasına benzemesi gibi.
Toplumsal Üretim”deki insanlar arası ilişkilerle, “Üretim İlişkileri” aynı şey değildir.
Üretim İlişkileri, bir soyutlamadır ve bu soyutlama, toplumsal üretimdeki insanlar arasındaki ilişkinin karşılığı değildir. Bizzat Marks, Kapital’de, bir Traktör’ün kendi başına bir “şey”, bir makine olduğunu; onun kapitalist üretim ilişkileri içinde bir üretim aracı olduğunu gösterir örneğin. İnsan da, ancak belirli Üretim İlişkileri içinde var olabilir. Yani Üretim İlişkileri, İnsanlar arasındaki toplumsal üretim ilişkisi değildir veya Üretim İlişkileri, insanlar arasındaki toplumsal üretim ilişkileri tarafından yaratılmaz; tam tersine; üretim ilişkilerinin, “insanlar arasındaki toplumsal ilişkiler” veya “insanlar (bireyler) arası ilişki” gibi görünmesine yol açan ve bunların biçimini belirleyen bizzat “Üretim İlişkileri”dir.
Bir işverenin işçiyle; bir devletin iki yurttaşının birbiriyle, bir cemaatin veya topluluktan iki insanın birbiriyle ilişkisi somut bir ilişkidir; üretim ilişkisi soyuttur; derinden ve alttan işleyendir; görünmeyendir. Toplumda, somut olan soyuttan çıkar; soyut olan somuttan değil. Bizzat Toplumun analizinin nasıl yapılması gerektiğine dair satırlarında Marks kendisi bunu açıklamaktadır[3]. Marks üretim ilişkilerini bireyler veya insanlar arası ilişki ile açıklamaya kalktığında bizzat kendi dedikleriyle çelişmektedir.
Burada problemli kavram bizzat “İnsan” kavramının kendisidir. Ve bu kavram, burjuva uygarlığının bir kavramıdır; tıpkı din kavramının, bir inanç olarak burjuva uygarlığının bir kavramı olması gibi.
Marks’ta yepyeni bir öz, eski biçimler içinde; “Üretim İlişkileri”; toplumsal üretimde insanlar arası ilişkiler biçiminde kendini ifade ederek ortaya çıkmaktadır. İlk otomobillerin at arabası biçiminde yapılması gibi.,
Marks’ın satırlarındaki insan kavramı, modern Burjuva uygarlığının peygamberleri olan; J. J. Rousseau veya Hobbes’ların insan kavrayışından farklı değildir. “Toplumsal Sözleşme”nin yerini “Üretim İlişkileri” almıştır; bilinçli bir sözleşmenin yerini; irade ve istemlerden bağımsız; üretici güçlerin düzeyinin belirlediği bir ilişki almıştır ama, insanlar hala tıpkı Hobbes veya Rousseau’nun İnsan’ı; modern burjuva uygarlığının insanı, olmaya devam etmektedir Marks’ın satırlarında. Tıpkı toplumsal sözleşmeyi yapan bireyler ve insanlar gibi; ilişkiye giren insanlar ve bireyler söz konusudur Marks’ın önsözündeki ifadesinde. Ortaya çıkan bir “Leviahtan” veya “Toplum Sözleşmesi” değil; “Üretim İlişkileri”dir ama, o “insanlar arasındaki ilişki”den çıkmaya devam etmektedir.
Burjuva aydınlanması veya burjuva uygarlığı, toplumun bireylerden oluştuğu; bunların aralarındaki bir anlaşmanın ürünü olarak toplumun ortaya çıktığı kavrayışına dayanır. Bu kavrayışın, bilimsel hiçbir değeri olmadığı gibi, burjuva uygarlığının hukukunun dayandığı; burjuva toplumunun örgütlenmesinin; yani bizzat üstyapısının temeli olan bir kavramdır; yani hukuki ve ideolojik bir kavramdır bu insan ve toplum kavramı. Modern toplumu düzenleyen bir kavramdır toplumu açıklayan bir kavram değildir.
Neden böyledir?
İnsan, nedir?
En bilinen ve klasik cevap: “İnsan sosyal hayvandır” cevabıdır.
Peki, bu tanım, nasıl bir tanımdır? Hangi bilimin alanına girer. “İnsan sosyal bir hayvandır” tanımı sosyolojik bir tanım değildir, biyolojik bir tanımdır; biyoloji veya paleontolojinin alanına girer. Çünkü bu tanım., bir hayvan türünü, diğer türlerden ayıran temel özelliği belirtmektedir. Bu tanımdaki, sosyal kavramı, tıpkı memeli, omurgalı bir hayvandır tanımlarındaki gibi, bir canlı türünün diğer türlerden farkını ortaya koyar.
Peki, bu tanımda bir tür olarak, bir hayvan, bir canlı olarak insanı açıklarken kullanılan ayrım, açıklayıcı kavram olan “sosyal” nedir, toplumsal olan nedir? Biyoloji bunu aramaz. Ama sosyolojinin ilk önermesinde, toplumsal olanın, insanlar arası ilişki olduğu söylendiğinde, insanın ne olduğu sorusu ortaya çıkar. İnsan’ı açıklamak için ise, sosyal kullanılmıştı. Sosyali açıklamak için insan kullanılmaktadır. Yani biyolojide ve sosyolojide açıklanan ve açıklayanlar yer değiştirmektedir. Biyolojide, İnsanı açıklamak için sosyal kavramı kullanılmaktadır: sosyolojide Sosyali açıklamak için insan kavramı kullanılmaktadır. Ama her iki durumda da, açıklayan kavram daha önce açıklanmış olmadığından; açıklanan kavram açıklanmış olmamaktadır. Yani İnsan nedir? Toplumsal hayvandır? Toplumsal nedir? İnsanlar arası ilişkidir? Gibi kendi içine kapanan bir daire, bir totoloji ortaya çıkmaktadır. Yani biyolojik bir kavram olarak, insan kavramı, sosyolojinin dayanacağı bir kavram olamaz. İnsan sosyal bir hayvandır önermesi; biyolojik olarak anlamlı ve anlaşılabilir bir önerme olan bu önerme; sosyolojik bir önerme olarak, totolojiden başka bir anlama gelmez. “Para paradır” demekten; “insan insandır” demekten farklı bir “açıklama” değildir.
İnsan, birey anlamında, yani tam da Marks’ın kullandığı anlamda, burjuva uygarlığının, burjuva hukukunun, burjuva ideolojisinin bir kavramıdır. Birey anlamında; burjuva ideolojisinin ve uygarlığının insanını, sosyolojik bir kategori ve kavram olarak; hem de sosyolojinin en temel kavramlarından birini (Üretim İlişkileri veya Toplum kavramını) açıklarken kullanmak, burjuva ideolojisine bilim maskesi takmaktan başka bir anlama gelmez ve burjuva ideolojisi ve uygarlığının egemenliğinin ifadesi ve aracı olur.
Burada tıpkı dinin ele alırken gösterdiğiniz gibi, inanç kavramının epistemolojik kategori olması gibi bir durum söz konusudur. Epistemolojik kategoriler tıpkı biyolojik kategoriler gibi sosyolojik kategoriler değildirler, tıpkı “sosyal hayvan olarak insan” gibi inanç da sosyolojik bir kategori değildir. Ama inanç, tıpkı birey anlamında insan gibi, özele ait, politik olmayan anlamında da bir anlama sahiptir ve bu anlamda tamamen hukuki; burjuva toplumunun örgütlenmesine has bir kategoridir. “Din bir inançtır” dediğimizde, nasıl burjuva hukukunun bir kategorisini sosyolojik bir kategori yapmış olursak; aynı şekilde toplumu veya üretim ilişkilerini insanlar arası ilişki olarak tanımladığımızda; burjuva toplumunun ortaya çıkardığı ve burjuva hukukunun temeli olan; burjuva toplumunda var olan bir kavramı, birey kavramını  sosyolojik bir kavram olarak kullanmış oluruz.
İşin ilginci bunun böyle olduğunu söyleyen, insan kavramının tam da burjuva bir insan olduğunu söyleyen bizzat Marks’ın Kendisidir. Önsöz’den birkaç sayfa sonra Ekonomi Politiğin Eleştirisine Giriş’in hemen başında Üretim’i ele alırken kendisi aynen şunları yazar:
“Toplum olarak üretimde bulunan bireyler -bundan dolayı da toplumsal bakımdan belirlenmiş bireylerin üretimi, işte hareket noktamız. Smith ve Ricardo'nun incelemelerine başlangıç olarak kabul ettikleri bireysel ve tecrit edilmiş avcı ve balıkçı, 18. yüzyılın gerçeğe uymayan yavan hayalleri içinde yer alırlar. Bunlar, bazı uygarlık tarihçilerinin sandıkları gibi, pek aşırı inceliklere karşı basit bir tepkiyi, ve iyice anlaşılmayan doğa koşullarına bir dönüşü hiç de ifade etmeyen Robensonculuklardır. Aynı şekilde, nitelik bakımından birbirinden bağımsız olan konular arasında, bir antlaşma (sayfa 245) ile ilişkiler ve bağlar kuran Rousseau'nun Toplum Sözleşmesi de, bu biçimde bir doğacılığa dayanmaktan uzaktır. Bunların hepsi görünüştür, küçük ve büyük RobensonculukIarda sırf estetik nitelikte görünüş. Gerçekte söz konusu olan, 16. yüzyılda hazırlanmakta olan ve 18. yüzyılda dev adımlarla olgunluğa doğru yürüyen "burjuva toplumun" müjdelenmesidir. Serbest rekabetin hüküm sürdüğü bu toplumda, birey, kendisini daha önceki tarihsel çağlarda belirli ve sınırları çizili bir insan konglomerasının (yığışımının) unsuru haline getiren doğal vb. bağlardan kopmuş olarak görülmektedir. 18. yüzyıl peygamberleri için -ki Smith ve Ricardo da onların tutumlarını tam olarak benimsemiş bulunmaktadırlar-, bir yandan feodal toplum biçimlerinin dağılmasından, öte yandan 16. yüzyıldan beri gelişmiş olan, yani üretim güçlerinden meydana gelen bu 18. yüzyıl bireyi, geçmişte yaşamış olan bir ideal gibi görünmektedir. Onlar, bunda bir tarihsel sonuç değil, tarihin bir hareket noktasını görmektedirler, çünkü onlar, bu bireyi, bir tarih ürünü olarak değil, bir doğa verisi olarak, insan doğası kavramlarına uygun doğal bir şey gibi değerlendirmektedirler. Bu hayal şimdiye kadar her yeni çağın paylaştığı bir hayaldir. 18. yüzyıla birçok bakımlardan karşı çıkan ve aristokrat niteliği ile tarihsel alanda daha çok tutunabilen Steuart, bu safça hayalden kendini kurtarmıştır.
      “Tarihte ne kadar gerilere gidersek birey, -ve üretici birey de- o ölçüde, bir bağımlılık durumunda, daha büyük bir bütünün üyesi olarak görünmektedir: bu durum, ilkönce aile içinde ve kabileyi meydana getirecek kadar genişlemiş olan aile içinde; daha sonra da kabilelerin çatışmasından ve birbiriyle kaynaşmasından meydana gelen değişik toplum biçimlerinde tamamen doğal olarak belirmektedir. Toplumsal bütünün değişik biçimlerinin, bireye, özel amaçlarını gerçekleştirmeye yarayan basit bir araç olarak kendi dışında bir gereksinme olarak görünmeleri, ancak 18. yüzyılın (sayfa 246) "burjuva toplumu"nda olmuştur. Ama bu görüşü, tecrit edilmiş birey görüşünü doğuran çağ, toplumsal ilişkilerin (bu bakımdan genel bir niteliğe bürünerek) geçmişte görülmedik büyük bir gelişmeye ulaştıkları çağdır. İnsan, sözcüğün tam anlamıyla, bir zoon politikon[2*] yalnızca toplumcul bir hayvan değil, ancak kendini toplum içinde tecrit edebilen bir hayvan. Toplum dışında tecrit edilmiş birey tarafından gerçekleştirilen üretim -ki bu ıssız bir yere rastlantı olarak götürülmüş olan ve topluma özgü güçlere sahip bulunan bir uygar kişinin başına gelebilecek istisnai bir haldir- birbiriyle konuşan canlı bireylerin bulunmadığı yerde dilin gelişmesi kadar saçma bir şeydir. Bu konu üzerinde daha fazla durmanın gereği yoktur. 18. yüzyıl insanları arasında bir anlamı ve varlık nedeni olan bu safça görüşler, Bastiat, Carey, Proudhon vb. tarafından çok ciddi olarak çağdaş ekonomi politiğin içine sokulmaya kalkışılmamış olsaydı, bu noktaya değinmenin gereği de olmazdı. Proudhon için, tarihsel kökenlerini bilmediği bir iktisadi ilişkiyi, tarihsel-felsefi bakımdan açıklayabilmek için mitolojiye başvurmak; elbette ki kolay bir yoldur; bu ilişki fikri, Adem'in ya da Prometeus'un aklına günün birinde hazır olarak gelmiş, ve onlar da bunu dünyaya kabul ettirmişler, vb... sayıklamaya varan locus communis kadar usandırıcı bir şey olamaz.”
Yani bizzat Marks’ın kendisi, sadece bu biçimiyle insan kavramını değil, insan kavramının çıkışının bile, bizzat burjuva toplumunun ürünü olduğunu ifade etmektedir. “Serbest rekabetin hüküm sürdüğü bu toplumda, birey, kendisini daha önceki tarihsel çağlarda belirli ve sınırları çizili bir insan konglomerasının (yığışımının) unsuru haline getiren doğal vb. bağlardan kopmuş olarak görülmektedir.” satırlarında çok açıktır bu. Ama burada bile aynı zamanda ifade güçlüğünün sınırını da göstermektedir. Yani diğer toplumlarda da birey ya da insan var, ama oralarda henüz yığının bir parçası, kopmuş değil. Farklı insan veya bireyler var. Tıpkı tarihte de farklı dinler, yani inançlar olduğunu söylemek gibi bir hata bu. Nasıl tarihte başka inançlar yoktuysa; Özele ait, politik olmayan anlamında inanç kavramının kendisi burjuva toplumunun bir kavramıysa; tarihte de farklı, yığının parçası bireyler veya insanlar yoktur; bizzat insan (birey) kavramının kendisi burjuva toplumunun bir kavramıdır. Çok açık ki, Marks’ın akıl yürütmesi mantık sonuçlarına varmamaktadır. Burjuva uygarlığının dayandığı kavramlara eleştirisi, son noktasına kadar gidebilmiş değildir.
Marks’ın tarihselliğini vurguladığı insanın, başka toplumlarda başka olduğunu söylerken, hala bireylerden hareket etmekte ve İnsan’ı birey anlamında kullanmaktadır. Bunu yaparken de, aslında burjuva toplumun insan ve toplum kavramını, bilinçsizce yeniden üretmektedir. Çünkü Tarih’te birey yoktu. Bireyin şu veya bu tarihsel biçimi yoktur; bizzat birey kavramının kendisi de Birey de burjuva toplumunun bir ürünüdür. Tarih’i açıklamakta; toplumu açıklamakta, birey ve insan kavramını kullandığınız an, burjuva toplumunun dayandığı bir ideolojik kavramı sosyolojik bir kavram haline getirmiş olursunuz. Marks’ın tam da yaptığı budur.
Marks, yukarıda aktarılan satırlarda, konusunun ve “hareket noktası”nın “Toplum olarak üretimde bulunan bireyler -bundan dolayı da toplumsal bakımdan belirlenmiş bireylerin üretimi” olduğunu söyleyerek başlamaktadır. Yani Marks, bir yandan, birey kavramının (ki insan kavramıyla ayıdır), burjuva toplumuyla birlikte ortaya çıktığını; bu sosyal üretim ilişkisinin düşüncede yansımasının bir “İnsan” ve “birey” kavrayışını mümkün kıldığını belirtmekte; ama konusunu tanımlarken bu üretim ilişkilerini inceleyeceğini ifade ederken bu ilişkiyi bizzat kendisi bireyler arası bir ilişki gibi açıklayarak, tam da burada, burjuva uygarlığının ufkunun içinde kalmaktadır.
Elbette, Marks’ın birey derken kastettiği, bir Robenson değildir, yani burjuva toplumunun bir insanı değildir; o zaten Robenson’un burjuva toplumunun bir ürünü olduğunu açıklamaya çalışmaktadır. Ama insanlar veya bireyler arası ilişkiden söz ettiğinde, farklı toplumlarda, o üretim ilişkileri tarafından belirlenen farklı yapılardaki bireylerin bir ilişkisinden söz etmiş olmaktadır. Yani Marks, haklı olarak, insanlar değişmektedir, insanlar farklı üretim ilişkilerinde farklıdır tarih ve toplum üstü bir insan yoktur derken haklıdır, ama bizzat insan kavramının kendisinin de, tarih ve toplum üstü olmadığını; tarihin belli bir dönemindeki üretim ilişkisinin insanların bilincinde yansısı olduğunu unutmakta, kapıdan kovduğu bacadan içeri girmektedir. Yani Marks, insanın değiştiğinden söz etmekte, toplum sözleşmesi yapan insanların burjuva toplumunun insanları olduğunu söylemekte, bu bayağılıkla uğraşmayı bile gereksiz görmekte ama bizzat bu insan (birey) kavramının; yani Robenson olmaktan çıkmış ve tüm tarihte üretim ilişkilerine bağlı olarak değişen insan (birey) kavramının kendisinin de bizzat burjuva uygarlığının bir kavramı olduğunu unutmaktadır
O başka toplumlarda, Birey ve İnsan kavramı yoktu. Ama sadece o kadar değil, Birey ve İnsan da yoktu. Yani kavramın konusu olun şeyin kendisi de yoktu. Tam da birey veya insan kavramı burjuva toplumunun bir kavramı; burjuva hukukunun dayandığı bir kavram olduğu için yoktu; nasıl tarihte inanç olarak dinler yok idiyse ve inanç olarak din sadece modern toplumda varsa ve dinin bir inanç olduğu inancının kendisi burjuva toplumunun diniyse.
Marks, diğer toplumlarda farklı bireyler ve birey anlayışları olduğunu var saymaktadır. Halbuki diğer toplumlarda ne birey, ne insan ne de birey ve insan fikri vardır. Bireyler ve insanlar burjuva toplumunda ortaya çıkmışlardır. Başka toplumlarda başka birey ve insanlar yoktu. Marks ise sorunu sanki her toplumda farklı bir birey ve insan ve birey ve insan kavrayışı varmış gibi koymaktadır. Yani bir bakıma Marks, birey ve insanın; birey ve insan kavranışının değiştiğini söylemektedir. Ama tam da bu yaklaşımın kendisi burjuva uygarlığının kategorilerinin dışına çıkamaz. Çünkü diğer toplumlarda farklı birey ve insanlar; birey ve insan kavrayışları yoktur. Tarihte başka birey ve insanlardan; başka birey ve insan kavranışlarından söz etmek, tıpkı tarihte başka inançlar olduğunu, başka dinler olduğunu (İnanç anlamanda din) söylemek gibidir; tarihe burjuva uygarlığının kategorileriyle bakmaktır.
Marks, nasıl burjuva aydınlanmasının varsayımlarını kabul ederek, özel politik ayrımının bizzat kendisinin; dine inanç demenin ve onu inanç diyerek özele tıkmanın kendisinin modern toplumun dini, yani üstyapısı olduğunu görmeyerek farkına varmadan burjuva uygarlığının örgütlenmesinin kavramlarına dayanıyor ve bu din kavramını tüm tarihe yayıyorsa; aynı şekilde burjuva aydınlanmasının insan kavramına dayanmakta ve bu kavramı tüm tarihe yaymaktadır.
Ama tam da böyle yaparak, burjuva uygarlığının örgütlenmesinin dayandığı; bizzat burjuva uygarlığının kavramları olan ideolojik kavramları; bilimsel analizin araçlarıymış gibi kullanmaktadır. Bu bacadan giren insan ve din kavrayışları, Marksizm’i teslim almış; onu hareket noktasından bile çok daha gerilere sürüklemiş; tüm yaratıcı potansiyelini tüketmiş; Marksizm’i Marksizm olmaktan çıkarmış bulunmaktadır. Apandisit (örneğin Burjuva uygarlığının örgütlenmesinin dayandığı İnsan ve Din kavramları), iltihaplanıp organizmayı (Marksizmi, Tarihsel maddeciliği) öldürmüş bulunuyor; yeniden doğuş için, apandisitten, kör bağırsaktan kurtulmak gerekmektedir.
*
Bu insan kavramından çıkan bir de Toplum kavramı vardır. Bu toplum kavramının nasıl yanlış; Marksizm’le uyuşmayan; burjuva uygarlığı ve kapitalist üretim ilişkileriyle damgalı olduğunu gösterebilmek için şöyle bir benzetme işe yarayabilir. Kısaca buna da değinelim.
Bu anlayışa göre, Madde nasıl Atom’lardan oluşuyorsa; Toplum da bireylerden oluşmaktadır. Maddenin kendi özelliğini gösteren en küçük parçası nasıl atomlarsa; toplumun da onun özelliğini gösteren en küçük parçası insanlardır. (Robenson bu anlayışın romanıdır, İnsan kavramı da bu anlayıştan çıkar zaten) O halde, insanı ve insanlar arası ilişkileri anladığınızda toplumu da anlayabilirsiniz. Bunun mantık sonucu da şuraya gider: İnsanlar değişirse, Toplum da değişir. Toplumu değiştirmek için insanların değişmesi gerekir.
Bu tamamen mekanik bir analojiden kaynaklanır ve tümüyle yanıltıcıdır. Ama yanlışlığı ve bayağılığı ölçüsünde de yaygındır.
İnsan, toplumun aynı özelliği gösteren en küçük parçası değildir; yani toplumun kendisinden oluştuğu atomlar, insanlar (bireyler) değildir.
Yukarıdaki yaklaşım, nasıl maddeyi anlamak için atomları anlamak gerekiyorsa, toplumu anlamak için de, insanı anlamak gerektiği noktasından hareket eder. O halde, toplum maddesinin atomları olan insanları anlayabilirsek, toplumu da anlayabiliriz sonucuna ulaşır. Tabii insanı anlamak için de, onun iç güdülerini o atomların çekirdeği gibi görür. Böylece bu anlayış ister istemez, tarih ve toplum üstü bir insan özü fikrine varır. Ve böylece tarih ve toplum üstü bir insan kavrayışından hareketle tarihi ve toplumu anlamaya çalışır.
Halbuki Marksizm’in tam da aştığı ve reddettiği budur. Toplum insanlardan oluşmaz, insanları toplum yaratır. Ve o insanlar, birey anlamında İnsan değildirler; biyolojik bir tür olarak insandırlar. Onlar tarihin çok özel bir döneminde, modern kapitalist ilişkilerin geçerli olduğu bir toplumda, birey anlamında İnsan olurlar veya öyle görünürler ve kendilerini öyle kavrarlar.. Dolayısıyla sadece tarih ve toplum üstü bir “İnsan özü” değil, insan da yoktur. Birey olarak insan ve insan tasavvuru bile, tarihin ve toplumun belli bir döneminde ortaya çıkar ve belli bir üretim ilişkisinin zihinde yansımasıdır; aynı zamanda onun hukuki bir ifadesidir. Yani insan kavramı sosyolojik analizin ve açıklamanın dayanacağı bir kavram değildir ve olamaz. Bizzat bu insan kavramının kendisi; sosyolojik analizin konusudur. İnsan, bir açıklama ve analiz aracı değildir ve olamaz; aksine açıklama ve analizin bir konusudur.
Eğer yukarıdaki Madde-Toplum, Atom-İnsan benzetmesine bağlı kalırsak, farkı şöyle açıklayabiliriz. Toplumun kendisi bir atom gibidir. Marksist toplum kuramı için, Birey’e ihtiyaç yoktur. Ama hem bu gün var olan somut Birey’i (İnsan’ı) açıklamak için; hem de bizzat birey (İnsan) kavramını açıklamak için Marksist Toplum kuramına ihtiyaç vardır.
Toplum bireylerden oluşmaz. Eğer benzetmeye bağlı kalırsak, toplumun kendisi bir atom gibi ele alınmalıdır. Toplum çekirdeğinde içinde o atoma niteliğini veren üretici güçler olan ve üretim ilişkileri çekirdeği oluşturan; üstyapısı (dini) elektron Sferi olan bir atomdur ya da böyle tasavvur edilebilir.
Eğer İnsan’ı anlamak gerekiyorsa (ki insanı anlamak sorunu da bizzat bir insan var sayımından yola çıktığından, burjuva uygarlığının damgasının taşır; “insanı anlamak” sorunu da burjuva uygarlığının; modern toplumsal ilişkilerin ortaya çıkardığı ve onlar içinde mümkün olan bir sorudur, dolayısıyla sorunun kendisi ideolojiktir, ama böyle olduğunu bile bile fikrimizi anlatmak için kullanalım) İnsanı anlamak için, toplumu, Toplumun “çekirdeğini” anlamak gerekir. Toplumun kendisini bir atom gibi gördüğümüzde, Üretici Güçler veya Üretim İlişkileri onun “çekirdeğine” karşılık düşer. Üstyapı ise bu üretim güçleri ve ilişkilerinin etrafındaki Elektron sferleri gibidir. İnsanı anlamak, toplumu anlamakla; toplumu anlamak ise, toplumun çekirdeğini ve elektronlarını (Üretim ilişkilerini ve Üstyapısını) anlamakla mümkün olabilir. O zaman zaten insanın, toplumun bir yapı taşı veya onu oluşturan en küçük parçası olmadığı; bizzat insan kavramının kendisinin bile, bu ilişkiler tarafından tarihin belli bir döneminde ortaya çıkarıldığı görülür.
Toplumdaki insanları maddenin atomlarına benzeten kavrayış; aslında modern toplumun birey kavrayışı olmadan ve birey ortaya çıkmadan olamazdı. Birey ise, kapitalist üretimde, artı değerin kaynağı iş gücü olduğu; iş gücünün dilinin, soyunun, dininin onun yarattığı artı değer üzerinde hiçbir etkisi olmaması nedeniyle, onun kapitalizm öncesindeki toplumda, tüm toplumsal örgütlenmeyi belirleyen ve üstyapıyı oluşturan dinden (soydan ve tanrıdan) koparılmasıyla, soyutlanmasıyla ortaya çıkmıştır. Yani bizzat bu soyutlamanın kendisi; birey veya toplumsal sözleşme yapan; atom gibi insan kavrayışının kendisi, modern toplumun dinidir. Yani bir insan, bir birey kavramından yola çıktığınız an; burjuvazi karşısında ne kadar eleştirel; ne kadar sosyalist olursanız olun, burjuva uyarlığının dayandığı dinin bir amentüsünü söylemiş olursunuz, tıpkı, dini bir inanç olarak ele aldığınızda; özel ve politik ayrımı gibi bir ayrımın toplumda olduğunu söylediğinizde yapmış olacağınız gibi.
Marksizm için en büyük tehlike, Burjuva toplumunun örgütlenmesinin dayandığı kavram ve ayrımları, ki bunların hepsi son duruşmada ideolojik hatta hukuksal kavramlardır, sosyolojik analizin kavramları olarak kullanmaktan çıkar. Din burjuva toplumuna göre inançtır. Sosyolojik olarak ise tüm üstyapıdır. Ama Toplumda, üstyapının bir ögesi olarak inançtan, dinden söz ettiğinizde, burjuva uygarlığının örgütlenmesinin dayandığı din kavramını; sosyolojik bir analiz aracı olarak kullanmaya kalkmış olursunuz.
Aynı şekilde, İnsan (Birey) burjuva uygarlığının dayandığı bir kavramdır; toplumsal ilişkileri açıklamak için insan kavramından yola çıktığınızda; burjuva uygarlığının dayandığı; burjuva toplumunun örgütlenmesinin temelini oluşturan bir kavramı sosyolojik bir analiz aracı olarak kullanmış olursunuz. Farkına varmadan, karşı çıktığınızın bir savunucusuna dönüşürsünüz. İşte Marksizm’in başına gelen tamı tamına budur.
İnsan biyolojik bir tür olarak, yani Homo Sapiens olarak, muhtemelen 100.000 yıl önce bu günkü biçimiyle ortaya çıkmıştır. Ama birey olarak insan, yani burjuva ideolojisinin ve hukukunun bir kavramı olarak insan ve burjuva toplumunun ilişkilerinin ürünü olarak insan topu topu üç beş yüz yıldır vardır. Tarihte insan (birey) yoktur.
Burjuva uygarlığının tanımladığı ve hepimizin artık, şu satırlarda bile bilinçsizce kullanacağımız anlamıyla, İnsan, topu topu iki üç yüz yıl önce ortaya çıkmıştır ve aslında sosyolojik değil; ideolojik bir kavramdır: İnsan kavramını yaratan ve kullanan insanın kendisi, aslında bizzat kapitalist üretim ilişkilerinin ve onun üzerinde yükselen burjuva uygarlığının yarattığı bir insandır. Burjuva uygarlığının yarattığı ve dayandığı ideolojik ve hukuki bir kavram olan insan kavramını, bu kavrayışın ürünü olan insanlar kullanmaktadır. Bu nedenle, bu uygarlığın dayandığı insan kavramı olmadan; bu uygarlığın yarattığı insanlar olamaz. Ama bu uyarlığın yarattığı insanlar olmadan da, bu uygarlığın yarattığı insan kavramı olamaz.
Bütün modern sosyolojiler, yani burjuva sosyolojileri, bu kendi üzerine kapanan dairenin içinde dönerler. Marksizm özünde, bu kendi içine kapanan dairenin dışına çıkıp, bu dairenin kendi içine kapandığını göstermektir. Ne var ki, bizzat Marksizm’deki aydınlanmanın kalıntıları, onu tekrar bu dairenin için çekip bayağılaştırmakta, özünü yok etmektedir, tıpkı yukarıda bizzat bizim kullandığımız “İnsan kavramını yaratan ve kullanan insanın kendisi, aslında bizzat kapitalist üretim ilişkilerinin ve onun üzerinde yükselen burjuva uygarlığının yarattığı bir insandır” ifadesinde olduğu gibi.
Tarih’te nasıl Roman yoksa, Dram yoksa,  İnsan da yoktur. İnsan da Roman gibi, modern toplumun ürünündür. Tarihte başka romanlar yoktu. Başka dramlar yoktu. Trajediler, komediler, destanlar; masallar, lirik şiirler vardı ama dram yoktu, çünkü birey yoktu, insan yoktu. Eğer tarihte başka insanlar da olsaydı, aralarındaki ilişkiyle üretim ilişkilerini oluşturan, başka romanlar, başka dramlar da olurdu.
Kapitalizm öncesinde, insan, toplumun dışında ve ondan bağımsız olarak; toplumu oluşturan bir atom gibi düşünülemez bile.
İşte Marks’ın satırları, tam da bu noktada, karşı çıktığı ve yıkmaya uğraştığı burjuva uygarlığının kategorilerine bağlı kalmaktadır. Tarihe ve Topluma Burjuva uygarlığının kategorileriyle bakmaya başlamaktadır birden bire. Halbuki, Üretici Güçler ve Üretim İlişkileri kavramı, pek ala bu anlamda “İnsan” olmadan da olabilir. “İnsan”, Tarihsel Maddeciliğin içinde bir Kör Bağırsak’tır
Tarih boyunca, “insan” ancak toplum aracılığıyla var olmuştur. İnsan’ı anlamak, toplumsal ilişkileri anlamakla olur; Toplumsal ilişkileri anlamak için insanı anlamaktan yola çıkılamaz. Eğer insan diye bir şey varsa ve muhakkak söz etmek gerekirse, “İnsan” bir toplumsal ilişkidir. Nasıl bir makine, bir iktisadi ilişki içinde bir üretim aracı olabilirse; insan (Homo Sapiens) denen biyolojik varlık da, ancak bir toplumsal ilişki içinde insan olabilir. Bu ilişkinin, somut toplumlarda ve tarihte nasıl bir ilişkiye, yani nasıl insanlara (toplumsal ilişkilere) karşılık düştüğü ise, yani insan türleri ise, ancak toplum türlerinden hareketle anlaşılabilir. Toplum türlerini belirleyen ise, son duruşmada Üretim Güçleri’dir.
İnsan’ı ancak toplumsal ilişkiler; bu ilişkilerin biçimi anlamında kullandığımızda, bir didaktik araç olarak, bir eski alışkanlık olarak, İnsan’dan söz etmenin bir anlamı olabilir. Ama o anlamda zaten bilimsel olarak bir insan kavramına ihtiyaç yoktur; o toplumsal ilişkilerin karşılığı, bir kot olarak kullanılmaktadır. O insan insan değildir; birey değildir; toplumsal ilişkilerin tümü anlamındadır. Onları yaratan bir şey değil; onların karşılığı bir kottur. Bu ilişkilerin çok özel bir döneminde bu insanlar birey anlamında insanlar olurlar ve birey anlamında insan fikri oraya çıkar. Birey anlamında insan kavramının kendisi belli bir toplumsal ilişki biçiminde var olur.
Burada şu unutulmasın, bu satırlardaki eleştiriler, Marksizm’in özeleştirleridir; bu eleştiriler bizzat Marks’a dayanmaktadır.  Tıpkı ilk otomobillerin at arabaları biçiminde olması gibi; tıpkı üretim ilişkilerinin o güne kadar var oldukları üretim ilişkileri içinde gelişmesi gibi; Marks, yeni bir kavram sistemini ve teoriyi, burjuva uygarlığının kavramlar ve kavrayışlarını bol bol kullanarak açıklamaktadır. Marks’ın ortaya attığı yeni kavramlar ile onu açıklamakta kullandığı kavramlar arasında bir çelişki bulunmaktadır. Bir yandan Üretim İlişkileri kavramını ortaya koymakta; bir yandan onu bir bakıma burjuva toplumunun toplumsal sözleşme yapan bireyi gibi insanlar arası ilişki gibi kullanmakta ve öyle ifade etmektedir. Marksizm aydınlanmanın çocuğudur çünkü. Yine Marks’ın kendi ifadesiyle “Geçmiş kuşakların mirası yaşayanların üzerine bir kabus gibi çök”mektedir.
*
Tekrar ederek başlayalım.
Sosyal HayvanZoon Politikon” anlamıyla İnsan kavramı Biyolojik bir kavramdır; sosyolojik bir kavram değildir.
Birey” Anlamında, aralarında yaptıkları anlaşmalarla veya ilişkilerle “Toplum” veya Üretim İlişkilerini yarattığı varsayılan anlamda İnsan kavramı ise, modern toplumun örgütlenmesinin dayandığı; modern toplumun dininin bir kavramıdır. Bu anlamda da bilim dışı (ideolojik) bir kavramdır; sosyolojik bir kavram değildir.
Sosyolojik olarak, İnsan modern toplumun dininden olandır. Yani Müslüman ya da Hıristiyan’dan farklı bir kavram değildir. İslam dininden olana nasıl Müslim deniyorsa, Dinin bir inanç olduğunu; özel ve politiğin ayrı şeyler olduğunu söyleyen ve bu kabule dayanan dinden olanlar da İnsan’dır. İnsan kavramının biricik sosyolojik karşılığı budur.
Örneğin kendisinin İslam inancında olduğunu, yani dinlerin bir inanç olduğunu söyleyen bir Müslüman, eğer kendisinin kendisi hakkındaki yargısıyla değil, sosyolojik olarak değerlendirilirse, Müslüman değil, İnsan’dır.  Bir İnsan, hem Müslüman hem de İnsan olamaz; hem Hıristiyan hem de İnsan (yani birey) olamaz. Tıpkı hem Alevi hem Sünni olamayacağı gibi.  Hıristiyan, Alevi, Müslüman, Budist’ler vs. de İnsan olamazlar. Bu gün Budizm’e inandıklarını; İslam’a inandıklarını; Alevi inancında olduklarını söyleyenlerin hepsi, İnsan’dırlar, Alevi, Müslüman veya Hıristiyan değildirler. “İnsan” olmak, birey olmak, modern toplumun dininden; yani dinin inanç olduğunu söyleyen dindenolmaktır.
İnsan ancak bu anlamda, hukuki ya da biyolojik bir kavram olmaktan çıkar, bilimsel ve sosyolojik bir adlandırma haline gelir. Tam da bu nedenle, sosyolojik bir kavram olarak insandan tarihte söz edilemez, dolayısıyla da onlar aralarında ilişkiye girip, üretim ilişkilerini de yaratamazlar.
Üretim İlişkileri”, Tarihsel Maddecililiğin bir kavramıdır, sosyolojik bir kavramdır. Ama bu kavramı açıklamakta kullanılan insan kavramı sosyolojik bir kavram değildir. Üretim İlişkileri kavramı için ne biyolojik, ne de ideolojik (birey anlamında), ne de sosyolojik anlamıyla (yani modern toplumun dininden olan anlamında) “insan” gerekmez. Üretim İlişkilerinin bireyler arası bir ilişki gibi görülmesi, bütünüyle modern kapitalist toplumda var olabilir; onun altyapısının incelenmesiyle bu anlaşılabilir. Onu böyle görmenin kendisi, modern toplumun dininin dayandığı temel bir dogmadır.
Ne var ki, bu çok farklı anlamların, hep aynı sözcükle karşılanması ve ortaya çıkan karışıklık, bu kavramların modern toplumun dininin kavramları olarak kullanıldığını gizlemektedir. Örneğin İnsan’dan söz edildiğinde, onun “zoon politikon” anlamında söylendiği, dolayısıyla bunun bilimsel bir kullanım olduğu sanılmaktadır. Ama biyolojik bir kavramı, sosyolojik bir kavram olarak kullanmanın hiçbir bilimsel değeri yoktur, o sadece ideolojik bir kavrama bilimsel bir görünüm sağlar, yanılsamaya yol açar.
Yani burjuvazinin ya da modern toplumun dini, başka bilgi veya bilim dallarına ait olan kavramları, tamamen başka anlamlarda bizzat kendi örgütlenmesinin temeli olan kavramlar olarak kullanmakta ve kendi ideolojisine onlar aracılığıyla bilimsellik maskesi takabilmesidir.
Örneğin Burjuva toplumunun örgütlenmesinin dayandığı insan kavramı, ideolojikliği çok açık olan bu kavram, biyolojik anlamda insan kavramının ardına gizlenerek, sosyolojik bir kavram gibi kullanılmaya başlandığı an bütün sosyoloji, burjuva toplumunun örgütlenmesinin bir aracına dönüşür. Aslında açıklanması gerekenşeyin kendisi, sanki bir açıklama aracıymış gibi görünür.
Aynısı, daha önce Beşikçi Eleştirisi’nde de gösterdiğimiz gibi, Din veyaİnanç kavramında da olur.
Burjuva sosyolojisi, aydınlanma, dini inanç olarak tanımlar. İnanç, tıpkı insan kavramının sosyolojik bir kavram olmayıp biyolojik bir kavram olması gibi, sosyolojik olmayan epistemolojik bir kavramdır. İnanç, bundan başka aynı zamanda hukuki, burjuva toplumunun örgütlenmesinin temeli olan bir kavramdır; Özel’e ait, politik olmayan anlamına gelir ve özel ve politik ayrımı; yani burjuva toplumunun örgütlenmesinin temeli buradan çıkar.
Kavramın bu biçimiyle ideolojik, hukuki, burjuva toplumunun örgütlenmesine ait bir kavram olduğu çok açıktır. Ama bu inanç kavramı, epistemolojik inanç kavramının, bilimsel olanın zıddı anlamandaki inanç kavramının ardına gizlenerek, sosyolojik bir kavram gibi ortaya çıkar. Bu andan itibaren, sadece din kavramının kendisi değil, sosyolojik analizin tüm kavramları da birer ideolojik kavram haline dönüşür.
Nasıl olur bu?
Sosyolojik olarak, Din inanç değildir. Din tüm üstyapıyı kapsar; üstyapının somut görünümüdür. Ve bu nedenle; Dine din (inanç) denmesi de bizzat, modern toplumun dini, yani modern toplumun tüm üst yapısının somut bir görünümüdür.
Din tüm üstyapı olarak ele alındığında, dinin anatomisini, yani yapısını veya o yapının işlevlerini incelerken, ideoloji, sanat, hukuk, politika, ahlak vs. dini oluşturan yapıyı analizin araçları olabilir ve böyle kullanılabilir. Bu anlamda, bu kavramlar sosyolojik analizin kavramları olabilir. Ama böyle olmaları için, her şeyden önce, dinin içinde; dinin analizinin araçları olmaları ya da dini oluşturan öğeler olmaları gerekir.
Ama Din, bir “inanç”, bir “ideoloji”, bir “bilinç biçimi” olarak tanımlandığı an, bu kavramların hepsi; dinin yanı sıra; tıpkı din gibi, modern toplumun örgütlenmesinin araçları olan, hukuki ve ideolojik kavramlar haline dönüşürler. Artık o andan itibaren açıklamanın araçları değil, bu yeni anlamlarıyla bizzat açıklanması gereken fenomeni oluştururlar. Yani niçin bu kavramların dinin yanı sıra denerekten anlamlandırıldığı açıklanması gereken fenomendir; tıpkı dinin niçin inanç olarak tanımlandığı gibi. Bunu somutlamaya çalışalım. Çünkü farklı içeriklerin aynı sözcüklerle karşılanması, bunun anlaşılmasını olağanüstü zorlaştırmaktadır.
Şöyle bir örnek verelim. Sanat veya estetik, ister modern ister antik veya arkaik olsun, dinin dışında var olamaz. Laik olduğu söylenen modern sanat da, laiklik, yani dini inanç ve özel olarak tanımlamak modern toplumun dini olduğu için, bu dinin dışında anlaşılamaz.
Orhan Pamuk, “Benim Adım Kırmızı” adlı romanında, minyatürde niçin perspektif olmadığını çok güzel açıklıyor örneğin. Bu onların perspektifi bilmemelerinden değil, ki öyle olsaydı, bilmemeleri bile, bizzat üretim ilişkileri ve o ilişkilerin ifadesi olan üstyapı yani din aracılığıyla açıklanabilirdi, perspektifin o toplumun üstyapısıyla yani diniyle uyuşmaması nedeniyledir. Aynı şekilde, artık perspektifsiz resim olmaması da, minyatür olmaması da, bizzat modern toplumun dini içinde anlaşılabilir. Eskiden insan, birey olmadığı için perspektif yoktu; şimdi bütün toplum bireylerden oluştuğu için minyatür yoktur. Yani sanat ancak tümüyle üstyapı olarak dinin içinde anlaşılabilir ve dinin (Üstyapının) analizinin bir aracı olabilir.
Ama dini inanç olarak, sanatın veya estetiğin yanı sıra, bir üstyapı kurumu; bir bilinç biçimi vs. olarak aldığınız an, sadece Din kavramını değişmiş olmaz, sanat ve estetik kavramı da; o dinin içinden; onu analizin bir aracı olmaktan çıkar; dinin yanı sıra üstyapıyı oluşturduğu söylenen bir ideolojik kavram haline; burjuva toplumunun örgütlenmesini sağlayan bir kavram haline dönüşür. Ama bu haliyle artık, somut toplumda aslında din dışında bir sanat olmadığından, ne modern, ne antik ne de arkaik sanatı, ne de dini anlamak mümkün olur.
Ya da bunu daha açık görmek için Hukuk’u ele alalım. Tarihte bütün hukuk sistemleri din içinde var olur. İster Alevinin Dar’ı, ister İslam’ın Kadısı, ister Modern toplumun Hakim’i, hepsi üstyapının yani Dinin yapılanışının bir aracıdır. Dinin dışında bir hukuk yoktur. Bizzat din dışı olduğunu söyleyen modern hukukun kendisi, dini inanç olarak tanımlayan ve hukukun din dışında olduğunu söyleyen hukukun içindedir. Bu nedenle, hukuku dinin dışında anlamak mümkün değildir. Hukuk, üstyapının, yani dinin analizinin bir kavramı olabilir.
Ama dini bir inanç, bir bilinç biçimi olarak, bir üstyapı kurumu olarak; hukukun yanı sıra tanımladığınız an, sadece dini inanç olarak tanımladığınız için değil; din dışı bir hukuk varmış gibi koyduğunuz için, ki bu tam da modern toplumun dinidir, hukuk kavramını da ideolojik bir kavram haline dönüştürmüş olursunuz.
Bu anlam kayması politikadan ahlaka her alanda görülebilir. Din dışı bir politika mümkün olmamasına rağmen, politik, dinin yanı sıra bir üstyapı kurumu gibi tanımlandığında; üstyapının(dinin)  bir öğesi olmaktan; bir analiz aracı olmaktan çıkar, örneğin özel olmayan anlamı kazanır. Modern toplum ise, bütünüyle bu özel ve politik ayrımına dayanmaktadır. Modern toplumun dininin özü, özel ve politik ayrımının kendisidir.
İşte, Tarihsel maddeciliği açıklamasının daha ilk satırında, insan kavramıyla burjuva toplumunun örgütlenmesinin bir aracı olan bir kavramı, sosyolojik bir kavram gibi ele alan Marks, diğer kavramlarda da aynı yanlışı yapar. Tıpkı Burjuva uygarlığı gibi, Din’i bir inanç, bir bilinç biçimi olarak, bir üstyapı öğesi olarak tanımlar. Dolayısıyla, onunla birlikte, Ahlak, Hukuk, Politika vs. hepsi burjuva toplumunun örgütlenmesinin aracı olan kavramlar haline dönüşür. Sonra da bu kavramları, sanki artık bu yeni anlamlarıyla sosyolojik analizin kavramlarıymış gibi, Tarihsel Maddeciliğin kavramlarıymışçasına kullanmaya kalkar. Artık oradan itibaren Marksizm bir sosyoloji değil; burjuva toplumunun ideolojisi olur. Tarihsel Maddecilik, Tarihsel Maddecilik olmaktan çıkar.
Tekrar alıntıyla görelim.
Bu gibi altüst oluşların incelenmesinde, daima, iktisadi üretim koşullarının maddi altüst oluşu ile -ki, bu, bilimsel bakımdan kesin olarak saptanabilir-, hukuki, siyasal, dinsel, artistik ya da felsefi biçimleri, kısaca, insanların bu çatışmanın bilincine vardıkları ve onu sonuna kadar götürdükleri ideolojik şekilleri ayırt etmek gerekir
Görüldüğü gibi, Marks, tam da dini, bir inanç, bir bilinç biçimi olarak ele alarak, onun siyasal, hukuki, artistik, felsefi’nin yanına koymaktadır. Ama o andan itibaren, aslında onlar da, modern toplumun dininin kavramları haline; ideolojik ve hukuki kavramlar haline gelmiş olmaktadırlar. Ve Marks onları, sosyolojinin kavramlarıymış gibi kullanmaktadır.
Marksizm’in bir üstyapılar teorisinin yokluğunun, metodolojik kökleri de tam buradadır. Din dışında bütün bunların hiç birisi olamayacağı için, bir üst yapılar teorisi de bulunmamaktadır. Bir üstyapılar teorisi bulunmadığı için, bu kavramların burjuva toplumunun üstyapısının araçları olduğunu görememektedir. Bunu göremediği için de, bu kavramları sosyolojik analizin araçlarıymışlar gibi kullandığından bir üstyapılar teorisi kuramamakta ve bu kavramlarla kuramayacağını görememektedir.
“Kendi kuyruğunu yakalayamayan kedi” metaforlarıyla anlatmak istediğimiz; Marksizm’in burjuva toplumunun kavramlarını kullandığı için burjuva toplumunun kavramlarını kullandığını görememesidir.
*
Peki, bu Din’i bir “inanç”, bir “bilinç biçimi”, Üstyapı’nın bir öğesi olarak tanımlama ve tüm diğer üstyapı öğelerini de birer ideolojik kavrama dönüştürmek ve sonra da bunları sosyolojik kavramlar olarak kullanmak, Tarih ve Devrim kavramında nasıl bir çarpılmaya yol açmaktadır? Şimdi kısaca onu göstermeyi deneyelim.
Din tüm üstyapı olduğuna göre, o aynı zamanda Hukuk’tur. Yani aynı zamanda Mülkiyet İlişkileri’dir. Dinin dışında mülkiyet ilişkileri olamaz.
Peki Mülkiyet ilişkileri nedir?
Bizzat Marks şöyle diyor:
toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da, bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan, mülkiyet ilişkilerine ters düşerler”
Yani “Mülkiyet ilişkileri” “Üretim İlişkileri”nin hukuki ifadesinden başka bir şey değildir. Ama dinin dışında, “Mülkiyet İlişkisi” diye bir şey var olamadığından, din arkaik, antik ya da modern toplumda, “Mülkiyet İlişkisi”, yani aslında “Üretim İlişkisi”sinin ifadesidir. Dinin dışında bir “Mülkiyet İlişkisi”; Bir “Üretim İlişkisi” var olamaz.
Bu durumda, dini anlamak için, yani bir toplumun üstyapısını anlamak için, “Üretim İlişkileri”ni; “Üretim İlişkilerini” anlamak için onların hukuki ifadesi olan “Mülkiyet İlişkileri”ni, yani Din’i anlamak gerekir.
Yani Din’in dışında, onun yanı sıra, “Mülkiyet İlişkisi” olmadığına göre, “Mülkiyet İlişkisi”nin değişmesi demek, dinin değişmesi; tüm üstyapının değişmesi demektir.
O zaman Devrim de, bir dinden diğer dine geçiş demektir. Bir dinden diğer dine geçme olmadan, bir devrimden, mülkiyet ilişkileri değişiminden söz edilemez.
Marks, Devrim Teorisi’ni şöyle kuruyor:
“Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder.”
Peki Üstyapı, Din denen şeyin karşılığı olduğuna göre; din dışında mülkiyet ilişkileri de olamayacağına göre, o zaman yukarıdaki satırları, Burjuvazinin Din’e inanç diyen ideolojisinin kavramıyla değil de, Bizzat Marksizm’in, Tarihsel maddeciliğin kavramıyla Marks’ın satırlarını şöyle okumak ya da yazmak gerekir: “İktisadi temeldeki değişme, Üstyapı denen Dini büyük ya da az bir hızla alt üst eder.”
Böyle okunduğu an, devrim anlayışındaki bu değişme, hem tarihin kavranışında, hem de programda değişme anlamına gelir. Böylece hem Tarih’i hem de dinleri (yani toplumların üstyapılarını) anlama olanağı doğar.
Örneğin, bu bize Tarihsel Maddecilik kitaplarının hepsindeki çok temel bir eksiği açıklama ve giderme imkânı verir.
Bilindiği gibi, Marksizm’e göre bu tarihsel gidişin devrimlerle olması gerekiyor. Ama Marksist el kitaplarında, Modern burjuva devrimlerinden başka bir devrimden söz edildiğini bulamayız. Örneğin, (bu kavramların yanlışlığı da ayrı bir konu olmakla birlikte) “köleci toplum”a veya “feodal toplum”a hangi devrimle geçilmiştir? Eğer Marks’ın yukarıdaki ifadeleri doğruysa, hızlı ya da yavaş bir devrimler olmuş olması gerekir. Ama bu yönde bir gönderme yoktur.
(Kıvılcımlı’da “Tarihsel Devrim” kavramı vardır ama o da Marks’ın hatasıyla malul olduğundan, dikkati çektiği devrimleri, “Üretici Güçler” kavramının içeriğini değiştirerek açıklamaya çalışır. Yani uygarlıkların ve uygarlık rönesanslarının aslanda dinsel, yani toplumun üstyapısına ilişkin değişimler olduğunu söyleyemez.)
Yani mülkiyet ilişkilerini ve hukuku, dinden bağımsız ve onun yanı sıra var olan bir şey olarak görünce, tarihteki devrimler de tanımlanamamaktadır; Tarih devrimsiz bir tarihe dönüşmektedir.
Hâlbuki Mülkiyet ve hukuki ilişkilerin değişiminin, bunlar din dışında var olamayacağından, dinlerin değişimi anlamına geldiğini bilirsek hemen bu sorun çözülmektedir. Peygamberler; tek tanrılı dinlere geçişler veya efsanelerin tanrılaşmış yeni dinler kuran kahramanlarının aslında hep devrimler yaptıkları; toplumların üstyapısının yeni bir örgütlenmesine öncülük ettikleri ortaya çıkar. İslam veya Muhammet bir devrim ve devrimci olarak ortaya çıkar. İsa ya da Hıristiyanlık da aynı şekilde.
Böylece, tarih kavrayışı da, o “ilkel”, “köleci”, “feodal” tarzındaki, mülkiyet ilişkisini dinden koparan, metafizik bağlamından ve deli gömleğinden kurtulur. İnsanlık tarihi Komün, Uygarlık ve Modern Kapitalizm biçiminde çok net ve her birinden diğerine geçiş bir dinden diğer dine geçişe tekabül eden bir anlaşılırlık kazanır. Bundan sonra, o dinlerin, yani üretim ilişkilerinin karşılıklı ilişkilerinin ortaya çıkaracağı çeşitli varyasyonları anlamak ve çözmek çocuk oyuncağı haline gelir (Bunun örneklerini, Beşikçi Eleştirisi adlı kitapta, Alevilik, Şafilik, İslam, Budizm, Şamanizm bağlamında ana hatlarıyla göstermeye çalıştık.)
Böylece bütün önemli din kitaplarının, destanların; peygamberler tarihinin ve bütün felsefe tarihlerinin devrimlerin tarihini anlattıkları veya bu devrimlerle ortaya çıkacak üst yapının temellerini attıkları ortaya çıkar. Bu bakış aynı zamanda, aydınlanmacıya saçma görülen ve aslında açıklanamayan dinlerin ve din kitaplarının, dinin temeli olan tapınakların niçin böyle merkezi, tüm toplumsal hayatı kapsayan bir yeri olduğunu; o saçma gibi görünen kitapların nasıl bu kadar etkili olabildiğini de açıklar.
Zaten Din’i inanç olarak ele alan burjuva sosyolojisi, bizzat onun açıklama olanağını da yitirir. Bütün insanlık tarihi, hurafelere inanışın tarihi olarak görülür.
O halde, bizlerin bütün tarih bilgisi, bütün tarih kitapları da, modern burjuva toplumunun kavramlarıyla çarpılmış olarak tarihe baktığından ve onu öyle aktardığından, baştan aşağı bilim dışıdır; ideolojiktir ve burjuva toplumunun örgütlenmesinin araçlarıdır. Onlar da Modern Toplumun “Kıssas-ı Enbiya”larıdır.
O halde tüm tarihin yeniden görülmesi ve yazılması gerekmektedir.
Ama bu kavrayış, daha da önemli olarak, bizlerin geleceğe ilişkin programında ve devrim tasavvurlarında müthiş bir alt üstlük yaratır ve şimdiki program ve tasavvurların, burjuva uygarlığının kavramlarına sıkışmış olduğun gösterir.
Bir çocuğun bile yapabileceği ilk çıkarsama şudur: Üretim ve Mülkiyet ilişkisi, böyle birbirine bağlı ise, Mülkiyet ilişkisini değiştirmek aynı zamanda dini değiştirme olmak zorundaysa, bizlerin yapacağı devrim, bir din (Üstyapı) değişikliğine tekabül etmelidir. Bu din (Üstyapı) ne olacaktır?
Modern Kapitalist Toplumun üstyapısı, ya da dini, özel ve politik ayrımı; din, hukuk, kişisel, estetik vs ayrımı olduğuna göre; bu ayrımın kendisi aslında sosyolojik ayrılmazlığın ifadesi olduğuna göre; sosyalist bir devrimin üstyapısı, her şeyden önce, burjuvazinin dininin bu ayrımına son vermek zorundadır. Yani sosyalist devrim, Özel - Politik ayrımını ortadan kaldıran bir üstyapı, yani din gerçekleştirmelidir. Diğer bir ifadeyle nasıl İnsan, Müslüman’ı, Hıristiyan’ı veya Alevi’yi yok ettiyse; Sosyalizm de İnsan’ı yok etmek zorundadır. Ceza suçun cinsinden olmalıdır. Ancak o zaman bir Sosyalist Devrim’den söz etmek mümkün olabilir.
Ama İnsan’ı yok etmek için de önce onu önce ortaya çıkarmak zorundadır. Türk, Alman, Fransız, Amerikalı’yı yok ederek ancak İnsan’ı var edebilir.
Ayrıca pek ala, aynı din içinde; aynı üretici güçlerin gelişmişliği düzeyinde, farklı mülkiyet ilişkileri; yani farklı dinsel biçimler olabilir. Örneğin, kara sabana dayanan Komün de olabilir; Kölecilik de; yarıcılık da. Aynı şekilde, özel politik ayrımına dayanan, Ortak mülkiyet de; özel mülkiyet de olabilir. Bunlar aynı uygarlık içindeki varyasyonlardır. Örneğin Antik dinlerde ve çağda, Komün’ün toplumsal ağırlığı Ortak mülkiyetin ve dolayısıyla dinin farklı yorumlarını (Tarikatler, mezhepler) getirmiştir. Ayın şey Modern çağda da olabilir. Komün’ün yerini ezilen sınıflar aldığında, burjuva uygarlığının dininin heretik biçimleri aynı din çerçevesinde ama farklı mülkiyet biçimi içinde olabilir. Ve tarih olduğun da göstermiştir. Sovyetler ve diğerleri.
O halde, Ekim Devrimi ve onun kurduğu düzen, modern toplumun dini içinde farklı bir mezhep gibi kavranabilir. O, burjuva ya da modern uygarlığı ve dini sorgulamamış; o uygarlık ve din çerçevesinde, ezilenlere daha elverişli yaşam koşulları sunacak, mülkiyet ilişkileri sağlamayı hedeflemiştir. (Bunu da tamamiyle başardığı söylenemez.)
Yani bir bakıma, Marksizm, buraya kadar gösterdiklerimizle, bizzat kendisi, burjuva uygarlığının ufkunda kaldığından, o uygarlığın içinde heretik bir muhalefet (zındıklık) olarak kalmıştır. Başka bir uygarlığı programlaştıramamıştır. Dolayısıyla Ekim Devrimi, tıpkı İslamiyetin Göçebe Oğuzlar veya Berberiler eliyle yayılması ve biraz gençlik aşısı alması gibi; burjuva uygarlığının işçiler eliyle yayılması ve biraz gençlik aşısı almasıdır. Onun üstyapısını sorgulamaz ve dokunmaz, aksine yayar.
Başka bir Üstyapı yani Din kurmak zorunda olan İşçi ve sosyalist hareketin programı, kendisini, sadece mülkiyet ilişkileri ve politik ilişkilerle sınırlayamaz.
Şimdiye kadar bütün programlar böyle oldu işçi hareketinde. Ama böyle bir durum mümkün değildir, bizzat bu program anlayışı; dinin yanı sıra, hukuk ekonomi, politika tarzındaki burjuva toplum örgütlenmesinin temeliyle damgalıdır. Program tüm üstyapıyı kapsamak zorundadır. Kendisini, sadece, ekonomik, hukuki ve politik tekliflerle sınırlayan ve bundan ötesini bilinmeze bırakan bir program, burjuva uygarlığının kategorilerinin dışına çıkamadığı için, o uygarlığın karşısında bir alternatif de oluşturamaz.
Program, ayrı bir Din, yani tümüyle üstyapı olmak zorundadır. Bu, bugünkü üstyapının temelini havaya uçurmak olarak anlaşılmalıdır; tüm ayrıntıların belirtilmesi, geleceğin toplumu için “Mutfak reçeteleri” hazırlamak olarak değil. Yani, örneğin, özel, politik, ekonomik ayrımına son vermek; onun kendisini sorgulamak zorundadır. Ama bunu yapabilmek için, kendisinin öncelikle, burjuva uygarlığının kategorilerinin sosyolojik kategoriler değil; burjuva uygarlığının kategorileri olduğunu göstermek zorundadır. Burada yapmaya çalıştığımız tam da budur.
Böylece, “başka bir uygarlığı programlaştırmak” veya “ahlaki bir boyut eksikliği” gibi birçok Marksist’in sözünü ettiği sorunlar da bir kılıç darbesiyle çözülmektedir.
Din’in tümüyle üstyapı olduğu önermesi, Gordiyos düğümünü kesen İskender’in Kılıcı gibidir. Marksizm’in ve sosyalist hareketin ve işçi hareketinin kör düğüm olmuş bütün sorunları, birbiri ardından bir kılıç darbesiyle çözülmektedir. Yeter ki bu kılıcı kullanmayı bilelim.
Bizzat Marksizm’in ve Sosyalist hareketin ve İşçi hareketinin tarihine bu ışık altında baktığımızda, o da başka bir anlam kazanmaktadır.
Henüz böyle bir program anlayışına ve bu anlayışın teorik temeli olan Tarihsel Maddeciliğe varamaması, Marksizm’in ve işçi sınıfının, onun henüz, tarihsel olarak burjuva uygarlığını aşacak olgunluğa varmadığını; keza, o toplumun henüz olanaklarını tüketmemişliğini de gösterir. Marks bizzat önsözdeki satırlarında kendisinin bu zaafını da açıklayan anahtarı sunmaktadır:
“İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yok olmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski toplumun bağrında çiçek açmadan, asla gelip yerlerini almazlar. Onun içindir ki, insanlık kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar. Çünkü yakından bakıldığında, her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar”
*
İşçi hareketi, bir bakıma, çürümüş imparatorluk veya uygarlıkları yıkan, ele geçiren, ona ilk zamanlarının dinamizmini veren ama onu başka bir kaliteye, daha üstün bir uygarlığa geçiremeyen göçebe fatihlerin durumuna benzemiştir.
Her devrim, daha yayılırken, aynı zamanda çürümeye gerilemeye de başlar. İster Hıristiyanlık, İster İslam olsun bu görülebilir. Bu çürüyen uygarlığın dini ile dinlenmiş göçebe fatihler onu yıkarken aynı zamanda, yayarlar. Oğuzların, Bizans ve Abbasi İmparatorluklarını yıkışı göz önüne getirilsin.
Ama bu yayış, bizzat kendisi de aynı o dini çürüten güçlerin etkisi altındadır. Yani Selçuklular örneğin, Abbasileri daha yıkarken, kendileri de İslamiyet’i çürüten toplumsal güçlerin etkisi altına girerler. Diğer yandan, yıktıklarını orijinal biçimiyle de kuramazlar, onun yozlaşmış biçimlerine bir dinamizm verirler. Örneğin, İslam’ın ilk yıllarında Halifeler seçilirken, bu Seçim’e bir dönüş olmaz artık. Yeni Fatihler de çökkün dönemin soydan gelen Sultanları olurlar. İlk fetih günlerinin, eşitler arasında birinci olan askeri önderi, kendisine taze bir soluk verdiği dinin hızlı çöküşünden de hızlı bir şekilde, daha zaferinin kanı kılıcında kurumadan, eşit yoldaşlarını, kardeşlerini öldürmeye başlar.
Diyelim ki Selçuklu ve Osmanlı yayılışları; göçebeler eliyle yapılmış İslam devrimi; ya da bu devrimin yayılması idiyse; Endülüs, Berberler eliyle yapılmış İslam devrimi yayılışı idiyse; Ekim Devrimi de; burjuva devriminin, modern dinin, işçiler eliyle yapılması ve yayılmasıdır.
İşçiler, Ekim Devrimi’nde, bizzat, ayrı bir din olmayan; sadece mülkiyet ve devlet ilişkilerini düzenleyen programlarıyla, başka bir din kuracak kapasitede olmadıklarını ama o uygarlığın dinine ilk dönemlerinin canlılığını verebilecek kapasitede olduklarını bir şekilde ifade etmiş oluyorlardı.
Tam da işçi hareketi ve sosyalizm, burjuvazinin dininin ötesine geçemediği için, krize girmiş bulunmaktadır. Yani sosyalizmin ve İşçi hareketinin krizi, bu nedenle, burjuva uygarlığının krizinin bir görünümüdür. Burjuva uygarlığı ve dini, olanaklarını tükettiği için, işçi hareketi ve sosyalist hareket, o dinin kabulleri içinde bir program oluşturamamaktadır.
Bir dinin gericileşmesi, yozlaşması başkadır, olanaklarını yitirmesi başkadır. İslam daha Halifeler döneminde yozlaşmaya başlar; ama bu yozlaşmış biçimiyle bile, hala yayılmasını sürdürür çünkü olanaklarını tüketmemiştir.
Burjuvazinin dini, daha Thermidor günlerinde, gericileşmeye başlamıştı; tıpkı Emevilerin egemenliği ile, halifelerin seçiminin ve silahlı Müslümanlardan oluşan orduların tasfiyesi ile halifeliğin soydan geçişini geçirmeleri gibi, Napolyon’un kendini İmparator ilan etmesiyle İslam devrimiyle aynı akıbeti paylaşmaya başlamıştı. Ama bu burjuvazinin dininin, olanaklarını tükettiği anlamına gelmiyordu.
İşçi hareketi ve sosyalist hareket esas olarak, tıpkı Komün yaşamından yeni çıkan Oğuzlar veya Berberiler gibi, bu dinin ilk devrimci döneminin hayallerinin ve üst yapısının peşindeydi. Buna eklemek istediği ayrı bir uygarlık değil; o uygarlığın eşitsizliklerine ve aşırı sömürüsüne son vermekti. Yani o uygarlıkta bir reformdu. Bunu Mülkiyet ilişkilerini değiştirerek elde edebileceğini düşünüyordu.
Ama iktidarı ele geçirdiğinde, Yani Ekim’de, bu uygarlığın gerici biçimlerinin de yayıcısı oldu tıpkı göçebe fatihlerin feth ettikleri uygarlığın gerici biçimlerinin yayıcısı olmaları gibi. Burjuva uygarlığının dini, ilk başlardaki “vatanım yeryüzü, milletim insanlık” diyen ilk ideallerini terk etmiş ve politik olanı, dile, dine veya belli bir toprak parçasına göre tanımlayan gerici bir biçime geçmişti. İşçi hareketi, bir yandan “Demokratik Cumhuriyet” programıyla bu dinin henüz devrimci döneminin ideallerini savunurken, diğer yandan, “Ulusların Kaderini Tayin Hakkı” parolası altında, bizzat kendisi, modern toplumun dininin bu gerici biçimin yayıcısı oldu.
Ve bizzat kendi uğradığı, gençlik aşısı yaptığı dinden, (özel savaş koşulları, Sınıfın yok olması; tecrit olması vs. gibi nedenlerle), hiç de daha yavaş olmayan kendi çürümesi (Stalinizm) sonunda, burjuva uygarlığının dininin, en gerici biçiminin bir yayıcısına dönüştü. Bu modern toplumun dininin demokratik kökenlerine bile karşı çıkar oldu. Tıpkı, Oğuzların, henüz Sünniliğin veya soydan halifeliğin olmadığı ilk İslamiyet’in değil de, Sünniliğin yayılmasının araçları olmaları gibi.
Ekim Devrimi’ne bu tarz yaklaşım Troçki ve Lenin’lerin yaklaşımları ile çelişmemekte, onları da içermekte ve daha geniş bir perspektiften onları yeni bir ışık altında görmektedir. Örneğin, ABD’nin niye içindeki cumhuriyetleri coğrafi parçalar ve bir dünya birleşik devletinin parçaları gibi adlandırırken; İşçilerin devrim yaptığı Sovyetler’in; cumhuriyetleri, dile, dine göre tanımlanmış uluslar halinde tanımladığı; niye bu gün milliyetçiliğin en gerici biçiminin yayıldığını; hatta kendi çöküşünü bile açıklamaktadır.
O halde, Ekim Devrimi, İşçiler eliyle yapılmış bir burjuva devrimi veya burjuva uygarlığı yayılmasıdır. Burjuva uygarlığının üstyapısını yaymış, ama ilk zamanlar onun devrimci dönemine belli bir dönüşü içerirken, kendi hızlı yozlaşmasıyla, onun en gerici biçiminin de yayıcısı olmuştur.
Elbette Lenin’ler, Troçki’ler Sosyalisttiler. Milyonlarca işçi ve sosyalist, Sosyalist bir devrim yaptığını düşünüyordu. Ama yaptıkları, özünde işçiler ve Sosyalistler eliyle yapılmış bir burjuva devrimi, daha doğrusu bu devrimin, burjuva uygarlığının bir yayılışıydı. Bunun daha eşitlikçi bir versiyonu amaçlanıyordu. Kaldı ki ona bile ulaşılamadı. Tarihte de benzerlerdi vardır: Karmıta’lar gibi.
Onların sosyalist inançlarından zerrece şüphe etmiyoruz ve kendimizin onların mücadelelerinin sürdürücüsü görüyoruz. Ama Marks’ın dedği gibi,
“ Nasıl ki, bir kimse hakkında, kendisi için taşıdığı fikre dayanılarak bir hüküm verilmezse, böyle bir altüst oluş dönemi hakkında da, bu dönemin kendi kendini değerlendirmesi göz önünde tutularak, bir hükme varılamaz; tam tersine, bu değerlendirmeleri maddi hayatın çelişkileriyle, toplumsal üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çatışmayla açıklamak gerekir.”
Burada yapmaya çalıştığımız tam da budur.
09 Ekim 2005 Pazar



[1] Teorinin gün yüzüne çıkamamış ve “Farelerin kemirici eleştirisine” bırakılmış ilk açıklaması Alman İdeolojisi’dir.
[2] Burada “Açıklama” sözcüğünün altını çiziyoruz. Bir teoriyi açıklamak başkadır, uygulamak başka. Teorinin ilk genel uygulaması Komünist Manifesto’da görülebilir örneğin.
[3] Alıntıyı bulamadık, ama bir toplum nasıl anlaşılır bu analize nereden başlamak gerekir diye yazdığı metodolojiye ilişkin satırlar hatırlansın.

HDK Kongresi ve Ölüm Oruçları

$
0
0
Stratejik yanlışlar taktik manevralarla ve başarılarla düzeltilemez” diye bir söz vardır. Halkımız askeri kavramlar bağlamında değil ama günlük hayatın deneyleri bağlamında aynı sorunu “Akılsız başın cezasını elle ve ayaklar çeker” şeklinde ifade eder.
Bugün HDK Kongresi toplanıyor; aynı zamanda ölüm oruçları kritik, geri dönülmez (irreversibl)  noktaları epeydir aşmış bulunuyor. Bu yazının başlığı bunların zamandaşlığına değil; başlığın altındaki özlü sözlerde dile gelen bağlantıyı ifade etmeye ve vurgulamaya yöneliktir.
Bu benzetmede “Stratejik yanlışlar” ya da “Akılsız Baş”: Halkların Demokratik Kongresi’dir.
Taktik manevralarve başarılar” ya da “eller ve ayaklar”: Ölüm Oruçları’dır.
Neden böyledir? HDK ve ölüm oruçları arasında ne gibi bir bağlantı vardır?
Ama bunu anlamak için, önce politik ve toplumsal olayları anlamak ve yorumlamak için, son derece önemli bir metodolojik bir sorunu ele almak ve bunu tarihten bir örnekle açıklamak gerekiyor.
Gerçeğin özü ve akıl dışılığı, sadece gerçeğe bakarak anlaşılamaz. O ancak hayallerin ve olası başka gerçeklerin aynasında anlaşılabilir.
Egemen sınıflar; bürokratlaşmış dar kafalar, sadece var olan gerçeğin ufku içinde sorunları tartışırlar ve çözümler ararlar; içinde yaşadıkları dünyanın dışında başka bir dünyayı tasavvur edemezler ve edilmesinden de rahatsız olurlar. Devrimciler ise, her zaman gerçeğe hayallerin aynasından bakarlar. Hayaller ise, geçmişte veya mümkün olan başka şimdilerdir.
Tarihi ileriye bir gidiş olarak gören pozitivist ve ilerlemeci bakış, geçmişte bu günün akıl dışılığını ve saçmalığını anlamayı sağlayacak ölçütler görmez. Bütün büyük Marksistler ise, geçmişin komününde ve onun kalıntılarında bu günün eleştirisinin anahtarını bulurlar. Bu nedenle İbni Haldun’dan Marks’a; Engels’ten Kıvılcımlı’ya; Luxemburg’tan Benjamin’e bütün büyük devrimciler günümüze geçmişin aynasından da bakmışlardır ve o keskin eleştirilerini biraz da buna borçludurlar.
Ve sadece geçmiş değil; olası başka tarihler de aynı işlevi görebilir. Çünkü, yaşanan tarih yaşanması zorunlu ve mümkün tek tarih değildir.
Sosyalist hareketin tarihinden bir örnek verelim. Sık sık şöyle dendiğini işitiriz: “Stalin hatalar yapmış olabilir ama Alman Faşizmini yendi. Faşizm karşısındaki zaferi Stalin’e borçluyuz.”
Bu akıl yürütmede, Faşizmin ortaya çıkışı ve zaferinden sonraki koşullar bir başlangıç noktası olarak alınmakta ve sonrası o tarihe göre değerlendirilmektedir. Ancak, faşizmin o zaferinin bizzat Stalinizmin bir sonucu olduğu; bu sonuçların birer nesnel koşul haline dönüştüğü unutulmaktadır. Aslında zafer gibi görünenin, Stalinizmin egemen olmadığı bir tarihe göre bir yenilgi olduğu atlanmaktadır.
Ne 20 milyon Sovyet yurttaşının ne de 50 milyon insanın ölümü olmadan da çok daha ileri ve elverişli bir noktada bulunuyor olabilirdi tarih 1945 yılının yazında. Bir an için, bir bürokratik karşı devrimin yaşanmadığını var sayalım. Birbiri ardınca yapılmış hatalardan oluşan 1927 Çin devrimi, 1926 İngiliz Grevleri; üretici güçlerin korkunç bir tahribatına yol açan 1929 Kolektifleştirmesi gibi hataları bir yana bırakalım.  Sadece 1929 buhranı ve sonrasında; dünyanın en örgütlü ve bilinçli işçilerinin bulunduğu Almanya’da akıl almaz “Sınıf’a Karşı Sınıf” stratejisi denen, Sosyal demokratları “Sosyal Faşist” olarak niteleyen ve faşistlere karşı işçilerin birleşik bir cephesini kurmayı baltalayan politikalar izlenmeseydi, Almanya’da faşizm iktidar olamazdı. Hatta Kapitalizmin tarihindeki en büyük kriz bütün ileri kapitalist ülkelerde gerçekleşecek bir sosyalist devrimin başlangıcı bile olabilirdi.
Hadi bu olanağın hovardaca harcanıp, dünyanın en örgütlü ve kültive işçilerinin bir tek doğru dürüst direniş göstermeden faşizme teslim edilişini bir yana bırakalım. 1936’da İspanya Devrimi olduğunda, bu devrim bürokratik Sovyet devletinin çıkarlarına eda edilmese; Ulusal sorun ve Toprak sorunu; burjuvaziyi ürkütmemek için “Zaferden sonrasına” ertelenmese; bizzat zaferin bunların gerçekleşmesine bağlı olduğu görülse; İspanyol devrimcileri kurşuna dizilmese, İspanya’da kurulacak demokratik bir cumhuriyet bile, Hitlerin soluğunu keser ve Demokratik ve Sosyalist Hareketin yükselişine yeni bir güç verirdi.
Haydi hepsini bir yana bırakalım. Sadece gelen istihbaratlar değerlendirilse; Birlikler biraz daha akıllıca mevzilendirilse ve alarma geçirilseydi ve kaz gibi avlanmasaydı bile Alman orduları o kadar kısa zamanda öyle büyük kazançlar sağlayamazlardı. Bunu o zamanın neredeyse bütün askerlerinin ve istihbaratçılarının anıları kanıtlıyor.
O halde, bu verilen örnekte, Stalin’in zaferi gibi görünen şey, aslında bir yenilgide zaferdir. Eğer bu mantıkla gidilirse, bu günün kişi başına düşen gelir durumuna vs. barak Meşrutiyet’ten beri büyük işler yapıldığından söz edilebilir. Ama Ermenilerin ve Rumların kesilip sürülmediği bir Anadolu’da bugün nasıl bir zenginlik ve demokrasi olacağı göz önüne alınırsa, bugün İlerleme ve zafer gibi görünen her şeyin, aslında olası bir tarihe göre nasıl bir yenilgi ve gerileme olduğu daha iyi anlaşılabilir.
Ya da daha yakın tarihten bir örnek verelim. Diyelim ki, Özal’ın kıytırık Kürt sorununu çözme planı gerçekleşseydi bile, bugün bu topraklarda yaşayan insanların bugün bulunacağı demokrasi ve refah seviyesi karşısında bugünkü durum aslında koca bir kayıp ve gerilemeden başka bir şey ifade etmez.
O halde günümüzü anlamak için, ona hayallerin aynasından; olası başka tarihlerin aynasından bakmalıyız ki onların nasıl bir gerilemeyi; zafer gibi görünenlerin aslında nasıl bir yenilginin sonuçları olduğu daha iyi anlaşılabilsin.
İşte bugünkü Ölüm Oruçları’nda durum tam da budur.
Ölüm Oruçları, stratejik yanlışları ve onların sonuçlarını ortadan kaldırmaya yönelik korkun büyük fedakârlıklardır. Ölüm Oruçları, İkinci Dünya Savaşında ölen 20 milyon Sovyet yurttaşı; 50 milyon insandır. Aynı noktaya hatta çok daha ilerisine bütün bu korkunç acılar olmadan da ulaşılabilirdi. Bunu mümkün görmeyen bir tarih, “gerçek olan aklidir” diyerek gerçeğin karşısında kölece bir boyun eğiş ve onu meşrulaştırmadır. Ama “Akli olan da gerçektir” ve devrimciler akli olanın gerçek oluşunu ve bu potansiyeli temsil ederler.
Diyelim ki Ölüm Oruçları bir zaferle sonuçlandı. Onlarca, yüzlerce ölüm AKP iktidarını köşeye sıkıştırdı ve geri adım atmaya zorladı. Bu durumda bile, bu zafer Stalin’in Hitler karşısındaki zaferine benzer. Hâlbuki aynı noktaya hatta ondan çok daha elverişli bir noktaya, çok daha az acı ve fedakârlıklarla da; akıllıca bir strateji ve programla da gelinebilirdi ve gelinebilir.
*
Kürt hareketi içinde Öcalan yıllardır Türkleri de kapsayacak bir demokratik hareket yaratmak için proje üstüne proje üretir.
Bu projeler bir yandan Kürt Burjuvazisi tarafından; diğer yandan Türk sosyalist örgütleri tarafından peş peşe sabote edilir; edilemezse içi boşaltılır.
Kürt burjuvazisi, Kürt hareketi içinde, sanıldığından çok güçlüdür ve özellikle legal alandaki örgütlerde hareket içindeki gerçek gücüne göre çok daha güçlü ve etkili temsil edilir. Bunların Türkiye’de Demokratik bir hareket yaratma gibi bir sorunları yoktur. Bunların elbette kendi amaçları açısından müttefik olarak kullanabilecekleri demokrat Türk güçlerinin olmasından rahatsız olmazlar. Ama bunlar Kürtlerin dışında ve destekçi olarak varsalar iyidirler.
Öcalan’ın aksine, bunlar için, demokratik bir cumhuriyet, sadece Türkiye için değil, bütün Orta Doğu için, bircik çözüm değil; uzun vadede kesin bir ayrılma ile sonuçlanacak tabii bina giderken de çok kanlı çatışmalara yol açacak bir ayrılma programının bir alternatifidir. Bunların alternatif olarak görüp, “olmazsa ayırılırız ha” diye bir tehdit unsuru olarak kullanılan demokratik Cumhuriyet; Öcalan’da biricik çıkış yoludur.
Bu çok temel bir farktır: Öcalan’ın temel tezi veya Öcalan’ın temsil ettiği, Kürt hareketindeki pleplerin ve kadınların programı, Bunların alternatif olarak sunduğunun hiçbir zaman bir alternatifinin olamadığı ve olamayacağıdır. Bu nedenle Öcalan, durmaksızın, Türkiye’nin demokratik güçlerini örgütlemek, bir demokratik hareket yaratmak için projeler üstüne projeler üretir. İlk gidebilecekleri de Türkiye’nin sosyalistlerinden başkası değildir.
Buna karşılık Kürt Burjuvazisi, esas müttefiklerini liberallerde görür. Öcalan’ın önerileri, Çatı Partisi, Blok, HDK vs., onlar için dostlar alışverişte görsün türünden işlerdir ve bunları sürekli olarak her düzeyde olmamışa çevirirler içini boşaltırlar.
Böyle düşünmeyenler de, bu davranışlar karşısında, Türkiye’de bir demokratik hareket olmadığı için direnemez; ya da direncini ancak çok dolaylı biçimlerde açığa vurur. Böylece Kürt Hareketine, bir yanda Öcalan ve KCK’nın damgasını vurduğu demokratik bir program egemen gibi görünür; söylem düzeyinde hep bu görünür; ama fiiliyatta Kürt burjuvazisinin içini boşalttığı bir uygulama ve taktikler bütünü vardır.
Bunu görmek için, IMC TV’nin ya da Özgür Gündem veya Özgür Politika’nın programlarına ve sayfalarına bakmak yeter.  Bir yığın liberal hatta ulusalcı oralarda bay köşeleri doldururken doğru dürüst bir demokrat yok denecek kadar azdır. Oralarda sadece Türk demokratların değil; Kürtlerin içindeki demokratların da sesi soluğu çıkmaz.
Ama Kürt burjuvazisinin bu muazzam etkisinin en büyük müsebbibi Türk sosyalist örgütleridir. Onlar aslında Kürt burjuvazisiyle aynı gerici milliyetçilik anlayışındadırlar. Programlarını ulusun Türklükle tanımlanmasına karşı değil; Kürtlüğün tanınması noktasından oluştururlar ve Kürt burjuvazisiyle aynı gerici milliyetçiliğe dayanırlar Öcalan’ın demokratik bir ulus oluşturma deneme ve girişimleri karşısında.
Ama sorun sadece bu ideolojik ve programatik ortaklık değildir. Onların küçük birer örgüt olarak varlıklarını sürdürmeleri de bugünkü ilişkilerin ve bölünmelerin olduğu gibi sürmesine bağlıdır. Türkiye’de oluşabilecek gerçek bir demokratik hareket hem bu küçük örgütlerin sonunu getirir.
Bu nedenle, demokratik bir kitle hareketinin oluşmasından ölümü görmüşçesine korkarlar. Kürt burjuvazisi de Türkiye’de bir demokratik hareket oluştuğu takdirde, Kürt hareketinin plebiyen kanadının daha güçlü bir pozisyon alıp kendisine karşı daha açıktan karşı durup kendisinin etkisini iyice sırlayacağını bildiğinden, böyle bir demokratik hareketten ve onun oluşumundan ölümü örmüşçesine korkar.
Böylece Kürt burjuvazisinin sınıfsal eğilim ve çıkarlarıyla; küçük veya büyük Türk sosyalist örgütlerinin bir örgüt olarak varlıklarını koruma ve sürdürme eğilimleri tencere ve kapağı gibi birbirine uyar.
Böylece  Kürt hareketi ile ittifak yapan sol ve sosyalist örgütleri ile Kürt Burjuvazisi arasında, aslında kayıkçı dövüşünden başka bir şey olmayan ama birbirlerinin varlığına haklılık kazandıran zımni bir işbirliği vardır. Bu zımni işbirliği ve açmaz kırılmadıkça, Türkiye’de bir demokratik hareketin yaratılması ve Kürt hareketinin Plebiyen ve demokratik kanadının da Kürt Burjuvazisinin elinde rehine olmaktan kurtulması mümkün değildir.
Olaylara bu sınıf ilişkileri ve mücadelesi açısından bakmadıkça olan bitenin ne olduğunu anlamının hiçbir olanağı yoktur. Ve Türk sosyalist örgütlerinin ve Kürt burjuvazisinin bütün derdi de böyle bir bakış açısının ve problem koyuşunun varlığını bile gözlerden ve gönüllerden uzak tutmak; tümüyle tartışma ve gündem dışı bırakmaktır.
İşte HDK, Türk sosyalistleri ve Kürt burjuvazisi arasındaki bu zımni işbirliğinin ve demokratik bir programı ve bakışı gözlerden uzak tutmanın; demokratik bir hareketin oluşmasına karşı mücadelenin bir aracından başka bir şey değildir. Öcalan’ın önerisi olan Kongre fikri, Öcalan’ın stratejisine karşı bir Kürt burjuvazisi ve Türk sosyalist örgütlerinin ortaklaşa kullandığı bir silaha dönmüştür.
Burada okuyucuya şunu belirtmek durumundayız. Abdullah Öcalan’ın savunduğu programın Türkler arasında karşılığı olabilecek programı, stratejiyi ve taktikleri yıllardır sadece biz savunmaktayız Türkiye Sosyalistleri arasında ve o sosyalistlere karşı
Bu programı, bu stratejiyi her adımda ortaya koyduk ve savunduk. Türk sosyalistleri ve Kürt burjuvazisi, psikolojik savaş yöntemleri dahil (kişisel düzeyde hakkımızda söylenenler, deli olduğumuzdan, müzmin muhalifliğimize kadar bin bir biçimde sözler örneğin) bürokratik ve idari araçlarla engellediler ve sesimizi her durumda kısıp; gündemden, gözlerden ve bilinçlerden uzak tutmayı başardılar.
Sadece bir ikisini hatırlatalım. 2008 Yılında Bilgi Üniversitesi’nde o zamanlar Çatı Partisi için bir araya gelinmişti, yine Abdullah Öcalan’ın bastırmasıyla. Orada o zamanlar bugünkünden çok farklı bir çizgide bulunan diğer Türk sosyalist örgütlerinden bir farkı bulunmayan ve onlarla ilişkilerine göre davranan Ertuğrul Kürkçü Kürt burjuvazisinin gökte aradığını yerde sunmuştu. (O zamanlar Kürkçü, Kürtlere “Emeğin dili” öğretmekten söz ediyordu; şimdi Kürtlerden “Demokrasinin dili”ni öğreniyor; o zamanlar “etnik temelli” siyasete karşı çıkıp “Sınıf temelli” siyaset diyordu; şimdi her konuşmasına çeşitli “etni”lerin dillerinde selamlamakla başlıyor. Aslında şimdi sözde değil ama gerçekte “sınıf temelli” siyaset yapmış oluyor. Sadece bunlar bile Ertuğrul Kürkçü’deki olumlu ve büyük dönüşümü gösterir. Biz bunu selamlıyoruz.)
Biz o Kongre’de tüm Kongre delegelerine, Ortadoğu İçin Demokrasi Manifestosu’nu “Büyük Ortadoğu Projesi ve Sosyalist Strateji” adlı kitapla birlikte dağıttık. Ne Türk sosyalist örgütleri, ne de Kürt burjuvazisi bu demokratik ulusçuluğu savunan gerçek bir Demokratik Cumhuriyet için İşçi ve Sosyalist hareketin 150 yıllık mücadelesinin derslerinden süzülmüş bu programın adını bile anmadılar.
Demokratik bir hareket oluşturma denemesi daha ilk adımda havaya uçtu Bilgi Üniversitesi’nde.
Fiyaskoyla biten o toplantıdan sonra bu ölü doğmuş bebeği yaşatma çabalarının adı Demokrasi İçin Birlik Hareketi gibi kallavi adlar alan girişimlere dönüştü. Program işleri komisyonlara havale edildi. Program önerimizin, “böyle bir öneri de vardır” diye olsun adı bile anılmadı. Bütün yapılanlar böyle bir program önerisinin varlığını gizlemek, gündeme almamak ve tartıştırmama üzerinden yapıldı. DBH’nın Ankara’da yapılan kongresinde resmen zorla gündem önermemiz bile engellendi. En son HDK 1. Kongresi’nde yazdığımız yazılarda uzun uzun anlattığımız gibi yine engellendi.
Bütün bu rezaletleri de hiç olmamış, yokmuş ve yazılmamış gibi görmezden geldiler. Şunu anlamıyorlar, bize yapılan bunlar atlanamaz; hatalar sizden hızlı koşarlar; imerde karşınıza çıkarlar. Ermeni katliamı sanki unutulmuş gibiydi. Ne oldu. Şimdi aşılmaz bir engel; ve yapılmazsa ileriye bir adım gidilemeyecek bir devasa hesaplaşma olarak ortada duruyor. Bize yapılanlar tıpkı Ermenilerin katledilmesi gibidir. Onlardan kaçılamaz. Oralara dönüp hesaplaşmaya girilmeden bir adım bile atılamaz.
Ve işte hala Türk sosyalistleri ile Kürt burjuvazisi oyun oynamaya devam ediyorlar. Türkiye’de bir demokratik hareket oluşmasını iş ve güç birliğiyle engelliyorlar. Bütün bağımsız gelenleri kaçırdılar; kalanlar, hasbel kader, gidecek başka yer yok diye oradalar.
Yapılanları apaçık yazdığımız halde bir tek kişi bile bunu HDK’nın gündemine alıp tartışılmasını istemiş değil. Daha ilk kuruluş kongresinde böylesine bir haksızlığı kedi pisliği örterce örten bir örgütten hiçbir hayır çıkmaz ve çıkmayacaktır. HDK da, dostlar alışverişte görsün örgütüdür. HDP adlı bir Seçim partisi olmayı ve kurmayı bile kabullenerek zaten filen kendisi de bu işlevini zımnen onaylamış bulunmaktadır. Türkiye’de demokratik bir kitle hareketi örgütlemek gibi bir amacı olan bir birlik böyle bir “seçim partisi” kişiliksizliğine baştan karşı çıkadı.
Gerçi ölü gözünden yaş beklemektir, ne Kürt burjuvazisinin ne de Türk sosyalist örgütlerinin aşağıdaki önerilerimizi gündeme alıp gerçekleştirmeleri ve kendi iplerini çekmeleri beklenemez ama, biz bir kere daha HDK’nın canlanması için önerilerimizi sunalım.

Örgütsel Olarak Acil yapılması Gerekenler

1)      Başlangıçta, tulumbaya koyulacak bir maşrapa su olarak Türk sosyalist örgütleriyle, örgütler olarak bir araya gelmek anlaşılabilirdi belki. Ama ilk kongreden sonra, örgütsel tüm temsillerin ortadan kaldırılması, katılımın sadece birey bazında olması gerekmekteydi ve gerekmektedir.Örgüt denen urlar kesilip atılmadan HDK bağımsız ve sağlıklı bir organizmaya dönüşemez. Örgütler varlıklarını elbette koruyabilirlier; elbette HDK politikası ve yönetiminde daha büyük ağırlıkla temsil edilmek için mücadele edebilirler. Ama buna örgütsel temsiller aracığıyla değil; üyelerini birey olarak HDK’ya üye yaparak onların nicelikleri ve çalışmaları ölçüsünde olabilir ve olmalıdır. Bu aynen BDP için de geçerli olmalıdır. BDP de HDK içinde, HDK’ya üye olan bireylerinin ağırlığı ve etkisi ölçüsünde belirleyici olabilir ve olmalıdır.
2)      Bu ilk adım atıldığında, Türklerin ve Kürtlerin ayrılmışlığının yerini, Kürt veya Türk, aynı örgütteki insanların başka programatik, stratejik taktik kriterlere göre; örneğin demokratik bir programı savunmak veya savunmamaya göre ayrılmalarının yolu açılmış olur. Yani bugünkü bölünmelerle bölünülmüş olur. Bu demokratik bir hareketin olmazsa olmaz koşuludur.
3)      Sadece bireysel üyeliğin mümkün olması, katılım ve demokratik bir yarışmacılığı besler. Böylece taşlaşmış örgütlerden uzak duran ve aslında en sağlıklı olan unsurların tekrar aktifleşmesi ve örgütsel hayata damgalarını vurması gerçekleşir. Ayrıca bunun bir yan ürünü de, örgütlerin kabuklarının kırılması, başka örgütlerden veya bağımsızlarla bir arada iş yapmaya başlayan örgüt militanlarının kabızlıklarının azalması, kendi dar kafalı örgütlerini de sorgulamaya başlaması gibi bir yan etkisi de olur
4)      HDK’nın tüm Türkiye’deki bütün birimleri ve bir bütün olarak tümü, İnternette, tartışma ve haberleşmelerini tüm üyelerinin dahil olduğu bir tek mail gruplarında yapmalı ve bu grup örgüt üyesi olmayan herkes tarafından izlenebilmeli ve okunabilmelidir. Böylece her üye tüm örgütün bütününe ulaşma ve onları görüşüne kazanma olanağına sahip olur. Ayrıca bu sayede her üye, örgütün bütününün gücü faaliyeti, yaptıkları ve yamadıkları hakkında doğrudan bilgi sahibi olur. Bizzat bu tür bir açıklık ve demokratik ortam yepyeni enerjilerin harekete geçmesine; bütün bürokratik yapıların yıkılmasına da yol açar. Türkiye’de yepyeni bir demokrasi kültürünün gelişmesine vesile olur. (Bu yönde Almanya’daki Korsanlar Partisi örnektir ve onun kullandığı bilgisayar programı da kullanılabilir.)

Taktik Olarak Acil yapılması Gerekenler

1)      Ateşkes, sınırsız bir fikir ve örgütlenme özgürlüğüne bağlı olarak savunulmalıdır. Bir tek kanun maddesiyle, fikir, örgütlenme ve gösteri özgürlüklerini kısıtlayan bütün yasalar, yönetmelikler iptal edilmelidir. Böylesine tam bir özgürlük, zaten bütün siyasi hükümlülerin ve davaların dışarı çıkması anlamına gelir. Herkesin her şeyi savunabildiği ve bunun için birlikler kurabildiği bir ülkede, silaha başvurmak anlamsız olacağından, PKK’nın derhal ateş kesip sınır dışına çıkması buna bağlı olarak savunulur. Böylece Ateşkes ve barış, demokrasiye bağlanır.

Programatik ve Stratejik Olarak Yapılması Gerekenler

 

1)      Bugünkü program derhal kaldırılmalıdır. Kürtlüğün ya da Aleviliğin veya başka dinsel, etnik, dilsel kimliklerin tanınması yerine; bugünkü ulusu belirleyen dinsel, etnik, dilsel vs. tanımların kaldırılması temel program olmalıdır. Yani ulusun Türklükle ve Sünni İslam’la tanınmasına son verilmesi. Bunun için son derece net açık ve somut tedbirler. Herkese anadilinde eğitim hakkı. Ama herkesin ana dilinde, aynı Tarih kitabını okuması. Bu kitabın tüm dillerden, dinlerden, etnilerden bir kurulca yazılması. Bu tarih kitabı fiiliyatta ulusların tarihi olmadığına dair bir tarih kitabı olur.
2)      Buna bağlı olarak, tüm düzeylerde her türlü idari birimin seçimle gelmiş organ ve yöneticilerde olması; merkezi idarenin atadığı memurlara son verilmesi.
3)      Bütün dikkat ve vuruş bu iki maddelik acil programa yöneltilmelidir. Bu Türk ve Kürtleri birleştirebilecek; demokratları ve demokrat olmayanları ayrıştırabilecek biricik programdır
Bir demokratik hareket oluşturulması için, ilk planda ve acil olarak yapılması gerekenler bunlardır.  Eğer bunlar 2008’deki Çatı Partisi Toplantısı’nda yapılsalardı…
 Haydi o zaman olmadı diyelim, daha sonraki Demokrasi İçin Birlik Hareketi’nin Ankara Kongresi’nde yapılsalardı…
 Haydi o zaman olmadı diyelim, geçen seneki HDK kongresinde yapılsalardı, bugün Türkiye’de Türkler arasında da hızla gelişen kitlesel bir demokratik hareket yaratılmış olurdu.
Böylesine güçlü bir hareketin olduğu bir ülkede, şimdilerde ölüm oruçlarında geri dönüş sınırlarını aşan  mahkumlar içerde olmazdı; içerde olsalar bile Kürt burjuvazinin etkisini kırmak için açlık grevine girip, bu stratejik yanlışları taktik manevralar ve büyük fedakarlıklarla gidermeyi denemek zorunda kalmazlardı.
Bu ölüm oruçları aynı zamanda, Kürt Özgürlük hareket içindeki sınıf mücadelesinin bir görünümüdür ve pleplerin, AKP’nin kendilerini tutuklayarak önünü açtığı Kürt Burjuvazisinin etkisini sınırlama; mücadelenin öncülüğünü onlardan tekrar geri alma girişimidir.
Türk sosyalistleri ve Kürt burjuvazisi, dayanışma gösterileriyle, aslında stratejik bir yanlışı taktik manevralarla düzeltme çabalarından başka bir şey yapmamaktadır.
Açlık grevleriyle dayanışma; HDK’ya bu program, strateji, taktik ve örgüt biçimlerini kabul ettirmekle olur.
Bunlar karşısında susup, bunları gündeme almayıp şurada veya burada yapılacak dayanışma girişim ve gösterilerinden başka gündem bilmemek, aslında dostlar alışverişte görsün kurnazlığından başka bir şey değildir.
Elbet bunlar yapılacaktır. Ama bunlar taktik çabalardır, stratejik bir yanlışı gideremezler. Yapılması gereken stratejik yanlışa son vermek; akılsız başı kesmektir.
Her kim ki, bunu görev olarak ortaya koymadan, şurada veya burada yapılacak dayanışma girişimlerini buna alternatif bir pratik militanlık olarak sergilemektedir, aslında dayanışır gibi yaparak yeni ölümlerin yolunu açmaktadır.
Bakın bugünkü HDK kongresinin gündemine. Program akışını gündem diye yutturan, sözde günün acil sorunu olan ölüm oruçlarını tartışan, ama gerçek sorunlardan kaçısın ve onların örtüsü olan dostlar alışverişte görsün toplantısından başka bir şey değildir.
Bu yukarıda önerdiğimiz konuları gündeme alıp tartışmayan ve bu değişiklikleri yapmayan bir HDK bir dostlar alışverişte görsün örgütü olmaktan başka bir şey olamaz ve değildir.
10 Kasım 2012 Cumartesi
Demir Küçükaydın
demiraltona@gmail.com

Kültürel Önyargılar, Bilim, Engels ve Emek Kategorisi

$
0
0
Bir süredir Kıvılcımlı Sempozyumu bağlamında Hikmet Kıvılcımlı’nın Maymundan İnsana geçiş sürecine ilişkin yazdıklarının, gerek olgular gerek genellemeler düzeyinde, en son bilimsel araştırmalar ışığında ne ölçüde geçerli olduğu üzerine bir yazı hazırlıyordum. Bu dönemi ele alırken, elbette Kıvılcımlı aynı zamanda Engels’in sadık bir talebesi olduğundan, bu döneme ilişkin olarak Engels’in yazdıklarının da bir kontrolü, dolayısıyla Engels’in de bir eleştirisi oluyordu.
Engels’i ve yanlışlarını ele alınca bunun bir yan ürünü olarak aşağıdaki gibi bir yazı da çıktı. Bu yazı aynı zamanda Kıvılcımlı’nın da bir eleştirisi içermekle birlikte, konu doğrudan Kıvılcımlı değildir. Engels örneğinde kültürel önyargılar, değerler ve bunların etkileri üzerine bir yazıdır. Ama sadece bu kadar değil, Marksizmin en temel kavramlarının yeniden tanımlanması ve bunların mantık sonuçlarına götürülmesi üzerine de bir yazıdır. Benim bile şaştığım sonuçlar ortaya çıktı.
Bir yan üründür bu yazı ama sanırım esas üründen daha önemlidir.
İlginç bulunacağını sanıyorum.

*
Temel konularından biri, kültürel ön yargıların nasıl bilimsel körlükler yarattığı; nasıl bilimsel denen yargıların içine sindiği olan, harikulade denemelerin yazarı Paleantolog Stephen Jay Gould, 19. yüzyılda, insan oluş sürecinde, beynin mi ve dik durmanın mı öncelikli olduğu yolundaki  teoriler arasındaki mücadeleyi anlatırken Engels’in dik durmaya öncelik veren görüşünü takdir eder. (Ama esas olarak Engels’i, beyne öncelik veren teorilerin sosyolojik açıklaması bakımından över[1].) Şöyle yazar:
“Peki Oken ve Haeckel’in karşı çıkmasına karşın beynin önceliği fikri niçin böylesine güçlü bir şekilde yerleşmiştir? Kesin olan, bunun kanıtlarla hiçbir ilgisi olmadığıdır, çünkü iki görüşten herhangi birini destekleyecek hiçbir dolaysız kanıt yoktu. Beynin önceliği dogmasının yerleşmesinden çok sonraya, on dokuzuncu yüzyılın sonlarına değin, Neandertal (birçok antropologa göre kendi türümüzün eş zamanlı bir varyasyonu) dışında hiçbir insan fosili bulunmamıştı. Ancak hiçbir kanıta dayanmayan tartışmalar bilim tarihinin en aydınlatıcı tartışmaları arasındadır, çünkü olgusal kanıtlamaların yokluğunda, düşünceyi bütün olarak etkileyen (ve bilim adamlarının durmadan inkâr ettiği) kültürel yargılar apaçık ortaya çıkar.
Aslında on dokuzuncu yüzyılda, kuşkusuz birçok okuyucuyu şaşırtacak bir kaynaktan, Friedrich Engels’ten parlak bir açıklama gelmiştir. (Biraz düşünmek bu şaşkınlığı azaltacaktı. Engels’in doğa bilimlerine güçlü bir ilgisi vardı ve genel diyalektik maddecilik felsefesini “pozitif” bir temele yerleştirmek istiyordu. (…) Engels, 1876’da, Anteil der Arbeit an der Menschenwerdung der Affen (Maymundan İnsana Geçişte Emeğin Rolü) başlıklı birdeneme yazdı. Bu deneme ölümünden sonra, 1896’da yayımlandı ve ne yazık ki Batı biliminin üzerinde önemli bir etkisi olmadı.
Engels insan evriminin üç ana özelliğini ele alır: konuşma, büyük beyin ve dik duruş. Ona göre ilk adım, ağaçlardan inerek yerde yaşamaya başlayan atalarımızda dik duruşun evrimleşmesi olmalıdır. (…) Dik duruş, araç kullanımı (Engels’in terminolojisiyle, emek) için eli özgür hale getirdi; zekânın artması ve konuşma daha sonra geldi.”
*

Bilimde, aynı önermenin, farklı soyutlama düzeylerinde, bir yandan devrimci denebilecek bakış açıları ve sonuçlar içerirken aynı zamanda son derece yanlış önermeleri savunduğu çok görülür. Engels’in bu önermesi bu türden doğru ve yanlışların iç içe geçmişliğinin tipik bir örneği olarak ele alınabilir.
Burada konudan biraz uzaklaşır gibi yaparak, Gould’un Engels’te esas önemli bulduğu ve övdüğünün eleştirisine gireceğiz. Ama önce Gould’un Engels’in açıklamasında esas değerli bulduğunun ne olduğunu görelim:
Gould şöyle yazıyor.
Engels’in denemesinin önemi temel vargılarında değil, Batı biliminin beyne öncelik veren a priori seava neden bu kadar bağlı olduğuna ilişkin keskin politik çözümlemesinde yatar.
Engels’e göre, insanlar maddesel çevrelerini denetim altına almayı öğrendikten sonra, ilkel avlanma yöntemlerine yeni beceriler eklediler – tarım, ip eğirme, çömlekçilik, gemicilik, sanatlar ve bilimler, hukuk ve politika ve sonunda “insana ait şeylerin insan aklındaki düşsel yansıması: din.” Refah biriktikçe, küçük gruplar gücü ele geçirdi ve başkalarını kendileri için çalışmaya zorladı. Bütün refahın kaynağı ve insan evriminin temel itici gücü olan emek, yönetenler için çalışanlarla aynı düşük statüyü edindi. Yönetenler iradeleriyle (yani zihinsel becerileriyle) egemenlik kurdukları için, beyinsel etkinlikler, kendiliklerinden harekete geçirici bir güce sahip gibi görülmeye başlandı. Felsefe mesleği saf bir gerçek idealine bağlı kalmadı. (…) Bir önyargıyla savaşabilmek için önce onun farkına varmak gerekir. beynin önceliği savı o kadar açık ve doğal görünüyordu ki, profesyonel düşünürlerin ve onların patronlarının sınıfsal konumlarıyla ilgili toplumsal bir önyargı olarak görülmek yerine, verili bir olgu olarak kabul edildi. Engels şöyle der:
Uygarlığın hızlı gelişiminin bütün erdemleri, akla, beynin gelişimine ve etkinliklerine atfedildi. İnsanlar eylemlerini ihtiyaçlarıyla değil düşünceleriyle açıklamaya alıştı. (…) Böylece zaman içinde idealist dünya görüşü ortaya çıktı ve özellikle antik dünyanın yıkılışından sonra insanların zihninde egemen oldu. Etkisi hala o kadar güçlüdür ki, Darwinci okulun en maddeci doğa bilimcileri bile hala, insanın kökeni hakkında açık bir görüş oluşturamıyorlar, çünkü bu ideolojik etki altında, emeğin oynadığı rolü fark edemiyorlar.
Bu denemenin önemi, Australopithecus’un Engels’in (Haeckel sayesinde) önerdiği kurama uyması gibi memnuniyet verici bir sonuçta değil, bilimin politik rolüne ve düşünceyi bir bütün olarak etkileyen toplumsal önyargılara yönelik keskin kavrayışlı çözümlemesindedir.” (Gould, a. g. e., s: 224, 225)
Yani Gould, Engels’in evrimi açıklamasından ziyade, beyne öncelik veren açıklamalara ilişkin sosyolojik açıklamasını daha önemli ve değerli bulmaktadır.
Burada Engels’in ve Gould’un açıklamasını uzun uzun aktarmamızın bir nedeni var. Çünkü Gould’un Engels’i övdüğü yan da, yani emeğe öncelik verme de tıpkı beyne öncelik verenlerin zaafıyla maluldür ama bu zaaf tersinden ortaya çıkmaktadır. Yani Engels de Emeğe öncelik verirken, sol kültürün yargılarını bilimsel bir yargıymış gibi açıklamada kullanmaktadır.
Ama bu hata başka türden, başka bir soyutlama düzeyinde bir hatadır.
*
Engels, sosyolojinin konusunun, yani toplumun henüz bulunmadığı bir dönemde, sosyolojik kavramlarla biyolojik bir süreci açıklamaya kalkmaktadır. Engels’in temel ve çok büyük hatası budur ve bu hatanın ardında da büyük bir olasılıkla, sol kültürün değer yargılarının, yani emeğe verilen önem ve değerin, bir toplumsal önyargının, bilimsel bir açıklama yerine geçmesi bulunmaktadır.
Engels, dik durmaya ve alet kullanmayaöncelik tanırken doğru bir bilimsel öngörüde bulunmaktadır ama alet kullanmayı“emek” kategorisiyle ifade ederek, sol kültürün emeğe verdiği önemi ve değeri, emeğin olmadığı bir dönemi ve süreci açıklamakta kullanarak, tersinden akla öncelik verenlerin hatasını yapmaktadır.
Eğer Engels, “Emek”ten değil; Alet’ten, Cansız Araçlar’dan söz etseydi, bu hatayı yapmış olmazdı, ama Engels “Emek”ten söz etmektedir. Yanlış buradadır.  (ki, bu bizzat Marks ve kendisinin dayandığı emek-değer teorisini bile yaralamaktadır.)
Emek’ten söz etmek neden yanlıştır?
Engels, Maymun’dan İnsan’a geçişten, yani biyolojik evrimden, bir türden diğer türe geçişten söz etmektedir.
Emek ise sosyolojik bir kategoridir. Emek ancak toplumsal var oluşun olduğu bir yerde olabilir.
Ama Engels’in ele aldığı dönemde henüz Toplumsal Varoluş yoktur. Henüz Toplum var olmadığı için Üretim ve Emek kategorileri de yoktur.
Eğer o dönemde üretim, emek ve üretim aracı gibi kategoriler ortaya çıkmış olsaydı, o zaman biyolojik tür değişimleri değiltoplum biçimlerinin değişimleri ya da en azından ikisi bir arada olurdu. Çünkü emeğin olduğu yerde, yani toplumun var olduğu yerde, Üretim olur; Üretim varsa, orada üretici güçler; üretim ilişkileri vs. yani tüm toplumsal yapı olur. Ama Engels hem toplumsal yapı değişmelerini değil; biyolojik yapı değişmelerini ele almaktadır hem de o dönemde toplum yoktur.
Engels’in ele aldığı dönem, yani maymundan insana geçiş dönemi, bugünkü verilere göre  dört milyon yıl önce başlar ve 200.000 yıl önce modern Homo Sapiens’in yanı bizim içinde bulunduğunuz türün ortaya çıkışına kadar sürer.
Ele alınan zamanda, Toplum’un ortaya çıktığına, var olduğuna ve evrildiğine dair en küçük bir veri bile yoktur.
Toplum muhtemelen çok yeni bir var oluş biçimidir, topu topu 100.000 ile 70.000 yıl öncesinde ortaya çıkmış olmalıdır. (Bizim kanımızca 70.000 yıl önce, mitokondriyal Havva zamanında).
Emek sosyolojik bir kategori olduğuna göre, Engels, henüz Emeğin olmadığı bir dönemde, “Emeğin Rolü”nden söz etmiş olmaktadır. Bu yeryüzü gezegeninin oluşumunda canlıların rolünden söz etmek gibi bir yanlıştır.
*
Emek niçin sosyolojik bir kategoridir?
Bir çoban köpeği, bir sürüyü toparlar ve güderken; bir öküz bir tarlayı sürerken; ehlileştirilmiş maymunlar Hindistancevizi ağaçlarının tepesine çıkıp Hindistan cevizi hasadı yaparlarken; arılar bal yaparken bir yapmış, emek harcamış, bir üretim yapmış olmazlar. (Dolayısıyla onlar sömürülmezler ve bir sınıf oluşturmazlar.) Çünkü onlar üretim aracıdırlar. Üretimi üretim aracını kullanan yapar; emeği üretim aracını kullanan harcar. Emek harcayan çoban köpeği değildir sürüyü toplayan ve ağıla kadar götüren. Oturduğu yerden ıslıkla köpekleri yöneten çobandır emeği harcayan. Köpekler bir tür canlı robotlar gibi Çoban’ın emek üretkenliğini arttıran üretim araçları; “alet”lerdir; organik aletlerdir.
Fiziksel olarak bir güç harcamak; bir şeyleri değiştirmek; sosyolojik olarak emek harcamak değildir; bir şeyleri yaratmak ya da değiştirmek de da üretmek değildir. Arı bal yaptığında bal üretmiş bu üretim için emek harcamış olmaz. Kovanlardan balı toplayan arıcı emek harcamış; üretim yapmış olur. Onlar bütün bunları yaparken, birer üretim aracıdırlar; üretimi onları çalıştıran toplum yapar.
Bir başka örnek olarak ehli hayvanlar ve bunlardan bir aleti kullananları ele alalım. Bir sabanı çeken bir at ya da öküzün, harcadığı güç, emek kategorisine girmez. Öküzün kendisi bir üretim aracıdır. Organik bir araçtır, canlıdır ama yine de bir araçtır; üretim sürecindeki işlevi sabandan veya bir traktörden farklı değildir. Ama o sabanın arkasında duran ve öküzü yönlendiren küçük çiftçi veya işçi, öküzünkiyle kıyaslanmayacak ölçüde küçük bir enerji harcadığında, bir emek harcar; yaptığı iştir; üretim aracı değildir; üreticidir.
Engels’in hatası burada çok net olarak ortaya çıkmaktadır. Engels, yukarıda da belirtildiği gibi, henüz toplumun ortaya çıkmadığı bir dönemde toplumsal bir kategoriyi kullanarak biyolojik evrimi açıklamak gibi bir yanlış yapmaktadır. Bu, biyolojik evrimin kategorileriyle evrenin ve maddenin evrimini açıklamak gibi bir yanlıştır.
Peki, Engels’e bu yanlışı yaptıran nedir? İki nedenden söz edilebilir.
Birincisi, Emek, Sömürü, Üretim gibi kategorilerin sol kültürde yüklendiği açıklayıcı ve ezilenlerin mücadeleleriyle özdeşleşmiş yaygınlığıdır. Engels’in yazısının üzerinden yüz yıldan fazla bir zaman geçmiş olmasına rağmen, bir tek Marksist’in bile Engels’in yanlışını görmemiş; buna dikkati çekmemiş olması anlamlıdır ve sosyalistlerdeki kültürel kotların, nasıl bilimsel kavramların yerini aldığının, bunun yaygınlığının ve gücünün bir göstergesidir.
Ancak kanımızca bu yanlışın temelinde metodolojik bir boyutta bulunmaktadır. Zaten bu metodolojik yanlış nedeniyle kültürel yargılar gerçek bir bilimsel açıklamanın yerine geçebilmektedir,
Bu metodolojik yanlış, Toplum kavramı ve onun tanımıyla ilgilidir.
*
Ancak bu konuya girmeden önce, Emek kategorisinde kalarak, Emeğin sosyolojik bir kategori olmasının, şaşırtıcı başka sonuçlarıüzerinde de duralım.
Engels, emek kategorisini bir anlamda alet kullanma ile özdeşleştirerek, emek ve aleti birbirinden ayrılmaz gibi de ele almaktadır. Bu da ciddi bir karışıklığa yol açmaktadır. Emek ile Alet’in ya da üretim aracının hiçbir ilişkisi bulunmamaktadır.
Örneğin, bazı hayvanlar, alet kullandıklarında, (bazı şempanzeler örneğin, taş kullanarak kabuklu tohumların kabuğunu kırarak içini yemektedirler.) emek harcamış olmazlar. Ama bir İnsan, hiç alet kullanmadan, çıplak parmakları ve tırnaklarıyla yumuşak bir topraktan, bir bitkinin kökünü çıkardığında veya çıplak elleriyle balık yakaladığında emek harcamış olur.
Yani Emeğin var olabilmesi için, Alet’in değil, Toplum’un olması gerekir.
Engels Emek ve Alet’i birbirinden ayrılmazmış gibi ele almakta ve birbiri yerine koymaktadır.
İkinci ve asıl önemli bir yanlış da Toplum ve İnsan’ın, yani bir canlı türüyle bir hareket ve varoluş türünün ayrılmaz ve özdeş görülmesidir.
Biyolojik olarak insan olmak, toplumsal olarak İnsan olmak anlamına gelmez. Sosyolojik İnsan ile Biyolojik insan özdeş değildirler.
Bu hem tarihsel olarak böyledir hem de analitik olarak böyle olduğu gösterilebilir.
Tarihsel olarak bizim içinde bulunduğumuz canlı türü, modern Homo Sapiens (Homo Sapiens Sapiens)  en azından 200.000 yıldan beri vardır. Ancak, son 100.000 veya daha doğrusu 70.000 yıl öncesine kadar toplumun var olduğuna veya üretim araçlarının değiştiğine dair en küçük bir delil yoktur. Son 70.000 yılda, yani aşağı yukarı mitokondriyal Havva’dan beri, adeta bir “Büyük Patlama” olur ve sanat eserleri görülmeye başlar; aletler milyonlarca yıl can sıkıcı bir şekilde neredeyse aynı kalmış taş el baltasının yerini hızla yepyeni aletler almaya başlar. Çünkü Toplum ortaya çıkmıştır. Yani ilk yasak, dolayısıyla toplumsal var oluşun somut biçimi olan topluluk veya komün, yani din, yani üstyapı (sanat, hukuk, ahlak) ortaya çıkmıştır. Sürü’nün yerini parçanın bütüne tabi olduğu topuluklar (komünler) almıştır. Parçanın bütüne tabi olmasının sağladığı muazzam güçten başka bir şey değildir ruh. Ruh toplumdur.
Bugün yeryüzünde bulunan insanların hepsinin neredeyse 1000 kişi civarında bir topluluktan gelmesinin nedeni de budur. Bunun nedenini Endenozya’da patlayan bir volkanın yarattığı bir şişe boğazında aramak; sosyolojik bir olayı; (toplumun ortaya çıkmasını) fiziksel nedenlerle açıklamaya kalkmaktır.
Bu ilk kez bir sürüden topluma  geçen, ilk yasağı koyan; ilk kez dini olan Homo Sapiens sürüsü, komüne dönüşünce, bu muazzam dinamizmiyle hızla henüz sürüler halinde yaşayan, sadece Neandertal’leri değil; yeryüzüne yayılmış bütün diğer Homo Sapiensleri de yok ettiği için, bütün insanlar bu bin kişi civarındaki popülasyondan gelmektedirler 70.000 yıl önce yaşamış. Bu toplumu keşfeden Homo Sapiens popülasyonu veya sürüsü bütün diğer insan türlerinden biyolojik özellikleri aynı olmasına rağmen; toplumsal özellikleriyle; yani bir sürü olarak örgütlenmesiyle ve böylece sürü olmaktan çıkmasıyla toplam olmasıyla, bütün diğer türleri ve türdaşlarını yok edebilmiştir. Bu nedenle, insan yeryüzünde tek türü olan tek canlıdır. Toplum ortaya çıkana kadar birçok insan türleri bir arada bulunabiliyordu.
Buraya kadar tarihsel veriler ışığında biyolojik olarak insan ile toplumun yaratığı olan insanın farklı olduğunu gördük. Ve bu güne kadar açıklanamayan bazı görüngüleri açıklayan bir teori sunduk.
Şimdi bu analizi, yani biyolojik insan ile toplumsal bir varlık olarak insanın farklılığını topluma uygulayalım. Burada da bu ayrım, tarihi açıklamak bakımından çok ilginç bir kavramsal araç olarak ortaya çıkmaktadır.
*
Unutmayalım ki, insan bir canlı türü olarak, oldukça iri, güçlü, uzun yaşayan, zeki, konuşabilir bir hayvandır. İnsanın bu özellikleri, insanın bir hayvan olarak, çok daha karmaşık işlerin yapılmasında onu kullanmayı mümkün kılar.
Bu ilk bakışta zor gibi görünür. Ancak, komününden koparılmış, toplumsal varoluşuna son verilmiş insan, pratik olarak sadece biyolojik bir varlığa döner. Bu da insan türünün bir hayvan olarak kullanılmasını mümkün kılar.
İnsanın bir hayvan gibi, bir üretim aracı olarak kullanıldığı durumlarda, biyolojik olarak insan olan bu canlılar, toplumsal olarak insan olmadıklarından, birer üretici değil, üretim aracı olarak işlev görürler. Yani biyolojik olarak insan olmalarına rağmen, toplumsal işlevleri bir at, eşek, vs.’den farklı olmaz. Dolayısıyla onların harcadıkları enerji-güç, emek değildir ve saf fiziksel güç olarak kalır. Tıpkı bir makinenin yıpranması gibidir. O köleyi çalıştıranın emek üretkenliği artmış olur böyle becerikli bir organik robotu kullanarak. Köleler üretici değildirler, üretmezler; üretim aracıdırlar. Üretimi ancak toplumsal varlıklar yapabilir. Toplumsal varlıklar ise somut bir topluluk içinde var olabilirler.
O halde buradan son derece şaşırtıcı bir sonuç çıkar.
Köleler, sosyolojik olarak bir sınıf değildir; üretim aracıdırlar. Dolayısıyla köleci bir üretim biçimi antik tarihte yoktur.
Tam da bu nedenle, Köleler biyolojik olarak insan olmalarına rağmen, sosyolojik olarak insan olmadıkları; İnsan türünden (tıpkı atlar, eşekler, öküzler, köpekler gibi, diğer canlı türleri gibi bir biyolojik tür) canlılar veya üretim araçları, oldukları için, İnsan Aristo tarafından “zoon politikon” olarak tanımlarken, İnsan’dan sayılmazlar.
O halde, bu kavramsal netleşmeyi sonuna keder götürürsek, biyolojik olarak insan olmak ile, sosyolojik olarak insan olmak farklı olduğundan; insan pek ala diğer canlılar gibi bir üretim aracı olarak kullanılabileceğinden, bu kategoriden insanlar üretimde bulunmuş olmazlar, dolayısıyla sömürülmezler; emekleri yoktur çünkü. O insanları çalıştıran insanların emeklerinden söz edilebilir.
Eğer hayvan gibi kullanılmayı, o canlı sadece insan türünden olduğu için, sömürülme; harcanan enerjiyi emek olarak tanımlarsak; aynı kategorilerin, öküzler, eşekler, atlar için de geçerli olması; onarlın da harcadıkları enerjinin emek, yaptıklarının üretim, sağladıkları ama sahip olmadıkları zenginilğin de sömürü olarak tanımlanması gerekir ve buradan giderek atları, eşekleri, öküzleri bir sınıf olarak tanımlamak gerekir.
Sonuç olarak, hayvan olarak kullanılan insan türünden canlılar, harcadıkları enerji emek olmadığından; üretim yapmayıp üretim aracı olduklarından sömürülmezler ve bir sınıf oluşturmazlar.
O halde, aşağı yukarı bu durumda olan Yunan ve Roma’nın köleleri, bir sınıf değildir. Buna bağlı olarak, o köleler bir sınıf olmadığından Köleci Toplum, kavramı da yanlıştır. Köleci toplum olamaz,  çünkü köleler, üretim aracıdırlar, üretici bir sınıf değildirler.
Köleci toplum, olmamış mıdır? Olmuştur, ama modern tarihte. Köleciliğin var olabilmesi için; modern insan kavramının var olması gerekir.
Eski çağlarda insan kavramı, insan türünü kapsamazdı. Yani eski Yunan veya Romalılar, diğer yerlerden aldıkları esirleri çalıştırırlarken, onları insandan saymazlarken ırkçı değildiler. Köleci değildiler.
Ama ABD’nin güney eyaletlerindeki beyazlar ırkçı ve köleciydiler.
Antik toplumda, Polis’ten olmayan (Kentdaş olmayan, Kent’i kuran komünlerden olmayan) zaten insan olmadığından; biyolojik insanla toplumsal insanın çakışması gibi bir anlayış söz konusu olmadığından, ırkçı ya da köleci değildirler. Ancak, ABD ve diğer yerlerdeki köle kullanımlarında ise, İnsan kavramı tüm Homo Sapiensleri kapsadığından, bir takım insanların, insan haklarından yararlandırılmadan birer hayvan olarak kullanılmaları durumunda, zora dayanan bir sömürü vardır; bu köleciliktir ve o köleler üretir, emek harcar, sömürülür ve bir sınıf oluştururlar. Yani köleler bir alt sınıf olarak, ancak modern bir toplumda var olabilirler.
Tabii Klasik Tarihte bir de egemen sınıf olarak köleler vardır. Modern öncesi toplumda, köleler esas olarak egemen sınıfı oluştururlar. Devlet’in soyutluğu ancak kölelerde somutlaşabilir de ondan. Genellikle bu köleler kısırlaştırılmışlardır.
Doğu’da mutlak devlet, son derecede gelişmiş hatta giderek kişilerden bağımsız ve soyut bir varlık halini almıştır. Doğu devleti zamanla köleleri devlet örgütlenmesinin araçları olarak kullanmayı öğrenmiştir. Uygarlıkları yıkan kandaş kabileler genellikle eşitler arasında birinci olan, seçilen, biad edilen önderlerce yönetilirler. Bu önderler gücünü manevi otoritelerinden alırlar. Diğer önderler de silahlıdır ve eşittirler. Ancak medeniyeti feth eden komünlerin medeniyet tarafından feth edilmeleriyle birlikte, bir süre sonra eşitler arasında birinci olan şefler; diğer şeflere karşı, kapıkulları ya da kölelerden oluşan bir aparat kurmaya başlarlar ve bir süre sonra tüm devlet aparatı bunlardan oluşur ve diğer şefler tasfiye edilir. İşte bu medenileşmeyle atbaşı giden bu devletleşme ve buna bağlı olarak bir köleler ve kapı kulları ordusu aynı zamanda devletin ekonomi dışı zorla el koyduğu artı ürünü de tükettiğinden, bir egemen sınıf oluşturur. Klasik tarihte, özellikle Doğu’da esas egemen sınıf Devlettir ve devlet de, baştaki diğerlerini ezmiş ve tasfiye etmiş şef hariç, kölelerden oluşur. Örneğin Kölemenler, Memluklar. Osmanlı devleti devletleşince Devlet aygıtı asıl olarak devşirme denen Enderun’da ya da yeniçeri ocağında yetişen kölelerden oluşur. Bu anlamda köleler bir egemen sınıf oluştururlar.
*
Görüldüğü gibi, Maymun’dan İnsana giden süreçte emek kategorisinin bulunmayacağı ve emek kategorisinin analiz edilerek dakikleştirilmesi bizleri alışmadığımız sonuçlara götürmektedir.
*
Konuyu bir de emek kategorisinin kayboluşu noktasından ele alalım.
Zenginliklerin boş zamanlarda ve oyun olarak, bir zevk olarak yaratıldığı noktada, yani Marks’ın deyimiyle “zenginliklerin gürül gürül aktığı” bir toplumda, Komünist toplum7un üst aşamasında, emek ve üretim kategorileri yok olur; zorunluluklar aleminin ötesine gidildiği için; yaptırımlar; parçanın bütüne tabi olması son bulur. Ama bu aynı zamanda toplumun yok olması demektir. İnsanın tekrar toplum öncesine dönmesi demektir.
O halde, komünist toplumun üs aşaması diye bir toplum olamaz; o noktada toplum, toplum olmaktan çıkar; toplum, insan türünün, zorunluluklar aleminden özgürlükler alemine geçiş için yaşamak zorunda olduğu bir geçici dönem olarak görülür.
Bu toplumun yok olması kültürün yok olması anlamına gelmez. O zaman insan türünün ilişkilerini, tıpkı toplum öncesinde olduğu gibi, kültür belirleyecektir.
Kültür birçoklarınca toplum ile aynı anda kullanılmakla birlikte aynı değildir. Kültür toplumdan önce vardır, toplumdan sonra da var olacaktır. Kültür biyolojik bir özelliktir; gelişmiş bir sinir sisteminin bir özelliğidir.
Oyunun ve öğrenmenin olduğu bütün canlılarda bir kültürün tohumları ve ilkel biçimleri görülür. Kültür, içgüdülerle veya genetik kotlarla aktarılmayan; sonradan öğrenilen veya öğrenilebilen özelliklerdir. Dolayısıyla, neredeyse bir çocukluk ve öğrenim süreci geçiren bütün memelilerin, bir şekilde bir kültürleri olduğundan söz edilebilir. Araştırmalar aynı türün farklı sürülerinde farklı kültürlerin varlığını göstermektedir.
İnsan türü de çok gelişmiş, çok uzun bir çocukluk ve öğrenme dönemini kapsayan bir canlı türü olarak, toplumu keşfetmeden önce muhtemelen çok gelişmiş kültürü olan sürüler halindeydi muhtemelen. Sürüdeki ilişkileri hatta sürülerin ilişkilerini muhtemelen kültür düzenliyordu.
Ancak bütün bu sürülerde henüz parçanın bütüne tabi olduğu bir toplumsal var oluş yoktu. Yasak yoktu. Ancak sürekli bir kıtlık olduğundan, muhtemelen yaşlıları, çocukları, ölüleri yemek vs. de kültürün bir parçasıydı. Dolayısıyla kursan da yoktu.
Topluluk adına, bütün adına öldürme ile birlikte, yani kurban ile birlikte toplum da doğmuş olmalıdır.
O halde, emek kategorisi yasak ile, din ile, bir topluluk tanımıyla, kurban ile ortaya çıktığına göre; Komünist toplumun üst aşamasında emek ile birlikte yaptırım, yasak, üretim ile birlikte din, yani ahlak, sanat, hukuk vs. de yok olacaktır.
Yani Komünist “toplumun” üst aşaması sadece devletsiz değil, dinsiz, hukuksuz, sanatsız, üretimsiz, yasaksız, yaptırımsız ama kültürü olan bir sürü olacaktır.
*
Bir de kapitalizmin var olması koşullarında emek kategorisine kısaca bakalım.
Kapitalizm devam ettiği takdirde bu konu muhtemelen insanların karşısına gelecekte şu iki biçimde çıkacaktır. Bu biçimler, Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sı veya Blade Runner filminde tartışılmaktadır örneğin.
Bugün biyogenetik sayesinde, biyolojik olarak insan olan, insanın bütün yeteneklerine sahip olabilen ama örneğin, anti-depresif almış insanlardaki gibi, verilen emirlere uyan; biyolojik robotlar yapılabilir teorik bir olasılık olarak.
Eğer böyle giderse, kapitalizm var olmaya devam ederse, kar hırsı, bu tür organik robotlar üretilmesine gidebilir.
Ya da bu yol, Blade Runner’de olduğu gibi tersinden kat edilebilir.
Yani öyle inorganik robotlar yapılabilir ki, tür olarak insanın tüm özelliklerine sahip olmasına rağmen insan olarak kabul edilmeyebilir.
Bu takdirde ister organik, ister inorganik olsunlar, “insanlar”dan farksız, belki de Blade Runner’de olduğu gibi çok daha insan olan bu insanlar, artık insanlıktan çıkmış insanların birer üretim aracı olabilirler ve eski “köleci” toplumlar süper modern bir çağda tekrar ortaya çıkabilirler.

05 Aralık 2012 Çarşamba

Demir Küçükaydın




[1]Biz de aşağıda Engels’i tam da Gould’un övdüğü noktada, aynı yanlışı tersinden yapmakla, sol politik kültürün ön yargılarına bağlı kalmakla eleştireceğiz.

Sakine Cansız’ın Ardından

$
0
0
Sakine Cansız’ı ilk kez nerede ne zaman gördüm ve tanıştım hatırlamıyorum. Ama adını duyar bilirdik.
Muhtemelen Öcalan’ın kaçırılışından sonra Hamburg’ta kurduğumuz “Öcalan’ın Yaşamını Savunmak İçin Türk Girişimi”nin hazırladığı toplantı ve tartışmalar esnasında olabilir. Kendiliğinden, işgüç içinde bir tanışma gerçekleşmiş olmalı.
Sonra 2005 yılında Hamburg’ta tertiplediğimiz, konuşmacılar arasında Ertuğrul Kürkçü, Haluk Gerger, Ragıp Zarakolu’nun da bulunduğu toplantıda Sakine Cansız da bir konuşmacıydı. Konu: “Büyük Ortadoğu Projesi ve Sosyalist Strateji” idi. Örgütünün görüşlerini formüle etmişti. Elbette Ortadoğu konu olunca Ortadoğu’nun en büyük, hem demokratik karakterli; hem de gerillaları ve milyonlarca taraftar ve destekleyicisi bulunan bir hareketinin önde gelen bir üyesinin ne diyeceği önemliydi.
Kim zaman sık sık karşılaşır, kimi zaman aylar ve yıllarca göremezdik. O Özgürlük hareketinin esas kadrolarından biriydi. Özgürlük hareketinin bir kadrosu olmak Kıvılcımlı’nın “Uyarmak İçin Uyanmalı, Uyanmak İçin Uyarmalı” veya Lenin’in “Ne Yapmalı” kitabında belirttiği gibi, demir çarık demir asa, halk hizmetinde yaşamak; yaşamını mücadeleye vakfetmek demektir. Çok büyük bir inanç ve teorik hazırlık yoksa, bu uzun ve zorlu yaşamda soluksuz kalmak kaçınılmazdır. Sakine bu maratonculardan biriydi. Eğer eski çağlarda yaşasaydı muhtemelen bir azize olurdu.
Bir yanıyla Avrupa metropollerinde göçmen olmuş Kürt özgürlük hareketini destekleyenlerin ve tabi kadınların örgütlenmesinde çalışır; bir yanıyla Kürdistan’ın dağlarında gerillalık yapar. Böylesine farklı dünyalarda, farklı işlerde bulunmak onlara ayrı bir geniş görüşlülük ve çok yönlülük de kazandırır.
Özgürlük hareketi bilinçli olarak, kadrolarını yerler ve işlevler arasında dolaştırarak, onların siyasi ve kültürel gelişimlerini de sağlar. Böylece yerleşik bir hayatın konformizminden de uzak, dolayısıyla toplumsal konumlarıyla kaybedecek bir şeyi olmayan ve radikal bir konumda kalmalarını sağlarlar. İşin mahiyetinden doğan bütün bürokratikleşme eğilimlerinin, harekete tam egemen olamaması ve birlikte yaşanacak ve kendisine karşı sürekli mücadele edilecek bir hastalık olarak kalması biraz da bu işleyiş sayesindedir.
Basının psikolojik savaş amaçlı yanıltıcı propagandalarının aksine, özgürlük hareketinin militanları, gerek politik gerek insani nitelikler bakımından ortalamanın çok üzerindedirler. Adanmış bir yaşamları vardır. Bu yaşamın bir ucu Kürdistan’ın dağlarında, diğer ucu metropollerdeki yoksul Kürtlerin evlerinde, derneklerindedir.
Ayrıca unutmamalı Sakine gibiler, Kürdistan’daki kadın uyanışının öncü örnekleriydi. Nice genç kız, aile baskısına ve feodal geleneklere karşı çıkabilecek gücü Sakine gibilerin örneğinde bulmuş olmalıdır.
Sakine oturmuş güçlü bir örgütten olmanın verdiği güvenle, keskin ifadeleri törpüleyici, diplomatik ve uzlaşmaya dönük bir dille konuşurdu dışa karşı. Biz ise, yepyeni bir teori, program, strateji ve taktiği şekillendirdiğimiz için, netliğe önem veren, farklılıklara vurgu yapan; diplomatikten ziyade teorik bir dille konuşurduk. Bu nedenle dillerimiz farklıydı. Ama birbirimizin dilini ve sorunlarını anlardık ve bu gereğinde pratik işlerde birlikte iş yapmaktan da gocunmazdık.
En son Hamburg’da Altona Tren istasyonunda karşılaşmıştık. Yine bir görev gereği bir yerden geliyor veya bir yere gidiyordu. Her zaman olduğu gibi “Hocam bir oturup konuşalım” demişti. Bu dileği karşılıklı olarak her karşılaşmamızda söyler ama o hızlı yaşam içinde, yollar tesadüfen kesişinceye kadar arayıp konuşamazdık. Avrupa kazan Sakine kepçeydi.
Demek en son Paris’te imiş. Dersim’de başlayan ve Paris’te bir dernek lokalinde bir suikastla biten acı, sevgi ve adanmışlıkla dolu bir hayat.
Sevgiyle çünkü bunca acı ve adanmışlık ancak sevginin gücüyle taşınabilir.
Bu sevgi, eski tasavvuf ehlinin dediği, insanı Fena-fillah ya da Nirvana’ya ulaştıran Toplum’a adanmış; bireyi aşmış bir sevgi olabilirdi.
*
Sakine Cansız, Fidan Doğan ve Leyla Söylemez’in Paris’in ortasında, bir dernek lokalinde güpegündüz böyle profesyonelce öldürülmeleri, Orta doğu’daki güçlerin mücadelesinde bir nitelik sıçramasının ifadesidir.
Özgürlük Hareketi’nin Avrupa’daki bütün faaliyeti, bütün dernekleri sürekli gözlem ve kontrol altındadır. Hükümetler mesajlarını bu dernekleri kapatarak veya yöneticileri vs. tutuklayarak verirler ve kontrol altında tutmaya çalışırlardı. Ne olursa olsun, savaşın en keskin olduğu, Ergenekon’un cirit attığı zamanlarda bile böyle bir girişim olmamıştı.
Bu nedenle bu sefer bir nitelik değişiminden söz etmek gerekiyor.
Sakine Cansız’ın Avrupa Sorumlularından ve kurucu ve Öcalan’a sadık kadrolardan olduğu için seçildiği bellidir. Cinayet yeri olarak Avrupa’da Fransa ve Paris’in ve de bir dernek lokalinin seçilmiş olmasının da bu mesaja dahil olduğu düşünülebilir.
Seçimlere bakılırsa, mesaj Özgürlük Hareketine ve Öcalana’a dır.
Böylesine profesyonel ve dengelere oynayan bir cinayeti ancak devletler ve onların gizli terör örgütleri yapar ya da yaptırabilir. Ortadoğu’da mesajlar suikastlerle verilir.
Avrupa devletler yukarıda da değindiğimiz gibi daha “uygar” yöntemler izlerler -başları sıkışmadıkça tabii. Ama bu, diğer yöntemleri izleyenlere, bazen gözlerini kapayıp görmezden gelerek destek vermelerini engellemez.
Bir kere bu gibi cinayetleri ancak bir devletin istihbarat örgütleri işleyebileceğinden ve devletlerin istihbarat örgütleri sürekli olarak birbirlerinin ne yaptıklarını bildiğinden, Paris’teki cinayet, hele 24 saat kontrol altındaki bir dernekte, dünyanın en büyük gerilla örgütlerinden birinin sempatizanlarının derneğinde işleniyorsa Fransız istihbaratının bu konuda bilgisiz olması düşünülemez.
Ama bir devlet bunu bilmesine rağmen böyle bir cinayeti işletiyorsa bu çok büyük riskleri göze almak demektir. Kazanılacak ve kaybedilecek şeyler de bu riskler ölçüsünde büyük demektir.
Bugünün dünyasında en büyük çatışma Orta Doğu’dadır. Bir yanda ABD, Türkiye, İsrail, Suudi Arabistan vs.nin bulunduğu blok vardır. Diğer yanda Rusya, Çin, İran, Irak Şiileri, Suriye rejiminin bulunduğu blok. Bu blokların çatışması en büyük ve önemli güç yığışmalarına yol açmakta. Çatışan taraflar bakımından ortada bir hayat memat meselesi bulunmaktadır.
Avrupa görünüşte ABD’nin yanındadır ama el altından diğer bloğu destekler. Çünkü, ABD’ye karşı stratejik çıkar ortaklığı içindedir. Dolayısıyla bir göz yummaya her zaman yatkın bir durumdan söz edilebilir.
Elbette bu temel güçlerin her ülke içinde çıkarları kendileriyle örtüşen paralelleri de vardır. AKP Amerika’nın başında bulunduğu bloğun dengesi olunca, otomatik olarak, Ergenekon ve askeri bürokratik oligarşinin eski çizgisini savunmak isteyenler de Rusya ve İran’ın bulunduğu blokla çıkar ortaklığı içinde olur.
Tabii bu güçlerin her birinin kendi içinde de farklı stratejilere yönelik olarak çatışan güçler vardır ve iç mücadelelerde dıştaki güçlere karşı nesnel çıkar ortaklıkları gerçekleşir. Örneğin, Türkiye’de Askeri Bürokratik oligarşi içinde, aynı kalmak istiyorsak (yani askeri bürokratik oligarşi gücünü ve imtiyazlarını korumak istiyorsa) değişmeliyiz (Eski beton kafayı atıp, demokrasi şampiyonuymuş gibi yapıp muhalefeti örgütlemeliyiz – örneğin 27 Mayıs gibi) diyenler farklıdırlar. Bunlar aynı gücün egemenliğini sürdürmesi için farklı stratejilerdir ve aynı güç içinde olmalarına rağmen farklı bloklarla nesnel çıkar ortaklıkları içindedirler. Tabii bu tür bölünmeler her gücün kendi içinde de vardır.
Böyle bir tablo içinde bakıldığında, Sakine’nin Paris’te öldürülmesi en başta PKK’ya verilmiş bir mesajdır. Şimdi böyle bir mesaj, büyük olasılıkla, Türkiye’deki görüşmelerin başlamasıyla ilgilidir. Muhtemelen Türk Gladyosunun ve Avrupa birliğindeki, ABD ve Türkiye’ye karşı Rusya ve İran’ı destekleyen güçlerin örtülü bir onayı da olabilir. Muhtemelen böyle bir onay olmadan da böylesine bir nitelik değişikliği yaratan bir suikast yapılmaz ve yapılamaz.
Bu aralar Türkiye’de sanki kolay bir işmiş gibi herkes barış diyerek barış üzerinden bir savaş yürütüyor.
Barış demokratikleşme olmadan olmaz. Demokratikleşme ise politika ve politik hedefler sorunudur. İstihbarat teşkilatı yöneticileri aracılığı ile barış yapılamaz.
Özgürlük hareketi Orta Doğu’daki en demokratik güçtür. Bu gücü tasfiyeye yönelik olarak yapılacak her hamle anti demokratiktir ve barış düşmanıdır.
İstihbarat teşkilatı başkanı aracılığıyla görüşme yapmanın kendisi bile, barış adı altında bir savaş yapıldığını gösterir. Bu nedenle şimdilik bir yol kat ediliyor gibi görünse de bir çıkmazdan kurtulamaz. Bunların tek yararı, Özgürlük hareketi üzerindeki psikolojik savaş perdesini yırtmaya yaramaları olabilir. Bu anlamda bir politik çözüme istemeden de olsa hizmet ederler.
Eğer Türkiye, istihbarat teşkilatı başkanı ile Öcalan’la görüşmeler yaparsa, başka devletlerin de istihbarat teşkilatları, kendi sözlerini söylerler.
Bu anlamda, Sakine’nin Cansız’ın bedeni, hükümetin Demokratikleşme olmadan özgürlük hareketini tasfiye ve sözde barış politikasının ilk kurbanıdır denebilir.
Eğer Hükümet açıktan Özgürlük hareketini tasfiye edilecek değil, demokratikleşme için ittifak yapılacak bir güç olarak muhatap alsaydı. Özgürlük hareketini tasfiye edilecek değil, ittifak yapılacak bir güç olarak görseydi, diğer güçler de açık politik tavırlar almak zorunda kalırlardı. O zaman İstihbarat örgütlerine söyleyecek söz kalmaz, Sakine ve arkadaşları, şimdi canlı olarak aramızda olurdu.
Demir Küçükaydın
10 Ocak 2013 Perşembe




Dirok 83. Bölüm: Demir Küçükaydın - Dailymotion video

Yakın Tarihe Bakış - Barış TV - Her konuda Sohbet (oynatma listesi)


Gross’un (Rıza Dayı) Ardından

$
0
0
Gross Almancada büyük demektir. Rıza Dayı fiziksel olarak çok büyük bir insandı. Muhtemelen Almanlar ona bu nedenle Gross demiş; sonra da Türkiyeli arkadaşları, hatta eşi bile Gross diye hitap etmeye başlamış olsa gerekti. Bizler onunla konuşurken Rıza Dayı der, ama onun hakkında konuşurken genellikle kimi kastettiğimiz daha belirgin ve kolaylıkla anlaşılsın diye Gross derdik.
Gross’u görünce John Steinbeck’in göçmen işçileri anlattığı İnsanlar ve Fareler’indeki Lennie gelirdi aklıma. Rıza Dayı, Lennie gibi geri zekalı değildi. Ama o dev gibi adamın, sürekli gülen yüzü ve gözleri vardı. Gözlerinde de hiçbir zaman yaşlanmayan ve eskimeyen bir masumiyet ve hayat karşısında duyulan bir şaşkınlık ve hayret; ifadesi güç bir safiyet.
Neredeyse iki metreye yaklaşan, dev gibi, yakışıklı bir adam düşünün. Kaşları değme pala bıyıklının bıyıklarından daha gür ve büyük. Gülen bir yüz ve çocuksu gözler.  Saf, temiz, insan sevgisiyle dolu koca bir yürek.
Gross’u birkaç gün önce Almanya’da yitirdik. Cenazesi Türkiye’ye getirilip Zeytinburnu’nda bir cemevinden kaldırıldı.
*
Gross Dersimliydi. Dersim Anadolu’da uygarlığın (devlet, yazı, para, vergi, hapishaneler) en geç (1938’lerde) ancak uçaklarla ve kimyasal savaşla, gaz bombalarıyla feth edebildiği, “Dersim’e sefer olur zafer olmaz” sözünü doğrulayan bir komün adasıydı. Dolayısıyla Gross’un neolitik bir köy komününde doğup büyüdüğünü kabul edebiliriz. Gözlerinden eksilmeyen masumiyeti Komün’ün, cennetten kovulup yeryüzüne düşmesinden önceki Adem’in masumiyetiydi.
Gross’un daha sonra İstanbul’da hamallık yaptığını biliyoruz. Ara Güler’in harikulade bir hamallar fotoğrafı vardır.  Gross da muhtemelen tam o fotoğrafın çekildiği dönemlerde hamallık yapmış olsa gerekti. O fotoğraftakilerden biri de olabilirdi. Ortaklaşmacı köy komünü ilişkileri içinde doğup büyümüş olan Gross, birden bire, İstanbul’da en acımasız ve sert kapitalizm ilişkileri içine düşmüştür. İnsanlığın neolitik köy komününden kapitalizme beş bin yılda kat ettiği yolu çocukluktan gençliğine geçerken aşmıştır. İçine düştüğü bu dünya karşısındaki şaşkınlığını yansıtır gibiydi o gözlerindeki şaşkınlık ve hayret.
Rıza Dayı daha sonra Almanya’ya işçi olarak gider. Alman eksperler böyle güçlü bir adamın iş gücünün iyi artı değer üreteceğini hemen görmüş olmalıydılar.
Alman işçisi, diğer ülkelerden getirilen göçmen işçilerin, kendisiyle aynı politik haklara sahip olmasını istememiş; ama işgücü pazarında ucuz işgücü arzını sınırlayıp kendi işgücünün fiyatını düşmesini engellemek için yabancı işçilere de kendisinin sosyal haklarını sağlamıştır. Yani göçmen işçi, vergi vermesine, çalışmasına rağmen politik haklara sahip olamaz ama sendikalaşabilir, aynı toplu sözleşme haklarından yararlanabilirdi. Bu Türkiye’de politik hakkı olan ama sosyal bir varlığı ve hakkı olmayan; Almanya’da ise sosyal varlığı ve hakkı olan ama politik varlığı ve hakkı olmayan çok özel bir işçi katmanının oluşumuna yol açtı. Bu işçiler politik olarak Türkiyeli; sosyal olarak Almanyalı oldular ve öyle kaldılar.
Almanya’ya giden ilk kuşak işçiler, genellikle kalifiye işçiler veya Türkiye’de iken az çok şehirlerde yaşamış; modern kapitalist ilişkileri Türkiye’de iken tanımış işçilerdi. Yani bir bakıma Türkiye işçilerinin kaymak tabakasıydı. (Bu tecrübeli işçi tabakasının Almanya’ya gidişinin ve bunun yom akçığı sürekli kan kaybının Türkiye’deki İşçi hareketi üzerindeki etkileri pek araştırılmamış bir konudur.)
Bu ilk kuşak işçilerin gittiği Almanya ise savaştan yeni çıkmış, Savaşta ölen erkekler nedeniyle kadın sayısının erkek sayısından birkaç milyon daha fazla olduğu; Türkiye’den giden işçilerin kocaman işçi yurtlarında toplu halde yaşadıkları bir dünyadır. Sanayi tam gaz çalışmakta ve büyümektedir. İşgücüne henüz çok ihtiyaç vardır.
Bu genç ve şehirlerden gelmiş ilk kuşak işçiler, işten çıkınca, temizlenip, kravatlarını, takım elbiselerini giyip piyasaya çıkan; hafta sonları dans edilen lokallere giden; genellikle bir Alman bayan sevgilisi veya arkadaşı olan; artık benzeri pek bulunmayan ve hayal bile edilemeyecek başka bir dünyada yaşıyorlardı.
Rıza Dayı da bütün bunları yaşadı. Ve muhtemelen bu dönemde Gross adını aldı. Bu Gross adında bir gizli küçümseme de vardır. Yabancı bir işçiye adıyla değil, belirgin bir özelliğiyle hitap, aynı zamanda onun kişiliğinin ve adının hiçbir önemi olmadığı, ikinci sınıf insan görüldüğü bir dünyanın izini de taşır. Rıza Dayı bir Alman olsaydı, muhtemelen iş arkadaşları ya da ustabaşları ona Gross demez, adıyla sanıyla anardı.
Gross, bir yandan Türkiye’de kalan eşi ve çocuklarına para yetiştirir, diğer yandan da hafta sonları danslara gider. Ne kadar ikinci sınıf da olsa, Alman işçi hareketinin kazançları sayesinde, az çok insanca bir yaşama adımını atar.
Ancak daha sonra 1974 krizi gelir, yeni işçi alımları durdurulur. Aile birleşmeleri başlar. Türk işçiler artık işçi yurtlarından çıkıp, ailelerini ve çocuklarını yanlarına almaya, ucuz ve bakımsız evlere taşınmaya başlarlar. Yabancı işçilere karşı düşmanlığın, ırkçılığın yükseldiği dönemler başlamıştır.
Ama tam aynı dönemde Türkiye’de tarihinin en büyük radikalleşme ve politikleşme dönemi başlamıştır. İlk kez devletin kontrolü dışında geniş emekçi kitleleri kendi öz örgütlenmelerini yaratmakta; ilk kez türbinler sahaya inmektedir. Bu radikalleşme ve politikleşmeyi bastırmak işin de kontr gerillalar, faşist çeteler bu geniş otonom örgütlenmelerin üzere sürülür. Hareket henüz çocukluğunu yaşamaktadır; kendisi olgunlaşmadan adeta bir devrimci durum olgunlaşmaktadır. Hazırlıksız ve tecrübesizdir.
(Bu radikalleşme dalgasının derslerini çıkarıp olgunlaşacak yeterli zamanı bulan Kürt hareketi ilerde bir devrimci kabarışı örgütleyebilecek duruma gelir ama bu sefer radikalleşen ve politikleşen geniş kitleler yoktur Kürtlerin çoğunlukta yaşadığı bölgelerin haricinde.)
Yetmişlerin yükselişinin ateşi elbet Almanya’ya da yansır. Almanya’da da sol hareket hızla güçlenmeye başlar. Ve bunlar tıpkı Türkiye’de olduğu gibi devletin desteklediği faşist çetelerle bir seri çatışmaları ve başarıları gerektirir.
Bu dönemde Gross, artık sol derneklere gitmekte, mitinglere, toplantılara katılmakta, faşistlerle çatışmalarda sadece görünüşüyle bile faşistlerin korkmasına ve paniğe kapılmasına yol açmaktadır. Hamburg’ta faşistlerin etkisinin kırılmasında Gross’un ayrı bir yeri vardır.
Çocukları da Türkiye’de Zeytinburnu’nda aktif politik ve antifaşist mücadele içindedirler. Zeytinburnu’nda tesadüfen “Doktorcu”lar etkin olduğu için çocukları da “Doktorcu” olur.
12 Eylül darbesi, Gross’un ailesini de vurur. Bir çocuğu Almanya’da diğeri, Fransa’da ilticacı olur. Biri de Türkiye’de kalır. Üç ülkeye dağılmış bir aile. Bireylerinin diğer ülkelere gerek politik, gerek hukuki ve de gerek iktisadi nedenlerle gidemediği ve birbirini pek göremediği bir aile. Ulusal devletlerin, Ulusların ve Uluçluğun insanlığı boğan nasıl bir boyunduruk olduğunun somut örneği, bunu etinde kemiğinde yaşayan bir aile.
Seksenlerde önce 12 Eylül sürgünlerinin etkisiyle geçici olarak Almanya’da da bir canlanma yaşandıysa da taşıma suyla değirmen dönmeyeceğinden, hareket adım adım geriledi ve çözülüp çürüme sürecine girdi. Daha sonra Almanya’da büyüyen göçmen işçi çocuklarının radikalleşmesi ve sokak çeteleri şeklinde öz örgütlenmeleri yaşandıysa da Duvar’ın yıkılmasıyla birlikte onlar da zamanla sönüp gittiler.
Gross bu dönemde, azalan politik etkinliklere rağmen her etkinlikte görülüyordu.
Ancak bir arabanın çarpması hayatını tamamen değiştirdi, hareket yeteneği çok sınırlandı. Bu nedenle sağlıklı olsaydı belki hala her mitingde, her etkinlikte görülebilecek olan Gross çok uzun zamandan beri görülmez oldu ve arada geçen yıllarda bilinmez kaldı.
*
Şimdi başka bir dünyada yaşıyoruz. O eski işçi kuşağı yok artık. Gross o kuşağın bir temsilcisi ve örneğiydi. Ama henüz yeni bir işçi hareketi yükselişi de yok. Bu yükseliş er veya geç gelecek; muhtemelen pasifik kıyılarında gerçekleşecek. Ama şimdilik, eskisi artık yok ve yenisi henüz yok.
Bu yeni işçi kuşağının ne olduğunu ve ne olacağını yine Gross’un ve ailesinin kuşaklarının örneğinde izleyebiliriz.
Gross neolitik köy komünü, ortaklaşmacı köy ilişkileri içinde Alevi olarak doğup büyümüştü. En modern kapitalizm ortamında yaşamış sendikalı, sigortalı ve politik olarak aktif bir yaşam sürmüştü. Modern toplumun tarikatleri olan partilerde ömrünü tamamlamış sayılabilirdi.
Çocukları Türkiye’nin yetmişli yıllarında bir gecekondu semtinde sendikal ve öz savunmaya yönelik örgütlenmeler içinde politikleşmiş ve radikalleşmiş; bunun sonucu da Avrupa’da sürgün yaşamak zorunda kalmışlardı.
Torunları ise artık Alman, Fransız ve Türk. O toplumun içinde yine ücretliler ama şehirde doğup büyümüş, nispeten daha iyi eğitim almış bambaşka bir dünyaya aitler ve orada yaşıyorlar.
İki kuşak içinde neolitik ortaklaşmacı köy komününden, sınırların boğduğu bir dünyaya geçiş.
Bundan elli yıl önce dünya nüfusunun ezici çoğunluğu köylerde yaşıyordu. Köy her yerde biraz neolitik komündür. Şimdi ise yeryüzünün ezici çoğunluğu şehirlerde, hatta megapollerde.
Bırakalım köy komününü, son iki yüzyılın ulusları bile bu dünyaya dar geliyor artık. Böyle bir dünyada, Türkiye’de olduğu gibi, ulusu Türklükle, Sünni Müslümanlıkla tanımlamak, eskiyi sürdürmek için beyhude bir gayrettir ve sadece insanlara boşu boşuna yeni acılar çektirir. bu beyhude gayret kendine karşı direnci de kendisi yaratır.
Rıza Dayı’nın cenazesi, Zeytinburnu’nda bir Cemevi’nden kaldırılmış.
Biz şeyleri onların kendileri hakkındaki yargılarıyla değil, nesnel ve sosyolojik anlamlarıyla tanımlarsak. Cemevi, Ulusun Sünni Müslümanlıkla tanımlanmasına karşı inancı Alevi olanların direncinin örgütlenme noktasıdır. Bu hareketin ne Din olarak Alevilikle ilgisi vardır ne de kapitalizm öncesi uygarlıktaki bir köy üretmenleri partisi olarak Alevilikle ilgisi vardır. Alevi hareketi, modern ulusun tanımının Sünnilikle yapılması nedeniyle dışlanmışlıktan doğan bir Yeni Sosyal Harekettir.
Alevilik İslam’ın egemen olduğu bir dünyada, hem köy komününün ilişkilerini belirlemesi nedeniyle bir Din’di hem de Devlete, ekonomi dışı zor aracılığıyla artı ürüne el koyulmasına karşı köy üretmenlerinin örgütlendiği bir partiydi (Mezhep-Tarikat).
Modern Alevi hareketi ise, Ulusun tanımlanış biçiminden doğan ayrımcılığa karşı bir direniş, yani modern bir partidir. Ama henüz parti olamamış bir partidir.
Henüz sistematik bir demokratik program oluşturamadığı için, henüz bir parti olamamış, tüm gayrı memnunları içinde toplayamamış bir “Yeni Sosyal Hareket”; bir parti rüşeymi, tohumu.
Rıza Dayı’nın cenazesi, gerici bir ulusçulukla, yani Sünni Müslümanlık ve Türklükle tanımlanmış bir ulusa ve onun devletine karşı bir direniş yuvasında kaldırılırken, aslında Türkiye’deki demokratik bir ulus özleminin içinde yer almış oluyordu.
Bir insan ömrüne sığmış dramatik değişiklikleri şu semboller çok daha net açıklar. Rıza Dayı’nın gençliğinde Dersim’de ve köyünde otantik Alevi cemlerini yaşadığını varsayabiliriz. Gençliğinde Dans salonlarına gitti. Orta yaşlılığında devrimcilerin derneklerine, mitinglere. Cenazesi ise bir Cemevi’nden kalktı.
Torunları, Almanya ve Fransa gibi, Türkiye ile kıyaslanmayacak ölçüde, nispeten biraz demokratik olarak tanımlanabilecek uluslarda yaşasalar bile, ister demokratik, ister gerici olsun, kategorik olarak ulusların insanlığı boğduğu bir dünyada yaşıyorlar ve yaşayacaklar.
Gross’un ölümü İşçi sınıfının bir döneminin ve tipinin gidişini ve sonunu temsil eder. Bu paralellik Amerika ve Türkiye’de de görülebilir.
Gross bir bakıma, John Lee Hooker’ler, Muddy Waters’lar kuşağı gibidir.
Gross’un Dersim’de doğup büyümesi gibi, onlar da Misisipi’de pamuk tarlalarında doğup büyümüşlerdir; Gross’un İstanbul’daki hamallığı ve şehir yaşamıyla tanışması gibi, gençliklerinde Memphis’te ilk şehir yaşamıyla tanışmışlardır. Rıza Dayı’nın Hamburg’u neyse, Chicago ve Detroit gibi Kuzey’in sanayi şehirleri de onlar için aynısıdır. Oralarda az çok insana yakışır bir yaşam sürmelerini sağlayacak bir iş bulmuşlardır.
Bu müziklerinde de yansımıştır. O köle ruhunun kalıntılarından kurtuluş, bir türlü dışa vurulamayan bir öfkeyi yansıtan köylü Blues’unun yerini, kendine güvenen ve adımlarıyla yeri titreten Muddy Waters’ların Blues’una bırakmıştır.
Beyaz işçi çocukları, isyanlarını yansıtacak tınıyı ve ritmi bu Blues’da bulmuşlardır.
Rıza Dayı nasıl Devrimciler ve dernekleriyle buluştuysa, Blues’ın o ustaları da Beatles’ler, Rolling Stones’ler tarafından keşfedildi ve bu buluşmadan, Rock çıktı.
Ama şimdi bir Koreli’nin yine Rock’tan esinlenen ve komik bir şarkı ve dansının Youtube aracılığıyla milyonlarca kez çalındığı, küçük çocukların bile görür görmez dansını yaptıkları Gangnam Style dünyasında yaşıyoruz.
Elveda yirminci yüzyılın işçileri ve işçi hareketi.
Elveda Rock, elveda Blues.
Elveda Gross.
Demir Küçükaydın
20 Şubat 2013 Çarşamba



Yeni Bir döneme Girilirken – Öngörüler ve Görevler

$
0
0
Bir süredir çok alametler belirdi. Öyle görülüyor ki, birkaç gün içinde eski parametrelerin hepsinin geçersiz kaldığı yepyeni bir dönem başlayacak. Aslında yeni dönem fiilen de başlamış bulunuyor. Alamet dediklerimiz yeni dönemin başlamışlığının ifadelerinden başka bir şey değil.
Ama herkes, henüz hala eski parametrelerle düşündüğünden yeni durum kavranamıyor.
İşin doğrusu, biz de birkaç gün öncesine kadar durumun pek farkında değildik.
Elbet birkaç ay öncesine kadar “bebek katili” ya da “terörist başı” olarak anılan Öcalan’ın birden bire resmen “İmralı” diye bir makam haline gelmesi; BDP vekillerinin İmralı’ya gitmesi; Öcalan’ın bir muhatap olarak alınması çok önemli gelişmelerdi. Ama bunlar bile henüz Erdoğan’ın Suriye ve Irak’ta sıkışmışlığıyla, başkanlık ihtiraslarıyla ve seçimlere kadar bir çatışmasızlık ortamı yaratma taktik kaygılarıyla açıklanabilirdi. (Elbet bugün de bunlar geçerliliğini koruyor. Ama başka bir bağlam içinde.)
Ve böyle bile olsa bu elbette Özgürlük Hareketine yeni imkanlar ve hareket alanları demekti. Bizzat şu ana kadar kat edilmiş yol bile birkaç ay önce tasavvur edilemeyecek bir kazanımın ifadesi olarak görülebilirdi. Öcalan ilk kez bir siyasi muhatap, bir politik partner oluyordu. Bu bile başlı başına muazzam bir yol ve kazançtı. Görüşümüz aşağı yukarı bu çerçevedeydi.
Erdoğan’ın niyetleri ne olursa olun; bunlar nasıl bir siyasi ve taktik manevranın aracı olursa olsun en küçük bir olanaktan yararlanmak; zaman zaman uzlaşmalar yapmak her savaşta mümkün ve gereklidir. Önemli olan bunlardan karşı tarafı tecrit etmek; var olan güçleri birleştirmek ve arttırmak için yararlanmak olduğundan, kendine güvenen, abdestinden emin olan bu gibi manevralardan korkmaz ve bunları bir olanak olarak değerlendirir. Stratejik hedeflerle taktik esnekliği birleştirmede Öcalan ve Kürt hareketinin eline kimse su dökemeyeceğinden ihtiyatlı bir iyimserlikle “Süreç” i destekliyorduk ve tam da biraz böyle değerlendirdiğimiz için bir yazı yazmaya öncelik vermemiştik.
Birkaç gün önce, hafta sonunda tesadüfen Kadıköy HDK’nın kahvaltısında karşılaştığımız  Sabahat Tuncel de gelişmeleri nasıl görüyorsunuz diye sorunca bu anlamda bir şeyler söylemeye çalıştığımda, Tuncel’in yüzünden, kısa bir an için, olayı anlamadığım, cevabımın çok klasik olduğu anlamına gelebilecek ifade gelip geçti gibi oldu. Bir şey söylemedi.
Sonra kendisi orada bulunanlara kısa bir konuşma yaptı. Mücadelenin yeni bir biçimde süreceğinden, burada HDK’nın çok önemli olacağından söz etti.  Bunlar elbet her zaman duyulabilecek sözlerdi. Ama burada özel bir anlamları olduğu seziliyordu.
Bu basit gibi görünen gözlemler beni uyardı ve gelişmelerin üzerine yoğunlaşarak düşünmeye itti. Son günlerde gezeteleri de çok dikkatli okuyamamıştım kimi sağlık nedenleriyle. Bütün gazeteleri taradım. Yoğunlaştıkça gelişmelerin aslında bütün eski parametreleri değiştirdiği ve değiştireceği giderek netleşti.
Türk devleti stratejik bir dönüş yapmıştı. En önemli değişim buydu ve bu bütün paramtreleri değiştirmişti. Bunu gözden kaçırmıştık.
*
Yoğunlaşıp bir tarama yapınca, birçoğunun yanı sıra sadece şu haberler bile neyi gözden kaçırdığımızı gösteriyordu:
İlki, Davudoğlu’nun Diyarbakır’a gitmesiydi. İçişleri değil, Dışişleri bakanı gidiyordu. Bu bile yeterince ilginç ve önemliydi. Orada söyledikleri ise, kendisinin gidişinden daha da ilginçti. Gazetenin haberine göre:
Dünya Savaşı sonrası Türkiye ve Ortadoğu topraklarını gizlice paylaştıran Fransa ve İngiltere'nin imzaladığı Sykes Picot anlaşmasına dikkat çeken Davutoğlu, "Sykes Picot'nun bize çizdiği o kalıbı kıracağız" dedi. Sınırlarını kaldıran Avrupa'ya yeni Romacı denmediğini belirten Davutoğlu, "Onlar ne derse desin bütün şehirlerimiz, kentlerimiz kendi hinterlandı ile
buluşacaktır" diye” konuşmuştu.
Hele hele Davudoğlu’nun konuşmasında, Yalçın Küçük’ün Türk devleti için formüle ettiği ve Askeri Bürokratik Oligarşiye önerdiği stratejiyi temellendirdiği – aslında ilişkiyi doğru formüle eden – “Kerkük’ü almayan Diyarbakır’ı verir” (bunu kimileri hep bir askeri ele geçirme olarak anladılar. Yalçın Küçük bunu PKK ve Kürtlerle ittifak yap, Kerküğü ele geçirirsin, yapmazsan Diyarbakır’ı kaybedersin alamında söylüyordu.) formülünün İslamcı bir söylemle ve “Yeni Osmanlıcı” bir perspektifle "Türk'üyle, Kürt'üyle, Boşnak'ıyla, Arap'ıyla her bir milletiyle yürüyeceğiz ya da bizi lime lime edip küçük parçalara ayırmaya çalışacaklar” şeklinde formüle etmesi ortada yepyeni bir durum olduğunu kavramamızı pekiştirdi.
Buna ek olarak Aysel Tuğluk’un İrfan Aktan’la yaptığı konuşmadaki şu sözler:
“Bize göre konjonktür, Kürtlerle birlikte olmayı onlara dayattı. Kürtlerle ittifak kurmanın hem Ortadoğu'da hem de içeride onlara kazandıracağını gördüler. Savaş ve imha politikasıyla Kürtlerin siyasal gelişimini engelleyemiyorlar. Her türlü baskıya rağmen giderek büyüyen bir Kürt hareketi var. Bence devlet şöyle bir karar verdi: Kürtler kazanıyor, biz kaybediyoruz, o zaman birlikte kazanmanın yolunu bulalım! Öcalan'ın da bunu düşündüğü kanaatindeyim. Öcalan da savaşın artık bir tekrara dönüştüğünü, kazandırmadığını gördüğü için, müttefik olarak Türkiye'yi seçti. Ortadoğu'da pek çok denge var ve Kürt hareketi başka bir dengede kendini konumlandırabilirdi. Ama Kürtler bunu değil, Türkiye'yle ittifak kurmayı tercih etti. Tarihsel olarak bunun kazandıracağını öngördü Öcalan.”
Yine aynı gün Karayılan’ın “Newrozla yepyeni bir süreç başlıyor” sözleri.
Gültan Kışanak ve Demirtaş’ın Newroz’da Öcalan’ın “Ateşesten çok daha öte bir çağrı, stratejik bir çağrı” yapabileceğine ilişkin açıklamaları, çok daha temel anlamda yeni bir durum karşısında olduğumuza ilişkin yargımızı pekiştirdi. Elbette ateşkes bile önemlidir ama bunun bağlamı, hengi değişiklik bağlamında gerçekleştiği daha da önemlidir. Ateşkesin önemi, gerçek önemli olanın öneminin görülüp, anlaşılmasını, tartışılmasını engelliyordu bir bakıma.
Birkaç saat önce İmralı’dan dönen heyet adına Demirtaş’ın gazetecilere okuduğu Öcalan’ın mesajını da dinleyince, herşey kesinleşti. Evet, Newroz’la birlikte bütün eski parametreler geçersizleşecek. Elbet mücadele elbette ve elbet “Kürt sorunu” veya demokratikleşme sorunu çözülmüş olmayacak ve bitmeyecek ve bir sosyalistin, bir devrimci ve radikal demokratın bu süreci bir çözüm süreci olarak tanımlaması veya adlandırması pek doğru olmaz ama mücadelenin biçimleri, hedefleri mücadeledeki güçler baştan aşağı değişecek. 
Böyle kritik bir durumun, bir politik depremin arifesinde, hiçbir gücümüz ve etkimiz olmamasına rağmen, elde hiçbir bilgi olmadan, içinde bir durum değerlendirmesi ve öngörüler bulunan bir yazı yazmanın hem tarihe bir not düşmek; hem de ilerde sağlamak ve varsa yanılgılarımızı görmek için şart olduğunu gördük ve bu yazıya başladık.
*
Sadece ortadaki değişikliğin nasıl tüm parametreleri değiştirdiğini gösterebilmek bakımından içeriksel hiçbir benzerliği olmayan şöyle bir örnek ortadaki değişikliğin nasıl bir şey olduğu konusunda bir fikir verebilir.
Amerika’da sosyalist bir devrim olduğunu var sayın. Bu bütün dünyadaki parametrelerin alt üst olması anlamına gelir. Var olan bütün strateji ve taktikler, teorik tartışmalar vs. bir anda hükümsüz kalır; olaylarca aşılmış olur veya kadük olur. Dünyanın en büyük gücü karşı bir güç olmaktan çıkmış yandaş bir güç olmuştur. Artık dünyanın sosyalist olması sadece bir zaman sorunudur ve akıl almayacak kadar sancısız ve kolay olur. Tekrar edelim, içerik olarak değil ama kediye göre budu, Ortadoğu ölçüsünde sonuçları itibariyle böylesine bir değişim söz konusu. Böylesine bir değişimde eski parametreler üzerinden politika yapanların hepsi hızla yokolur gider. Esas önemli olan ve üzerinde tartışılması gereken budur. Ateşkesler, hudut dışına çıkmalar vs.. Bütün bunlar bu değişimin içinde küçük ayrıntılardan başka bir şey değildir. Elbet eylem ayrıntılarla ilgilenmeyi öngörür ve şaytan ayrıntılarda gizlenir. Ama bütün bunlar artık bambaşka bir çerçevede bir anlama sahiptirler.
Değişikliğin çapının anlaşılması için şöyle bir iki örnek daha ayıktırıcı olabilir.
Örneğin şimdiye kadar Türk devletinin Kürtlerin varlığını bile inkarına alışılmıştı, binlerce insanın kanı bunun için dökülmüştü. Şimdi Kürtlerin bölgedeki en büyük koruyucusu ve destekçisi Türk devleti olarak ortaya çıkarsa, böyle bir söylem üzerinden ideolojik ve politik varlıklarını sürdürenler, hem Kürtler hem de Türkler içinde bir anlamda boşlukta kalırlar. Tıpkı Amerika’da bir devrim olduğunda bütün politik varlığını Amerikan Emperyalizmine karşı mücadele üzerine şekillendirmiş bir hareketin düşeceği duruma düşerler.
Ya da şöyle bir durum var sayın. Türk devletinin PKK gibi gerilla savaşında ustalaşmış bir örgütün silah bırakmasını istemeyip, işi ağırdan alıp el altından onları silahlandırdığını hatta fiilen işbirliği yaptığını düşünün. Türk devletinin yeni stratejisi ve Ortadoğu’daki gelişmeler böyle durumları ortaya çıkarabilir ve muhtemelen de çıkaracaktır.
Bu değişiklik sadece Türkiye’deki politik mücadelenin parametrelerini değiştirmeyecektir; Ortadoğu’daki bütün dengeleri de değiştirecektir.
Barış süreci denen aslında bir anlamda bu stratejik değişimin ve dönüşün gerçekleştirilmesinden başka bir şey değildir. Öcalan ve Türkiye Kürtleri, Türk devletinin bu stratejik dönüşü yapabilmesi için olmazsa olmaz olduğundan bugün Öcalan’ın “İmralı” diye bir makam haline geldiğini görüyoruz.
Ama bütün bu değişim, mücadelenin bittiği, Kürtlerin haklarını kazandığı, Türkiye’nin demokratikleştiği ve demokratikleşeceği anlamına gelmemektedir. Bütün bunlar için mücadeleler sürecektir; hatta bizzat bu mücadeleler bu değişimin araçları olacağı gibi, bizzat bu değişim bu mücadelelerin bir aracı olacaktır.
Hatta denebilir ki, hiçbir gerçek demokratikleşme olmadan, var olan sistemin kendini yenileyebilmesi ve sürdürebilmesi için bütün bu stratejik değişim gerçekleştirilecektir.
Şimdi şöyle bir durum düşünün mahalli idarelere idari yetkiler veren, gerçek merkezi iktidarı olduğu gibi koruyan, ama anadilde eğitime bile yer veren, fiilen Uluslar arası alanda bir sorun yaşamamak için, sınırları içine katmadığı Suriye ve Irak’ın Kürt bölgeleriyle sınırsız bir eknomik entegrasyon yaşayan bir Türk-Kürt Devleti, Firavunlar Nemrutlar çağından kalma niteliğini zerrece değiştirmiş olmaz; ama ömrünü ve gücünü en azından birkaç on yıl uzatmış olur.
Hem Burjuvazi, yani AKP; hem de “Sünufu Devlet”, Kıvılcımlı’nın “Firavunlar, Nemrutlardan kalma Şark devletçiliği” dediği, bizim “Askeri Bürokratik Oligarşi” terimini kullandığımız en temel iki egemen güç, esas olarak bu dönüşümde anlaşmış bulunuyorlar.
Bütün gezegenler sürekli hareket halindedirler, bu hareketleri esnasında diğer gezegenlerin yörüngeleri üzerinde etkilerde bulunurlar. Bu etkilerden hareketle bir zamanlar Neptün’ün varlığı ve yeri hesaplanabilmiş sonrada o gezegen o yerde bulunabilmişti.
Ancak bu gibi etkilerden öte, gezegenlerin belli bir dizilişte bulunmaları gerçekleşir zaman zaman. O zaman etkiler istisnai bir güç ve önem kazanırlar. Örneğin Güneş ve Ay tutulmaları böyledir. Hareketleri esnasında bazan Güneş, Dünya ve Ay, hepsi aynı doğru üzerinde dizilirler. Çekim güçleri birbirine eklenir. Gezegenlerin böyle ilginç dizilişlerini eskiden müneccimler önemli olayarın habercisi sayarlardı. Evren öyle büyük ve geniş gezegenler öylesine küçüktür ki bu gibi dizilişlerin toplum hayatında fiilen ciddi fiziksel bir etkisi bile olmaz. Ama Sınıfların ve sosyal ve politik güçlerin mücadelesinde böyle dizilişler gerçekleştiğinde, örneğin birbirine karşı mücadele içindeki güçler birden bire bir çıkar ortaklığında buluştuğunda ve ittifaka yöneldiğinde , bunların farklı yörüngeleri (toplumsal güçlerin konumları ve çıkarları) değişmemekle birlikte tüm eski dengeler ve parametreler değişir. Örneğin İkinci Dünya Savaşı’nda ABD, İngiltere ve Sovyetler’in aynı ittifak çizgisinde birleşmesi böyle muazzam bir Kıta kaymasıydı. Dünya sonraki elli yılda bu kayma üzerinde şekillenmişti.
Şimdi olan böyle bir değişikliktir. Herkes yıllardır Türk devletinin Kürtlerle savaşmasına ve Kürtler içinde de Barzani ve Talabani ile ittifak edip PKK ile savaşmasına alışmıştı. Şimdi değişen, bu Türk devleti Kürtler ve PKK ile ittifaka yönelmiş bulunuyor.
 “Süreç” üzerine söylenenler hep eski parametrelere dayanıyor. Televizyon ve gazetelerde tahliller ve çıkarsamalar, politika belirlemeler hep eski değişmezler üzerinden yapılıyor eski alışkanlıkla.
Bu değişimin kendisi bir yığın aktörü şimdiden boş düşürür. Örneğin artık Ortadoğu çapında bir projeniz, programınız, stratejiniz yoksa, bu yeni durumda boşlukta kalırsınız. Örneğin MHP’nin Türklük ideolojisi üzerinden böyle bir paradigma içinde yer alması ve bir program oluşturması bile olanaksızdır. Bu durumda sudan çıkmış balığa döner. Bu nedenle tüm varlığıyla yok oluşunu engellemeye çalışacaktır. Kürtler içindeki “ilkel milliyetçi” denenler de, bir Kürt devletinden öte birtasavvuru olmayanlar da tersinden aynı duruma düşeceklerdir.
Bir yıl sonra bu değişime ayak uyduramayan bütün politik aktörlerin, 2002 seçimlerinde bütün diğer partilerin silinip gitmesi gibi silinip gittiği görülürse hiç kimse şaşırmamalıdır.
Değişimi şöyle formüle edebiliriz: Devlet ve (MİT, MGK vs., buna “Devlet Aklı” , “Hikmeti Hükümet”, “Reason d’etat” da deniyor)  Burjuvazi (AKP) Kürtlerle İttifak, bunun için de Savaşı durdurma karşılığında da PKK’ya legal mücadele olanaklarını sunmak. Bunu organize etmek için de şimdilik Öcalan’ı muhatap almakta anlaşmış bulunuyor.
*
Peki, bu nasıl mümkün olabildi? Ve ne gibi sonuçları olabiir?
Elbet herşeyden önce Dünya’daki ve Ortadoğu’daki gelişmeler bunu zorladı ama bu zorlama yıllardır vardı.
Nasıl 28 Şubat, Erbakan’ı ve köhnemiş politikasını, kadrolarını ve söylemini tasfiye edip, Politik İslam’ın yepyeni bir stratejisinin, parti ve kadrolarının yolunu açtıysa, ona bir gençlik aşısı olduysa, Ergenekon tevkifatları da Askeri Bürokratik oligarşi içindeki köhnemiş güçleri ve stratejileri tasfiye etti. Bu tabaka içindeki daha esnek olanları, “aynı kalabilmek için değişmeliyiz” diyenleri güçlendirdi ve onların önünü açtı. Zaten bu güçlerin el ve bel vermesi olmasaydı, AKP böylesine cepheden bir harekata da cesaret edemezdi.
Böyle bir değişim olmasaydı, “Devlet Aklı” (MİT, MGK) Yalçın Küçük’ün formülüne gelmez; Kürtler ile ittifak yapmanın Türk Devletine neler kazandıracağını göremezdi.
Yani diyebiliriz ki, nasıl ordu ve bürokrasi 28 Şubat ile politik İslam’ı budadı; yeni sürgünlerin önünü açtı ve ona bir gençlik aşısı yaptıysa; Ergenekon tevkifatları da Askeri Bürokratik oligarşiyi aynı şekilde budadı; yeni sürgünlerin önünü açtı ve ona bir gençlik aşısı yaptı. Bu gençlik aşısı sayesinde “Devlet Aklı” sermayenin aklı ile çakışabildi.
Bu çakışma, bu güçlerin arasındaki çelişkinin yok olması; çatışmanın durması anlamına gelmemektedir. Bu güçlerin farklı Kürtleri de olacaktır. Kürtler içindeki farklı güçlerin de Farklı Türkleri olacağı gibi.
Genel olarak Kürtlerle ittifak yapılacaksa, hangi gücün Kürtler içinde hangi güçlerle ittifak yapacağı da bir sorun olarak ortaya çıkar. Türkiye’de devlet şimdiye kadar PKK’ya karşı Barzani ve Talabani ile ittifak yaptı. AKP de bu çizgiyi sürdürdü ve sürdürüyor.
Ama AKP’nin Barzani ve Talabani’ye dayanan gücü ve Ortadoğu politikaları karşısında Askeri Bürokratik Oligarşi bir süredir PKK’nın desteklenebilecek ve ittifaklar yapılabilecek bir güç olduğunu fark etmiş bulunuyordu. Ve bu güçle birlikte AKP’nin Barzani ve Talabani’ye dayanan İslamcı vizyonuna karşı laik bir vizyon ve güç olarak PKK ve Öcalan pek ala bir karşı denge oluşturabilir. (ÖDP, TKP, Halkevleri gibi sol hareketlerin son zamanlardaki Kürt Hareketiyle yakınlaşma denemeleri ve flörtleri Askeri Bürokratik Oligarşi’nin kitle tabanı olan Şehir Orta Sınıfları ve Aleviler içindeki bu yöndeki kımıldamaların bir göstergesinden başka bir şey de değildi.)
AKP açısından ise zincir şöyle kurulbilir. AKP’nin Ortadoğu politikalarının çamura saplanması, Irak’ın bölünmenin eşiğinde olması, Irak Kürtlerinin, Türkiye ile ittifak ve hatta birlik hedeflerini açıkça ifade etmeleri, bu birlik ve ittifak için Türkiye’deki Kürtlerle barışma zorunluluğu, AKP’nin bütün denemelerine rağmen PKK’nın etkisinin kırılamaması ve aksine artması; Suriye’de Kürtlerin ve PKK’nın birden bire üçüncü bir güç olarak ortaya çıkması. Bütün bunlar da AKP’yi Öcalan’la bir uzlaşmaya, onunla askeri yöntemlerle değil, başka yöntemlerle mücadeleye, bunun için de belli bir geri çekilmeye zorlamış bulunuyor.
AKP de şu denklem karşısında kaldı: Türkiye’deki Kürtlerle barışılmadan, Barzani ve Talabani Türkiye ile barışamaz ve Türkiye ile fiili bir birleşme gerçekleştiremez. Türkiye’deki Kürtlerle barışmak için de en etkili güç olan Öcalan’ın çizgisiyle bir şekilde anlaşmak gerekmektedir.
Böylece “Sünuf’u Devlet” ve AKP, farklı kaygılar ve gerekçelerle aynı noktada buluştular.
Barzani ve Talabani de Türkiye ile barışmak hatta birleşmek, istemektedir ama Türkiye kendi Kürtleri ile savaşırken bu bir ihanet gibi olacağından, savaşın durması da Öcalan’sız olmayacağından. Onlar da Türk Devleti ve AKP ile aynı noktada buluşmuş bulunuyor. O nedenle Barzani bu son sürecin hazırlanma ve uygulanmasında her türlü kolaylığı göstermekten imtina etmiyor.
Çok önce Barzani’nin Özel kalem müdürü Fuat Hüseyin şöyle demişti:
“Eğer Şiiler İran’ı, Sünniler de Arap dünyasını seçerse, Kürtler de Türkiye ile yakınlaşırlar. Türkiye’nin de Kürtlere ihtiyacı olur. Birbirimizi sevmiyoruz ama sevmeye de ihtiyacımız yok. Amerika Bağdat’tan geri çekildiğinde, çatışma yaşanacak, Türkiye’nin de başka bir şansı olmayacak. Kürtler bu şartlarda Türkiye’nin koruması altında rahat ederken, bunun karşılığında Türkiye, Kerkük’teki dev rezervler dahil, Irak’ın kuzeyindeki bölgenin petrol ve doğal gazına doğrudan erişim imkanı elde edecek ve dolaylı yollarla Kerkük’e sahip olacak.”
Özetle artık petrol paralarının ve dünya nimetlerinin tadını da amış, bunca savaş yılından sonra biraz barış ve efah içinde yaşamak isteyen Irak Kürtlerinin Irak cehenneminden çıkması için, Türkiye’nin kendi içindeki Kürtlerle barışması şarttır. Kendi içindeki Kürtlerle barışması için ise, silahların susması, Silahların susması için de Öcalan’ın muhatap alınması ve ona politik mücadele alanının açılması şarttır.
Ama sadece bu kadar değil, ABD ve İsrail bile bu dönüşümden çıkarlıdırlar ve desteklerler. İran’ın önünün kesilmesi için, Türkiye’nin Kürtlerle ittifakı ABD ve İsrail’in de çıkarınadır.
Bu değişimde çıkarı zedelenen kesim, Türkiye’nin içindeki Askeri Bürokratik oligarşinin eski stratejisine bağlı güçler; Suriye, İran, Rusya ve Çin’dir. Ayrıca ABD’nin yanında ve müttefiki görünmesine rağmen her zaman ona karşı dengelere oynayan ve sürekli rekabet içinde olan Avrupa ve özünde Almanya ve Fransa’dır.
Sakine Cansız’ların Paris’in göbeğinde vuruluşu, bu güçlerin bu değişimi engellemek için yapabileceklerinin ve gösterecekleri direnişin bir ipucu olarak görülebilir.
Elbet dünya çapındaki güçler ve bunların jeopolitik pozisyonları ve çıkarları bu değişimi uzun zamandır zorluyordu. Öcalan yıllardır bunları dile getiriyordu. Ama olayların zorladığı bu politikaların gerçekleşmesi o güçlerin içinde ciddi değişmeleri ve mücadeleleri gerektiriyordu. Bu değişimleri ya biri başarmış diğeri başaramamış oluyor ya da konjonktür farklı konumlanmalara yol açabiliyordu. Şimdi bir bakıma, bütün Dünya çapında ve bölgesel aktörlerin neredeyse hepsinin senkronize bir şekilde, tıpkı gezegenlerin aynı doğru üzerinde dizilişi gibi, aynı ortak çıkarlarda buluşması gerçekleşmiş bu da uzun yıllardır bu olanağı bekleyen Öcalan’ın önünü açmış bulunuyor.
Öcalan bu duruma yıllardır hazırdı ve verdiği bütün mesajlar buna yönelikti. Uzun yıllardır programını ve vizyonunu koymuş bulunuyordu. Teorik ve politik olarak bu yeni duruma, yeni parametrelere en hazırlıklı güç Öcalan’dır.
Öcalan stratejik hedeflere bağlılıkla taktik esnekliği en iyi birleştiren, tam da bu nedenle kendisini kullanmaya kalkanları her zaman kullanmış bulunan zeki ve vizyon sahibi bir politikacıdır.
Suriye’nin elinde esirken (Gerçi Suriye ve Lübnan içinde dolaşabiliyordu ama Suriye gibi bir “muhaberat” devletide bu İmralı’dan bile daha riskli bir durumdur. Aslında bir esirdi, bir rehineydi. Tıpkı İmralı’daki gibi.) Ortadoğu’nun en büyük gerilla hareketini örgütledi.
Türkiye’nin elinde bir adada esirken Türkiye’nin en büyük demokratik parti ve hareketini örgütledi.
Şimdi, Ortadoğu’nun en büyük demokratik hareketini örgütleyip en büyük devletinin başına geçmeye adaydır.
Muhtemelen artık Öcalan bir Kürt politikacısı değil, bir Türkiye ve Ortadoğu politikacısı olarak ortaya çıkacaktır. Ufku bir Kürt devletinden ötesini göremeyenler Öcalan’ı ihanetle suçlayıp AKP ile ittifaka yöneleceklerdir. Öcalan ise ilk elde programına Türkleri kazanmaya çalışacaktır. Muhtemelen bir süre sonra Öcalan Türkiye’nin ana muhalefet lideri olacaktır elinde Türkiye ve Ortadoğu için bir demokrasi programı olan.
AKP bir süre sonra Öcalan’ı tecrit edip etkisini kıracağının hesabını yapmaktadır. Kürtlerle bir barışma, bireysel haklar; savaşın durmasının ekonomiye kazandıracağı dinamizmin; Güney Kürdistan’dan gelecek petoller ve paraların bir süre sonra kendisini güçlendireceğinin, Kürtler arasında Öcalan’ın altını oyacağının; AKP’nin Kürdistan’da da birinci Parti olacağının hesabını yapmaktadır. Bunedenle önemezde Öcalan ve Kürt Özgürlük hareketine yönelik olarak baskıların, şiddetin diğer Kürtlere olanaklarların açılmasıyla birlikte götürüleceği yeni çok sert mücadeleler dönemi de bulunmaktadır.
Tayyip Erdoğan aslında birikimsiz ve yeteneksiz bir politikacıdır. Konjonktür ona çok yardım etti şimdiye kadar. Yılların adeta nadasta kalmış, işlenmemiş tarlası gibi duran bir Türkiye’de iktidarı aldı. Hiçbir şey yapmadan sadece çok büyük aptallıklar yapmadan durması bile yeterdi. Ne zaman bir şey yaptıysa aslında ağzına yüzüne de bulaştırdı (Suriye politikası ve Gazze’ye yardım örneğin) ama bunlar bile onun başarısı ve yeteneği gibi göründü. Karşısında doğru dürüst bir politik rakip bile yoktu. Kendi çapsız ama karşısındakiler ondan da çapızdı. Ve şimdiye kadar Öcalan’a her yerde yenildi aslında.
Ancak şimdi ve bundan sonra Erdoğanın çapı (daha doğrusu çapsızlığı) daha iyi görülecektir. Erdoğan bir süre sonra “baba bir hırsız tuttum” a dönecektir. Getir Gelmiyor, bırak gitmiyor.
*

Bunu görmek için müneccim olmaya gerek yok.
AKP neden kaybedecektir? Çünkü ancak Öcalan’dan daha demokratik bir programla ona karşı mücadele edebilir. Ama zaten daha demokratik olursa bir karşı güç olmaktan çıkar aynı amaç için bir müttefik olur. Bu olmayacaktır. Çünkü AKP demokratik bir parti değildir. Burjuvazi ta başından beri hiçbir zaman demokrat olmamıştır. Demokrat olmadığı için Teorik, Politik ve İdeolojik bir hazırlığı yoktur. Öcalan’ın mesajının BDP heyeti tarafından İmralıdan dönerken okunduğu gün Erdoğan, İslamlık, Türklük ve Milliyetçiliğin övgülerini yapıyordu, birkaç yıldır oluşturulan Çanakkale anmalarında. Nedense Rumların, Ermenilerin yani Hıristiyan halkların adı bile anılmıyordu bu sözümona kardeşlik ve çok renklilik söylevlerinde.
Öcalan ise, milliyetçiliği lanetliyor; Ermeni, Süryani, Keldani, Helenlerin katliyle milliyetçiliğin yükselişi ve onun tüm ortadoğuyu yangın yerine çevirişi üzerine geniş bölümler bulunan kitaplar yazıyor yıllardır. Liberaller ya da Erdoğan gibi katliamlar karşısında İttihat Terikkiyi suçlamakla yetinmiyor bir bütün olarak ulusçuluğu mahkum ediyor.
En son kitabından bir alıntı:
Ulus devletçiliğin yol açtığı en büyük felaketler Ortadoğu’nun soykırım yaşayan halklarına ilişkindir. Anadolu ve Mezopotamya’da erken milliyetçiliğin tuzağına düşen Helen, Ermeni, Süryani ve Kürt halkları, tarihin en eski yerel kültrlerini temsil etmelerine rağmen, ulus devletçiliğin son yüzyıllık deneyimleri kendlerini tasfiyenin eşiğine kadar getirdi.” (Abdullah Öcalan, Demokratik Uygarlık Manifestosu, Beşinci kitap, s. 545)
Ya da şu sözlere bakalım:
“(…) Artık Ermeniler, Helenler, Süryaniler kendileri için ulus devletçi sınırlar çizemeyeceklerine ve varlıklarını sürdürmek zorunda olduklarına göre, en uygun seçeneğin demokratik ulusal birliktelik zihniyeti ve Demokratik özerklik yapılanması olduğu açıktır. Demokratik modernite geç de olsa bölgenin her tarafındaki benzer süreçleri yaşayan kültürel gruplar ve halklar için bir zihniyet sığınağı, demokratik özerklik ise uygun yeniden bedenlenme modeliir.
“Bölgede zengin bir miras teşkil eden sadece etnik ve ulusal varlıklar değildir. Dinler ve ezhepler de geniş bir gruplar yelpazesini teşkil eder. Geleneksel ve modern biçimleriyle dinlein aldığı yeni görünümlerin temsili ciddi bir sorundur. Ulus devletçilik bunların dabüyük kısmını tasfiye etti. Fakat artık kendisi aşındığı iinkendilerini ifade etmek ancak Demokratik Ulus  kuram ve kavramları çerçevesinde mümkündür.” (age. S. 546)
Şimdi Öcalan’ın yukarıdaki sözleriyle birlikte Öcalan’ın mesaj yolladığı saatlerde çocuksu ve suni Çanakkale müsameresinde Recep Tayyip Erdoğan’ın sarfettiği şu sözleri okuyalım:
Çanakkale zaferi bir etnik kökenin, bir ırkın, bir kavmin değildir. Bu büyük zafere İstanbul ne kadar sevindi ise Diyarbakır da o kadar sevinmiştir. Bu muhteşem kahramanlık karşısında İzmir ne kadar iftihar etti ise Beyrut, Bağdat, Şam o kadar iftihar etmiştir. Bizim millet, milliyet ve milliyetçilik anlayışımızın sınırları Çanakkale’de çizilmiş, milliyet kavramı Çanakkale’de ruhunu, özünü, kökünü bulmuştur. Şehitliklerimiz bizim kimlik kartımızdır. Burada aynı zamanda bizim millet ve milliyet anlayışımızın da adeta manifestosu yazılmıştır. Çanakkale’de şehitliklerdeki mezar taşlarında İstanbullunun yanında Diyarbakırlı da var. İzmirlinin yanında Bitlislisi var. 81 vilayet bu gün olduğu gibi Anafartalar’da, Arıburnu’nda tek millet haline gelmiş aynı mezar içinde birbirine kardeş olmuştur.” (Milliyet, 19.03.2013)
Bu sözler Sünni İslam’ta tanımlanmış bir ulusçuluğun amentüsünden başka bir şey olmadığı gibi, Öcalan’ın sözleri karşısında Erdoğan’ın ne kadar arkaik kaldığı hemen görülür. Daha birsüre önce Osmanlı ordusunda Hıristiyan Ermeni subayların kahramanlıkları tartışılıyordu. Erdoğan’ın ufkunda, tıpkı Dışişleri bakanının saydıkları arasıda bir tek Hıristiyan kavmin anılmaması gibi bir tek Hıristiyanın adı yok. Sünni İslamlıkla tanımlanıp Türklükle cilalanmış bir ulusçulukla Ortadoğu’da bu yeni konumlanış’ın akibetinin ne olacağı Suriye’de çoktan görüldü.
Ortadoğu çapında bir projede Erdoğan’ın Öcalan karşısında hiçbir şansı yoktur.
İşte Erdoğan bu nedenle Öcalan’ı kullanayım derken Öcalan onu kullanmış olacaktır. Tıpkı Suriye ve Türk devleti gibi. Hatta bugün Kürtlerle barışın en keskin düşmanları görünen ama aslında kültürel olarak çok da demokratik olan, CHP’nin tabanını oluşturan şehir orta sınıfları yakında en sıkı Öcalancılar olursa kimse şaşırmasın. Büyük aşklar üyük nefretlerden doğar.
Öcalan’ın “Amerika gibi başkanlık da olabilir” sözleri, elbet politik taktik bir uzlaşma sinyali anlamına da sahipti ama bunu söylerken Öcalan’ın Erdoğan’ı değil kendini kastetmediğini kim biliyor?
*
Bundan sonra Türkiye ölçüsünde politika anlamsızlaşacaktır. Ortadoğu ölçüsünde program, strateji mücadelesi başlayacaktır. Ortadoğu için bir programı ve stratejisi olmayanlar Türkiye Politikasından fiilen tasfiye olup marjinalleşeceklerdir.
Bu, Kürt sorunu çözülecek, Türkiye demokratikleşecek anlamına gelmemektdir. Öcalan’ın serbest kalması, KCK tutuklulularının bırakılması, bütün bunlar olabilir. Ama bütün bunlar Türkiye’nin demokratikleşmesi anlamına gelmez. Sadece demokratikleşme mücadelesinin, silahlı olmayan araçlarla sürdürülebileceği anlamına gelir. Silah çoktandır bir başarı aracı olmaktan çıkmış, mesaj vermeye, misilleme yapmaya yarayan bir araç olmaktan öteye bir işlevi kalmamıştı. Politik ve diplomatik manevraların bir aracıydı. Ne Türk ordusunun ne de PKK’nın askeri bir başarı şansı yoktu bunu yirmi yıl önce Öcalan zaten söylediği gibi. Daha sonra da Türk Ordusunun generalleri de belli bir düzeyin altında savaşla birlikte yaşamayı kabul etmeliyiz diye yıllardır zımnen itiraf etmişlerdi.
*
Evet, Türkiye’nin demokratikleşmesi mücadelesi yeni başlayacak. Bu mücadele sanıldığından çok daha zorlu geçecek. Sonunda bir demokratikleşme olmazsa bugünden çok daha kötü ve geri bir duruma da gelinebilir. Ama hedefler ve araçlar değişmiş bulunuyor.
Eğer hedefler ve araçlardaki değişmeyi kısa ve özlü olarak ifade etmek gerekirse, bunu şöyle formüle edebiliriz: Şimdiye kadar Türkiye’de Türkler Kürt sorununun nasıl çözüleceğini tartışıyordu. Bundan sonra Türkler ve Kürtler Ortadoğu sorununu nasıl çözüleceğini tartışacaklardır.
Parametrelerdeki ve paradigmadaki değişim şu popüler formülasyonlarla da ifade edilirse daha iyi kavranabilir.
Dünün ortak varsayımı Avrupa’ya giden yolun Diyarbakır’dan geçtiği idi. Yani Avrupa ile birleşmek için Kürtlerle birleş, demokratikleş, onları tanı.
Buradaki hesap yanlışı, Avrupa’nın demokratik bir Türkiye istediği idi.
Sadece demokratik bir Türkiye’ye hayır diyemeyeceği için değil; Türkiye Jeopolitik olarak Avrupa’nın dengeleri olan Rusya ve İran karşısında otomatik olarak ABD’nin müttefiği olduğu ve Avrupa Birliği içinde ikinci bir İngiltere olabileceği için ve büyüklüğü ile Almanya’nın avrupa üzerindeki kontrolünü engelleyebileceği için, Avrupa bunu istemezdi.
Yeni başlayan dönemin ortak varsayımı ise, Diyarbakır’dan geçen yolun Kerkük’e gittiğidir. Yani Kürtlerle birleşirsen, demokratikleşirsen, onları tanırsan Kerkük’e varırsın.
Avrupa’nın aksine Kerkük’teki Kürtler, Türkler, Araplar, Keldanier, Süryaniler, Asuriler demokratik bir “Türkiye”yi içinde bulundukları cehennemden çıkmak için istiyorlar. Erdoğanın ise, Sünni ve Müslüman olanlardan ötesine söyleyeceği bir şey yok.
Ama bütün bunların olabilmesi için Türkiye’nin Türkiye olmaktan çıkması, bir dille, dinle, soyla, tarihle tanımlanmamış gerçek bir demokratik cumhuriyet olması gerekiyor.
Bu ise herşyden önce binlerce yıllık bu devlet cihazlarının parçalanmasını; tıpkı 1791-93’de birinci Paris Komünü’nde veya 1871’de İkinci Paris Komünü’nde veya Amerika’da veya ilk İslam’ın çıktığı Mekke’de olduğu gibi, ezilenlerin üzerinde yükselmeyen, onlara hizmet eden basit, ucuz, toplu yaşamanın ihtiyaçlarını gidermeye yönelik bir devletin, artık devlet olmayan bir devletin, kurulmasını gerektirir.
Böyle bir “devletin” tohumları ise, bizzat bu mücadele içinde oluşturulabilir.
*
Peki, biz sosyalistler veya burada somut olarak devrimci veya radikal demokratlar bütün bu denklemde neredeyiz ve ne yapmalıyız?
Bis sosyalistler, radikal demokratlar küçük de olsa bir karşı odak oluşturmazsak, Öcalan ve kürtk hareketinin bütün demokratik dinamizmi, Devletçiliğin kendisini yenilemesinin, tıpkı Bizanstan Osmanlı’ya geçişte olduğu gibi, bir aracına dönüşebilir. Bu taze kanla Firavunlar çağından kalma devlet, bir Kürt-Türk devleti olarak örneğin bir uzun süre daha kendini sürdürebilir.
Ama Devrimci Demokratik bir hareketin varlığında, Kürt hareketinin demokratik dinamizmi, Ortadoğu’da gerçek bir demokratik devrimin oluşmasının yolunu da açabilir. Her iki yol da şimdilik açık görünüyor.
Elbet şu an fiili bir gücü temsil etmeyiz ama bunun nedeni programımızın, taktiklerimizin, teorik arka planımızın yanlış olması veya olmaması değil; tarihsel koşulların bunların serpilip gelişmesi ve ortaya çıkması için bir imkan sunmamasıdır.
Dinazorlar ve memeliler aşağı yukarıda aynı dönemde ortaya çıkmışlardı. İkisi de sıcak kanlı hayvanlardı ama biri yumurtayla diğeri plesentayla üreme stratejisine sahipti. 150 milyon yıl boyunca Dinozorlar daha üstün ve başarılı oldular. Ancak Dinozorların ortadan kalkmasından sonra son altmış milyon yılda memeliler gelişme ve serpilme imkanı buldular. Buna rağmen göklere hala dinazorlar (kuşlar) egemendir. Orada memeliler hala 150 milyon yıl boyunca yaşadıkları gibi karanlıklarda, mağaralarda var olabilmektedirler yarasalar gibi.
Başarıyı belirleyen çoğu kez başka koşullardır. Başka koşullarda başarının anahtarı olacak özellikler bir başka koşulda zayıflığın nedeni olabilirler.
Ancak bu genel tarihsel çerçeveye rağmen, bütün bu koşullar önceden hiçbir zaman bilinemeyeceği için, sanki varmış gibi çabalamak ve hiçbir şey olmasa bile sonra geleceklere bir örnek, bir miras, bir deneyler toplamı bırakmak da önemlidir.
İçine yeni girilen döneme en hazırlıklı güç elbette bu günün politik aktörleri arasında sadece Öcalan ve Kürt Özgürlük Hareketi’dir.
Ancak, biz her ne kadar somut bir gücü temsil etmiyorsak da, teorik ve politik olarak hem temellerimiz hem de hazırlığımız Öcalan’ın temsil ettiği çizgiden çok daha ileridedir.
Marksizm'in Din ve Uus teorileri konusudaki en büyük eksikliklerini giderdik. Bunları somut politik ifadelerine kavuşturduk. Teorik ve kavramsal arka planımız çok daha güçlü; Öcalan’ın geliştirmeye çalıştığından çok daha tutalı ve sistematiktir.
Öcalan oldukça sınırlı bir teorik arka planla ve oldukça eklektik kavramsal araçlarla, oldukça belirsizliklerle dolu bir program geliştirebilmiştir.
Bizim programımız, somut bir güce dayanmasa bile, bir program olarak bile Kürt Özgürlük Hareketini ve Öcalan’ı daha tutarlı, açık, radikal ve demokrat pozisyonlara çekebilir, ona bir örnek oluşturabilir.
Öcalan’ın programı bütün eklektik ve eksik yapısına rağmen bugün bize en yakın, en ittifak yapılabilir programdır. Bu herşeyden öne büyük bir şanstır.
Ancak küçük bir güce rağmen büyük işler görülebelir. Modern sınıflar ve modern içi sınıfı bir kaçhaftada milyonlarla örgütlenebilir. Onun bugünkü darmadağınık hali kimseyi yanıltmamalıdır. Bunun mümkün olabildiğini, üç ay içinde İnternete yabancı kuşaklarla bile Kıvılcımlı için bir örneği olmayan Sempozyum örgütlenmesi göstermiştir.
Öcalan’ın ve Kürt özgrlük hareketinin belli sınırları ve zaafları vardır. Bunlar eklektik bir teori ve netlikten uzak bir programdan  ibaret değildir. Herşeyden önce Kürtler arasına sıkışmış olmak; Modern sınıf ve tabakalar arasında güçlü bir tabandan ve etkiden yoksun olmak olarak tanımlanabilir.
Özgürlük hreketinin demkratik hedeflerine ulaşabilmesi için herşeyden önce Türkiye’nin batısındaki ve Büyük şehirlerndeki insanlarının çoğunluğunu kazaması veya onların tarafsızlığını sağlaması gerekmektedir. Özgürlük hareketinin Kürtlerin yoğun olduğu bölgeler dışında şehirlerde başarızıs kaldığı bir sır dreğildir.
Kürt özgürlük hareketini oluşturan tabanın, şehirli ama ruhça köylü yapısının batının şehirleri için hiçbir çekiciliği olmadığı, hatta çok itici bulunduğu ve bulunacağı bir sır değildir.
Bu kültürel sınırlar ve önyargılar, batıda bir demokratik hareketin oluşmasındaki en büyük engellerden biridir.
Bunun içinküçük de olsa radikal demokrak bir program etraında bir billurlaşma muazzam pratik öneme sahip olur. Bu teorik ve ve kültürel avantajını Kürt özgürlük hareketinin örgütsel ve politik gücüyle birleştirebiirse, birbirlerinin eksiklerini kapatıp, çok güçlü bir alaşım oluşturabilirler. Bakır da Kalay da tek başına yumuşak metallerdir ama ikisinin kaynaşması insanlığa çağ atlatan tuncu ortaya çıkarmıştır.
Çok uzun zamandır Kürt hareketi içindeki milliyetçiler ve Türk milliyetçisinden bayşka bir şey olmayan Türk ssoyalistleri karşılıklı bir kayıkçı döüşü ve zımni bir uzlaşma içinde, Öcala’ın Türkiyelileşmek projesini fiilen sabote etmişlerdir ve etmektedirler.
Bunun en son ve somut örneği, büyük umutlarla kurulan ve şimdi bürokratik, ruhsuz ve hantal bir aygıta dönüşmüş bulunan HDK’dır.
Türk sosyalist örgütleri hepsi tutucudur, küçük dükkânlarının ötesini görmezler. Hepsii Kürt özgürlük hareketenin etrafında yaşamaya çalışan parazitlerdir. Bu durum Kürt milliyetçilerinin de işine gelmiştir. Onlarla birlik olarak hem sanki bir şey yapılıyor gibi görünmeye devam etmişler hem de dönüp Kürtlere bakın bu Türk sosyalistleri bir şey yapamazlar, bu Öcalan bunlara niye bu kadar düşkündür deme olanağı elde etmişler Kürt hareketi içindeki konumlarını güçlendirmişlerdir. Karşılıklı al gülüm ver gülüm bu üne kadar gelmişlerdir.
Bu oyuna son verilebilirse, HDK’nın bugünk yapısı parçalanıp, yapyani bir program ve yapı temelinde tekrar örgütlenebilirse, HDK gerçekten Türkiye ve hatta Ortadoğu’daki bütün demokratik güçlerin bir toplanma noktasına dönüşip güçsüzlükleri güce dönüştürbilir.
Bunun için
a)  Net bir program gerekir. Biz bu programı on yıldır sunuyoruz. Bu yazının arkasına hem uzun hem de kısa versiyonlarını tekrar koyuyoruz.
b) HDK sadece bireysel üyelik esasına dayanmalıdr. Elbet örgütler var olabiir. Kimsenin kendisini lağvetmesi istenmez. Ancak örgütler HDK’da yer alan ve çalışan üyeleri aracılığıyla bunların niceliği ve niteliği aracılığıyla bir etkide bulunabilirler.
c) BDP dahil herkesin ancak bireysel olarak katılabilduiği ve farklı platformlar oluşsa bile bunların faaliyetlerinin ancak HDK’nın tüm üyelerine açık biçimlerde olabileceği; her üyenin tüm çoğnluğu kazanmak için eşit imkana sahip olduğu bir biçim kabul edilmelidir.
Bu sgari koşullar olmadıkça Türkiye’de radikal demokrat bir hareket ve örgüt yaratılamaz.
Bütün bunları yapabilmek, için de bu programı savunan bir yayın ve HDK içinde de bu programve örgüt biçimini savunan bir platform kurulması ilk adım olabilir.

20 Mart 2013 Çarşamba
15:53

Demir Küçükaydın
Erdoğan’ın Çanakkale’deki Milliyetçilik Manifestosu’na karşı
Ortadoğu İçin Demokrasi Manifestosu.
Radikal Demokrasinin Ortadoğu İçin programı



Ortadoğu İçin Demokratik Manifesto




Ulusçuluk Hayaleti



Bundan yüz altmış yıl önce,  Avrupa’yı kasıp kavuracak 1848 devrimlerinin arifesindeki günlerde, Marks ve Engels adlı, henüz otuzuna varmamış iki genç, daha sonra “Komünist Manifesto” adıyla ünlenecek bildirilerine “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor, Komünizm hayaleti” sözleriyle başlıyorlardı.
Ama yirminci yüzyılın ve günümüzün hayaleti, Komünizm değil Milliyetçilik oldu. Bu gün yazılacak bir bildirinin ilk sözleri: “Dünyada bir hayalet dolaşıyor, Milliyetçilik Hayaleti” olabilir.
Bu hayalet, bu gün göründüğü biçimiyle, tam da “Komünizm Hayaleti”nden söz ederek başlayan bildirinin yazıldığı günlerde doğdu.
Ve bu hayalet, içinde bulunduğumuz şu günlerde, yüz yıldan fazladır felç edip böldüğü Orta Doğu’yu, yeni kan deryalarına sokmaya hazırlanıyor.
Bu gün, tüm Orta Doğu, “Verimli Hilal” de denen bölge, tarihindeki en büyük yol ayrımlarından biriyle karşı karşıya bulunmaktadır. Bölge, ya “etnilerin”, “dinlerin”, “kültürlerin”, “ulusların” birbirini boğazladığı bir mezbahaya dönecektir ya da bu “etniler”, “dinler”, “Kültürler”, “uluslar” yepyeni bir atılım için bir birikim ve zenginlik; bölgeyi yüzlerce yıldır çektiği acılardan kurtaran bir zemberek olacaktır.
Bölge binlerce yıldır insanlığın kaderinde oynadığı tayin edici olumlu veya olumsuz rolleri bir kez daha oynamaya aday görünmektedir. İnsanlığın geleceğinin nasıl şekilleneceğinde, önümüzdeki yıllarda Orta Doğu’daki mücadelelerin sonuçları büyük bir önem taşıyacaktır.

Orta Doğu’nun Tarihteki Yeri

Bundan on bin yıl önce, ilk kez insanları sürekli kıtlık tehlikesinden kurtaran ve ancak “Sanayi Devrimi”nin keşifleriyle ve dönüşümleriyle kıyaslanabilecek, “Neolitik Devrim” denen, çömlekçilikten dokumacılığa; hayvanların ve bitkilerin ehlileştirilmesinden ilk madenlerin işlenmesine kadar, sayılmakla tükenmeyecek bir buluşlar manzumesi, o muazzam altüstlük, kadın eliyle bu bölgede gerçekleştirildi.
Bundan beş bin yıl önce,  düzenli tarıma ilk geçiş ve ilk kentlerin kuruluşu da yine burada gerçekleşti. Tarımın sağladığı zenginlikle ve bollukla birlikte, o artık ürünü farelerden koruyan kediler, o fazla ürün için toprakları sürmeye yarayan öküzler ilk kez buralarda birer tanrı oldular.
Tarım sayesinde ilk kez düzenli artı ürün burada ortaya çıktığından tesadüfi artıkların şölenleri yerine, dönemsel ve düzenli kutlamalar olan bayramlar ve tatil günleri ilk kez burada doğdu. Tanrı altı günde evreni yarattıktan sonra yedinci günde dinlenmeyi ilk kez burada akıl etti. Doğanın bahardaki uyanışı burada bayramlaştırıldı. Kıtlık ekonomisindeki çocuk kurbanlarından hayvancılığın bolluk ekonomisine uygun hayvan kurban etmeye ilk kez burada geçildi ve bu devrimler ilk kez burada bayramlaştırılarak insanlığın hafızasına kazındı.
Ama tarım ekonomisine geçiş insanlığı sadece kıtlıktan kurtarmakla kalmadı, bunun bir de kefareti oldu: bu aynı zamanda uygarlığın yani sınıfların, paranın, devletin, yazının da ortaya çıkması demekti. Yazı, yani bilgi ağacının meyvesi, yani uygarlığa geçiş aynı zamanda masumiyetin yitirilişi, cennetten kovulma idi. İnsanoğlu Cennetten kovulup, yeryüzü cehennemine burada düştü. Yine burada Habil ve Kabil adlı kardeşler arasındaki ilk cinayetin bir tarlada işlenmesi bir rastlantı değil; gerçek tarihin dürüst ve çocuksu bir saflıkla anlatımıdır.
Tarımla birlikte ilk kez şehirler, yazı, rahipler, ticaret, para, tüccarlar, sınıflar, devlet, ordular, siyaset, yani özetle uygarlık da ilk kez bu topraklarda ortaya çıktı.
Bu gün Avrupa’nın Avrupa Uygarlığının temeli olarak kendine mal etmeye çalıştığı Klasik Yunan Felsefesi bu toprakların ürünü ve zirvelerinden biridir. Yunan matematikçileri, doğa bilimcileri, filozofları, o zamanlar henüz isimleri bile olmayan, yerlerinde boş bataklıklar ve ormanlardan başka bir şey bulunmayan, Roma, Paris, Londra, Brüksel veya Berlin’de değil; İskenderiye’de, Babil’de geziyorlar, çalışıyorlar, tartışıyorlar ve bilgilerini zenginleştiriyor; oralarda birikmiş bilgileri sınıflandırıyorlar; o bilgilerden hareketle genellemeler yapıyorlardı.
Daha sonra Avrupa’da doğan kapitalizmle birlikte tüm dünyaya yayılan, Orta Doğu ve Akdeniz uygarlık alanının üç büyük tek tanrılı dini, Musevilik, Hıristiyanlık ve İslam bu topraklarda doğdu ve gelişti. İbrahim ve Muhammet bu topraklarda kervancılık yapıyor, bu toprakların binlerce yıllık geleneklerinden süzdükleriyle peygamberleşiyorlardı. Roma’nın evrensel boyutlarının yansısı ilk evrensel din, İsa aracılığıyla bu topraklarda doğuyordu.
Bu topraklar Çin, Hint ve İran uygarlıklarının yanı sıra binlerce yıl boyunca, en büyük uygarlık beşiklerinden biri oldu. Dicle Fırat ve Nil nehir boylarında doğan uygarlık, binlerce yıl boyunca, tıpkı su yüzündeki bir yağ damlası gibi yavaş yavaş yayıldı. Tüm Akdeniz’in Doğusu, Afrika’nın kuzeyi ve Avrupa’nın Güneyini kapladı. Bu bakımdan Akdeniz bu uygarlığın bir yayılışıdır. Akdeniz binlerce yıl boyunca, kapitalizmin doğuş çağında Atlantik Okyanusunun ve bu gün giderek artan bir ölçüde Pasifik Okyanusunun dünya ekonomisindeki tayin edici rolünü oynadı.
Buna bağlı olarak bölgenin siyasi biçimi olan, ticaret yollarının emniyetini sağlayan imparatorluklar, önceleri sadece Nil ve Dicle-Fırat nehirleri boyunca yayılırken, daha sonra bütün doğu Akdeniz’i, yüksek yarımadaları (Anadolu, Yunanistan, İtalya) ve nehir boylarını kaplar hale geldi. Romalılar Akdeniz’e “Mare Nostrum” (bizim deniz) derlerdi; gerçekte ise Roma Akdeniz’e aitti. Bölgenin iktisadi birliği, imparatorlukları yaratıyor; imparatorluklar da bölgenin birliğine siyasi ve kültürel bir boyut verip onu güçlendiriyordu. 
Roma İmparatorluğunun sınırları, aşağı yukarı, Bizans ve Osmanlı’nın da sınırları idi. Bu imparatorluklar, iyi kötü bu uygarlık beşiğinde bir düzen sağlayabiliyor, tarihsel ve coğrafi olarak bir bütün olan bölge binlerce yıl boyunca, insanlığın uygarlık beşiklerinden ve zirvelerinden biri olma özelliğini koruyabiliyordu. Böylece bir zamanlar Babil'in asma bahçelerinin olduğu yerlerde binlerce yıl sonra bile, Abbasiler döneminde Bağdat’ta olduğu gibi, yeni yükselişler yaşanabiliyordu.
Fakat bölge bu gün, bu göz kamaştırıcı geçmişiyle tam bir zıtlık içinde yoksulluk, gerilik, çatışmalar ve perspektifsizlik içindedir. Doğanın ona bahşettiği petrol ve su gibi zenginlikler onun en büyük felaketi olmuştur. Ama sadece doğa tarihinin ona bahşettikleri değil, insanlık tarihinin ona bahşettiği zenginlikler de, yani binlerce yıllık kökleri olan kültürler, diller, dinler de, yani bizzat kendi tarihi de onun bir felaketi olmuştur.
Bölge, sadece maddi zenginliklerinin soyulması karşısında değil, tarihinin çalınması karşısında bile tarihini savunamaz durumdadır. Bu zengin tarih uluslar tarafından yağma edilmektedir. Bu toprakların çocuğu olan Hıristiyanlık, bu toprakların binlerce yılık tecrübe ve bilgi birikiminin bir sentezi olan “Klasik Yunan Felsefesi” ve bilimi ve sanatı, Batı ve yeni yaratılan Avrupa ulusu tarafından Avrupalılığın bir bileşeni olarak bölgenin tarihinden ve bilincinden çalınmaktadır. Hıristiyanlığı ve Yunan Felsefesini Avrupa’ya bırakarak, bölgeyi İslam ile tanımlayarak yoksullaştıranlar; bölgenin bu manevi soyuluşunun suç ortaklığını yapmaktadırlar. İbrahim ve Musa Siyonist ulusçularca; Muhammet Arap ulusçularınca; İsa Avrupa ve başka Hıristiyan nüfuslu ulusçularca çalınmıştır.
İnsanlığın tarıma geçişini sembolize eden bayram olan Newroz, Kürt ulusçuluğunun bayramı olmuştur. İyonyalı ya da Atinalı veya Egeli Filozoflar Yunan ulusunun mülkiyetine geçirilmiştir. Saddam Nabukadnezar’ın Irak, Türkler Sümer ve Hitit ve Osmanlı’ların Türk; Mısırdaki yöneticiler Neferetit ya da Ramses’in Mısır ulusundan olduğuna yemin etmektedirler. Bölgenin tarihi uluslar ve ulusçular tarafından çalınmakta, kendilerini dine, dile, etniye gör tanımlayan ulusların mülkiyetine geçirilmektedir. Bölge, kendi tarihini mülkiyetine geçiren bu gerici ulusçulukları mülksüzleştirmeden, kendi tarihiyle barışmadan; Muhammet’i Arapların, Musa ve İbrahim’i İsrailli Siyonistlerin; İsa’yı Avrupalıların; Sokrat, Aristo, Arşimet veya Sofokles’i Greklerin ve Avrupalıların; Nabukadnezar’ı Saddam veya Iraklıların; Kava’yı veya Selahaddin’i veya Newroz’u Kürtlerin; Sümerleri, Hititleri, Osmanlı’yı ya da Köroğlu’nu Türklerin mülkiyetinden kurtarmadan tekrar tarihine uygun bir kimliğe kavuşamaz.

Ulusçuluk ve Orta Doğu

Nasıl oldu da, bölge maddi ve manevi zenginliklerinin böyle soyulması karşısında suskun ve çaresiz kaldı ve bu soyguna suç ortağı oldu? Bu sırrın anahtarı, bölgeyi kurt dalamış sürüye çeviren, onun tarihini yağma eden, yirminci yüzyılın hayaleti ulusçuluktadır.
Ulusların birbirini boğazlamasına ve her dil, din veya etninin bir ulusal devlet oluşturmasına karşılık düşen “Balkanlaşma” kavramının bu bölgedeki bir yarım adanın, aynı zamanda da bölgenin son imparatorlukları olan Bizans ve Osmanlı’nın kalbi olan bölgenin adını taşıması rastlantı değildir. Din, dil ve aşiretlerin birbirleriyle çatıştığı kaos ortamlarını tanımlamakta kullanılan “Lübnanlaşma”nın da yine dünün bu uygarlık beşiğinden bir bölgenin adını taşıması da rastlantı değildir.
Ve bu gün Orta Doğu, yeniden bir Balkanlaşma ve Lübnanlaşma felaketine doğru doludizgin yol alıyor. Bu gidişi tersine çevirmenin tek yolu, bölgeyi böyle “Balkanlaşma” ve “Lübnanlaşma” felaketlerine sürükleyen tarihsel mekanizmayı anlamaktan geçer.
Bu bölge, Çin ve Hint gibi diğer klasik uygarlık beşiklerinin tersine, bölgede modern kapitalist ilişkilerin gelişmesiyle birlikte ortaya çıkan dile, dine, etniye dayanan ulusçuluk karşısında hiçbir savunma mekanizması bulamamıştır. Bu mekanizmayı bulamadığı sürece de parça parça olmaya ve kanamaya mahkûmdur.

Ulusçuluk ve Diğer Uygarlıklar

Diğer uygarlık beşikleri karşısında bölgeye klasik çağlarda güç veren her şey onun güçsüzlüğünün nedenleri haline gelmiştir. Hiçbir uygarlık beşiği, modern kapitalizmin ve ulusçuluğun saldırısı karşısında, Orta Doğu ve Akdeniz uygarlık beşiği kadar zayıf ve savunmasız olmamıştır.
Çin uygarlığı bir kıyaslama olanağı sağlar. Orada onlarca farklı dilde ve lehçede halk bulunmasına ve bu diller ve halklar arasındaki farklar Orta Doğu’daki dillerin ve halkların farklarından hiç de az olmamasına rağmen, Orta Doğu’yu parçalayan, neredeyse her dilin ve her dinin bir ulus oluşturması gibi bir süreç Çin’de yaşamamıştır. Çin’deki diller, halklar ve dinler, dine, dile, soya, etniye göre ulusların oluşmasına bağışık (şerbetli) kalmışlardır. Ulusçuluk mikrobu Çin’de bir hastalığa yol açmamış, Çin uygarlık alanının bölünmesini getirmemiştir. Çin’de ulusal hareketler sadece Uygurlar ve Tibetliler gibi, farklı alfabe kullanan halklarda görülmektedir.
Niçin? Çünkü Çin’in seslere değil, piktogramlara dayanan arkaik yazısı, farklı dillerin aynı şekillerle anlaşmasını mümkün kılıyordu. Böylece farklı dillerin farklı alfabeler ve yazı dilleri dolayısıyla da farklı entelijansiyalar ve uluslar yaratmasının maddi ve teknik koşulları ortaya çıkmıyordu. Böylece, Çin uygarlık alanı, alfabesinin, Akdeniz uygarlık alanının seslere dayanan alfabesinden çok daha ilkel olması sayesinde, ulusçuluğun kendisini kurt dalamış sürüye döndürmesinden korunmuş oluyordu.
Orta Doğu’da ise, hepsi de seslere dayanan, Latin, Yunan ve Arap alfabeleri, tam tersine bir gidiş için olağanüstü uygun koşullar sunmuştur. Bu sayede her dil, ayrı bir yazı diline ve dolayısıyla da bir entelijansiya ve tarih, yani millet yaratma olanağına sahip olmuştur. Orta Doğu’ya Çin karşısında kıvraklığını veren seslere dayanan alfabe, ulusçuluk mikrobu karşısında güçsüzlüğünün koşullarından biri olmuştur.
Ama sadece Çin değil, Hint alt kıtası da ulusçuluk karşısında Çin’den daha az şerbetli olmamıştır. Hindistan’da da yüzlerce halk ve dil bulunmasına rağmen, bunların hiç biri ayrı bir ulus oluşturmaya kalkmadı. Bu ulusçuluk, sadece kendini dinle tanımlayan ulusçuluk biçiminde, Hint alt kıtasının kuzeyinde, Pers ve İslam uygarlığının etkisinde kalmış bölgelerde (Pakistan, Bengaldeş) bir varlık gösterebildi.
Bunun nedeni de yine, Hint alt kıtası uygarlığının arkaik karakterinde gizlidir. Tıpkı kıtaların hareketleri sonucu diğer kıtalardan izole olan Avustralya ya da Madagaskar’ın diğer türlerin etkilerine kapanması nedeniyle, oradaki canlıların yaşayan fosiller olarak kalmaları gibi, Hindistan da, Himalaya dağlarının oluşturduğu aşılmaz doğal set nedeniyle, benzer bir sosyal izolasyon yaşamış, bir tür yaşayan fosil özelliği kazanmıştır. Dış etkilerin ve başka halkların istilalarının bin yılda bir kere yaşanması nedeniyle; kapitalizm öncesi uygarlıkların temel eğilimi olan kastlaşma orada en uç noktalara varmıştır. Böyle bir sistemde, her etni, her dil, her halk aynı zamanda bir kast oluşturmuştur. Bu ise, her biri ayrı halklardan oluşan kastların ayrı uluslar olarak şekillenmesinin, ayrı bir burjuvazi ve entelijansiya çıkarmalarının maddi koşullarını ortadan kaldırmıştır.
Buna karşılık, Orta Doğu ve Akdeniz uygarlık alanı ise, tarihin yolgeçen hanı gibidir. Sürekli “barbar” halkların istilaları ve imparatorlukları yıkışları, kastlaşma eğiliminin gelişmesine hiçbir zaman fazla olanak tanımamıştır. Kast yapısı, sadece belli işlerde belli bölgelerin veya halkların uzmanlaşması eğilimi olarak doğuş halinde kalmış, Hindistan’daki gibi bir geçişsizlik, bir dokunulmaz paryalar kastı hiçbir zaman olmamıştır. Bizzat kendileri bölgenin bu özelliğinin bir yansıması olan Hıristiyanlık ve İslam gibi toplumsal sistemi düzenleyen dinler de, böyle bir kastlaşma eğiliminin önünde bir engel olmuşlardır. Kastlaşma eğilimi sadece Yahudiler ve Romalar biçiminde varlığını toplumun gözeneklerinde sürdürebilmiştir.
Hemen görüleceği gibi, Orta Doğu ve Akdeniz uygarlık alanına kıvraklık veren kastlaşmama, yani farklı dillerin ve halkların belli sınıflar ve meslekler biçiminde, jeolojik katmanlar gibi taşlaşmaması da ulusçuluk karşısında onu savunmasız bırakmıştır.
İran – Pers uygarlık alanı ise, ulusçuluğun bu meydan okuyuşuna, Pers, Sasani uygarlık birikiminin ve kültürünün İslam altında devam eden biçimi olan Şiilikle; ulusu, yani siyasi olanı, Şiilikle tanımlayarak cevap vermiştir. Ulusun, dile, soya, kültüre göre tanımlanması karşısında, dine, ama İran uygarlık alanının dinine göre tanımlanmasının, bu uygarlık alanının birliğini ne kadar sürdürebileceğinin cevabı henüz ortada durmaktadır.
Orta Doğu ve Akdeniz ise bu soruya henüz cevabı bulabilmiş değildir. Akdeniz’in kuzeyi ve Avrupa’nın Güney’i bu cevabı Orta Doğu, Akdeniz alanından Avrupa alanına geçerek, yani kaderini bölgenin kaderinden ayırarak en azından kendisi için kısmi çözüm bulmaktadır. Afrika’nın Kuzeyi, Mezopotamya, Anadolu ve Kafkaslar ise kanamaktadır ve böyle giderse daha çok da kanayacaktır.
Soyut bir olasılık olarak, bölge içinden bir ülkenin, yani Türkiye’nin de, diğer Güney Avrupa yarımadaları gibi yaparak, ulusu Avrupa yurttaşlığıyla tanımlayacak bir Avrupa Birliği çerçevesinde Balkan Halklarıyla yeni bir birliğe yönelmesi belki, sadece bu ülkenin yangından kaçmasını sağlayabilir. Bizans ve Osmanlı’nın kalbinin Balkan ve Anadolu olması böyle bir olasılığı çağrıştırmaktadır. Ama yangın ve kanama bölgeyi tüketmeye devam edecektir.
Ne var ki, somutta, bu giriş, ancak, Kürdistan’ın dışta kalması ve böylece Türkiye’nin Avrupa’nın en büyük ve kalabalık ülkesi olmaktan çıkmasıyla ve buna bağlı olarak Devlet Bürokrasisinin iktidarını büyük ölçüde yitirmesiyle olabilir. Bu günkü Türkiye’nin sahilleri ve batısı ve ortasında yaşayan Türkler yanan evden kaçmış olurlar. Yani Şimdi Kıbrıslıların yapmaya çalıştığını veya Doğu Almanların veya Doğu Avrupalıların yaptığını yapmış olurlar. Ama bu da bölgeye ilişkin sorunu ortadan kaldırmaz.
Eski uygarlıkların siyasi biçimlerine tekrar dönmek mümkün değildir. Modern uygarlığın biçimi olan etniye, dile dine dayalı ulusal devletler ise, bölgenin paramparça olmasına, ulusal baskılara, ulusal ve dinsel katliamlara, sürekli çatışmalara yol açmaktadır.
Katliamlar ve zorla nüfus değişimleri ve asimilasyon ile etnik ve dilsel sınırlar ile siyasi sınırların çakışması sağlandığında bile, bunun yol açtığı düşmanlıklar ve ortaya çıkan küçük devletler ekonomik gelişme için çok büyük bir engel oluşturmaktadır. Bölge sadece savaş ve çatışma zamanlarında değil, barış zamanlarında da yoksulluk içinde kalmaktadır. Bu da, dünyanın en büyük petrol ve su rezervlerinden birine sahip olan bölgenin, büyük güçlerin baskı ve oyunları karşısında tam bir av alanına dönüşmesine yol açmaktadır. Ve büyük güçlerin müdahaleleri de tekrar yoksulluğu, bölünmüşlüğü ve büyük güçlerin egemenliğini pekiştirmektedir. Yani kendi kendini besleyen kısır bir döngü ortaya çıkmaktadır.
Bu çıkmazdan nasıl çıkılır? Bu çıkmazdan çıkışın bir yolu var mıdır?
Evet vardır. Eğer bu başarılırsa, sadece bölge için değil, tüm insanlık için de bir atılım sağlanabilir. Bu çare yine bizzat ulus ve ulusçuluk denen modern fenomenin sırrında yatmaktadır.

Ulusçuluk ve Dil

Çin’in ve Hint’in gösterdiği gibi, ulusun ve ulusçuluğun dinle, dille, etniyle, soyla hiçbir ilişkisi bulunmamaktadır. Eğer olsaydı, bu gün bu eski uygarlık beşiklerinde dile, dine, etniye dayanan onlarca devlet olması gerekirdi.
Ama sadece Çin ve Hint değil, ulusçuluğun ilk doğuşu ve ilk modern uluslar da, ulusun dille, dinle, etniyle, soyla, tarihle bir ilişkisinin olmadığını kanıtlar.
Kuzey Amerika’da ilk uluslardan biri olan ABD’yi kuranlar, göçüp geldikleri İngiltere'dekilerden başka bir dil ve soy ya da dinden değildiler.  Güney Amerika’nın ulusların kuran “criollo”lar, kendilerine karşı savaştıkları İspanyol’larla aynı dili, geçmişi ve dini paylaşıyorlardı. Fransız devriminin ve ulusunun bayrağı olan üç renk, dile, etniye, kültüre ya da dine ilişkin en küçük bir çağrışım içermiyordu.
İlk ulusların doğuşunda bu çok açıktır, aynı dili, dini, kültür paylaştıklarına karşı savaş içinde oluşan Amerikan uluslarının kendilerini dile, dine, soya göre tanımlamaları düşünülemezdi bile. Aynı dilden ve dinden asillere ve krala karşı savaş içinde oluşan Fransız ulusu kendini etnik, dilsel veya dinsel olarak tanımlamamıştı.
Başlangıçta, yurttaş ve insan neredeyse aynı anlamda kullanılıyordu. Böylece, ulus sömürgeci ya da feodal ayrıcalıklara karşı tanımlanmış siyasal birimin, hakları insan haklarıyla tanımlanmış yurttaşlarından oluşuyordu. Bu potansiyel olarak bir dünya cumhuriyeti fikrini bile içeriyordu
Bu ulus, hem içeriği bakımından devrimci ve demokratikti, hem de din, dil, soy, kültürü tıpkı politik alanın dışına atıyor ve ilke olarak devletin onlar karşısında tarafsızlığını savunuyordu. Politik olanın, yani devletin, nasıl dini olmuyorsa, dili, etnisi, kültürü de olmuyordu. Ortak konuşma dili ise sonradan dile dayanan ulusçuluktakinden çok farklı bir anlama sahipti. Politik olanın tanımlamasının aracı değil, teknik bir sorunun çözümü olarak bir anlam taşıyordu ve diğer dillerin başka uluslar olarak tanımlanmasına yol açmıyordu. Alsas Loren’in Almanca konuşanları, kendini eşitlik, özgürlük, kardeşlik ile tanımlamış Fransız ulusundan ayrı bir siyasi tanımlama içinde değildiler.
Bütün bu örnekler, bizlere ulusun ve ulusçuluğun özünün dil, din, soy, etni, kültür, ırk, tarihsel ortaklıkta değil başka yerde aranması gerektiğini gösterir. Onun özü politik olanı tanımlamasındadır.

Ulus ve Ulusçuluk Nedir?

Nasıl Allah’a inananların Allah hakkında anlattıklarından Allah’ın ne olduğu anlaşılamaz ise, Ulusçuların ulus hakkında anlattıklarından da ulusun ne olduğu anlaşılamaz. Nasıl insanlar Allah’ı kendileri yaratmış olmalarına rağmen, Allah tarafından yaratıldıklarına inanırlarsa; ulusçular da ulusları kendileri yaratmalarına rağmen, uluslar var olduğu için kendilerinin var olduğuna inanırlar. Ve inananların Allah’ı tanımlaması gibi Ulusu tanımlarlar. Bu tanımlama, her ulusta ve ulusçulukta, tıpkı farklı tanrı inançlarında tanrının tasvirinin değişmesi gibi değişir.
Ulusçular, ulusal olan dışında bir var oluş düşünemediklerinden, ulusçuluğu da ulus gibi, tanımlarlar: her hangi bir ulusun çıkarlarını öne almak olarak. Bu tanım ulusçuluğun ne olduğunu değil, ulusçuların ulusçuluk hakkındaki tanımlarını gösterir.
Hâlbuki yöntemsel ve mantıki olarak, ulusçuluk, ancak, kendi dışındakine göre tanımlanabilir. Ulusçuluk, ulusal olanla politik olanın çakışması gerektiği anlayışıdır. Ama bu, politik olan diye bir alan olduğu anlayışını var sayar. Yani ulusçuluk, örneğin politik olanın, özel olandan ayrı olmayacağı gibi bir anlayışa dıştalar. Ya da örneğin politik olanın ulusa göre tanımlanamayacağını ve ulusal olanın özel olana ait olduğu, bir inanç ve vicdan sorunu olduğunu savunan bir anlayışı da dıştalar. Bu anlayışlar karşısında bir diktatörlüktür.
Ulusçuların ulusçuluk tanımları, aslında ne olduğu kanıtlanması gereken şeyi, bir kanıt ve çıkış noktası olarak ele almakta, kendini üreten, içine kapalı bir daire oluşturmaktadır.
İnsanlar ulusal çıkarları öne almamak gerektiğine inanabilirler ama ulusal olan ile politik olanın birliği düşüncesini savunuyorlarsa yine de ulusçu olabilirler. Bu anlamda, enternasyonalizm ulusun değil sınıfın çıkarını öne almasına rağmen; ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesini sorgulamadığı; buna dayandığı ve bunu savunduğu için ulusçuluktan başka bir şey değildir.
Zaten tam da bu nedenle, ulusçuluk, yirminci yüzyıl boyunca zafer yürüyüşünü enternasyonalizm bayrağıyla gerçekleştirmiştir. Ya da Enternasyonalistler ulusal bayraklarla hareket ettiklerinde zafer kazanmışlardır.

Ulusçuluk ve Politik - Özel Ayrımları

Ulusçuluğun iki ön koşulu vardır. Toplumda, politik, yani devlete ilişkin olan olarak tanımlanmış ayrı bir alanın varlığının var sayımı.
Politik bir alanın varlığının kabulü ulusçuluğun ön koşuludur. Ama bunun da ön koşulu, bunların ayrı alanlar olduğunu düşünmektir. Yani Özel ve Politik ayrımı gibi bir kavrayış olmadan ulusçuluk var olamaz. Modern toplum bu ayrıma dayanır. Bu ayrım ise aslında modernite öncesi toplumu düzenleyen dinlerin, politik alandan uzaklaştırılmasının aracından başka bir şey değildir.
Ulusçuluğun ikinci koşulu bu ayrım ortaya çıktıktan sonra, politik olanın tanımında çıkar. Politik olanı ister yurttaşlıkla, ister dille, ister dinle, ister etniyle, ister belli bir bölgede yaşayanlarla sınırlayan ve onlarla çakışması ilkesine dayanan her anlayış ulusçuluktur. Bunlardan hangisinin geçerlik kazanacağını tarihsel ve ekonomik durum, sınıflar, onların ilişkileri ve güçleri belirler.
Ulusçuluk, ancak, nasıl tanımlanırsa tanımlansın,(yani ister bir devletinin yurttaşlarının haklarıyla, ister etniyle, dille, ırkla, dinle tanımlansın) ulusal olanın“özel”, “inanç” alanına, yani ulusçuluğun dinleri attığı yere ve kendisinin de gerçekte ait olduğu yere atılmasıyla, yani politik olanla çakışması ilkesinin reddedildiği yerde biter. Ulusçuluğu, dine, dile, etniye göre tanımlamaktan vazgeçmek ulusçuluğun ve ulusal devletin sonu değil, ulusçuluğun daha reaksiyonur bir biçiminin sonudur. Ulusçuluk, nasıl tanımlanırsa tanımlansın, politik olanın belli bir şekilde sınırlanması olduğunda daima var olur.
Ulusların doğuşunda politik olanı ulusal olan değil, ulusal olanı politik olan belirliyordu. Ulus politik olanın kapsadığı yurttaşlardan oluşuyordu. Politik olan ise, başlangıçtaki nispeten demokratik ulusçulukta, dil, dine, soya, kültüre göre değil, bütünüyle tesadüfi denebilecek, krallık ya da sömürge idaresinin sınırlarına göre belirlenmekteydi. İspanyolların Güney Amerika’daki idari bölümlemeleri, Güney Amerika uluslarının sınırlarını oluşturmuştur. Aynı şekilde Kuzey Amerika ulusları da İngiliz sömürge idaresinin izlerini taşır. Fransız ulusu Krallığının egemenlik alanındaki yurttaşlar oluşturuyordu. Bunun somut tarihte hiçbir zaman bu mükemmellikte gerçekleşmemiş, bazı çarpılmalara uğramış olması bu özünü değiştirmez.
Yani başlangıçta ulusal olanın sınırları kendini politik olanın sınırlarına göre belirlerken, sonradan ortaya çıkan dile, etniye, dine dayanan gerici ulusçulukta, bunlara göre tanımlanmış ulusun sınırlarının politik olanının sınırlarını belirlemesi gerektiği gibi bir sonuca ulaşılmış ve bu ön yargı bu gün tartışılmaz bir yaygınlık kazanmıştır.
Ve bu gün artık insanlar uluslar olduğu için ulusçuların var olduğu düşüncesini tartışılmaz bir hakikat gibi kabullenmiş bulunuyorlar. Yani tıpkı, sınıfların insanların kabul ve bilinçlerinden bağımsız olarak var olduğu ve nasıl sınıflar olduğu için sınıf bilinci varsa; insanların kabul ve bilinçlerinden bağımsız uluslar olduğu için de ulusçuluğun var olduğu ve ulusal bilincin oluştuğu düşüncesine alışmış ve bunu hiç sorgulamadan kabullenmiş bulunuyorlar.
Tıpkı tanrıları yaratan insanın, kendini tanrıların yarattığına inanması gibidir bu. Ulusları yaratan ulusçular; ulusların kendilerini yarattığına inanmaktadırlar.

Ulusçuluk ve Din

Ulusçuluk modern çağın dinini, yani özel ve politik ayrımının, karşı devrime uğramış biçimidir. Bu anlamda ulus da modern çağın tanrısı sayılabilir. Eşitliği kuran bir tanrı değil; devletin teli olan bir tanrı.
Eski uygarlıklarda politik ve özel gibi ayrımlar yoktu. Politik ve Özel ayrımı, bu ayrımı kabul etmeyen dinler ve düzenler karşısında bir diktatörlüktür.
Örneğin toplumdan yani kamusal olandan ayrı bir devleti, siyaseti, özeli tanımayan, komünün kendisinden başka bir şey olmayan Alevilik, ben silahlı adamlar tanımıyorum, bende yazı yok, ben vergi memuru tanımıyorum, ben bir inanç değil, toplumun kendisiyim, onun düzeniyim diyemez. Dara çıkmanın yerini mahkemeye çıkmak alır. Sözlü kültürün yerini zorla okula gidip yazıyı öğrenme. Vergisiz ve silahsız bir toplumun yerini, vergiler, askerlik hizmeti alır. Böyle davranmayı kabul etmeyen imha edilir. Bir inanç olmaya zorlanır. Aleviler de Aleviliğin bir inanç olduğun kabullendikleri an artık, politik olanın ayrı olmasını ve politik olanın ulusa göre belirlenmesini kabul etmişler demektir. Yani artık birer milliyetçidirler. Sorun artık sadece nasıl bir milliyetçi olacaklarında, yani politik olanın neye göre tanımlanacağındadır.
Aynı şey, klasik uygarlıkların toplumsal ve siyasal düzenlerini sağlayan dinler için de geçerlidir. Müslüman, ben şeriat mahkemesinde yargılanıp onun kararına uymak istiyorum; bu günkü devlete değil, o kadıların maaşını karşılayacak devlete vergi vermek istiyorum diyemez. Dediği an yok edilir. Böylece Müslümanlık da aynı şekilde, özel ya da inanç olarak tanımlanmış gettoya tıkılır. Klasik uygarlıkta İslam'ın üstlendiğini bu sefer ulus üstlenir. Müslümanlar, İslamiyet'in bir inanç olduğunu kabul ettikleri takdirde, politik olanın dışında bir inanç olarak var olabilirler. Müslümanlığın bir inanç olduğunu kabul eden her Müslüman, aslında politik olanın ulusa göre tanımlanmasını kabullenmiş bir milliyetçidir de artık.
Bu nedenle “İslami düzen” hedefi, kendi iddiasının aksine, başka bir uygarlık ve değerler sistemi değil, bu günkü ulusçuluğa dayanan burjuva uygarlığının yaygınlaştırılmasıdır. Politik İslam’da dile gelen şeriat devleti talepleri, eski uygarlığa ve onun politik biçimine bir dönüş değil; İran’da veya diğer şeriat devletlerinde görüldüğü gibi, politik olanın, yani ulusun, İslam’ın belli bir yorumuna göre tanımlanmasından başka bir şey değildir. Yani etnik veya dile dayanan gerici ulusçulukla, örneğin Türk ulusçuluğuyla ayrılığı özden değil, ulusun neye göre tanımlanacağı noktasındadır. Etnik milliyetçilik veya dile dayanan milliyetçilik nasıl etniyi veya dili politik alanın tanımlamasında kullanır ve etnik ve dilsel baskıların yolunu açar ve örneğin dini özel alana hapsetmeye yararsa; politik İslam da dini politik alanın tanımlamasında kullanıp diğer dinlerin, dinsizlerin ve laiklerin üzerinde bir baskının yolunu açmaya buna karşılık örneğin etniyi veya dili özel alana hapsetmeye ve örneğin İran’da olduğu gibi, böylece birçok etniyi ve dili bir arada tutmaya yarar.
Bu anlamda dine ve onun belli bir yorumuna dayanan ulusçuluk, dile, soya, ırka dayanan demokratik olmayan gerici ulusçuluğun değişik bir versiyonudur. Bu anlamda, Molla oligarşisinin veya Türkiye’deki Devlet oligarşisinin ayrılığı modern ve gerici ayrımı değil; ulusun hangi ayrımcı kritere göre tanımlanacağı üzerinedir. Türk egemenleri, dile ve soya, İran egemenleri (veya Politik İslam) dine (Şiiliğe) dayanarak egemenliklerini sürdürebileceklerini düşünüyorlar.
Milliyetçiliğin ya da ulusçuluğun zaferi, eski toplumların yaşamını düzenleyen “din”lerin, birer inanç, yani özele ait, politika dışı oluşunun kabulüyle başlar. Bu anlamda, bu gün inanç denerek, özel olanın gettosuna tıkılan dinler, kapitalizm öncesinin milletleri; bu gün onların işlevini yüklenen milliyetçilik de, modern çağın dinidir.
Milliyetçiliğin cezası suçunun cinsinden olmalıdır. O nasıl eski çağlarda bu gün ulusçuluğun yaptığı işi yapanları inanç gettosuna kapattıysa, ona da aynı ceza verilmelidir. Ulusçuluğun cezası, onun politik alının dışına sürmek olmalıdır.
Ne var ki, milliyetçiliği, en demokratik veya en gerici biçimleriyle, diğer dinlerin yanına, inançla tanımlanmış özel olan gettosuna atmak henüz bu burjuva uygarlığı ve toplumunun ufku içindedir.
Burjuva uygarlığının ve ufkunun ötesi ise, özel ve politik ayrımının aşıldığı noktada başlar. Ulusal olanı özel olanda tutmak aynı zamanda politik olanı ulusal olanla tanımlamak isteyen karşısında bir diktatörlük demek olacaktır. Bir sınıf mücadelesi aracı olarak devlet olduğu sürece, politik olan ve dolayısıyla da özel olan ve dolayısıyla bunların nasıl tanımlanacağı sorun olacaktır.
Sınıf mücadelesi aracı olarak devletin ortadan kalkması, aynı zamanda politik olanın da yok olması anlamına gelir. Ancak politik olan yok olduğunda, onun neye göre tanımlanacağı sorunu da ortadan kalkar.

Demokratik ve Gerici Ulusçuluk

Hemen görülebilir ki, soyut bir olanak olarak örneğin Osmanlı Toprakları üzerinde yaşayan tüm dinlerden, dillerden halkların padişahın ve devletin egemenliğine karşı mücadele içinde, sonraki bölünme ve acılara uğramadan; dinler, diller etniler karşısında tarafsız; tıpkı ABD’de ya da Fransız Devrimi’nde olduğu gibi nispeten demokratik bir ulusun ortaya çıkmasına yol açabilirdi.
O zaman, bu Orta Doğu uygarlık alanı da, tıpkı Çin veya Hindistan gibi tarihsel bütünlüğünü  koruyabilir; halkların boğazlaşmaları ve katliamlarına uğramadan yaşayabilirdi. Yani, demokratik ve devrimci bir ulusçuluk bile, bu uygarlık alanının tıpkı Çin veya Hint’te olduğu gibi bütünlüğünü korumasını sağlayabilirdi.
Osmanlı’ya ulusçuluk önce bu biçimler içinde girdi. Bugün Yunan ulusçuluğunun sembolü olmuş, Velensinli Rigas’ın hedefi Osmanlı topraklarında her hangi bir dil, din, etniyle tanımlanmayan bir ulustu. Tevfik Fikret, Padişaha Suikast düzenleyen Ermeni devrimcinin başarısızlığına üzülen şiirler yazıyor; vatanım ruyi zemin milletin insanlık diyordu. Bu örnekler çoğaltılabilir. Yani bugünkü gerici ulusçuluğun zafer bur kader ve biricik yol değildi.
Ancak bu umut verici başlangıçlar, karşı devrimci sınıfların mücadelede önderliği ele almasıyla ve Osmanlı Devletinin gericiliğinin baskısıyla giderek geriledi ve ezildi.
Ulusu bir dille, bir dinle, kültürle vs. tanımlayan bu çifte kavrulmuş reaksiyoner milliyetçiliğin hayaleti komünizm hayaletiyle birlikte Avrupa’da (Almanya ve Orta Avrupa’da), aynı olaylar içinde ve ona bir cevap olarak ortaya çıktı. Yani dünyada gerici Ulusçuluk Hayaletini ortaya çıkaran Avrupa’daki “Komünizm Hayaleti”ydi
Böylece burjuvazi hem demokratik görevler hedef olmadan bir modern devlet kurma olanağı elde ediyor hem de geniş emekçi kitleler demokratik hedeflerden uzak tutulup aralarında çatışma yaratılabiliyordu. Bu bakımdan, etniye, dile, soya dayanan milliyetçilik, burjuvazinin ezilenleri kendi ideolojik egemenliği altına almak için bulduğu en etkili silahtır. Dolayısıyla bir sınıf mücadelesi aracıdır.
Tarihin sınıflar mücadelesi olduğu gerçeği, kendini tarihin uluslar mücadelesi olduğu biçiminde göstererek hükmünü sürdürüyordu. Yani Tarih tam da sınıflar mücadelesi olduğu için, uluslar mücadelesi olarak görünmektedir. Uluslar mücadelesi, burjuvazinin ezilen sınıflara karşı mücadelesinin bir biçimidir.
İlk zamanların nispeten demokratik ulusçuluğu, bundan sonra her yerde gerici ulusçuluk karşısında birbiri peşi sıra yenilgiler almaya başladı. Devrimci Demokratik ulusçuluğun son yükselişi ve başarısı, Amerika’da Kuzey’in Güney’e karşı zaferinde görüldü.
Amerika bu gün hala modern uygarlığın modeli ve ideali olmaya devam ediyorsa, bunu, siyahları ulusun tanımından dışlayan gerici ulusçuluğa karşı savaşmayı göze alıp bu zaferi kazanmasına borçludur.
Amerika’nın ulaştığı refah ve özgürlüklere ulaşmak isteyen her toplum ve bölge, ulusu dile, dine, soya, ırka göre tanımlayan gerici ulusçulukla savaşmayı göze almak ve ona karşı zafer kazanmak zorundadır.
Bu gün bile Amerika’ya meyden okumak isteyen Avrupa’nın yapmak zorunda olduğu ve yapmaya çalıştığı, bunu Prusya yolundan, yukarıdan gerçekleştirmekten başka bir şey değildir.

Ulusların Kaderini Tayin Hakkı ve Gerici Ulusçuluk

Burjuvazinin dönüşümü ve gerici milliyetçiliğin kesin zaferi Amerika’nın politikalarında son derece açık olarak görülebilir. Ulusu, beyaz adamla, yani ırkla tanımlayan güneyin gerici ulusçuluğu ve ulusu böyle tanımlayan eyaletlerin ayrılması karşısında Kuzey, bu “ulusların kendi kaderini tayin hakkıdır, ulusu neyle tanımlayacaklarına onlar kendileri karar verirler” demedi; (gerçi Kuzey’in burjuvazisine kalsaydı bunu demeye de hazırdı) ulusun böyle tanımlanmasına karşı bir savaş başlattı. Ama aynı Amerika, yirminci yüzyılın başında, “Wilson Prensipleri” ile ulusun sadece dile, etniye, kültüre, yani gerici burjuvazinin gerici ulusçuluğuna göre tanımlanmasını evrensel bir kural haline getiriyordu.
Bir zamanlar Güney’e karşı, toprakları köle sahibine fahişelik değil, göçmen köylülere karılık yapsın diye savaşan Amerika, tüm dünyaya, burjuvazinin dine, dile, soya dayanan milliyetçiliğine fahişe olmayı dayatıyordu. Hiçbir devletin, dil, din, ırk, soy ayrımcılığı yapamayacağı gibi bir ilkenin yerini (çünkü güneye karşı savaş bu ilkede gerekçesini buluyordu), “ulusların kaderini tayın hakkı” ilkesi, yani bütün devletlerin dine, dile, soya, ırka göre tanımlanmasının meşruiyeti almıştı. Özgür köylülerin demokratik ulusçuluğunun yerini gerici bir emperyalizmin gerici ulusçuluğu almıştı.
Bu gün de durum değişmiş değildir. Globalizmin hayranları; “Ulus Devletin sonunun” geldiğinden söz edenler; ABD’nin Irak’a özgürlük getirdiğinden söz edenler bir şeyi unutuyorlar, eğer iddia edildiği gibi Amerika hala o devrimci demokratik geleneklerini korusaydı, askeri ve ekonomik gücünü, tıpkı Güney’e karşı savaşında yaptığı gibi, ulusun ve politik olanın, dile, dine, soya, kültüre, dine göre tanımlanmasına ve tanımlayan devletlere ve hareketlere karşı kullanması gerekirdi. Bu ise, nesnel olarak işçilerin ve yoksul köylülerin desteklenmesi ve savunulması anlamına gelir. Çünkü böyle bir ulusçuluktan çıkarı olan tek toplumsal kesim onlardır.
Ama o Afganistan’da, “Nation Bildung”un (Ulus inşası) şeriata göre yapılmasını onaylamakta ve teşvik etmekte; Irak geçici hükümetini, tüm dinlerden, milliyetlerden dengelere ve etnik, dilsel ve dinsel ölçülere göre kurmakta ve bu tür milliyetçiliğe bir atılım vermekte; Türkiye gibi ulusu etni ve dille hatta dinle tanımlayan, İsrail gibi din ve soyla tanımlayan ırkçı devletlere en büyük desteği sunmakta; demokratik bir orta doğu projesini ve ulusun tanımından dili, dini, etniyi dışlamayı savunan Kürt özgürlük hareketine karşı, Ulusu Kürtlükle tanımlayan Barzani ve Talabani’yi desteklemektedir.
Böylece yerli egemen sınıflar ve ABD’nin çıkarları, ulus tanımları tencereyle kapağı gibi birbirine uymaktadır. Aralarındaki sorun, ulusun neye göre tanımlanacağında değil, hangi etniye ve dine veya dile göre tanımlanacağındadır. Çıkarlar bu noktada çatışmaktadır.
ABD böylece yeni boğazlaşmaların yolunu açmaktadır. Buna ihtiyacı vardır, imparatorluk ancak, dinlere, dillere, etnilere göre bölünmüş bir dünyada kurulabilir ve sürdürülebilir çünkü. Dile, dine, etniye dayanan gerici ulusçulukla, emperyalizm ve imparatorluk planları etle tırnak gibi birbirini tamamlar.
O halde bölgedeki mücadele, ister bölge gericiliklerine, ister ABD’ye karşı mücadele olsun, bunlar kesinlikle, dine, dile soya dayanan gerici milliyetçilikle bir mücadele olmak zorundadır. Daha doğrusu, devrimci ve demokratik bir ulusçuluk için mücadele, otomatikman ABD’ye ve Bölge gericiliklerine karşı bir mücadele de olur. Onların ayrılığı, ulusun dile, dine, soya göre tanımlanmasında değil; hangi dine, hangi dile ve soya göre tanımlanacağındadır.
Elbette ezeni de ezileni de dine, dile, soya dayanan iki ulusçuluk karşısında ezileni desteklemek gerekir. Ama bu destek bir politik destek olmalıdır. Bu destek aynı zamanda böyle bir ulusçuluğa karşı ideolojik ve teorik bir eleştiri ile ve onun politik alternatifinin yaratılması çabalarıyla birlikte yürütülmelidir. Aksi yöndeki her düşünce ve davranış son duruşmada, gerici ulusçuluk anlayışına bir teslimiyet, devrimci ve demokratik hedeflerin yitirilmesiyle sonuçlanır.

Gerici Ulusçuluğun Kendi Dinamiği

1848 devrimlerinde ilk kez Almanya’da çıkan, soya, dile, etniye dayanan bu gerici ulusçuluk, diğer ülkelerin burjuvazisi de aynı gerici özellikler taşıdığından hızla yayıldı. Ama onun kendisini üreten bir dinamiği de vardır. Bir ulus bir kere kendini böyle tanımladı mı, diğer devletler, halklarla ilişkisini de bu kritere göre tanımlamaya başlar. Yani başkalarını başka dilden, dinden, oldukları için baskı altına alır veya onlarla o nedenle ilişki kurar. O zaman, örneğin bu baskıya karşı ama yine kendini dil ile tanımlayan bir ulusçuluğu doğurur ve üretir. Ama bu sefer o yeni olan ve kendini aynı kriterlerle tanımlayan ulus da aynı şeyi yapar ve bu böylece gider. Bu süreç ve dinamik, bir bakıma, içinden hayatın doğduğu var sayılan organik çorbada ilk kendi kopyasını üreten molekülün harekete geçirdiği, canlıları yaratan, yeni hareket biçiminin ortaya çıkışına benzer. Bu ulusçuluk karşısında, Antik tarihten ve tarih öncesinden gelen bütün dil, din, kültür, etni bu yeni ulusçuluğun kendi şablonuna göre kolaylıkla dizebildiği proteinlerin yapı taşları olan amino asitler gibidirler.
Ya da bu ulusçuluk bir vampir gibidir; kanını iztiğini de bir vampire dönüştürür. Ta ki bütün yeryüzü vampirlerle dolana kadar.
Gerici ulusçuluk, biraz da bu kendi harekete geçirdiği, kendini üreten dinamiği nedeniyle bir kere ortaya çıktıktan sonra, bu dile, soya, etniye, dine dayanan gerici ulusçuluk bir saman yangını gibi tüm dünyayı kaplamıştır. Ulusçuluk zafer yürüyüşünü demokratik değil bu gerici ulusçuluk üzerinden yapmıştır ve bu gün artık dünyada bir ulusa ait olmayan bir tek santimetre toprak; bir tek insan kalmamıştır. Dünya artık vampirlerin dünyasıdır.
Ama bu gerici ulusçuluğun ilerleyişine ve tarihsel zaferine en büyük katkı aynı zamanda işçi hareketinden ve sosyalistlerden gelmiştir; bu ulusçuluk zafer yürüyüşünü asıl enternasyonalistlerin eliyle götürmüştür.
Burjuvazinin demokratik ve cumhuriyetçi ulusçuluğu terk etmesinden sonra da, onun devrimci ve demokratik döneminin ideallerini savunan işçiler ve sosyalistler bunu demokratik cumhuriyet biçiminde bir süre savunmaya devam ettiler.

İşçi Hareketi ve Demokratik Ulusçuluk

Birinci Enternasyonal ve İşçi hareketi Amerikan İç savaşında, Güney karşısında Kuzey’i karşısında en küçük bir tereddüt duymadan desteklerken, aynı zamanda bu demokratik ulusçuluğu gerici ulusçuluk karşısında savunmuş oluyordu. Bu anlayış çerçevesinde daha sonra “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” olarak tanımlanan şey, kendini örneğin bir etniye göre tanımlayan bir ulusun kendi kaderini tayın hakkı olarak değil; ulusu etniye veya dile göre tanımlamayı reddedenlerin bir hakkı olarak algılanıyordu. Yani eğer kendini, gerici ulusçuluğun kriterleriyle tanımlamıyorsa, bütün dillerin, dinlerin, kültürlerin eşitliğine dayanan, bunların politik bir anlamının olmadığı bir Demokratik Cumhuriyette, isteyen bir köy bile, bunları savunduğu takdirde ayrılabilirdi. Cumhuriyet özgür komünlerin birliği olarak anlaşılıyordu ve bunu engelleyecek bir mekanizme olmamalıydı.
Engels, örneğin meşhur Alman Sosyal Demokrat partinin program taslağının eleştirisinde söyle yazıyordu:
"O halde, merkezi cumhuriyet. Ama, l798'de kurulmuş, imparatorsuz imparatorluktan başka bir şey olmayan bugünkü Fransız Cumhuriyeti anlamında değil. l792'den l798'e kadar, her Fransız ili, her komün (Gemeinde), Amerikan modeline göre, tam idari özerkliğine sahipti; bizim de aynen sahip olmamız gereken şey budur. Bu özerkliğin nasıl örgütlenebileceğini ve bürokrasiden nasıl vazgeçilebileceğini, Amerika ve Birinci Fransız Cumhuriyeti bize göstermiş bulunuyor."
Yani Ulusların kaderini tayin hakkı, Demokratik cumhuriyetin otomatik sonucu idi. Ama bu hak, ulusu bir dille, dinle, etniyle ırkla tanımlama hakkı değildi; demokratik cumhuriyet bu hakkı reddediyordu. Amerikan iç savaşının tereddütsüz desteklenmesinin anlamı da buydu.
Ne var ki iki kanaldan bu demokratik ulusçuluk işçi hareketine egemen ikinci ve üçüncü enternasyonal partilerince terk edildi.
Daha Birinci Dünya Savaşı öncesinde, Batı Avrupa’nın neredeyse bütün sosyalist partileri, burjuvazilerinin emperyalist yayılmacılığının bile destekçisi olmuşlardı. Elbette bunun ardında, o zamanki Sosyalist ve İşçi hareketinin çekirdeğini ve esas büyük bölümünü oluşturan ülkelerin sömürgelerden aldıkları karlardan kırıntılarla işçileri ve sendikacıları kendi zafer arabalarına bağlamaları vardı. Yani bu dünyadaki işçi hareketinin imtiyazlı bir zümresi haline gelenlerin kendi zümre ve kısa vadeli çıkarlarını savunmalarıydı. Bu temelde, Kapitalist ülkelerdeki bütün Sosyal Demokrat partiler fiilen, bu gerici milliyetçiliğin savunucuları haline gelmişler ve devrimci ve demokratik programı terk etmişlerdi.
Elbette, bu kolay zaferde, bir ulus teorisinin ve uluslara ilişkin bir programın olmaması kadar; sosyalist teorinin içindeki, onun organik bir bileşimi olmayan ama içinden çıktığı Aydınlanmanın kalıntısı olan ilerlemeci tarih anlayışının ve Avrupa merkezciliğin etkileri buna bağlı olarak ezilen ulusların ve sömürgelerin bir mücadele öznesi olarak görülmemesi de bu gericiliğin işçi hareketine egemen olmasını kolaylaştırmıştır.
Ne var ki, 1917’devrimininden sonraki gelişmeler, başlangıçta savaş ve devrim döneminde bu milliyetçiliğe karşı mücadele içinde şekillenmiş Üçüncü Enternasyonal partilerine de egemen oldu. Bunun nedeni, geri ülkede başlayan devrimin, ileri ülkelere yayılamaması, bu tecrit ve savaş ve iç savaş sonucu olarak da Rus İşçi sınıfının fiili yok oluşu koşullarında, bir Bürokratik tabakanın bu devleti ve bunun prestiji ve örgütsel gücüyle de Üçüncü Enternasyonal’i ele geçirmesiydi.
Bu da bir kere başlayınca kendini besleyen bir süreç yarattı. Bürokrasinin milliyetçi, diğer ülkelerdeki partileri ve işçi hareketini Sovyet diplomasi ve dış politikasının bir avadanlığı olarak değerlendiren stratejileri peş peşe kapitalist ülkelerde ve geri ülkelerde yenilgilere yol açıyor, bu yenilgiler de bizzat gericiliğin egemenliğini güçlendiriyordu. Böylece örneğin 1929 buhranı gibi, tarihin gördüğü en büyük ve kapsamlı buhranlar, hiçbir başarı kazanılmadan ve Almanya’da olduğu gibi tayin edici yenilgilerle ve moral bozukluklarıyla sonuçlanıyordu. Faşizm ve İkinci Dünya savaşı bu günahların kefareti ve cezası olarak gerçekleşebilmişti.
İktidarını her türlü demokrasiden uzak, bürokratik, merkezi devlet aparatına borçlu olan bir bürokrasi, demokratik bir cumhuriyeti savunamazdı. Böylece kapitalist ülkelerde burjuvazinin ve Sosyal Demokrat partilerin yaptığını bu sefer Sovyetler ve Üçüncü Enternasyonal partileri de yapıyordu. Öyle ki en kötü durumda bile, her türlü dil, din, etni, kültürü politik tanımlamadan dışlaması ve tüm dillere, kültürlere eşitlik sunması gereken Sovyetler Birliği topraklarında, dillere, soylara dayanan uluslar ve milliyetler yaratılıyordu. Sovyetler Birliği adının ve bayrağının her türlü dile, etniye, dine ilişkin çağrışımdan azade; politik olanı ulusal olandan dışlayan ve sınırları tanımayan göndermeleri bile unutulmuş bulunuyordu.
Ama bu bürokrasinin zararı sadece işçi hareketine olmadı, sömürgelerde ve geri ülkelerdeki devrimci demokratik karakterdeki Komünist Partilerdeki ideolojik etkileri ve idari dayatmaları aracılığıyla, devrimci bir köylü tabanına dayanan devrimci demokrasinin de, devrimci demokratik geleneklere ve programa yabancılaşmasına, Fransız devriminden bile daha geri bir ulusçuluk anlayışına ve bürokratik devletlere yol açıyordu.
Nerede bu hareketler başarıya ulaştıysa (Yugoslavya, Çin, Küba) Sovyet bürokrasisine rağmen oldu. Sovyet bürokrasisinin tek etkisi, kendi gerici ideolojisini ve bürokratik devlet ve burjuvazinin devrimci dönemi kadar bile olsun demokratik karakteri kalmamış gerici milliyetçilik hastalığını onlara bulaştırmak oldu.
Böylece ne ileri ülkelerin işçi hareketlerinde, ne geri ülkelerin kurtuluş savaşlarında ne de bizzat o “Sosyalist” denen ülkelerde, burjuvazinin devrimci dönemindeki kadar olsun ilerici, yurttaşlığa dayanan bir ulusçuluk ve demokratik bir program olmadı. Hep kendini dile, soya, kültüre göre tanımlayan uluslar kuruldu. Ulusal tarihler yazıldı ve ulusçuluk övüldü.
Bütün bu nedenlerle, Tarihin garip alayı, Ulusçuluk hayaletinin dünyaya egemen olmasının en büyük suçlusu bizzat “Komünistler” olmuştur.
Böylece, devrimci ve demokratik ulusçuluğu savunacak hiçbir modern sınıf kalmıyordu. Burjuvazi de, işçiler de gerici ulusçuluğun savunucularına ve yayıcılarına dönüşüyordu. Hiçbir ezilen sınıf kalmıyor, Balkanların, Çin’in devrimci köylülüğü aynı gerici ulusçuluğu savunan partilerin öncülüğünde hareket ediyordu. Dünyadaki, kendini dile, soya göre tanımlayan ulusların çoğu kendine sosyalist diyenler tarafından kuruluyordu.
Ama sosyalist hareket bu gerici ulusçuluğa dayanınca bu sefer burjuvazinin de kendini sosyalist olarak tanımlamaması için bir neden kalmıyor ve gerici milliyetçilik kendini sosyalizm olarak ifade ediyordu. Böylece dünün milliyetçilerinin kolayca sosyalist olmaları ve sosyalist bir söylem bir gelecek vaat etmediğinde de aynı kolaylıkla tekrar saf milliyetçilere dönüşmelerinde hiç de şaşılacak bir yan kalmıyordu.
Bu nedenle bütün dünyada, dine, dile, soya, kültüre dayanan milliyetçiliğin en militan savunucularının eski sosyalistler veya sosyalizm yükünden kurtulmuş eski sosyalistler olması hiç de şaşırtıcı değildir.
Bu öyle yerleşmiş bir gerici ulusçuluk anlayışıdır ki, örneğin Avrupa Birliğinde olduğu gibi, ABD’nin rekabetine karşı ortak bir siyasi irade oluşturabilmek için, Avrupa’da dine, dile, dayanmayan bir ulusun, yukarıdan reformlarla kuruluşuna veya globalleşmenin ve post Fordist üretim yöntemlerinin ve elektronikteki devrimin bir sonucu olarak burjuvazinin bütünüyle ekonomik kaygılarla, çok kültürlülükten, ana dilde eğitim hakkından, yani şu sözde “ulus devletin sonu”ndan söz edilmesine ve bu yöndeki reformlara bile karşı çıkmaktadırlar. Böylece, kendi sosyal konumları veya öznel istemleri ne olursa olsun, en gerici oligarşilerin en militan destekçileri haline gelmektedirler.

Devrimci Marksistler ve Ulusçuluk

Ama bütün bu gerici milliyetçilik karşısında milliyetçi sosyalizm anlayışına karşı mücadele edip, sosyalizmin devrimci geleneklerini savunma çabasında olmuş küçük radikal sosyalist akımlar da daha iyi bir durumda değildirler.
Onlar bir kere, tarihin bu geri gidişinin nesnel koşullar haline geldiğini, yani dünya işçilerinin yüz yıl önce kat ettikleri yolu, bu sefer “dizlerinin üzerinde” kat etmesi gerektiğini görememekte, demokratik bir cumhuriyet hedefini hor görüp, gerçeklikle ilişkisi olmayan, gelişmiş ülkelerde bir buhran döneminde işçi hareketinin kendi deneyleriyle bir ikili iktidara varmasının yolunu açmaya yönelik “Geçişsel Talepleri” tekrarlamakla yetinmekte, ama gerçekte bir karşılığı olmadığı için de pratikte tipik sendikal-ekonomik mücadeleye gömülerek, işçileri gerici Ulusçuluğa karşı devrimci ve demokratik bir mücadeleden uzak tutmakta, fiilen gerici milliyetçiliğe hizmet etmekte ve işçileri tecrit etmektedirler.
Ama bunlar aynı zamanda, gerici bir ulusçuluğu da savunmaktadırlar. Çünkü en iyi durumda, yani her ikisi de etniye ve dile göre tanımlanmış ulus ve ulusal hareket karşısında, sadece “Ulusların Kaderini Tayin Hakkı”nı savunarak, ulusun neye göre tanımlandığını hiç problematize etmeyerek ve gerici ulusçuluğa karşı bir ideolojik mücadele ve politik program geliştirmeyerek, fiiliyatta çok devrimci bir görünüm altında gerici ulusçuluğu da savunmuş olmaktadırlar

Tarih ve Ulusçuluk

Devrimci demokratik bir ulusçuluğun yani Demokratik bir Cumhuriyetin ulusunun etnisi, dini, dili, soyu olmadığı gibi, tarihi de olamaz. Hem genel olarak ulusların tarihi yoktur, hem de etniye, soya, dile, dine dayanan ulusçuluğun aksine, demokratik bir cumhuriyet’in yurttaşlarından oluşan bir ulusun tarihe de ihtiyacı yoktur.
Halbuki, açın sosyalistlerin yazılarına bakın, hepsi, o etniye, dile, soya göre tanımlanmış ulusların tarihlerinden, onlardaki demokratik geleneklerden söz etmektedirler.
Ulusların demokratik geleneklerinden ve tarihlerinden söz etmenin kendisi gerici bir ulus anlayışının ifadesinden başka bir şey değildir. Ancak soya, dile, dine, kültüre dayanan ulusçulukların bir tarihe ihtiyacı vardır.
Demokratik bir ulusçuluğun, hiçbir dile, dine, soya, kültüre dayanmadığı için bir tarihe de ihtiyacı da yoktur. Devrimci ve Demokratik bir ulusçuluk bir tarih yaratmaz ve yaratamaz. Tarihi onun kendisiyle başlar. Ve gerçekten devrimci ise, onun ilk görevi kendisinin bir an önce sonunu getirmektir. Tıpkı ezilenlerin iktidar aracı olacak bir devletin esas görevinin kendisinin sönüşünü hızlandırması gibi. Böyle bir ulusçuluk da ilk planda, ulusal olan ile politik olanın çakışmasını, yani sınırları aşmayı, ne kadar demokratik olursa olsun ulusal devletlerin sonunu hedeflemelidir.
En eski ulus olan Amerikan ulusunun bir tarihi yoktur. Ama gerici ulusçuluğun diyalektiği öyledir ki, gerici ulusçuluğa dayanan bütün ulusların nedense yüzlerce ve binlerce yıllık tarihleri vardır. Gerçekte bu tarih yoktur yaratılmıştır. Bu tarih insanlığın tarihi yağma edilerek inşa edilmektedir. Ve bunun en büyük suçlularından biri de, demokratik, ilerici ve hatta heretik ulusal tarihler yaratan ve yazan sosyalistlerdir. En büyük gericilik, en devrimci tarihçilik biçiminde görünmektedir.
Orta Doğu, ancak tarihi kendisiyle başlayan, tıpkı, dilsiz, dinsiz, soysuz, kültürsüz ve geleneksiz olduğu gibi tarihsiz bir ulus veya uluslar olduğu takdirde tarihine uygun davranmış olur.

Osmanlı ve Ulusçuluk

İşte, Roma, Bizans’ın devamı olan, Orta Doğu Akdeniz uygarlık alanının imparatorluğu olan Osmanlı’nın ulusçuluk karşısında nasıl kurt dalamış sürüye döndüğünün anahtarı ulusçuluğun bu biçiminde gizlidir.
Ulusçuluğun henüz devrimci olup, ulusu yurttaşlık haklarıyla tanımlayan biçiminin rüzgarının estiği zamanlar; o topraklarda ne modern kapitalist ilişkiler ne de böyle bir ulusçuluğu bayrak edecek burjuvazi vardı. Bunlar ortaya çıktığında ise, artık ne burjuvazinin böyle cesareti kalmıştı ne de böyle bir ulusçuluğun rüzgarı.
Keza onda böyle devrimci ve demokratik bir ulusçuluğu savunacak güçte bir işçi sınıfı da yoktu. Böyle bir sınıf ortaya çıktığında ise, o sınıfın bütün partileri çoktan Stalinizm’in aynı gerici ulusçuluğunun egemenliği altına girmiş bulunuyordu. Orta Doğu’ya diğer uygarlıklar karşısında gücünü veren, halkların ve dillerin kastlaşmaması ve seslere dayanan bir yazı gibi özellikler, onun parça parça olmasının ve güçsüzlüğünü temelini oluşturdu.
Böylece bölgenin son imparatorluğu olan Osmanlı hem Müslüman devlet sınıfları hem de ezilen Hıristiyan halkların burjuvazisi tarafından gerici bir ulusçuluğun batağına çekildi. Demokratik ve Cumhuriyetçi ulusçuluğun sadece çok cılız yankıları görülebildi.
Ulusları dile, dine, soya göre tanımlayan gerici ulusçuluk, ulusu aynı şekilde tanıyan egemen ulus veya o dinden ve dilden olanları baskı altında tutan bir arkaik rejime karşı nesnel olarak ilerici ve kurtuluşçu bir işlev görebilir, ama bu onun gerici özünü ortadan kaldırmaz. Bu anlamda Balkan ve Anadolu’nun Hıristiyan halklarının ulusçuluğu nispi bir ilericilik taşımışsa da, kendi benzeri Osmanlı egemen devletçiliğinin önce dine ve sonra etniye, dile ve ırka dayanan ulusçuluğunun ortaya çıkmasına ebelik de yapmıştır.
Kendilerini dile ve etniye göre tanımlamış Balkan ulusları Osmanlı egemenliğine karşı mücadeleleriyle nesnel olarak ilerici bir işlev gördülerse de; demokratik ve devrimci bir ulusçuluğa dayanmadıkları için, sadece Osmanlı egemenlerini değil, Müslüman ahaliyi de Balkanlardan sürdüler. Eğer gerçekten demokratik karakterde olsalar ve böyle özgürlükler getirselerdi, o Müslüman ahali kolayca, keyfi ve baskıcı Osmanlı egemenliğine karşı kazanılabilir veya tarafsızlaştırılabilirdi. Yani Balkanlardaki ulusal hareketler, bir Fransız devriminin Alsas Lorendeki Almanlara sağladığı özgürlükleri sağlama yoluna girmeyerek, o gerici ulusçuluğun kendisinin benzerlerini yaratmasının yolunu açtı. Böylece Balkanlardan atılan Müslüman ahalinin aynı gerici ulusçuluğunu ortaya çıkardı. Anadolu’nun Hıristiyan halklarını katleden ve sürenlerin önemli ölçüde Balkanlardan kaçan Müslümanlar ve onlara dayanan devlet sınıfları olması rastlantı değildir.
Keza, Balkanlardaki gerici ulusçuluğa dayanan devletler de kuruldukları andan itibaren dayandıkları ulusçuluğun gerici özelliklerini birbirlerine karşı da göstermişlerdir. Her biri tanımını, etniye, dile, soya, dile göre yaptığından, her devletin topraklarında yaşayan diğer din, etni, ve dillerin tasfiyesi ve dolayısıyla bunun için çatışmalar, katliamlar ve sürgünler gündemden düşmez olmuştur.
Bunun en son örneği, Yugoslavya’nın parçalanmasında görüldü. Balkanlaşma gerici ulusçuluğun bir ürünüdür.

Türk Ulusçuluğu

Bir yandan gerici ulusçuluk örneğine göre, diğer yandan bizzat Müslüman devlet sınıflarının egemenliklerini korumak için kendilerine bir ulus yaratmak zorunda olmaları nedeniyle şekillendiğinden, yani bir devlet sınıflarının egemenliğini korumanın aracı olduğundan, Türk ulusçuluğu başından beri en küçük bir ilerici ve kurtuluşçu özellik taşımamıştır. Balkan ve diğer Hıristiyan ulusların ulusal hareketleri kadar olsun nesnel olarak ilerici bir karakteri bile olmadı. Türk ulusçuluğu, Balkan ve Anadolu’nun Hıristiyan halklara dayanan ulusçuluğunun aksine, onlar gibi Osmanlı’nın egemenliğinden kurtuluşun bir aracı değil, Osmanlının egemen kastının egemenliği ve imtiyazlarını korumasının bir aracıydı.
Bu ulusçuluk Alman emperyalizminin Hint yolunu açmak ve Rusya’yı arkadan kuşatmak için geliştirdiği Panislamizm ve Pantürkizm ideolojilerinin de etkisiyle her zaman emperyal ve ırkçı bir karakter de taşıdı. Ama aynı zamanda bu ulusçuluğun en büyük destekçileri, Rum ve Ermeni burjuvazisi karşısında Müslüman ahaliden bir Türk ulusu yaratarak kendine dayanacağı bir ulus yaratma ihtiyacı içindeki Yahudi ve Sabetaycı liman şehirleri burjuvazisinin de çıkarlarının da bir ifadesiydi. Kendine Türklerin atası diyen ve kelimenin gerçek anlamında da öyle olan – (Türklerin atası o ise ondan önce Türkler diye bir şey de olmaması gerekir ve aslında yoktur da) Atatürk, Osmanlı devlet sınıfları ile Levant’ın Yahudi burjuvazisinin çıkarlarının bu çakışmasını sembolize ediyordu. O Selanik’te Sabetaycıların modern okullarında eğitim görmüş bir Osmanlı generaliydi.
Böylece Müslüman Osmanlı devlet bürokrasisi ve liman şehirlerinin Yahudi ve Sabetaycı burjuvazisi, tıpkı Allah’ın insanı kendi suretinde yaratması gibi Türk ulusunu kendi suretinde yarattı. Ama kendisi, İslam zırhıyla zırhlandığı için dil ve din haricinde,  bizzat Yunan ve Ermeni uygarlıklarının mirasını sürdüren Bizans tarafından kültürel olarak fetih edilmiş bir sınıf ve kasttı. Böylece yaratılan Türk ulusu, Kültürel olarak Bizanslı, yani Rum ve Ermeni; dil olarak Türkçe, din olarak İslam oluyordu. Hafızasını yitirmiş bir Rumluk ve Ermenilik; uydurulmuş bir dil (Türk Dil Kurumu), uydurulmuş bir Tarih (Türk Tarih Kurumu) ve uydurulmuş bir İslamiyet’e (Diyanet İşleri) göre tanımlanan bu ulus tam anlamıyla şizofrenik bir varlıktır artık.
Ama nasıl Balkan ulusçuluğu Türk ulusçuluğunu kendi örneğine göre yarattıysa; Türk ulusçuluğu da Kürt ulusçuluğunu kendi örneğinde yarattı. Kendi bütün hastalıklarını ona da aktardı ve ona aktardığı hastalıkların yarattığı zaaflarla egemenliğini sürdürdü.

Bölge İçin Sonuç

Ulusu, soya, dine, kana, dile, tarihe göre tanımlayan gerici ulusçulukların hiç birisinin bölgenin sorularına bir çözüm getiremeyeceği çok açıktır. Yapılması gereken, ulusun tanımından dili, dini, soyu, kültürü, dili dışlamaktır. Dili, dini, ulusu, soyu, ve tarihi olmayan; ulusu yurttaşlara; yurttaşları haklarına göre tanımlayan bir demokratik ve cumhuriyetçi yapı bir çıkış sunabilir. Bölgede, Devrimci ve Demokratik dönemin kaynaklarına dönerek; ABD’nin ve bölge egemenlerinin ihtiyacı olan gerici, dle, dine, etniye, tarihe dayanan ulusçuluğa karşı, tıpkı Amerika’daki Kuzey eyaletlerinin Güney eyaletlerine karşı savaştığı gibi savaşacak, gerici ulusçuluk karşısında demokratik ve cumhuriyetçiliğe dayanan bir ulusçuluk gerekmektedir.
Bu gün var olan ulusların ve ulusçuların hepsi böyle demokratik bir ulusçuluğun karşısındadır. Amerika bu gerici ulusçuluğun en büyük teşvikçisidir.
O halde, Türklerin, Kürtlerin, Arapların, Şiilerin, hasılı tüm dillerden, kültürlerden, dinlerden ve soylardan insanların, ulusu dile,dine, soya, kültüre göre tanımlamaya karşı çıkanlarının bir araya gelmesi gerekmektedir. Türkiyeli işçiler ve halk, ulusu Türk soyu, dili ve kültürü ve tarihiyle tanımlayan Türk’lerle bölünmeden, Kürdistanlı işçiler ve halk, ulusu Kürt soyu, dili ve kültürü ve tarihiyle tanımlayan Kürtlerle bölünmeden; Iraklı, Suriyeli veya başka ülkeli işçiler ve halk; ulusu Arap soyu, dili, kültürü ve tarihi ile tanımlayan Araplarla bölünmeden; Yahudiler ulusu Yahudi soyu, dini, kültürü ve tarihiyle tanımlayan Yahudilerle bölünmeden ne her hangi bir ülke demokratikleşebilir ne de bölgenin parçalanmışlığı ve kanaması durdurulabilir.

Demokratik Ulusçuluğun İkili Karakteri

Bu devrimci ve demokratik ulusçuluğun genel olarak dünya ekonomisi ve zengin ülkeler; özel olarak bölge ve geri ülkeler bakımından çok farklı anlamları vardır.
Bu gün çağımızda, globalleşme öylesine gelişmiştir ve zengin ve fakir ülkeler arasındaki fark öylesine açılmıştır ki, ileri ülkelerdeki, en demokratik ulusçuluk bile, dünya çapındaki bir ırk ayrımcılığının, dünya çapındaki bir apartheit sisteminin aracı olmaktadır. Amerika ya da Avrupa mı? Bunlar kendi içlerinde, ulusun tanımından bütün dinsel, dilsel tanımları dışlarlarken, dayandıkları ulusçuluk, dünyanın yoksullarının bu hudutların dışında kalan gettonun duvarları içinde tutulmasının aracı olmaktadır. Bu, en ilerici tanımlara dayanan, bütünüyle demokratik karakterdeki ulusçuluğun ve ulusal sınırların bile üretici güçlerin bu günkü gelişmişlik düzeyinde gerici karakterinin bir yansımasıdır.
Klasik uygarlıklar çağında, dünya ticareti henüz çok küçük ve lüks mallarla sınırlıyken bile, ticaret yolları Çin, Hint, İran ve Orta Doğu-Akdeniz alanlarında imparatorlukları gerektiriyordu. Bu gün ise globalleşme akıl almayacak boyutlara ulaşmıştır. Malların çoğu dünyanın başka ülkelerinden gelmekte ve bizzat o malların kendileri de başka ülkelerde üretilmiş mallardan oluşmaktadır. Böyle bir dünyada, ne kadar büyük olursa olsun ve ne kadar demokratik kriterlere gör tanımlanmış olursa olsun, ulusal devlet hiçbir zaman sorunlara bir çözüm getiremez.
Ulusal devletlerin olduğu bir dünyada tek çözüm, dünya çapında bir imparatorluk olabilir. Kapitalizmin ve emperyalizmin çözüm önerisi budur. Ama bu çözümün kendisi bir çelişkidir. İmparatorluk ancak başkaları parçalanmış ve bölünmüş, güçlerini birleştiremez durumdaysa mümkündür. Yani dünyayı bir imparatorluğun egemenliği altında birleştirmek onu olabildiğince küçük, iradesiz ve güçsüz parçalara bölmekle olur. Bu eğilim ister Avrupa’nın ABD tarafından eski ve yeni diye bölünmesi girişimlerinde, ister Irak’ta siyasi olanın dinler, diller ve etnilere ve onların dengelerine göre tanımlanmasında açıkça görülmektedir. Bu hiçbir zaman bir çözüm olamayacağı gibi, aynı zamanda çok kan ve acı demektir.
Buna cevap ise, ömrünü çoktan doldurmuş ve bu imparatorluğun stratejisine hizmetten başka bir işe yaramayan, dile, dine göre tanımlanmış uluslar hiç olamaz. Bunun bir tek cevabı vardır: politik olanın tanımından ulusal olanı kaldırmak. Tüm ulusal sınırları havaya uçurmak. İnsanların hak ve görevlerine göre oluşmuş demokratik bir dünya cumhuriyeti. İş gücünün serbest dolaşımı.
Bu bakımdan, gerek dünya çapındaki sorunlar bakımından; gerek zengin ülkelerin işçileri bakımından, en demokratik bir ulusçuluk bile bir gerici programdır. Çünkü, artık o Ulusçuluk, tüm mallar ve sermaye serbest dolaşırken, iş gücünün serbest dolaşımının önünde bir engeldir. Dolayısıyla dünya çapındaki apartheit sisteminin bir aracı olarak, zengin ülkelerden olmayan insanları yoksulların toplandığı bir rezervatta tutmanın aracı olarak işlev görmektedir.
Dünya çapında ve ileri ülkeler açısından program, ulusun tanımından dili, dini, soyu dışlamak değil (ki zengin ülkelerde bu büyük ölçüde gerçekleşmiştir), nasıl tanımlanırsa tanımlansın, politik olanın ulusal olana göre tanımlanmasına son vermek ve ulusçuğu, layık olduğu yere, dinlerin arasına, inanç alanına, özel alana yollamaktır.
Bu pratik olarak bütün sınırların kalkması anlamına gelir. Aslında dünyanın yoksulları şimdiden ayaklarıyla bu programa oy veriyorlar. Denizlerde, dağ doruklarında, nehirlerde; yayan ya da  derme çatma kayıklarla, gemi ambarlarında, tırlarla bin bir yoldan o ulusal sınırları ve duvarları aşmaya, hapsedildikleri rezervattan ya da dev Bantustan’dan kaçmaya çalışıyorlar.
Bu anlamda dünya çapında iş gücünün serbest dolaşımı; gittiği yerde çalışan ve vergi verenin tüm sosyal ve siyasal haklara sahip olması, her demokrat ve sosyalistin, her işçinin savunması gereken asgari bir programdır. Ama zaten bu program, fiilen, ulusal devletlerin sonu ve ulusal olanın özel ve inanç alanına tıkılmasından başka bir şey de değildir.
Ne var ki, böyle bir program, zengin ülkelerin emekçi ve işçilerince savunulmamaktadır. Savunulmamasının nedeni de şudur: Böyle bir programın gerçekleşmesi, zengin ülkelerin düzeyinde belirli bir düşmeye yol açar. Hem zengin ülkeler ile yoksul ülkeler arasındaki eşitsiz mübadeleden doğan değer transferi son bulur; hem de zengin ülkelerde iş gücünün fiyatının düşmesine yol açar. Kimse daha kötü sonuçlar için mücadele etmeyeceği hatta onlara karşı direneceği için, gelişmiş ülkelerin işçileri böyle bir demokratik programa karşı durma eğilimindedirler.
Ama zengin ülkelerin işçileri ve ücretlileri istemedikçe yeryüzünden kapitalizm kalkmayacağından, bu aynı zamanda insanlığın çıkmazını da göstermektedir. Yoksul ülkelerin işçileri dünya çapında eşitlikçi bir düzeni; ulusal sınırların kaldırılmasını isteyebilir ama yapamaz; zengin ülkelerin işçileri ise yapabilir ama istemez.
Bu açmaz, dünyadaki ezilenlerin karşısında bulunduğu en büyük açmazdır ve bu açmaz çözülmedikçe, bırakalım sosyalizmi insanlığın yaşaması bile mümkün görülmemektedir.
*
Ama üçüncü dünyada, yani zengin ülkelerin dışında, İmparatorluğun bölme ve güçsüzleştirme stratejisine karşı, devrimci ve demokratik ulusçuluk hala bir savunma mevzii olarak ve birleştirme potansiyeliyle, emperyalizmin böl ve hükmet stratejisini boş düşürmek için ilerici ve kurtuluşçu bir işleve sahiptir. Örneğin, Orta doğuda, ABD veya Avrupa gibi bir Demokratik Cumhuriyetler birliği, hem bölgenin insanlarına daha büyük bir refah, daha kansız bir yaşam sunar; hem de ABD ve diğer emperyalistlerin planlarına karşı koymak için daha büyük bir güç ve irade birliği sağlar.
Ve o zaman belki Tarih böyle daha uzun bir yoldan, bu günkü yaşam düzeyleri ve gelirler arasındaki derin bölünmüşlüğe bir son verip, dünyanın ücretlilerinin ortak bir programda birleşmesinin koşullarını yaratabilir.

Globalleşme ve Ulusçuluk

Dünya çapında globalleşmenin ve iş gücü göçlerinin etniye, dile, dine göre tanımlanmış ulusları belli bir zorlaması bulunmaktadır. Kendini dile, dine göre tanımlayan devletlerin ve ulusların giderek ekonomik gelişmeyi engelleyici bir işlev gördüğü ortaya çıkmaktadır. Örneğin, ana dilde eğitimi reddetmek ve zorla asimilasyon, hem toplumsal çatışmaları kesinleştirmekte, hem iş gücünün gereken eğitimi sağlanamamakta, burjuvazi rekabet gücünü yitirmesi sonucunu vermektedir.
Bunun için iki farklı ulusçuluk anlayışının damgasını taşıyan bir örnek alınabilir. Örneğin, Fransızca bile konuşamayan Zidani’yi Fransız milli takımına almakta bir kompleks göstermeyen Fransa, Zidani’nin attığı gollerle dünya şampiyonu olurken; Almanya’da doğup büyümüş ve Almanca’ya Türkçe’den daha hakim Türkiye kökenli futbolcularına, soya, kana, dile dayanan ulusçuluğunun gelenekleri nedeniyle yükselme ve milli takıma girme olanakları tanımayan Alman futbolu gerilemektedir. Almanya’nın bu gerici milliyetçiliğinin kurbanı olan bu futbolcular ise, yine aynı milliyetçilik kanalından Türkiye’yi dünya üçüncüsü yapmaktadır.
Ya da ana diline hakim olamayanların başka dilleri öğrenemediği bunun ise iş gücünün eğitimini zorlaştırdığı ve kalitesini düşürdüğü bilinen bir gerçektir.
Bütün bu gibi nedenlerle, burjuvazi, dünyada genel olarak, milletin tanımından dili, dini, etniyi dışlama eğilimine girmiş bulunmaktadır. Çok kültürlülük ya da ulus devletin sonu söylemlerinin yaygınlaşması, aslında burjuvazideki bu değişimin bir ifadesidir.
Bunun yanı sıra, şimdi Avrupa Birliğini oluşturanlar gibi, bir zamanlar kendini genellikle soya, dile göre tanımlamış uluslardan oluşan devletlerin, ABD’ye rekabet edebilmek; küçük devletlerin ulusal pazarlarının bukağılarından kurtulmak için birleşme eğilimine girmeleri ve Avrupa ulusu çerçevesinde bu kimlikleri, ağır çekimle, yukarıdan ve Prusya yoluyla giderek politik alanın dışına itmek zorunda olmaları gibi eğilimler de özellikle, Türkiye’de, devlet sınıfları karşısında burjuvazinin dile, soya, dine dayanmayan bir ulusçuluğa geçme eğilimi göstermesine yol açmaktadır.
Bu her ne kadar eski gerici milliyetçiliğe göre bir ilerleme anlamına gelirse de, demokratik ve cumhuriyetçi olmaktan çok uzaktır. Demokratik Cumhuriyet sadece ulusun tanımından dili, dini vs. dışlamaktan ibaret değildir. O aynı zamanda pahalı, baskıcı, bürokratik olmayan, ulusun çoğunluğunun iradesine karşı kullanılamayacak bir cihaz demektir ve bu nedenle bu günkü pahalı, baskıcı, bürokratik cihazların parçalanmasını gerektirir. Burjuvazi ise iş buralara gelince son derece korkaktır ve buralara gelir diye korkmakta ve Bürokratik oligarşiye karşı tutarlı bir tavra girmemekte sürekli onunla uzlaşma yolları aramaktadır. O güçlü devletten, demokrasiyi engelleyen mekanizmalardan hiç de vazgeçmek niyetinde değildir

Değişen Roller

Ama bütün bunlara rağmen, ister globalizmin yarattığı eğilimlere ve Avrupa ile entegrasyon çabalarına; ister siyasi iktidarı elinde tutan bürokratik oligarşiye karşı bir cevap olarak olsun Türkiye politikasında, ulusçuluk söz konusu olduğunda, burjuvazi ulusun tanımından dili, dini, etniyi çıkarmaya daha eğilimliyken, Sosyalistler aksine var olan yapıyı sorgulamaktan kaçınmakta ve var olan ulusçuluk anlayışının savunuculuğunu yapmaktadırlar hem de anti emperyalizm ve anti kapitalizm adına.
Böylece, devrimci demokratik hedefler güden sosyalistler ve devrimci demokratlar için, Burjuvazi ve liberaller en azından taktik ittifaklar yapılabilecek yol arkadaşları haline gelirken, var olan bütün sosyalist örgütler ve bunların etkisi altındaki işçi hareketi; karşı cephede yer almakta; gerici ulusçuluğun bir savunucusu olarak ortaya çıkmaktadırlar. Bu da onların egemen bürokratik oligarşinin en büyük destekçisi olmasına yol açmaktadır. Pek çok kişinin kafasını allak bullak eden bu fenomenin sırrı işte yine Stalinizm kanalından sosyalizme sinmiş bu gerici ulusçuluk anlayışındadır.
Bu durumda, var olan sosyalistler artık, devrimci demokrasi mücadelesinin müttefikleri değil, onun karşısındadırlar. Onlar sosyalist ve anti emperyalist bir söylem içinde gerici milliyetçiliğin savunuculuğunu yapmaktadırlar. Ve onlar işçiler arasındaki çalışmaları ve etkileriyle, işçi hareketinin gerici milliyetçiliğin bir destekçisi olarak işlev görmesine yol açmakta; demokratik hedefleri bayrak yapmış, tüm gayrı memnunları birleştirecek bir politik işçi hareketinin oluşmasının önüne en büyük engel olarak çıkmaktadırlar.
Böylece devrimci demokrasi bakımından eski şablonlara uymayan bir durum ortaya çıkmaktadır. Örneğin Türkiye’de, “İkinci Cumhuriyetçiler” de denen, Liberal burjuvazinin eğilimlerini yansıtanlar; azınlıklar,  en azından birer geçici yol arkadaşı olarak; sosyalistler ve onların kontrolündeki işçi örgütleri ve hareketi  ise kendisine karşı mücadele edilecek gerici milliyetçiliğin birer savunucusu olarak ortaya çıkmaktadır.
İlişkilerin bilinen hiçbir şablona sığmayan bu ters yüz oluşu, aslında demokratik mücadelenin önemini hiç de küçük görmeyen; gerici milliyetçilikle de başı pek hoş olmayan birçok sosyalistin bile, kendinden ve pozisyonundan korkarak; var olan sosyalist ve işçi örgütleriyle bir kopuşmaya gitmesini ve devrimci ve demokratik bir muhalefetin saflarında birleşmesini engellemektedir.
Bu ters yüz oluşlar nedeniyle bir rastlantı değildir, Kürtlerin, ezilenlerin mücadelelerinin en iyi savunucularının sosyalizme uzak duran liberallerden ve “İkinci Cumhuriyetçiler”den çıkması; buna karşılık sosyalizmi dilinden düşürmeyenlerin bu mücadeleleri ve sorunları gündemden uzak tutanlar olması.
Sosyalistlerin büyük bir çoğunluğu için bu tam anlamıyla çelişkili bir durumdur. Onların çoğu bu sistemin kurbanları, öznel olarak milliyetçiliğe zerrece sempati duymayan insanlar olmalarına rağmen, bu gün içinde bulundukları nesnel konumlarıyla kendi öznel niyetlerine karşı durmaktadırlar. Onların bu çelişkiyi çözebilmeleri için, ulus teorisinin Marksist bir açıklamasının ve bu yönde ideolojik mücadelenin hayati bir önemi bulunmaktadır.

Demokrasinin Koşulları

Ulusun, yurttaşlığa göre; gerici milliyetçilik karşısında oluşa göre tanımlanmasından söz ettik. Peki, böyle demokratik bir cumhuriyetin yurttaşları iradelerini nasıl gerçekleştirebilirler?
Bunun temel şartı sınırsız bir düşünce ve örgütlenme özgürlüğüdür. Yani her türlü düşünce ve örgütlenme özgürlüğü ortamında tüm farklı görüşlerin örgütlenmesi ve çoğunluğu kazanmak için eşitçe, idari veya ekonomik kayırma veya baskılara uğramadan diğerleriyle yarışması.
Ama bu yetmez. O farklı fikirler tüm topluma kendini nasıl duyuracaktır? Fikirlerin, programların doğruluğunun gücü sermayenin veya devletin gücünü nasıl aşıp da geniş kitlelerin bilgisi ve bilincine ulaşacaktır?
Bunun için, tüm basın ve haberleşmenin sermayenin, iktidarların ve devletin denetimi ve manüplasyonlarından azade olması şarttır. Yurttaşların tüm olgular ve görüşler hakkında, o görüşler hukuki, siyasi veya ekonomik bir engellemeye uğramadan bilgi sahibi olabilmesi, doğru kararlar verebilmesi; doğru seçimler yapabilmesi ve yanlış seçim ve kararlarını değiştirebilmesi için olmazsa olmaz bir koşuldur.
Nasıl, hava, su olmadan yaşamak mümkün olmaz ise, medya üzerinde sermaye ve devletin her türlü kontrolü ortadan kaldırılmadan demokrasinin gerçekleşmesi mümkün değildir.
O halde, var olan bütün yayın olanaklarının; matbaaların, kağıtların, frekansların ve kanalların kesinlikle devlet ve sermayenin kontrolü dışında olması yani bu alanda özel mülkiyetin ve devletin söz hakkının kaldırılması, demokrasinin gerçekleşmesinin modern toplumda olmazsa olmaz koşuludur. Devlet ya da hiçbir özel mülk sahibi hiçbir yayın organının sahibi olmamalıdır. Tıpkı su, toprak ve hava gibi, haberleşme olanakları da tüm topluma ait olmalıdır.
Bunlar, tüm nüfus arasında, örgütlerin, cinslerin, sınıfların, eğilimlerin nüfus içindeki oranlarına; aldıkları oy oranlarına veya üye sayılarına göre bölüştürülmelidir. Devlet sadece bu dağıtımın teknik yanlarını çözmekle görevli ve yetkili olmalıdır. Biz medya üzerinde devlet ve sermaye kontrolünün olmamasını; hukuki, siyasi ve iktisadi engellerin yok edilmesini demokrasinin gerçekleşmesinin olmazsa olmaz koşulu olarak görüyoruz.
Son yıllardaki bütün kritik gelişmeler, medyanın nasıl bir manüplasyon aracı olarak kullanıldığını göstermiştir. Bundan kurtuluşun bir tek yolu medyanın bütün toplum kesimleri ve örgütler arasında paylaştırılmasından geçer. Sonsuz bir bolluk olmadığından, nasıl herkese emeğine göre ise, herkese üyesi veya aldığı oy veya nüfus içindeki oranı kadar ilkeleri, bu dağılımı belirleyen ilkeler olabilir.

Seçenler ve Seçilenler

Ama gerçek bir demokrasi için sadece bu yetmez. Demokrasi, prensip olarak azınlığın çoğunluğa uymasını ilke olarak kabul eden, yani çoğunluğun kararına uyulmadığı takdirde uymayanlara zor uygulamayı kabul eden, usulüne uygunsa bunu meşru gören bir rejimdir.
Ama böyle bir demokrasi pek ala gerici bir milliyetçiliğin de aracı olabilir. Nüfusun büyük çoğunluğu, biz çoğunluk Müslüman’ız, o halde mademki demokrasi azınlığın çoğunluğa uymasını gerektirir, o halde biz çoğunluk olarak okullarda İslam dini okunmasını kararlaştırıyoruz veya kimsenin başı açık dolaşmamasını kararlaştırıyoruz diyebilir. Ya da çoğunluk, çoğunluk Türkçe konuşuyor, o halde demokrasiye göre azınlık da çoğunluğa uyup Türkçe konuşmak zorundadır diyebilir. Genel olarak demokrasi, yani azınlığın çoğunluğa uymasını ilke olarak benimseyen rejim, kendi başına gericilikle çelişmez pek ala gericiliğin aracı olabilir.
Bu bakımdan bizlere lazım olan, özel türden, azınlıkların haklarını garantiye alan bir demokrasidir. Azınlıkların haklarını garantiye alan bir demokrasi olmadan demokrasi ilerici bir işlev göremez. Dil, din, kültür vs.nin eşitliği ve siyasi alının dışında tanımlanması, yani devletin bu alanlardaki kesin tarafsızlığı ve karar yetkisinin olmamasının, azınlıkların haklarının korunması ve garantiye alınması bakımından önemi burada da ortaya çıkmaktadır.
Nüfusun ya da bir toplantıya katılanların çoğunluğu sigara içiyor diye kapalı yerlerde sigara içilmesine izin verilmesi gerici bir demokrasidir örneğin. İlerici, azınlık haklarını gözeten bir demokrasi, bir tek kişi bile sigara içmiyorsa ve içilmesine razı gelmiyorsa, o bir tek kişinin başkalarının zehirleriyle zehirlenmeme hakkını savunan demokrasidir; bir tek çocuk için bile, ana dilde eğitimi sağlayan bir demokrasidir. Üç kişinin anladığı bir dil için bile, diğer dillerle eşit hakları tanıyan; hatta azınlıkta olduğu için, her zaman olacak fiili eşitsizliği gidermek için onu kayıran, pozitif ayrımcılık uygulayan demokrasidir. Üç kişinin inandığı bir dine bile, milyonlarca insanın inandığı bir dinle aynı eşit hakları tanıyan bir demokrasidir.
Evet, tam bir hukuki özgürlükler ortamında; medyanın devletin ve sermayenin kontrolü ve manüplasyonlarının dışında olarak tüm bilgilerin edinildiği bir ortamda; azınlıkların haklarını garanti altına almış özel bir demokraside bile hala halkın iradesinin nasıl gerçekleşeceği sorunu çözülmüş olmaz.
Çünkü demokrasi, temsili olarak uygulanabilir. Bir köyde veya göçebe aşiretindeki doğrudan demokraside olduğu gibi, milyonlarca insanın bir araya gelip bir karar alması ve aldığını yine kendilerinin uygulaması fizik olarak mümkün değildir. İnsanlar ancak belli temsilciler aracılığıyla bu ilişkiyi temsili organlara devrederek demokrasiyi gerçekleştirebilirler.
Ama büyük nüfus ve alanların ortaya çıkardığı bu sorunun çözümü başka sorunları da beraberinde getirir. Örneğin temsili organlar belli dar bölgeler içindeki oranlara göre mi yoksa olabildiğince büyük birimler seçilerek nüfus içindeki oranlara göre mi temsil edilmelidirler? Veya bu temsilcilerin kendini seçenlerin iradesinden bağımsızlaşması ve kendisini seçenlerin değil de örneğin başkalarının veya kendisinin çıkarlarını savunmasının önüne nasıl geçilebilir?
Demokrasi bu sorunlara da açık cevaplar vermelidir.
Örneğin elbette gerçek çoğunluğun iradesinin yansıması için nispi temsil biçimleri gerekir. Ama bu takdirde, kimin hangi bölgenin temsilcisi olacağı, hangi bölgeye göre görevini yerine getirmedi diye geri alınabileceği nasıl belirlenecektir? Her bölgeden bir tek kişinin seçilmesine dayanan sistemler ise bu sorunu çözer ama, nüfus içindeki görüşlerin gerçek oranlarda yansımasını engeller. Bütün bu sistemlerin mahzurlarına minimuma indiren, hem nispi temsili sağlamaya yönelik, hem de seçilenlerin sürekli denetimini sağlayan ve geri almasını mümkün kılan mekanizmalara ihtiyaç vardır.
Bu mekanizmalardan bazıları şunlardır:
Örneğin partisinden istifa edenin aynı zamanda temsilcilikten de çekilmiş olmalıdır. Çünkü temsili demokraside, sistemli görüşleri ve programları olan siyasi partiler, görüşlerin ve oranlarının belirlenmesinin olmazsa olmaz koşuludur. Seçimler aslında kişiler değil, görüşler arasındadır.
Bir başka mekanizme, siyasi konularda kesin bir dokunulmazlıktır.
Bir başka mekanizma, kendisini seçenlerin eğilimlerine denk davranmadığı takdirde seçenlerin temsilcilerini geri alabilme hakkıdır.
Bir başka mekanizma, seçilenlerin kendilerini seçenlerin yaşam ve sorunlarından uzaklaşmamaları için, ortalama bir işçi ücretinden yüksek bir ücret almamalarıdır.

Ordu ve Polis

Ama bütün bunlar da yetmez. Devlet demek ordu, polis, mahkemeler, hapishaneler, vergi memurları demektir. Bu cihazın kendisi silahlıdır ve çok güçlüdür, bu cihazı oluşturanların, ulusun ve onun temsilcilerinin iradesine hizmet eder durumda kalmasının, onlardan bağımsızlaşmamasının garanti altına alınması gerekir.
Tüm toplumların tarihi, devletin siyasi iradeden bağımsızlaşma, onu baskı altına alma veya onun yerine geçme veya onu kendi çıkarları doğrulusunda manüple etme eğiliminde olduğunu göstermektedir.
O halde bu mahzurları giderecek mekanizmalar gerekir. Bunlar neler olabilir?
İlk elde, ordunun, hele Türkiye gibi Osmanlıdan kalma politikayı belirleme geleneğinin olduğu bir ülkede, baştanbaşa yeniden örgütlenmesi gerekir. Bunun ilk koşulu, düzenli ordunun lağvıdır. Radar, uçak, gemi gibi özel ve kendi halkına karşı kullanılamayacak güçler hariç, düzenli ordu kalkmalı, onun yerini tıpkı İsviçre’de olduğu gibi, tüm vatandaşlardan ve çalışan insanlardan oluşan milis almalıdır.
Böyle bir ordu sadece demokrasinin gerçekleşmesi için değil, aynı zamanda onun halka karşı kullanmanın da önünde bir engeldir. Bütün deneyler göstermektedir ki, düzenli ordular siyasi iktidarlar tarafından da ezilenlere karşı kullanılmaktadır. Böyle silahlı çalışan yurttaşlardan oluşan bir ordu ezilenlere karşı kullanılamaz.
Ama böyle bir ordu aynı zamanda en iyi savunmadır da. Böyle bütün halkın her zaman birkaç saat içinde milyonlarca kişilik tüm ülke sathına yayılmış bir ordu haline dönüşebileceği bir ülkeye kimse saldırmaya cesaret edemez. Böyle bir ordu, en korkunç silahlara, en güçlü düşmanlara karşı en etkili cevaptır. Böyle bir ülke, ancak bir nükleer saldırıyla tümden yok edilerek ele geçirilebilir ama öyle ele geçirilmiş bir ülke de ele geçirenin de işine yaramaz.
Ama böyle bir ordu, aynı zamanda, başka ülkeleri tehdit potansiyeli de taşımaz. Silahlı yurttaşlardan oluşan ordular iyi savunma aracıdırlar ama çok kötü bir saldırı aracıdırlar. Bu nedenle, ülkenin komşularıyla ilişkisinde onlara korku salmaz ve onları askeri masrafları yükseltme, fakirleşme ve demokrasiden uzaklaşma yönünde değil aksine olumlu yönde etkiler.
Ama bunlar kadar önemli olan bir sonucu da şudur: böyle bir ordu aynı zamanda ucuz bir ordudur. Ülke savunması ulusal hâsılanın çok küçük bir bölümünü alacağından, bütçe açıklarına ve enflasyona yol açması söz konusu bile olmaz. Böylece düzenli bir ordunun harcamalarından yapılan tasarruflar, yatırımlara ve sosyal harcamalara aktarılabilir. İssizlik azalır ve refah yükselir. İşsizlik azalıp refah yükseldikçe de bir orduya olan ihtiyaç azalır, demokrasi pekişir, yurttaşların ülkelerine bağlılığı artar ve saldırı tehlikesi azalır.
Ama sadece bunlar yetmez. Bütün karar alıcı memurların her düzeyde seçilmesi gerekir. Tıpkı, Amerikan filmlerinde olduğu gibi, Jürilerin, Polis amirlerinin, yerel idarecilerin de seçimle gelmesi gerekir. Osmanlı kalıntısı kaymakamlık valilik gibi makamların kaldırılması gerekir. Ulus toplulukların özgür iradeleriyle birleşmesinden oluşur. Her düzeyde otonomi ve özgür iradeyle, ekonominin kendi yasalarının gereği olarak bir birlik temel olur.
Ama bu da yetmez. Aynı zamanda, seçilmiş memurların emri altındaki diğer memurların da, her zaman ortaya çıkabilecek keyfi emirlere direnecek gücü olması gerekir. Bunun için, memurların tayin, terfi gibi işlemlerinin, yine bu memurların bağımsız memur sendikalarının tuttuğu sicillere göre belirlenmesi gerekir. Devlet memurlarının bütün ayrıcalıklarına son verilmesi gerekir. Onların şimdi ordu evlerinde veya ayrılmış bölgelerin yazlık veya lojmanlarında olduğu gibi, toplumun gözlerinden uzak bir kast gibi yaşamalarına son verilmesi gerekir.
Ancak bütün bu gibi koşulların birliği içinde bir demokrasiden ve demokratik cumhuriyetten söz edilebilir.

Demokrasi ve Refah

Türkiye’ye egemen bürokratik oligarşi, demokrasiyi bu ülkenin insanlarına hiçbir zaman layık görmemektedir. Onlar demokrasi ile toplumun ilişkisini alt üst etmektedirler. Bunun için ne mantıken ne de olaylarca kanıtlanamayacak varsayımları vardır.
Bunların birincisi, demokrasinin ancak belli bir refaha ulaştıktan sonra mümkün olacağıdır. Bu gerekçeyle, batıdaki kadar refah olmadığına göre o kadar da demokrasi olmayacağı söylenmektedir.
Bu tarihin en büyük yalanlarından biridir. Bu gün demokrasinin beşiği olarak görülen Kuzey Avrupa ülkelerinin hiç biri, bu günkü demokrasinin temeli olan kuralları getirdiklerinde zengin ülkeler değillerdi. O zamanlar Osmanlı, Hint, Çin çok daha zengindi. İsveç, zengin olduğu için demokrasi olmadı. Yoksul İsveç, demokrasi olduğu için zenginledi.
Kaldı ki, sistemin mantığı ile de bu sonuca ulaşılabilir.
Demokrasinin olmaması daima güçlü bir devlet cihazı, bu da üretici olmayan militer ve bürokratik harcamaların yüksekliği, dolayısıyla yatırımların azalması; genellikle enflasyon, dolayısıyla pahalılık ve issizlik demektir. Ve pahalılık nedeniyle ortaya çıkan memnuniyetsizliği ve tepkileri bastırabilmek için daha az demokrasi ve daha güçlü ve pahalı devlet cihazı gibi bir fasit daire ortaya çıkar.
Demokrasinin olmaması ayrıca yoksulların ve ezilen sınıfların aleyhine çalışır her zaman. Demokratik hakların olmadığı yerlerde işçiler ve yoksul kesimler örgütlenip haklarını savunamazlar. Bu da toplumda eşitsizliklerin artmasına yol açar. Bu eşitsizlikler de tekrar bunların yol açtığı patlamaları bastıracak güçlü cihazlara ve bunlar da demokrasinin giderek azalmasına doğru bir gidiş yaratır.
Ama sadece bu kadar da değildir. Demokrasinin yokluğu burjuvazinin bile aleyhine çalışır uzun vadede. Demokrasi olmayıp ezilenlerin ve işçilerin haklarını savunamadığı yerlerde, sermaye artı değeri arttırmak için modern teknik kullanmak gereğini duymaz. Artı değeri, daha uzun ve yoğun çalışma, daha düşük ücret üzerinden sağlayarak diğer kapitalistlerle rekabet etmenin yolunu bulur. Ama bu da geri teknoloji kullanımını besler ve emek üretkenliğinin düşük kalmasını dolayısıyla ülkenin geriliğini pekiştirir. Yani teknik ilerleme ve emek üretkenliğinde bir artış için de demokrasi olmazsa olmaz koşullardan birisidir. Dünyanın en gelişmiş ülkelerinin aynı zamanda en demokratik ülkeler olması bu nedenledir. İşçi haklarını savunanları bayağı maddecilikle suçlayanların, demokrasi söz konusu olduğunda, demokrasiyi zenginleşmenin sonucu olarak görmeleri ve demokrasiyi topluma layık görmemeleri, bizzat kendilerinin bayağı maddeciliğinin kanıtıdır.
O halde, gerek teknik ilerleme, gerek toplumsal eşitlik ve gerek demokrasinin pekişmesi için demokrasi biricik çözüm ve başlangıç noktasıdır. Ülkeler zengin oldukları için demokratik olmaz, demokratik oldukları için zengin olur; toplumlar sosyal eşitsizlik az olduğu için demokratik değildir, demokratik oldukları için sosyal eşitsizlikler azalmıştır.

Demokrasi ve Eğitim

Bürokratik oligarşinin bir diğer yalanı da, demokrasinin ancak eğitimle elde edilebileceğidir. Bunlar, aslında ne kadar ilerici olduklarını söyleseler de lanetledikleri Abdülhamit’in demokrasiye karşı argümanının tekrarlamaktadırlar. O da , “kullanmasını bilmeyen cahil halka demokratik hakları vermek;  çocuğun eline bir silah vermek gibidir, tutar babasını vurur” diyordu.
Suya girmeden nasıl yüzme öğrenilemez ise, demokrasi içinde yaşamadan da demokrasi öğrenilemez. Demokrasinin eğitimi yine demokrasidir.
Kaldı ki burada, önemli olan halkı demokrasi konusunda eğitmekle kendilerini yetkili ve görevli görenlerin kendilerinin demokrasi konusunda eğitilmeleri gerektiğidir.
Eğiticileri kim eğitecektir?
Onları yine ancak halk kendisi eğitebilir. Hâsılı, halka demokrasi konusunda eğitim vermeye kalkanların aslında kendilerinin eğitilmeye ihtiyaçları vardır.
Ve bu demokrasi öğretmenlerinin ilk öğrenmeleri gereken de, demokrasi eğitiminin ancak demokrasi içinde öğrenileceğidir.

Demokrasinin Üç Kaynağı

Bu gün niçin Türkiye’de demokrasi mücadelesi böylesine zayıftır? Türkiye’de niçin hiçbir zaman demokrasi gelişmemiştir?
Bütün dünyada, demokrasinin üç kaynağı vardır.
Birincisi kandaş toplumun demokratik gelenekleri.
İkincisi, henüz devrimci ve demokratik döneminde bir burjuvazinin varlığı.
Üçüncüsü işçi hareketidir.
Dünyanın en demokratik ülkelerinde bu üçünün sırayla bir bayrak yarışı gibi demokrasi bayrağını ele geçirdiğini görür. Örneğin İngiltere’de ilk Magna Karta, krala kafa tutan aşiret şeflerinin işidir. Yani kandaş toplumun gelenekleri. Tam bunlar artık Krala karşı güçlerini yitirdiklerinde, bu sefer burjuvazi, demokratik mücadelenin bayrağını ele alır. Burjuvazi demokratik barutunu tükettiğinde ise işçi hareketi.
Türkiye’de bu üç koşul da hiçbir zaman olmamıştır.
Binlerce yıllık mutlak devletçilik, batıdaki senyörler gibi krala kafa tutacak bir tabakanın ortaya çıkmasına olanak sağlamamıştır. Örneğin ilk yıllarında Osmanlı sultanları bir bakıma, eşitler arasında birinciydiler. Ama uygarlaştıkça derhal köle kapı kullarına dayanmışlar ve diğer özerk beylere yaşama yansı vermemişlerdir.
Bu Doğu’nun binlerce yıllık devlet geleneğinin en lanetli sonucudur. Kandaşlık demokrasisi, sadece siyasi bir gücü temsil etmeyen muhalif tarikatlar ve devlet gücünün ulaşamadığı yerlerde, örneğin dağ başlarındaki Alevi köylerinde komün olarak yaşayabilmiştir.
Burjuvazi, doğduğunda, çoktan devrimci barutunu yitirmişti ve zaten tam bu nedenle de demokrasi bayrağıyla değil, gerici ulusçuluğun bayrağıyla egemenlik mücadelesi vermişti. Kaldı ki, Ermeni katliamları ve mübadeleler ile Anadolu’daki bu zayıf burjuvazi bile tasfiye edildi. Ve onlarla birlikte hala demokratik gelenekleri bulunan işçiler de tasfiye oldu. Onların tasfiyesiyle demokrasinin en büyük düşmanı devletçilik, derebeylik ve tefeci bezirganlık güçlendirildi.
Daha sonraki sosyalist hareket ise, Sovyet dış politikasının bir aracı olarak kaldı. Sadece altmış ve yetmişlerin kitlesel kabarışında biraz demokrasiyi geliştirecek öğeler vardı. Ama bu hareketin nesnel demokratik karakterine karşılık, ideolojisiyle demokratik değildi ve ilham aldığı bürokratik kastların da etkisiyle demokrasiyi burjuva diye küçümsüyor, anti demokratik yöntemleri kutsuyordu. Böylece nesnel olarak demokratik karakterdeki işçi ve yoksul tabakalara dayanan hareketler bile bir demokratik etki ve gelenek bile bırakmıyorlar, demokrasiye karşı çalışıyor, kedi iplerini çekiyorlardı. Aynı zamanda bu hareketler hepsi de gerici bir milliyetçiliği desteklediklerinden, devletin yapısını hiçbir şekilde tartışma konusu yapmıyorlar, gerici ulus tanımları karşısında devrimci ve demokratik, yurttaşlığa ve haklara dayanan bir ulus tanımı için mücadele etmiyorlardı.
Ancak 1990’ların başında Sovyet bürokrasisinin ve onun o muazzam ideolojik ağırlığının çökmesi, eski demokratik hedeflere geri dönüşün koşullarını yarattı.  Bu bile, globalleşmenin ideolojisinin, yani “çok kültürlülük” ve “ulus devletin sonu” gibi ideolojik kavramların egemenliği altında, yani bir ideolojik gericilik ikliminde; sivil toplum kuruluşlarının demokrasi mücadelesinden kaçışın örtüsü olduğu; yarı resmi devlet ya da sermaye destekli arpalıklar işlevi gördükleri koşullarda baştan çarpık bir biçimde oluştu.
Böylece, içten demokrasi özlemleri bile “Sivil toplum”, “Çok kültürlülük”, “ulus devletin sonu” gibi, aslında dünya çapında bir ideolojik gericiliğin söylemleri biçiminde ortaya çıktı bu da sosyalistlerin demokrasi mücadelesinden uzak durmalarını pekiştirdi ve bir özeleşiri sürecine girmelerini engelleyici, onları taşlaştırıcı bir etki yaptı.
Böylece, demokrasi sahipsiz kaldı. En tutarlı demokrasi savunucusu olması gereken sosyalistler demokrasiye uzak ve bunu küçümseyen bir konumda kalıyor; demokrasi özlemleri ise globalizmin gerici ideolojik saldırısının kavramları içinde kendini ifade edebiliyordu.

Politik İslam ve Demokrasi

Politik İslam’da ifadesini bulan ve yoksul işçilerin memnuniyetsizliğini kendi yedeğine alan Anadolu burjuvazisi ve Müslüman burjuvazi demokrasiden korkmaktadır. Dini olanı özel olan, inanç olan olarak tanımlama ve devletin gerçek bir laikliğinin değil; Kemalizm’in resmi devlet İslam’ı karşısında kendi İslam’ını devletin resmi İslam’ı yapmanın kavgasını vermektedir. Örneğin Diyanet işlerini kapatmak; bütün imam ve müezzinlerin, bütün din adamlarının o cemaatlerin gönüllü bağışlarıyla geçinmesi; dinle ilgili bütün resmi okulların kapanması ve dini eğitimin cemaatin kendi olanaklarına bırakılması; okullardan din derslerinin kaldırılması gibi gerçek bir demokrasinin olmazsa olmaz koşulları için hiçbir girişimde bulunmamaktadır.
Böyle davrandıkça da modern şehir hayatını yaşayan orta sınıfları ve Alevileri, buna karşı tek garanti gördükleri anti demokratik karakterdeki devlet oligarşisinin kollarına atmaktadır. Hâlbuki bir parça tutarlı demokratik tavır ile yani devleti inanca ilişkin olandan tamamen dışlayan ve tarafsızlaştıran; inancı politik alanın dışına atan gerçek bir laiklik ile bütün şehir orta sınıflarını ve Alevileri yanına kazanıp en azından tarafsızlaştırabilir ve iktidar gücünün ordu ve bürokrasiden parlamentonun ve seçilmiş temsilcilerin eline geçişini sağlayabilir. Ama bunu yapmamaktadır. Çünkü gerici özünü korumakta, tutarlı bir demokrasinin kendisine karşı çalışacağını bilmektedir.
Politik İslam, aynı tutuculuğu ve demokrasi korkusunu ulus tanımında göstermektedir. Ulusun tanımından, dil, din, etniyi dışlayacak ve böylece tüm dillere ve kültürlere eşitlik sağlayacak ve böylece örneğin Kürtlerin ve diğer azınlıkların desteğini kazanabilecek, böylece Ordu ve bürokrasiyi tamamen tecrit edecek yerde; bir zamanlar insanların yer çekiminin olmadığına inanmaları halinde düşmeyeceklerini savunanların mantığıyla Kürt sorununu yok sayarsanız yok olur diyerek, Türkiye’deki en büyük demokrasi gücünü karşıya itmekte. Dile, etniye dayanan ırkçı milliyetçiliğe destek vermektedir.

Bürokratik Oligarşi ve Burjuvazi

Burjuvazinin bu korkaklığı sayesinde Bürokratik oligarşi, aslında her biri demokratik özlemlerin ifadesi olan hareketleri, birbirine karşı kullanma olanağı elde etmektedir. Bu nedenle Türkiye’deki rejimin bu dengelere dayanan ilginç bir Bonapartist karakteri vardır. Bürokratik oligarşinin egemenliğinin ve gücünün devamı için, Anadolu burjuvazisinin İslam'ı bayrak etmesinin ve demokratik özlemlere cevap vermemesinin ve demokrasi konusundaki korkaklığının hayati bir önemi vardır.
Eğer, Anadolu burjuvazisi olmasa, devlet oligarşisi egemenliğini böyle sürdürüp hala bu günkü gibi gücünü koruyamaz. Ama bu bürokratik oligarşi de olmasa, Anadolu burjuvazisi, geniş gayrı memnun emekçi kesimleri böyle kendi politik İslam bayrağı altında toparlayamaz.
Bu burjuvazi, İslam'ı, yarı resmi devlet dini yapmak istediği ve gerçek bir laiklikten kaçtığı için bütün şehir orta sınıflarını ve Alevileri bürokratik oligarşinin bir yedeği haline getirmektedir. Bürokratik oligarşinin böyle güçlenmesi karşısında, onun dayatmalarından bezmiş emekçi kesimler ve hatta büyük şehir burjuvazisi bile bu sefer politik İslam’ın ardında saf tutmaktadır.
Kemalist bürokratik oligarşi ile politik İslam'ı bayrak yapmış burjuvazisi, birbirinin can düşmanı gibi görünmelerine rağmen birbirlerinin en büyük iş birlikçileridir. Gerçek bir demokratik hareket çıktığı an onlar, onun karşısında derhal birleşeceklerdir ve o zaman onların arasındaki özdeşlik çok daha iyi görülecektir.
*
Aynı özdeşlik bölgedeki uluslar arası güçler bakımından da geçerlidir. Bu gün sanki ABD ile bölgenin bürokratik ve molla oligarşileri; ABD ile Şiiler karşı güçler gibiymiş gibi görünmektedirler. Hâlbuki politik olanın tanımından her türlü dini, dili, kültürü dışlayan gerçekten demokratik bir hareket karşısında bunların hepsi aynı gerici milliyetçiliğin savunucusu olarak ortaya çıkarlar.
İşte her şeyden önce taşları yerli yerine oturtmak için, bölgenin ve Türkiye’nin bu gün içinde bulunduğu sefalete son vermek için; eşiğinde bulunulan kanlı gelişmelerden kurtulmak veya en azından bir çözüm alternatifi çıkarmak için bir gerçekten demokratik ve cumhuriyetçi bir program gerekmektedir.

Güçler

Peki böyle bir programı yükseltecek hangi güçler var bugün?
Şu an böyle bir programı olan biricik güç Kürt hareketidir.
Kürt hareketi de, en yükseldiği zamanlarda, demokrasi düşmanı ve ulusu soya, dile kana göre tanımlayan geleneklerin etkisi altındaydı. Ne ulusal baskıya karşı, ulusun tanımından dili, dini dışlayan demokratik ve cumhuriyetçi bir programa sahipti ne de kendisinin ve hedeflerinin demokratik bir karakteri vardı. Onun demokratik karakteri, gerici bir milliyetçiliğe karşı yine aynı milliyetçilik anlayışına dayanmasına rağmen, ezilen bir ulusun hareketi olmasından kaynaklanıyordu. Kendisinden ve taleplerinden ziyade mücadelesinin nesnel sonuçları demokratik karakterdeydi.
Yine de bu hareket belli özellikler taşıyordu. Onun sosyalizmden kaynaklanan ideolojik gelenekleri ve yoksullara dayanan yapısı, içinde bir demokratik ulusçuluğun oluşup gelişmesine de olanak sunuyordu. PKK tüm etnilerden, kültürlerden, dillerden ve dinlerden insanları içinde barındırıyordu. PKK’nın kendisi tam anlamıyla laik ve dil, din, kültür ve soyu politik olanın tanımından dışlamış bir örgüttü. Taraftarları içinde Müslümanlar kadar Ezidiler, Aleviler ve Hıristiyanlar; Kürtler gibi Türkler bulunuyordu. PKK hiçbir zaman bir Kürt örgütü değil, her zaman bir Kürdistan örgütü olmuştu. Bu sadece Türkiye’de değil, Orta doğu’da bile pek görülen bir özellik değildir. Yani PKK, politik olandan dili, dini, soyu, kültürü dışlamış; demokratik bir ulusçuluğun prototipi özellikleri kendi yapısında taşıyordu.
Hem bu özellikleri, hem yoksullara dayanan plebiyen yapısı; hem Sovyetlerin çöküşünün onun ideolojik bukağılarından kurtarması; hem de tüm dünya ülkelerinin kendilerine karşı bir cephe oluşturup en küçük bir savunma olanağı bile bırakmadığı koşullarda, bu hareket, ilk kez, Ulusçuluğun ilk ortaya çıktığı çağın demokratik ve devrimci ulusçuluğunu el yordamıyla yeniden keşfetti.
Ne var ki bu keşfediş ve formülasyon, ağır bir darbenin alındığı ve büyük bir tecridin yaşandığı koşullarda, bir imhayı engellemek için yapılan taktik manevraların ve diplomatik söylemlerin içinde ifade edildiğinden onun bu özgül niteliği bizzat kendi taraftarlarınca bile yeterince kavranamadı ve onun ifade edildiği taktik biçimler ve ilk kez el yordamıyla keşfedilmiş olmasının zorunlu kıldığı kavramsal belirsizlikler; içinde taşıdığı geçmişin izleri kadar ideolojik iklimin moda kavramlarının etkileri onun özünün ve öneminin kavranmasını engelledi.
Böylece onun ifade ediliş biçiminin özellikleri bahane edilerek herkes tarafından dışlandı. Liberaller onu eski Stalinist kalıntıları nedeniyle anlamadı; Stalinistler kullandığı terminoloji nedeniyle bir ideolojik gericiliğe teslimiyet olarak gördüler; demokratlar diplomasi ve taktik özellikleri nedeniyle Kemalizm’le bir uzlaşma ve teslimiyet olarak gördüler; Kürt burjuvazisi de böyle bir pazarlık veya kandırmaca olarak anladı ve öyle uygulamaya kalktı.
Bütün bunların yanı sıra, zaten demokratik cumhuriyet unutulduğu ve Türkiye’nin sosyalistleri demokratik olmayan bir milliyetçiliğin savunucusu olduklarından, programı ve çağrısı hiç bir zaman bir yankı bulamadı ve karşılıksız kaldı.
Bu karşılıksızlık sürerken, ABD’nin Irak’ı işgali PKK’nın projesinin bütün ikna ediciliğini ve çekiciliğini Kürtler arasında bile yitirmesine yol açtı. PKK’yı destekleyen veya zaten mecburen desteklemek zorunda olan Kürtlerin hepsi, dile, soya, dayanan milliyetçiliğe doğru muazzam bir kayış yaşadı. Bu kayış, bizzat PKK ve devamcısı örgütlerin bile, Öcalan’ın büyük prestijine rağmen bu gidişin akıntısına kapılmalarına yol açtı. Projeyi bizzat kendi örgütü bile savunamaz ve savunamaz oldu. Böylece devrimci ve demokratik bu ulusçuluğa göre tanımlama denemesi, daha doğup ayakları üzerinde durma fırsatı bile bulamadan yok olma tehlikesiyle karşı karşıya geldi.

İşçiler

Bu koşullarda bizler politik olanın (ulusun)  tanımından dili, dini, soyu, kültürü, tarihi dışlayan Demokratik Cumhuriyet hedefiyle ortaya çıkıyoruz. Bu program sadece Türkiye’nin değil bölgenin sorunlarına biricik çözümdür.
Programımızda, işçiler için, köyüler için ekonomik veya özel istemleri arayanlar bulamayacaklardır.
Çünkü ancak bir demokratik cumhuriyette işçiler hedeflerini ve istemlerini en ideal biçimde savunma olanağı elde edebilirler. Bu koşullar olmadan, bu koşullar varmışçasına talepler sunmak sadece kafa karışıklığına ve siyasi belirsizliğe yol açar.
İşçiler bu günkü ekonomik mücadelelerin bitiriciliği içinde yok olmak istemiyorlarsa, demokratik cumhuriyet bayrağını yükseltmelidirler.
Ancak, yukarıda açıklanan Demokratik Cumhuriyet bayrağını yükselten işçiler bağımsız bir politik hareket oluşturabilir ve tüm gayrı memnunları bir cephede toplayıp bu günkü gibi tecrit durumlarına son verebilirler.
Fabrikasında, iş kolunda veya genel olarak ücret düzeyindeki bir düzelme için savaş sadece işçileri ilgilendirir ve diğer gayrı memnunları kazanamaz: bu da işçilerin tecridine ve yenilgilerine yol açar.
Ama eğer işçiler, demokratik bir politik hareketin başını çekerlerse, o Alevilerin, Kürtlerin, Köylülerin, şehir orta sınıflarının, bölge halklarının ve hatta burjuvazinin belli kesimlerinin bile desteğini kazanabilir. Bürokratik oligarşinin keyfiliğinden ve ilkel milliyetçiliğinden bıkmış; demokratik bir ulusçuluğun sağlayacağı geniş olanakları gören hiç de küçümsenmeyecek bir burjuva kesimi bile bulunmaktadır.
Ama ancak böylesine geniş kesimler birleştirilerek, bölge oligarşilerinin egemenliğine son verilip, Amerika’nın bölgeyi dine, dile, soya dayanan küçük devletlere bölme ve onları birbirine karşı kullanma planlarına bir cevap verilebilir.
Ancak böylece bölge içine itildiği mezbahadan kurtulabilir.
İşçiler ancak demokrasi bayrağını yükseltirlerse iktisadi durumlarında bir gelişme sağlayabilirler
Ama bunun için ilk şart, işçilerin öncelikle kendilerinin politik olanı dile, dine, soya, tarihe dayanan ulusçulukla bölünmesidir.
Biz başlarsak başkaları bizi izleyecektir.
10 Şubat 2004 Salı

Kısa Versiyon:
1)      Gerçek bir eşitlik için, ulusun tanımından her türlü, dil din, tarih, "etni", soy, kültür, "ırk" belirlemesi kalkmalı, ulus bunlarla tanımlanmaya karşı tanımlanmalıdır.
Bu somut olarak şu tedbirlerle gerçekleşebilir.
·         Herkese istediği dili anadil olarak seçme ve anadilinde eğitim hakkı olmalıdır. (Ana dilini öğrenme hakkı değil. Bu farklıdır dillerden birine üstünlük sağlayıp eşitsizliği arttırır.)
·         Ortak bir konuşma ve yazışma dili gerekip gerekmediğine; gerekiyorsa bunun hangi dil olacağına demokratik ulusun yurttaşları tartışarak ve oylayarak karar verirler.
·         Okullarda herkes ana dilinde ama aynı ortak tarihi okumalıdır. Bu tarihi, ülkedeki ve komşularındaki bütün dillerden, etnilerden, dinlerden, kültürlerden, cinslerden eşit miktardaki temsilciler ortaklaşa yazmalıdırlar.
·         Eğer olmasına karar verilirse, din ve ahlak dersleri, yeryüzündeki tüm büyük din ve inançlardan eşit sayıda temsilciler tarafından ortaklaşa yazılmalıdır.
·         Devletin tüm inançlar karşısında eşit ve tarafsız olması için, Diyanet lağvedilmeli, imam hatipler normal okullara çevrilmelidir.
·         Diyanet gibi kurumlarda şimdiye kadar çalışanların mağdur olmaması için geçimleri gönüllü olarak cemaatler tarafından karşılanmayanlar devletin başka işlerine yerleştirilmelidir.
·         Devlet sadece inançlar arasında eşitliği sağlamak ve azınlık inançta olanlar aleyhine oluşacak fiili eşitsizlikleri gidermekle yükümlü olmalıdır.
2)      Yurttaşların en geniş şekilde örgütlenebilmesi, hakkını koruyabilmesi, haksızlıklara ve eşitsizliklere karşı mücadele edebilmesi için.
·         Sınırsız bir düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüğü derhal uygulamaya geçmeli, bunları sınırlayan tüm yasalar derhal ve otomatik olarak geçersiz olmalıdır.
·         Devletin, firmaların, örgütlerin, partilerin ve bunların bütün organlarının bütün kararları, bütün tartışmaları tüm yurttaşların bilgisine açık olmalıdır.
3)      Demokrasinin gerçekleşebilmesi, yurttaşların doğru kararlar verebilmesi için her şeyden önce doğru bilgilenme gerekir. Doğru bilgilenme için ise, medyanın devlet ve sermayenin tekelinden ve egemenliğinden kurtulması gerekir. Bunun için de
·         Tüm medya ve yayın faaliyeti, matbaalar, frekanslar, kanallar, kağıtlar toplumsallaştırılmalı, devletin ve sermayenin elinden alınmalı ve yurttaşların ve örgütlerinin emrine verilmelidir.
·         Medya olanakları, tüm örgütler, partiler, inançlar, fikirler, akımlar, meslekler, cinsler, yaşlar, bölgeler vs. arasında üye sayılarına ya da nüfus içindeki oranlarına göre dağıtılmalıdır.
·         Bu dağılımın gerçek oranları yansıtmaları için sık sık ayarlanmalıdır
4)      Yurttaşların üzerinde yükselmeyen, onlardan bağımsızlaşmayan ama onlara itaat ve hizmet eden bir devlet cihazı için:
·         Tüm düzeylerde yetki ve sorumluluk seçilmiş organlarda olmalıdır. Osmanlı artığı, Firavun ve Nemutlar zamanından kalma valilik, kaymakamlık gibi merkezi olarak atanan ve belirlenen tüm makam ve organlar lağvedilmedir.
·         Tüm emniyet, asayiş ve savunma kuvvetleri bu seçilmiş organların emrinde ve kontrolünde olmalıdır.
·         Tüm seçilmiş yöneticiler ve organlar kendilerini seçenlerin beşte birinin oyuyla geri alınabilmeli ve seçim yenilenmelidir.
·          Tüm seçilenler seçildikleri süre içinde ve çalışmaları esasında ortalama bir çalışanın gelir düzeyinde ücret almalıdır.
·         Memurların tayin, terfi, seçim ve emeklilik işlemlerinde bağımsız memur sendikalarının tuttukları siciller esas alınmalıdır.
·         Asker sivil adalet ikiliği ve memurlar hakkında dava için izinler kalkmalı. Kanun ve yasalar karşısında mutlak eşitlik olmalıdır.
·         Mahkemelere jüri usulü gelmelidir.
5)      Bu biçimsel eşitliği ve demokrasiyi sağlayan tedbirlerin yanı sıra, asgari ölçüde ekonomik ve sosyal eşitsizlikleri kaldırmak için
·         Devlet her yurttaşa iş bulmak, bulamıyorsa, sendikaların ve bağımsız tüketici teşekküllerinin tespit edeceği, asgari geçim endeksine uygun gelir sağlamakla yükümlü olmalıdır.
·         Tüm yurttaşlar için genel sağlık ve emeklilik sigortası olmadır. Sigorta, doğrudan sigortalı yurttaşların seçilmiş temsilcileri tarafından yönetilmeli ve denetlenmelidir.
·         Gelecek nesiller arasında kültür, eğitim ve iktisadi farklardan doğan eşitsizlikleri asgariye indirmek için, her çocuk için parasız kreş ve anaokulu sağlanmalıdır.
·         Tüm eğitim ve araçları parasız olmalı, düşük gelirli ailelerin çocukları ekstra desteklenmelidir.
·         Tüm azınlıkların gerçek hayatta fiilen ortaya çıkacak bizzat matematik bir azınlık olmaktan doğan dezavantajlarını bir ölçüde ortadan kaldırabilmek için kotalar ve pozitif ayrımcılık uygulanmalıdır.

Öcalan’ın Dönüşü

$
0
0
(Aşağıdaki yazı Aralık 2005 yılında yazılmıştı. Birkaç gün önce yazılanların eskiyip hükmünün kalmadığı bir dünya ve Türkiye’de yaşıyoruz. Bugün yazılmış gibi okunabilir. Tabii “mutatis mutandis”. Yani gerekli değişiklikler yapıldığında. Önümüzdeki süreç ve nedenlerini anlamak için temel parametreleri vermektedir. Politikada öngörülerde bulunmak her zaman çok tehlikelidir. Binlerce farklı değişken vardır. Yazıdaki neredeyse bütün öngörüleri doğrulanmış ve halen doğrulanmaktadir. Yazı Marksist kavramsal araçların gücünü gösterir aynı zamanda. D.K. - 25 Mart 2013 Pazartesi)

Birkaç gündür, şu kenef basın yazarlarının, adının önüne, Genelkurmay Özel Harp Dairesi’nin direktiflerine uygun olarak “Terörist başı” rütbesini koymadan adını anmadıkları Abdullah Öcalan, ne olduysa bütün “büyük basın”ın manşetlerinin, yazar ve baş yazarlarının konusu ve konuğu oldu.
Ne var ki, Öcalan gazetelerin başköşesine sadece konuk da değil, artık “rütbe-i tenzil” eylediği de görülüyor.
Eskisi gibi “Terörist Başı” olarak da pek anılmaz olmuş. Oktay Ekşi Türkçe’deki prejoratif anlamıyla “Adam” diyerekten, bu “rütbe indirimini” ilan ediyor.
Cüneyt Ülsever kırk yıllık ahbabından söz ederce “Apo” demekle yetiniyor. Ertuğrul Özkök, yazısının başında bir kere “Bölücü Örgütün Başı” dedikten sonra, yazının geri kalanında kısaca “Öcalan” diye devam ediyor.
Radikal gazetesi, Bayram değil, seyran değil, “Eski MİT Müsteşar Mardımcısı” Cevat Öneş’in, yani TC’nin İstihbarat örgütünün eski iki numaralı adamının, stratejik analizlerini “Tabular Yıkılıyor” başlığıyla manşete koyuyor. Bu yazıda pek ala şöyle cümleler okunabiliyor:
“Öcalan, Türkiye'ye teslim edilirken, Türkiye-ABD ilişkilerine paralel olarak, ABD tarafının Irak'ta kurulmakta olan Irak Kürt Federe Yönetimi'ne olabilecek muhalefet unsurlarının devre dışı bırakılabilme planlarının bir parçası olabileceği hususu üzerinde durulabilmelidir.
A. Öcalan tarafından formüle edilen ve geliştirilmek istenilen demokratik cumhuriyet tezinin içinde hiçbir zaman kabul edilemeyecek taleplerin bulunduğunun bilinmesi ve bu konunun tartışılmazlığı, bahse konu düşüncenin ve detaylarının değerlendirilmesinin çözüm arayışlarında yararlı olamayacağı sonucunu çıkarmamalıdır.”
(...)
“A. Öcalan tarihin en acımasız ve birçok ülke tarafından da kullanılan bir terör örgütünün lideri olarak sahip olduğu sorumluluğunun gereği, hukuk sistemimizin tabii prosedürü içerisinde cezasını çekerken, mücadele sürecinin kazandırdığı ve psikolojik yapısının şekillendirmeye çalıştığı yeni misyonunun imkânlarının, silahların bıraktırılması ve çözümlerde uygun şekilde yararlanılabilmesi şartlarının oluşturulabilmesi, kaybedilen zamana ve kaybedilen uygun konjonktüre rağmen iç barışın sağlanabilmesi çalışmalarında önemini korumaktadır. (Not: Belirtilen düşünce ve öneriler, çözüm için gerçekleştirilmesi gereken makro seviyede strateji ve planlamaların detayları arasındadır.)”
Devletin en yüksek noktalarında en gizli bilgilere sahip olmuş yazar çok ince ve dolaylı biçimde Öcalan’ın tezinden yararlanılabileceğini ve Öcalan’ın önemini erbabının anlayacağı dille açık açık belirtmektedir. Yazı fazlalıklardan arındırılıp direk bir ifadeye kavuşturulduğunda ortaya çıkan cümleler şunlardır:
“demokratik cumhuriyet (...)  düşüncenin ve detaylarının” yararlı olabileceğini baştan reddetmemek, yani bu tezle tartışmak.
“A. Öcalan(...)iç barışın sağlanabilmesi çalışmalarında önemini korumaktadır.”
Bunlar hep bambaşka tonlar.
Türkiye’de şu “Kürt Sorunu” namlı sorun ile Türkler ve devletleri uzun zamandır ilgilenmiyorlardı. Napoleon hallolmasını istemediği işleri “Komisyona havale” edermiş. Türk devleti, daha da ileri gitti ve “hava”ya ve “koster”e havale etti. Eğer Kostar bozulmaz ve hava da muhalefet yapmaz ise, Kürtler önderleri Öcalan’a haber iletip ondan haber alabiliyorlardı. Bereket son günlerde hava ve kosterin keyfi yerine geldi de tekrar bir görüşme gerçekleşti ve Öcalan birden manşetleri ve yorumcuları kapladı.
Türkiye’nin bütün gazetecileri de, sahibinden aport emrini bekleyen köpekler gibi, “iyi saatte olsunlar”ın ağzının içine bakarlar. Ancak oradan bir itiraz gelmeyeceğini anladıkları; oradan bir tiyo aldıkları zaman belli bir konuda belli bir tavır alabilirler. İmralı Koster’i yazı yazabilseydi, Türk basınındakilerden daha kötü bir gazeteci olmazdı. O bile ne zaman arıza yapacağını, sahibinin eğilimlerini “Türk Basını”ndakilerden daha iyi biliyor.
Bu Öcalan’ın manşet ve yorumlara geri dönüşü belli ki “yi saatte olsunlar”dan gerekli tiyoyu almış. Ne var ki bir sürpriz değil bu.
Olaylara kuşbakışı bakan bir göz de, ince ayrıntılarda genel eğilimleri yakalayan bir göz de böyle bir gelişme olacağını rahatlıkla tahmin edebilirdi. Kuşbakışı bakışa, genel eğilimlere sonra geliriz. Zaten bu yazının konusu bu eğilimleri incelemek. Ama “ince ayrıntılara” bir iki örnek verelim.
Şovenizm dalgasının iyice yükseldiği, Kürtlere, hele İmralı’ya gidenlere linç teşebbüsleri yapıldığı; herkesin suçluların yanında yer alarak en demokratik haklarını kullananları suçladığı; İsmet Berkan gibilerin utanç verici bir şekilde bir gün önceki sözlerinden geri döndükleri günlerde, Genel Kurmay ve ordu içindeki eğilimleri yansıttığı, herkesin bildiği bir sır olan Fikret Bila, yazılarında özellikle Öcalan hakkında çok ölçülü bir üslup kullanıyor ve olaylarla araya mesafe koyuyordu.
Bir başka belirti de şuydu, arada Avukatları değil ama kardeşi görüştürüldü Öcalan’la. Kardeşi Öcalan’ın moralinin iyi olduğunu söyledi. Normal olarak aylardır görüştürülmemesi nedeniyle başka türlü olması gerekir diye düşünülebilirdi.
Ve nihayet son görüşme notlarında, Öcalan’da bir rahatlık görülmekte.
Nedeni belli? Ertuğrul Özkök’ün Bu günkü MİT müsteşarının geçmişte Öcalan’la görüşmesinden söz etmesi; Savcı’nın son dönemde Öcalan’a Demokratik Cumhuriyet üzerine sorular sorma bahanesiyle görüşmesi; Radikal’e manşet olan Eski MİT başkan yardımcısının yazıları.  Ve MİT’in “kitle yayın organı” olan Hürriyet’in yazı ve manşetleri Türkiye’ye egemen “Devlet sınıfları”nın; “Nomena Klatura”nın egemenliğini sürdürebilmek için kontrollü olarak önemli değişikliklere gideceğini gösteriyor.
Ve bu değişiklikleri yapabilmek için Öcalan’ı kullanmak isteyecekler. Bu yukarıdaki eski “MİT Müsteşar Yardımcısı”nın yazısında açıkça belirtiliyor.
Ama kullananlar her zaman olduğu gibi aynı zamanda kullanılırlar. Abdestinden emin olan ciddi politikacılar “kullanılmaktan” korkmazlar. Lenin’i Alman Genel Kurmay’ı kullanmak istemişti kurşunlu vagonla Rusya’ya geçişine izin verirken. Sonunda kimin kimi kullandığını tarih gösterdi.
Askerler politikadan anlamadıklarından, o kendi dar hesapları ve kısa vadeli amaçlarıyla birilerini kullandıklarında, hemen daima da kendileri kullanılırlar. PKK’ya karşı mücadele için örneğin, ABD’yi kullandıklarını düşünüyorlardı. Şimdi, kimi generallerin, Ecevitlerin, MİT eski başkan yardımcılarının dediği gibi, Amerika’nın kendilerini kullandığını görüyorlar.
Örneğin, Öcalan ABD tarafından Türkiye’ye teslim edildiğinde, biz ABD’nin Öcalan’ı Güney Kürdistan’daki oluşuma Türkiye’nin muhalefetini engellemek için verilmiş bir rüşvet olduğunu yazdığımızda; Öcalan’ın kaçırılıp Türkiye’ye verilmesinin, ABD’nin dünya ve Orta doğu çapındaki stratejik hedefleri bağlamında anlaşılabileceğini; ortada gerçekten Öcalan’ın dediği gibi bir “komplo” olduğunu yazdığımızda, yazdıklarımız alayla karşılanıyordu.
Aradan daha on yıl geçmeden, nice generaller, Ecevit’ler “Öcalan’ı Amerika bize niye verdi” diye sormaya başladılar. Bunun en son örneği. Radikal’in Manşete aldığı eski MİT başkan yardımcısının makalesinde de ifade ediliyor:
“A. Öcalan, Türkiye'ye teslim edilirken, Türkiye-ABD ilişkilerine paralel olarak, ABD tarafının Irak'ta kurulmakta olan Irak Kürt Federe Yönetimi'ne olabilecek muhalefet unsurlarının devre dışı bırakılabilme planlarının bir parçası olabileceği hususu üzerinde durulabilmelidir.” diye yazıyor.
Yani aslında şimdi Öcalan’a hak veriyorlar adını anmadan.
Öcalan İmralı’da mahkemeye çıkarıldığında, herkes “teslim oldu”, “bitti” derken, biz ortada bir pazarlık ve mücadele olduğunu, Öcalan’ın çok elverişsiz koşullara rağmen çok cesur ve akıllıca davrandığını yazıyorduk
Ne oldu? Aradan bunca zaman geçince, Öcalan’ın hiç de bitmediği  ve teslim olmadığı artık çok açık. Bundan söz eden bile kalmadı.
Biz o zamanlar aksine, Türk devleti onu kullanırken onun da Türk devletini kullandığı; Zaten bitirmesi gereken gerilla savaşını bitirme eylemin bir barış taarruzuna çevirdiğini ve saldırı inisiyatifini ele geçirdiğini yazıyorduk. Öcalan, hapisten hem örgütünün bütünlüğünü korudu, hem Kürt kitleleri üzerindeki etkisini, özellikle kadınlar ve gençler üzerindeki etkisini pekiştirdi. Bizzat devletin generalleri, PKK siyaseti kullanıyor, siyaset yayıyor siyasete yerleşti diye feryat etmeye başladılar. Bu yenilginin ilanından başka neydi?
Yani şu son beş altı yıllık hapislik göz önüne getirildiğinde ve bir bilanço çıkarıldığında her şeylere kadir Türk Devleti hapisteki Öcalan’ı kullanamadı ama Öcalan kendini kullanmak isteyen Türk devletini kullandı. Muharebeyi kazanan bu gün daha güçlü olan Öcalan.
Bu Öcalan’ın hayatında yeni bir şey de değil. Bu gün Türk devletinin elinde rehin olan Öcalan, dün yıllarca Suriye’nin elinde de bir rehindi. Suriye Türkiye’nin su kesme tehditlerin karşı Öcalan’ı kullanırken, Öcalan da Suriye’yi kullandı ve güçlü bir gerilla örgütü ve ulusal kurtuluş hareketi örgütledi.
Türkiye’nin elinde esir oldu. Esarette Gerillayı korudu ve politik bir hareketi geliştirdi. Tecrit olacağı, politik etkisinin yok olacağı sanılıyordu. Bunu korudu ve geliştirdi.
Ve işin ilginci bunu en kötü şartlarda yaptı. Burada “kötü şartlar” derken hapishaneyi ve tecridi kast etmiyoruz. Uluslar arası ilişkilerin durumunu kastediyoruz. ABD’nin Kürtler arasında Öcalan’a karşı Barzani ve Talabani’yi silahla, parayla desteklediği koşulları kastediyoruz. Türkiye’nin inkar politikalarına devam ettiği koşulları kast ediyoruz. Her şey Öcalan’ın politikasına ve hedeflerine karşıydı. ABD’nin Barzani ve Talabani’ye sağladığı destek ve orada elde edilen güç ve kazanımlar muazzam bir savrulma yaratmıştı özellikle PKK kadroları ve diyasporadaki Kürtler arasında.
Çok zaman önce değil, daha 2005 Newroz’unun arefesinde, bütün örgütü Öcalan’a yüz çevirmişti. Bir kısmı zaten ayrılıp gitmişti, kalanlar sözde Öcalan’a bağlılık yeminleri ederken, Öcalan’ın programı ve dedikleri yokmuşçasına düşünüp davranıyorlardı. İşte şimdiye kadar uğrunda savaşılan şeyler orada bir bir gerçekleşmiyor muydu? Türk devletinin geri adım atacağı yoktu. Ama işte burada somut olarak gerçekleşmişti. Artık eski Emperyalizm teorilerinin geçerliği falan kalmamıştı.
Sonra adeta bir mucize oldu. Newroz’da yepyeni bir nesil çıktı ortaya hızır gibi. Kadınlar, gençler Öcalan’a ve “Demokratik Konfederalizm”e sahip çıktılar. Öcalan’ı fiilen satmış bulunan örgütü. Tekrar hizaya geldi.
Öcalan’ın kitleyle ve örgütle ilişkisi biraz Lenin’in Ekim Devrimi’ndeki konumuna benzemektedir. Lenin Nisan Tezleri’nde, o zamana kadar alışılmış bilinen klişeleri terk edip, yepyeni bir programla ortaya çıktığında, bizzat kendi elleriyle yıllarca eğitip hazırladığı örgütünü tümden karşısında bulmuştu. Öylesine karşıydılar ki, bu Zinovyev ve Kamanev’in Ekim Devrimi’ni ihbar etmelerin kadar bile gitmişti.
İşte bu koşullarda, Lenin’in programına aşağıdan Kitlelerin ayaklarıyla oy vermesi ve yoksul Rusya işçi, köylü ve asker yığınlarının baskısı olmasaydı, kendi örgütü hizaya gelmez, hatta o örgüt Lenin’in kuyruğuna teneke bağlardı. Eğer Newrozda yoksul, kadın ve gençler Öcalan’a sahiplenmese, aynısı Öcalan’ın da başına gelirdi. Ayrılanların yazdıklarına bakılabilir bunun böyle olup olamayacağını görmek için.
Sanılır ki liderler ve örgütleri tam birbirine uyuşur. Durum tam tersidir. Sanılanın aksine, Lider kendisiyle aynı kafa ve anlayıştaki insanların önderi olan kişi değildir. İyi lider kendisine en karşı olanlarla bile bir iş yapabilendir. Onlara hep ters düşüp sonunda haklılığı ortaya çıkandır. Lenin Partisinde çoğu kez azınlıkta kalırdı.
Lenin, Zinovyev ve Kamanev ihbarcılık yaptıklarında onların atılmasını istemişti. Ama zaten kendisi de aynı anlayış sakatlıklarıyla malul organlar onları atmayınca, onlarla birlikte çalışmaya da devam etti.
Öcalan’ın örgütünde de farklı değildir bu işler. Öcalan’ın yazı ve konuşmalarının bizzat kendi örgütünden şikayet ve onların eleştirileriyle dolu olması bir rastlantı değildir.
Hasılı Öcalan, diyaspora Kürtlerinin ve bizzat kendi kurup geliştirdiği örgütün en büyük savrulmayı yaşadığı; ABD’nin Dünya planlarında Barzani ve Talabani’ye stratejik bir önem verdiği ve bu bağlamda bütün gücüyle Barzani ve Talabani’ye destek olduğu; bu askeri, mali, diplomatik desteğin bütün Kürt burjuvazisinin ağzının suyunu akıtıp, onları bir mıknatıs gibi çektiği koşullarda başardı bunu.
Bunu başarabilmesinin birinci koşulu Kürdistan’ın yoksul ve ezilenlerine dayanması ve onların eğilimlerinin ifadesi olmasıydı.
Ama ikincisi ve belki daha da önemlisi, geri çekilişini ve taktik uzlaşmalarını; içerikte, yani programatik yaklaşımlarda daha radikal konumlara doğru geçişle birleştirebilmesidir. Eğer bunu yapamamış olsaydı; gerçekten bu güreşte kaybeden olurdu.
Solcuların çoğu,  bu iki özelliği birleştirmeyi bilmediklerinden; biraz politikanın içine girip de belli uzlaşmalar yaptıklarında; bu uzlaşmalar taktik karakterde ve daha derinleşen amaçlara hizmet aracı olmaz; programatik hedeflerden vaz geçilmesi, yani aslında bir teslimiyet olarak ortaya çıkar. Solcuların ve sosyalistlerin Öcalan’ı anlamayıp, genel geçer klişelerle, ihanet ettiğini söylemelerinin ardında aslında kendilerinin teslimiyete giden uzlaşma mantıkları vardır. Onlar Öcalan’ı mahkum ederken kendilerini mahkum ettiklerinin farkında değillerdir.
“Kürt Milliyetçisi” de, “Türk sosyalisti” de Öcalan’ın teslim olduğun söyledi. “Türk sosyalisti” diyorsak onlar da aslında Türk Milliyetçisidirler.  “Kürt Milliyetçisi” diyorsak onlar da “Kürt Sosyalisti”dir. En milliyetçi Kürtler Rızgari gibi en “Marksist” akımlardandır da aynı zamanda. “Ulusalcı”lık sadece Türk Sosyalistlerinin bir özelliği değildir.
Evet milliyetçi bir bakış açısından, Öcalan teslim olmuş gibi görünür. “Bağımsız” hatta “birleşik” Kürdistan’dan vazgeçmiş; “Demokratik Cumhuriyet” ve “konfederalizm” gibi ne olduğu anlaşılmayan bir programa geçmiştir.
Ama soruna daha derinden bakılınca, Öcalan’da milliyetçi bakış açısından gerileme gibi görünen, aslında, dile, dine dayanan bir milliyetçilikten; demokratik karakterde bir milliyetçiliğe; burjuvazinin devrimci döneminin; İşçi hareketinin bütün 19 Yüzyıl boyunca hala savunduğu her türlü din, dil, etni, soy’un hiçbir politik anlamının bulunmadığı; belli bir yerdeki özgür yurttaşlara dayanan ve yeryüzüne yayılmayı reddetmeyen ve asıl hedefi yeryüzünde bir insanlık ulusu kurmak olan bir milliyetçiliğe doğru bir gidiştir. Demokratik Cumhuriyet tezi, bu yönde yapılmış bir hamledir. Çok geri bir ideolojik iklimde; çok geri kavramsal araçlara ve yine yarı köylü bir toplumsal temele dayanılarak yapılmasına rağmen, hiç küçümsenmemesi gereken bir adımdır.
Daha sonra geliştirdiği “Konfederalizm” ise, yine işçi hareketinin ve burjuva devrimlerinin “Demokratik Cumhuriyet” mücadelesinin ayrılmaz bir parçası olan; merkezi ve bürokratik devlet cihazlarının tasfiyesi ve parçalanması talebinin yeniden keşfidir. Hem sadece bu kadar değil; aynı zamanda, bir “diyarşi”, bir “ikili iktidar”a yol açabilecek bir “geçiş programı” karakteri taşır. Yani bir bakma, Üçüncü Enternasyonal’in ilk dört kongresinde geliştirilmiş Geçiş programı anlayışının, bu unutulmuş stratejinin, el yordamıyla yeniden keşfidir.
Ama dünyaya, ulusu din, dil, etni ile tanımlayan bir ulusçuluk açısından bakanlar için; her dilin bir ulusu; her ulusun da bir devleti olması lazım geldiğine göre; Öcalan bu hedeften geri adım atmıştır.
Dolayısıyla da ulusun tanımını dile, dine, etniye göre yapan Türk milliyetçisi de Türk milliyetçisi de Öcalan’ı hedeflerinden vaz geçmiş; kendi canını kurtarmak için bağımsız Kürt Devleti hedefini bir kenara bırakmış olarak tanımlayacaklardır ve öyle tanımlarlar. Bunların hiçbir zaman anlamadıkları ve anlamayacakları, Öcalan’ın Bağımsız Devlet’ten değil; Ulusun dile, dine, etniye göre tanımlanmasından vaz geçmesidir. Bağımsız devletten değil, dile dine göre tanımlanmış uluslar ve bunlara dayanan devletler anlayışından vaz geçmiştir. Dolayısıyla kendi dar ufukları ve kavrama kapasitelerinin dışında olduğu için, Öcalan’a ilişkin bütün değerlendirmeleri yanılgıya mahkumdur.
Sadece Kürt milliyetçileri yanılmıyor, aynı şekilde Türk devleti de yanılıyor. O da Öcalan’ın Türkiye Vatandaşlığı; Konfederalizm demesini bir gerileme olarak görüyor ve “ülke bütünlüğünü” korumak için Öcalan’ı kullanabileceğini düşünüyor. Dünyaya sadece dile ve dine göre tanımlanmış uluslar ve ulusal devletlerin bakış açısından bakanların Öcalan’ın ne kadar radikalleştiğini anlamaları zordur. Tıpkı Alman Genel kurmayının Lenin’lerin yenilgiciliğini anlamaması gibi.
Aslında Türk Devleti, Barzani’lerle, Talabani’lerle, İran ve Arap uluslarıyla aynı ulus anlayışına dayanmaktadır. Öcalan bu ulusçuluktan ayrılmaya çalışmaktadır. Onun bu çabasını onların her biri, bu gerici ulusçuluktan başka bir var oluş biçimini tasavvur edemediklerinden, amaçlardan bir gerileme olarak görmektedirler.
İşte bu kısaca anlatılan özelliği nedeniyle, Öcalan’ı kullananlar kullanılacaklardır.
Peki ama niçin Öcalan’ı kullanmaya karar verdi Türk Devleti?
Bunun için Olaylara kuşbakışı bakmak; dünya ölçeğinde, ayrıntılar arasında kaybolmadan bakmak; genel sınıfsal ve toplumsal eğilimleri analiz etmek gerekiyor.
Bu da sonraki yazının konusu olsun.
08 Aralık 2005 Perşembe



-2-



Yazının birinci bölümünü şu sözlerle bitirmiştik:
“Peki ama niçin Öcalan’ı kullanmaya karar verdi Türk Devleti?
Bunun için Olaylara kuşbakışı bakmak; dünya ölçeğinde, ayrıntılar arasında kaybolmadan bakmak; genel sınıfsal ve toplumsal eğilimleri analiz etmek gerekiyor.”
Bu ikinci bölümde hangi gelişmelerin bu yönde bir zorlamayı yarattığını daha geniş bir perspektiften, sosyolojik ve tarihsel olarak ele almayı deneyelim.
Önce işe alfabeden başlayalım. Çünkü çoğu düşünce işin alfabesinde tökezliyor.
Bu günün dünyasındaki politik gelişmeler, Avrupa - Amerika çelişkileri göz önüne alınmadan anlaşılamaz.
Bunlar bir yandan iş birliği ama bir yandan da rekabet içindedirler. Bu rekabet çoğu kez doğrudan değil, tıpkı soğuk savaş döneminde olduğu gibi dolaylı biçimlerde ve aracılar aracılığıyla sürmektedir.
Elbette bu rekabet içindeki güçlere Çin, Japonya, Rusya gibi güçler de eklenebilir. Ama bu güçler içinde, bu günkü dünyada, ABD’ye karşı bir güç oluşturabilecek biricik potansiyel Avrupa’da bulunmaktadır. Bu nedenle, diğerleri genel bir analiz bakımından, bir kenara bırakılabilirler.
Bir zamanların esas olarak kapalı köy ekonomilerine ve artı ürünün vergiler yoluyla alınmasına dayanan dünyasında, neredeyse sırf lüks tüketim maddeleriyle sınırlı dünya ticareti bile, Hıristiyanlık, İslam gibi her türlü soy, boy aidiyetini anlamsız kılan bir üstyapı gerektiriyordu.
Bu günün en sıradan bakkalında Portekiz sardalyasından Şili üzümüne, Yeni Zelanda kivisinden, Brezilya mangosuna kadar uzak dış ticarete en elverişsiz ürünler bile 12 mevsim bulunmaktadır. Yüksek teknik ürünlerini hiç saymaya bile gerek yok.
Lüks tüketim maddeleri ile sınırlı bir dünya ticareti bile, soyların, bölündüğü bir dünyaya dar gelirken; dünya ticaretinin bu günkü biçimi yüzlerce ulus devlete haydi haydi dar gelir.
Biz Marksistlerin deyişiyle, üretici güçler ve ilişkilerinin gelişim düzeyi var olan üstyapıyla ve onun siyasi biçimiyle uyuşmamaktadır. Bu uyuşmazlık sadece üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetle sınırlı değildir. Marksizmin kurucularının daha Komünist Manifesto’da 150 yıldan fazla bir zaman önce belirttikleri gibi, ulusal devletler ve sınırlarla çatışmaktadır üretici güçler ve üretim ilişkilerinin bulunduğu düzey.
Marks-Engels enternasyonalizmi de zaten öyle neidüğü belirsiz, tarih ve toplum üstü bir kardeşlik ilkesi olarak ifade etmemişlerdi. Üretici güçlerin gelişiminin bu ulusal devletler ve sınırlarla çelişkisine dayandırıyorlardı. Bu maddi temel olmadığı takdirde onların kardeşlik vaazı veren bir papazdan farkı kalmazdı.
150 yıl önce Marks-Engels’in Manifesto’yu yazdığı günlerde bile ulusal sınırlar ve devletler insanlığın refahı ve mutluluğu karşısında bir engel oluşturuyorduysa, varın bu günkü dünyada nasıl bir engel olduğunu siz düşünün.
O halde bu günün temel sorunlarının ardında, üretici güçlerin ve dünya ticaretinin bu günkü gelişim düzeyinin gerektirdiği bir dünya çapında sistem ve üstyapının bulunmaması vardır. Bu temel alfabetik gerçeği gözden kaçıran her analiz, her tavır daha ilk adımda ipin ucunu kaçırmaya mahkumdur.
Zaten bu gün bütün Türkiye’deki ve dünyadaki sosyalistlerin temel sorunu budur.Onlar ulusal sınırları ve devletleri yok etmek için değil; o sınırlar içindeki ülkeleri dönüştürmek için mücadele etmektedirler. Dolayısıyla aslında bu günkü dünyanın sorunlarına verilmiş bir cevapları yoktur ve verili durumu savunmaktadırlar.
Bu durumda iki türlü çözüm vardır. Biri işçilerin bir devrimiyle tüm ulusal devletlerin ve sınırların yıkılması; üretici güçlerin gelişimine uygun bir üstyapının ve siyasi sistemin kurulması. Bu klasik ve unutulmuş programı bizden başka savunan neredeyse yok.
Ulusal devletler ve sınırlar üretici güçlerin ve değişim ilişkilerinin gerekli düzeyini karşılamayınca bunun çözümü, güçlü olanların yayılması biçiminde çıkar. Bunun adı emperyalizmdir. Bunun da belli sınırları vardır. Diğer yayılanlarla bir noktada karşılaşılır ve buradan dünya savaşları çıkar.
Yani kapitalizm-emperyalizmin “çözüm”ü emperyalist yayılma ve iki dünya savaşının da gösterdiği gibi, sonunda kaçınılmaz olarak savaşlardır. Bundan elli ve 90 yıl önce bile dünya bu yayılmaya yetmiyor ve savaşlar oluyordu. Bu günkü dünyanın daha küçük olduğu çok açıktır.
Bu günkü verili durumda, ABD’nin dünyanın karşısına koyduğu ve silah zoruyla uyguladığı program şudur. “Bu günkü dünya ticareti aslında bir tek dünya imparatorluğu gerektirmektedir. Bunu yapabilecek tüm koşullar da bende bulunmaktadır. Eğer ben egemen olursam, bundan herkes karlı çıkar. Koca imparatorluğu elbette kendi başıma yönetmem: gelin bana yardımcı olun ben de sizin hakkınızı gözetirim.”
Bir tür ortaçağın vasal süzeren ilişkisi gibi bir ilişki sunmaktadır. Ve bu alanda Avrupa’yı yedeğine almak istemektedir. Eğer Avrupa desteklerse, ABD’nin bu planını başarısı en azından görünebilir bir gelecek için garantilenir.
İşte Afganistan, Irak işgalleri bu yönde, diğerleri daha büyüyüp palazlanmadan ve Avrupa’yı uzlaşmaya zorlamak için atılmış devasa adımlardır.
ABD’nin bu planını gerçekleştirmesinin önündeki tek engel Avrupa’dır. Avrupa demek her şeyden önce Almanya ve Alman emperyalizmi demektir. Bunun etrafında Fransa - Almanya ekseni, bunun etrafında da Avrupa Birliği bulunur.
Avrupa ise ABD’nin bu planına karşılık, “öyle yağma yok, eski Roma ve Greklerin veya ortaçağ kral ve senyörlerinin arasında olduğu gibi, sen tepede büyük ağabey, biz orada küçük kardeş ilişkisini kabul etmiyoruz. Eşit ilişki kuralım eşit partnerler olarak biz bu dünyaya birlikte egemen oluruz” demektedir.
Ne var ki, ABD ve Avrupa da çok iyi bilmektedir ki, bu eşitlik diğer rakipleri tasfiye etse de bir süre sonra ABD ve Avrupa arasında iki eşitin rekabetine dönüşeceği ve bunun da er veya geç savaşa  yol açacağı kaçınılmazdır. Aslında eşit partnerlik geçici bir uzlaşma ve ateşkesten başka bir anlama gelmemektedir.
Bu durumda Amerika elbette, dünyanın biricik askeri gücü olduğu bir dönemde, kendi elleriyle kendi müstakbel rakibine kuluçkalık yapmak istemeyecektir.
İşte şu an dünyadaki bütün gerilimlerin ardında, ABD ve Avrupa arasında iradelerini birbirine kabul ettirme savaşı yatmaktadır.
Avrupa (Almanya ya da Alman Fransız ekseni anlaşıla) bu günkü dünyada ABD’nin bütün teknolojik, mali, iktisadi gücüne bir parat sunabilecek düzeydeki biricik güçtür. ABD’nin füzeleri, Jumboları, GPS sistemleri karşısında, Avrupa’nın Airbus’ları, Arianne’leri, Galile GPS sistemleri var. ABD’nin doları karşısında Avrupa’nın Euro’su var. Hata ABD’nin uluslar arası tecrit olmuşluğu karşısında hükümetler ve halklar nezdinde geniş bir sempatizan ve destek kitlesi var.
Tek bir eksiği var Avrupa’nın, Siyasi bir irade ve bu iradenin aracı olacak bir askeri güç. Bu gücün temelleri atılmış bulunuyor ama, siyasi bir irade olmadığı sürece ABD politikalarına araç oluyor.
ABD’nin ekonomisi kötü, dolar sürekli tehlikede, boğazına kadar borçta, uluslar arası ortamda sürekli tecrit ama Avrupa’da bulunmayan iki büyük üstünlüğü var. Siyasi bir irade koyabilme yeteneği ve bu iradeyi kuvvden fiile geçirebilecek bir askeri güç.
Avrupa bunu, diplomasiyle, Çin ve Rusya ile yaptığı siyasi ittifaklarla dengelemeye çalışıyor. Bu nedenle Çin ve Rusya, son duruşmada bu çatışmada Avrupa’nın müttefiki olarak görülebilirler. Çok kaba olarak dünyanın, Avrupa, Rusya ve Çin’den oluşan, Avrasya Kara Blokuyla, ABD ve Japonya’dan oluşan Pasifik bloğu arasında bir nüfuz ve egemenlik çatışmasının alanı olduğu söylenebilir.
Bu çatışmanın sonunda ya ABD Avrupa’yı kendi önerdiği, eski Roma Grek benzeri bir vasal süzeren ilişkisine razı edecek, en azından görünür bir gelecek için, kendisinin tepesinde bulunduğu bir dünya imparatorluğu kuracaktır; (Bu en azından belli bir süre, bir pax-Americana anlamı taşıyabilir.) ya da Avrupa ABD’ye eşit partnerliği kabul ettirecektir.
Ne var ki bunun kendi iç mantığı bu olasılığı ortadan kaldırmaktadır. Eşit partnerlik aslında olanaksızdır.
Avrupa’nın ABD’ye en azından eşit bir ilişkiyi kabul ettirmesi ABD için fiilen çöküş demektir. Bu günkü borcuyla ABD için eşitlik, doların dünya parası olmaktan çıkması dolayısıyla çöküş demektir. Yani Avrupa’nın biricik dünya gücü haline gelmesi demektir.
Ama böyle bir çözüm de her halükarda, yer yüzünde eşit güçte üç dört büyük güç demektir (Avrupa, Japonya, Çin, ABD, Rusya). Bu da fiilen yeni emperyalist paylaşım savaşları. Bu da bu gün yeryüzündeki ABC silahları birkaç kere insanlığı yok edecek kapasitede olduğundan, insanların, bir tür olarak doğa tarihinin en kısa var olmuş canlı türü madalyasını ele geçirmesinden başka bir anlama gelmez. İnsan doğanın bir çıkmaz sokağıydı daha nice yok olmuş diğer türler gibi.
ABD’nin bir dünya egemenliği kurması da, uzun vadede farklı bir sonuç vermez. Hiçbir egemen güç ebediyen orada kalamaz. Er veya geç bir takım rakiplerle çatışma çıkacak ve insanlık yok olacaktır. Tek kurtuluş, ulusları ve sınırlara karşı bir devrimdir. Tüm insanlığın uluslara ve ulusal devletlere karşı ayaklanmasıdır. Ama biz gelelim yine şu güne.
Bizler şu an, dünya çapındaki Avrupa ve ABD arasında, dünyanın nasıl şekilleneceğine ilişkin çatışmanın içinde yaşıyoruz.
Türkiye’nin, Orta Doğu’nun hatta Avrupa’nın ileride alacağı şekil, bu çatışmanın gidişine ve sonuçlarına bağlıdır. Bu çatışmayı göz önüne almadan ne Avrupa, ne dünya, ne Orta Doğu ne de Türkiye’deki ve Kürdistan’daki gelişmeler anlaşılabilir.
Bu çatışmada, her iki taraf da, yani Avrupa da, Amerika da karşı tarafı tecrit etmek, arkadan kuşatmak iradesini kabule mecbur kılmak için bir yığın stratejik ve taktik hamleler yapmaktadır.
Avrupa, ABD’nin Askeri işgaline karşı tüm tepkileri yedeğine almaktadır. Özellikle Güney Amerika üzerinden, ABD’yi arkadan vurmaya çalışmaktadır. Çin ve Rusya ile güçlü bir blok kurarak karşı bir ağırlık oluşturmaktadır. Ülkelerin içinde, ABD’nin planlarıyla durumu ve çıkarı çelişen güçlere destek sunmaktadır.
ABD de aynı şekilde hamlelerle Avrupa’ya cevap vermektedir. Avrupa içinde, İngiltere gibi geleneksel müttefiki ile Avrupa Birliği içindeki Alman egemenliği ve gücünden rahatsız Akdeniz (İspanya, İtalya) ülkeleri; tarihsel tecrübeleri nedeniyle geleneksel olarak Almanya’ya her zaman kuşkucu yaklaşan Almanya ve Rusya karşısında ABD’da bir denge arayan Doğu Avrupa ülkeleri aracılığıyla, Avrupa’yı ta içinden vurmakta; Büyük Orta Doğu Projesi ile, var olan gerici rejimlerin baskısı altındaki din ve dillerden halkları kendi yedeğine almakta, Avrupa’nın fiili müttefiki olan bu rejimleri arkadan kuşatmaktadır.
Ortadaki demokrasi, insan hakları, terörizmle savaş gibi bütün çarpıcı sloganlar aslında bu savaşın basit araçlarından başka bir şey değildirler. Bütün o sözler ve davranışlar böyle bir bağlam içinde somut anlamlarını kazanırlar.
İşte bu savaşta, Türkiye, olağanüstü stratejik konumu nedeniyle, ABD’nin planları açısından büyük bir önem taşımaktadır. Birkaç gün önce Rice’nin, Türkiye’nin ABD’nin dünyada en çok önem verdiği birkaç ülkeden biri olduğunu söylemesi bir nezaket gösterisi değildir. Avrupa’nın, Orta Doğu’nun, hatta buralar dünya egemenliği için tayin edici önemdeki mücadelelerin geçtiği yerler olduğu için, bir bakıma dünyanın geleceği, büyük ölçüde, Türkiye’deki gelişmelerin nasıl bir yol izleyeceğine bağlıdır.
Ama Türkiye’deki gelişmeler de, Dünya çapındaki Avrupa ve ABD arasındaki mücadelenin gidişine bağlıdır. Bunların nasıl birbirini etkilediği; Türkiye’nin önemi, Türkiye’deki güçlerin bu mücadeledeki yerleri de gelecek yazının konusu olsun.
09 Aralık 2005 Cuma


-3-



Bu yazının İkinci Bölümü’nü şöyle bitirmiştik.
„Birkaç gün önce Rice’nin, Türkiye’nin ABD’nin dünyada en çok önem verdiği birkaç ülkeden biri olduğunu söylemesi bir nezaket gösterisi değildir. Avrupa’nın, Orta Doğu’nun, hatta buralar dünya egemenliği için tayin edici önemdeki mücadelelerin geçtiği yerler olduğu için, bir bakıma dünyanın geleceği, büyük ölçüde, Türkiye’deki gelişmelerin nasıl bir yol izleyeceğine bağlıdır.
Ama Türkiye’deki gelişmeler de, Dünya çapındaki Avrupa ve ABD arasındaki mücadelenin gidişine bağlıdır. Bunların nasıl birbirini etkilediği; Türkiye’nin önemi, Türkiye’deki güçlerin bu mücadeledeki yerleri de gelecek yazının konusu olsun.“
Türkiye’nin Önemine gelelim.
ABD’nin bir dünya imparatorluğu kurabilmek, böyle bir imparatorluğu kurarak, dünya ticaretini ve dolayısıyla da dünya ticaretinin dayanacağı dolar ile de karşılıksız para basarak tüm dünyadan değer transferi yaparak bu günkü refahını sürdürmek, yani el kesesinden hovardalık yapabilmek ve dünyayı soyabilmek için üç temel bölgede egemenlik kurması gerekiyordu. Orta Doğu, Orta Asya ve Güneydoğu Asya.
Ama bunlar içinde en önemlisi elbette, dünya petrolünün esas büyük bölümünü karşılayan Orta Doğu’dur. Bir insanın elini koparsanız, ayağını koparsanız, hatta gözünü kör, kulaklarını sağır etseniz o insan yaşamaya devam edebilir. Ama kalbini, beynini aldığınızda yaşayamaz. Elbette bir insan vücudundaki her organ önemlidir ama bunlar içinde bazıları, hayati önemdedir. Onlar olmadan hayatiyeti sürdürmek olanaksızdır.
Eğer dünya ekonomisini de bir organizma gibi düşünürsek, Orta Doğu, Dünya ekonomisi Petrole temel enerji kaynağı olarak bağlı kaldığı sürece, dünya ekonomisinin işleyişi için hayati önemdedir. Örneğin bir Latin Amerika olmadan dünya ekonomisi, topal ya da sağır bir insan gibi işlemeye devam edebilir. Ama Orta Doğu Petrolü olmadan bir saniye bile işleyemez.
Türkiye bir Orta Doğu Ülkesidir ve Orta Doğu’ya egemen olmuş devletler zincirinin son halkası olan Osmanlı’nın devamıdır. Sadece o kadar değil, Orta Doğu’nun, insan, nüfus, yüzölçüm, eğitim ve modernleşme düzeyi gibi parametreler bakımından en önde gelen ülkesidir.
O halde, ABD açısından Türkiye gibi bir ülkenin kendi yanında bulunmasının hayati bir önemi vardır.
Ama sadece bu kadar değil. Türkiye aynı zamanda, bir Balkan ülkesidir ve yıllardır Avrupa ile iç içe yaşamaktadır.
ABD’nin dünya imparatorluğu için, Avrupa’yı siyasi iradeden yoksun bırakmanın hayati önemi vardır. Gerçi İngiltere, Akdeniz ve Doğu Avrupa ülkeleri farklı neden ve gerekçelerle bir ölçüde Avrupa Birliği içinde ABD’nin dengesini oluşturmaktadırlar ama bir çok büyüklük bakımından bunlar küçük ülkelerdir. Çoğunun nüfusu Türkiye’nin bazı büyük şehirlerininki kadardır.
Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesi, Avrupa Birliği içinde Alman Fransız ağırlığının güçlü bir karşı ağırlıkla dengelenmesi; hatta ABD’nin dengesi olan ülkelerin kesin bir ağırlık ve üstünlük sağlaması anlamına gelir. Bu da fiilen Avrupa Birliği’nin tam da ABD’nin istediği gibi, ekonomik olarak entegre olmuş ama siyasi, askeri ve mali bakımdan kendisine bir rakip olarak çıkmayacak; aksine kendisinin himayesine muhtaç olacak bir Avrupa demektir. Ve bu amacın gerçekleşmesi, ABD’nin dünya imparatorluğu için hayati önemdedir. En azından Orta doğu kadar önemlidir.
Bu nedenle, ABD’nin dünya egemenliği ve imparatorluğu planlarında, Avrupa’yı siyasi bakımdan güçsüz ve iradesiz bırakabilmek için, Türkiye’nin hayati önemi bulunmaktadır.
Bu nedenledir ki ABD Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği için tüm ağırlığını koymakta, açıktan veya perde gerisinden Avrupa üzerinde esas baskıyı yapmaktadır.
Aslında, Avrupa’nın Alman Fransız ekseninde, Türkiye’nin alınmayacağı yönünde tam bir anlaşma vardır. Örneğin Alman Yeşil ve Sosyal Demokrat politikacıların Türkiye’ye müzakere kapısının açık tutulması yönündeki politikaları, onların Türkiye’yi üyeliğe almak istedikleri anlamına gelmemektedir. Onlar sadece kapıyı kapamanın aptalca bir politika olduğundan hareket etmektedirler. Örneğin Hıristiyan Demokratlarla ayrılıkları, Türkiye’nin alınmadan kapının önünde tutulması hedefinde değildir. Bu hedefe ulaşmak için izlenen yollardadır. Hıristiyan demokratlar bunu açıkça koyalım; diğerleri daha yıllar var, niye karşıya itelim, ot ve sopa ile gütmek için Avrupa birliği üyeliği otunu niye bir kenara atalım, bu aptalca, çıkarlarımıza uymayan bir davranış olur demektedirler. Aralarındaki politik ayrılıkların özü budur.
Burada Türkiye’deki büyük bir yanılsamaya da dikkati çekmek gerekiyor. Türkiye’de şöyle bir görünüm var. Sanki ABD Türkiye’nin ABD’ye girmesini istemeyen, girerse, etkisini ve gücünü kaybedeceğini düşünen orduyu destekliyor da, liberalleri ve burjuvaziyi ise, Avrupa’nın burjuvazisi istiyormuş gibi bir hava.
Halbuki durum tam tersinedir.Türkiye’nin Avrupa’ya girmesini isteyen ABD’dir, gerekli reformları yapmasını isteyen ABD’dir; buna karşılık Avrupa’nın çekirdeği, gerçekte Türkiye’nin girmesini istemez. Tam da bu nedenle Ordu ve devlet bürokrasisi ile çıkar ortaklığı içindedir.
Elbette bu doğrudan söyleme yansımaz, ama gerçek durum budur. Yani Türkiye’de devlet sınıflarının ağırlığı ve liberal reformların yapılmaması, gerçekte, ABD’nin planlarına karşı durmak isteyen Alman Fransız ekseninin çıkarınadır.
Yani her ne kadar tersi bir gürünüm varsa da, Türkiye’nin AB’ye girmesiyle Ordunun vesayetinden kurtulacağını düşünen ve bu nedenle AB’ye girmek isteyen burjuvazisi ile ABD çıkar ortaklığı içindedir; bu reformlar yapıldığı takdirde, politika üzerindeki ağırlığını ve özel ayrıcalıklarını kaybedeceğini düşünen Askeri bürokratik tabaka ise, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesini engellemek isteyen Alman Fransız ekseniyle çıkar ortaklığı içindedir.
Tabii burada, Türkiye’nin büyük ve güçlü bir ülke olarak Avrupa Birliği’ne girmesinin hayati önemi bulunmaktadır ABD bakımından. Aksi takdirde, örneğin, Kürdistan’ın ayrıldığı, Türkiye’nin batısından ibaret bir Türkiye, Avrupa Birliği içindeki dengeleri alt üst edecek bir büyüklük sunmaz.
Avrupa Birliği de, yani Alman Fransız ekseni de, Türkiye’yi ancak küçülmüş haliyle alır. Yani, İspanya, Portekiz veya Yunanistan’a yakın gelişmişlik düzeyinde, yarı yarıya ya da üçte bir küçülmüş bir Türkiye, Avrupa için hiç de fena olmaz. Hazmedilebilecek ve etki alanını genişletmeye yarayacak bir büyüklüktür.
*
Türkiye’nin önemi sadece Orta Doğu ve Avrupa’dan ibaret değil. Avrupa’nın Rusya ile bir eksen oluşturabilmesi tehlikesine karşı da bir güçtür ABD açısından Türkiye. Bir Kafkas ve Karadeniz ülkesi olarak bu nedenle gerek bu bölgelerdeki  Rus etkisini dengelemek; gerek Orta Asya’ya egemen olmak, yani Rusya’yı zayıflatmak; gerek Avrupa Rusya eksenini dengelemek gibi özellikleri nedeniyle de hayati önemi bulunmaktadır Türkiye’nin.
19 Yüzyılda, Slav ve Hıristiyan halkların Osmanlı İmparatorluğu’na karşı direnişleri, Çarlık Rusya’sının işine geliyordu ve onlarda birer müttefik buluyordu. Şimdi ise bu filmin tersi oynanacaktır önümüzdeki on yıllarda. Rus etkisi ve egemenliğine karşı, Müslüman ya da Altay Ural dil ailesinden diller konuşan halkların, ki çoğu aynı zamanda Müslüman’dır, gecikmiş ulusal hareketleri, Türkiye’nin ve ABD’nin otomatik müttefikleri olurlar ve onların etkisinin artmasına hizmet ederler.
Türkiye bu bakımdan da din ve dil yakınlıkları nedeniyle Arap ve İran etkisine karşı ABD açısından desteklenecek bir alternatiftir de. Yani Kafkaslar Orta Asya, Rusya’nın zayıflatılması ve olası bir Avrupa Rusya eksininin arkadan kuşatılması için de ABD’nin planlarında Türkiye’nin hayati bir önemi bulunmaktadır.
Hasılı bu projeleri gerçekleştirmek için ABD’nin ihtiyacı olan güçlü ve kendi politikalarıyla uyumlu bir Türkiye’dir.
Bu nedenle ABD, IMF kanalıyla eşi görülmemiş pompalamalar yapıyor; Türkiye’nin nazını çekiyor ve onun yavaş yavaş, itmeden, kırmadan kendi hedef ve politikalarıyla uyumlu hale getirmeye çalışıyor.
Aslında Türkiye’nin jeopolitik yeri, burjuvazinin çıkarları tam da anahtar ve kilit gibi ABD’nin çıkarlarıyla uyuşur.
Yani Türkiye, demokratik reformlar yapıp her şeyden önce “Kürt Sorunu”nu “Bask modeli” ya da başka bir biçimde çözdüğü an, sadece ABD’nin Ortadoğu, Kafkaslar, Avrupa’ya ilişkin planlarına uygun davranmış olmaz, aynı zamanda bölgede Türk ve Kürt burjuvazisinin etkisi artar; hatta refah düzeyi yükselir ve alt sınıflar bile bundan nemalanır.
Ama Türkiye bu reformları yapmadığı takdirde, temelde Kürt sorunundan dolayı bir iç savaş yaşayıp bölünmeye mahkumdur. Yani Türkiye artık böyle de gidemez. Ya Kürt sorununu halletmek, dolayısıyla istemese de büyümek ve etkisini arttırmak zorundadır; ya da sorunu şimdiye kadar olduğu gibi baskıyla ezmeyi denemek, ama bu sefer bölünmek ve küçülmek zorundadır. Yani Türkiye eskisi gibi gidemez, reformlar yaparsa, amaç bu olmasa da büyür, etkisi artar; yapmazsa, iç savaş çıkar yüz binler milyonlar ölür parçalanır ve küçülür.
Bu yollardan, Reformlar ve Yayılma ABD’nin; İnkar, baskı, iç savaş ve bölünme Avrupa’nın çıkarlarına uygundur. Yani Avrupa ve ABD rekabeti ve çatışmasının izleyeceği yol, büyük ölçüde Türkiye’nin geleceğini belirleyecektir.
Ama bu çatışma Türkiye’de aynı zamanda Türkiye’deki egemen güçler arasında bir çatışmadır. Yani Ordu ile burjuvazi arasındaki, siyasi iktidara kimin egemen olacağı çatışmasıdır
13 Aralık 2005 Salı


-4-



Bu yazının üçüncü bölümünün sonunu şu cümlelerle getirmiştik:
“O halde, ABD ile Avrupa çatışması, Türkiye’de Burjuvazi ve Bürokrasi (Devlet sınıfları) çatışması biçiminde yansır. Bunların da politik ifadesi, Kürt sorununun çözümü veya inkar ve baskıdır.
Çok kaba hatlarıyla şimdiye kadarki bölünme çizgisi böyle ifade edilebilir.
İnkar çizgisinin üstün gelmesi Avrupa’nın ABD karşısında konumunu güçlendirir gücünü pekiştirir; Reform çizgisinin güçlenmesi de ABD’nin Avrupa karşısında.
En temel güçlerin dizilişi kaba hatlarıyla böyledir.”
Burada dünya çapındaki iki büyük emperyalist gücün rekabet ve mücadelesi bakımından Türkiye’nin önemini ve bu mücadelenin Türkiye’deki mücadelelerle bağlantısını koymaya çalıştık.
Tabi burada dünyadaki temel güçlerden söz ettik; ama bunların stratejilerinden ve stratejik dönüşlerinden söz etmedik.
Bu iki güç de birer emperyalist güçtür. Bizler için tavır, bunlardan birinin yanında yer almak değildir. Tıpkı birinci Dünya savaşı karşısındaki sosyalistlerin tavrı gibidir bizler için tavır. Birinin saldırgan, diğerinin savunma durumunda olması, saldırganın haksız, savunma durumunda olanın haklı bir savaş güttüğü anlamına gelmemektedir. İkisi de aynı bokun soyudur. Aynı durum Rusya, Çin, Japonya ve diğer iri ufaklı diğerleri için de geçerlidir. Bunu her hangi bir yanlış anlamaya meydan vermemek için baştan belirtelim. Zaten bizim bu iki emperyalist güç karşısında Strateji ve programımız bellidir. Köxüz’ün temel metinleri arasında yer alan Ortadoğu İçin Demokrasi Manifestosu bu güçler karşısında bir bakıma “asgari program”ımızdır. Büyük Ortadoğu Projesi ve Sosyalist Strateji adlı kitapta da karşı Stratejimizi koyuyoruz. Bunu da böylece geçer ayak not etmiş olalım.
Burada bir durum yargılaması yapmaya çalışıyoruz. Ama burada henüz statik bir analiz yaptık, yani çelişen temel iki gücü ele aldık, dikkati ve ana noktayı gözden kaçırmamak için bir çok değişkeni ve etkeni yok saydık ve temel eğilimlere yoğunlaştık.
Ne var ki, bu güçler aynı zamanda, her savaşta olduğu gibi , değişik strateji ve taktikler uygulamaktadırlar. Liberaller ve dogmatikler, bu değişen strateji ve dönüşleri, sanki o gücün karakteri ve çıkar ve konumundaki değişimler gibi ele alırlar. Örneğin, Avrupa’nın güçsüzlüğü nedeniyle birden barışçı kesilmesini ve ABD’nin Irak işgaline karşı çıkmasını, Avrupa’nın artık emperyalist olmadığı veya artık emperyalizmin eski anlamda var olmadığı veya Avrupa’nın “demokratik emperyalist” olduğu gibi yorumlarlar. Benzeri ABD cephesinde de vardır. ABD’nin Avrupa’yı geriden kuşatmak ve Bölge rejimlerinin ezdiği güçleri yanına çekip uzun vadede etkisini arttırmak için yaptığı stratejik dönüş de, ABD’nin Orta Doğu’ya demokrasi getirmek istemesi; artık eskisi gibi emperyalizmin geçerli olmadığı türden sonuçlar çıkarılmasına yol açmaktadır.
Biz Marksistler bir gücün karakterini, konum ve çıkarını, onun strateji ve politikasından değil temeli maddi üretim hayatında bulunan ekonomi ve üretim ilişkileri temelinden ve onun üzerinde yükselen sınıf ilişkilerinden çıkarırız. Bir gücün strateji ve politikasındaki değişmeler onun karakterinin değiştiği; çıkarlarının değiştiği; konumunun değiştiği anlamına gelmez.
Akıllıca strateji ve taktikler, ne bir gücün niteliğini değiştirir ne de onu haklı kılar; aynı şekilde, en aptalca strateji ve taktikler de haklı bir mücadele yürüten gücün haklılığına zerrece halel getirmez.
Somut konuşalım. Kürt hareketi bir yığın aptalca işler yapmakta, bir yığın zaman, güç ve moral kaybına yol açmaktadır. Ama bunların hiç birisi, onların haklı bir savaş yürüttüğü gerçeğini değiştirmez. Tersinden bir örnek, Avrupa, ABD’yi tecrit edebilmek için, verili güçler çerçevesinde oldukça akıllı bir strateji ve politikalar izlemektedir. Ama bu en akıllıca strateji ve taktikler bile onun, en azından ABD kadar geri ve gerici ve tehlikeli bir emperyalist olduğu gerçeğini değiştirmez.
Bu açıklamalar ışığında baktığımızda, bu iki temel gücün, ABD’nin stratejik bir manevrasıyla yönünün değiştiğini görürüz. BOP denen bu proje bölge rejimlerini değiştirmeyi hedeflemektedir. Bölge rejimlerinin ezdiği bütün diller, dinler, uluslar hatta cinsler ABD’nin birer müttefiki olmaktadırlar. Bu strateji değişikliği ABD’nin demokratik dönüşümleri desteklediği; karakteri, konum ve çıkarı değiştiği anlamına gelmemektedir.
Aynı şekilde, değişmeye zorladığı rejimler de, fiilen Avrupa’nın birer müttefiki olmaktadırlar. Bu rejimlerin ABD’nin planına karşı direnişlerini Anti emperyalizm gibi göstermeleri onların anti emperyalist olduğu anlamına gelmemektedir.
Uzaklara gitmeye gerek yok. Türkiye’deki son yıllarda bütün sosyalistlerin işçici, anti-emperyalist, enternasyonalist “ve hatta komünist” isim ve söylemleri, aslında Türkiye’ye egemen bürokratik oligarşinin çıkarlarını korumaktan başka bir anlama gelmemektedir. Hatta onlar aslında, çok da anti Avrupa Birliği olmalarına rağmen, ABD’nin Avrupa’yı iradesiz bırakma planına karşı, Avrupa burjuvazisiyle çıkar ortaklığı içindedirler.
Bizler olayların görünüşüyle değil özüyle ilgileniriz. Öz ve görünüm aynı olsaydı, bütün bilim gereksiz olurdu. Öz çoğu kez kendi zıddı biçiminde görünür. Yani Türkiye’nin Avrupa’ya girmesine karşı olanlar aslında, Avrupa’nın ABD karşısında eşit bir güç olmasından yana iş görürler fiilen. Tersi de geçerlidir. Amerika’ya allerjili nice Avrupa Birlikçisi aydın ve liberal fiilen ABD ile çıkar ortaklığı içindedirler ve nesnel olarak onun amaçlarına hizmet ederler.
Tekrar edelim, bir gücün strateji ve taktiklerindeki değişmeler ve haklı gibi görünümler o gücün karakterinde bir değişiklik anlamına gelmezler. Bunu önce bir kenara yazalım.
*
Şimdi Türkiye’deki iki egemen gücün çatışmasına gelelim. Türkiye’ye egemen iki temel güç burjuvazi ve Bürokratik Oligarşi’dir. Burjuvazi Ekonomiye, Bürokratik militer oligarşi politikaya egemendir.
Bunların aralarında hem bir çıkar ortaklığı hem de rekabet bulunmaktadır. Türkiye’de esas mücadele bu iki güç arasında olmaktadır. Son yıllarda iyice güçlenen Anadolu burjuvazisi AK Parti’de ifadesini bulan stratejik dönüş ile, burjuvazinin klasik büyük şehirler veya laik kesimini de en azından yanına almayı veya tarafsızlaştırmayı başardı.
Anadolu Burjuvazisi, önceleri, 70’lerdeki Ortadoğu pazarı ve petro dolarların da çekiciliği ile, önceden Avrupa Karşıtı idi, ona karşılık bürokratik oligarşi Avrupa veya Batıcı idi.
Ancak son yıllarda Politik İslamı bayrak yapan burjuvazinin stratejik manevrası sonucu, güçlerin bugün tamamen karşı noktalarda durdukları görülmektedir. Kemalist bürokratik oligarşi, Avrupa karşıtı, Anadolu’nun İslamcı Burjuvasizi Avrupa’cı.
Bu stratejik dönüşe bakarak bu güçlerin karakterinin, konum ve çıkarlarının değiştiği sanılmamalı. Onlar aynı konum ve çıkarları farklı stratejilerle savunmaktadırlar. Koşullar değişince, o koşullara bağlı olarak çıkarları savunacak strateji ve taktikler de değişmektedir. Bunu yapamayan gerileyip güç kaybeder. Şimdiye kadar Bürokratik Oligarşi yapamadı, buna karşılık Anadolu Burjuvazisi yaptı.
Erbakan ya da Erdoğan da aynı sınıfın çıkarlarını savunurlar bunu sadece farklı koşullarda farklı stratejilerle yaparlar.
İslamcı Anadolu Burjuvazinin stratejik dönüşü ona geniş bir kitle desteği, büyük şehirlerin laik burjuvazisinin desteğini kazandırdı. Bu da bürokratik oligarşinin ciddi biçimde tecridini getirdi.
Ancak, bürokratik oligarşinin ikinci ve esas önemli tecridi, ABD’nin dünya egemenliği planlarıyla bu arada Ortadoğudaki planlarla ters düşmesi noktasında oldu. ABD’nin istediği gibi güçlü bir Türkiye için, Türkiye’nin “Kürt sorunu”nu çözmesi gerekmektedir. Ancak “Kürt sorunu”nu çözmüş bir Türkiye ABD’nin çıkarlarıyla uyumlu, ABD’nin çıkarlarına hizmet eden bir işlev görebilir.
ABD elbette Türkiye’nin gerçek egemeni bürokratik Oligarşiyi karşıya itmeden; ordunun gücünü zayıflatmadan, ilişkileri riske etmeden bunu yapmaktan çıkarlıdır.
Bunun için şimdiye kadar, Bürokratik oligarşinin, PKK ile inkar ve bastırma politikasını mücadelede onun taleplerine evet dedi ve bunun karşılığında her zaman, Çekiç Güç’e evet denilmesinden, Barzani ve Talabani’nin fiili devletlerine ses çıkarmamaya kadar bir seri ve adım adım, bürokratik Oligarşiyi uzun vadede kendi silahıyla vuran, bir strateji izledi.
Yani Genel kurmay ve bürokrasinin Kürtleri inkar ve baskı politikası, aslında tam anlamıyla bir intihar politikasıydı. PKK’ya karşı mücadele adına her talebin karşılığı, Barzani ve Talabani’ye bir destek demek oluyordu. Sözde Kürtlere karşı mücadele adı altında, aslında Kürtler destekleniyordu. Ama desteklenen, devrimci demokratik karakterli, yoksullara dayanan, en modern Kürt hareketine karşı; en feodal ve Kürt burjuvazisine dayanan Kürt hareketi oluyordu.
ABD açısından bu durum hiçbir sorun oluşturmuyordu. Böylece hem Türk devleti hem de Kürtler kendisine mahkum oluyordu. Kısa vadede, Türk devletinin Kürtleri inkar politikası ABD’nin çıkarlarıyla bir çelişki oluşturmuyordu. Bu politika sürdüğü sürece, Kürt hareketini bastırmak için gerekli yardımlar karşılığında Türk devletinin Orta Doğu politikalarında gerekli desteğini sağlıyordu.
Ayrıca uzun vadede, Güneyli Kürtler için sağladığı gelişmelerle, Türk devletini hizaya getirecek dönüşümleri de sağlamış oluyordu.
Bu gün hedefine ulaşmış bulunuyor. Güney Kürdistan, ABD’nin sağladığı petrol gelirleri ve koruma altında on yıldan fazladır hızla gelişiyor ve her alanda ileri geçiyor. Artık orayı çekici yapan sadece ulusal baskının yokluğu değil, aynı zamanda yüksek gelir düzeyi. Türk devletinin inkar politikalarının buna hiçbir cevabı bulunmamaktadır. Türk devletinin Kürtlere sunabileceği hiçbir şey yoktur.
Bürokratik oligarşinin eski inkar ve imha politikasında ısrarı, kesinlikle Türkiye’nin bir Yugoslavya olmasıyla, yüz binlerce ve milyonlarca insanın ölümü ve sürülmesiyle sonuçlanır. Eğer işler hala bu noktaya gelmediyse, bu ABD’nin Türkiye’nin bölünmesinden, yukarıda açıklanan nedenlerle çıkarlı olmamasıyla ilgilidir.
ABD’nin güçlü bir Türkiye’ye ihtiyacı var. Sadece Avrupa ve Rusya’ya karşı değil; Irak ve Orta doğu için de. Ancak Güçlü bir Türkiye’nin desteğini almış güney Kürtleri aracılığıyla, Araplara ve Şiilere politikalarını dikte ettirebilir.
Türkiye ise, ancak, Kürt sorununu çözdüğü, Kürtlere özgürlük refah verdiğinde güçlü bir Türkiye olabilir. Ama Türkiye Kürt sorunun çözüp Kürtlere özgürlük verdiğinde, diğer ülkelerdeki Kürtler için bir çekim merkezi olur. Böylece etkisi güneye ve doğuya doğru yayılır. Gücü ve etkisi artınca Avrupa’nın buna direnme gücü azalır.
Ancak Türk burjuvazisi, son derece korkak. Bu yönde en küçük bir adım atacak cesareti bile yok. Erdoğan, ancak gerekli izni ve desteği aldıktan sonra Kürt sorunundan söz etmeye başladı ve hemen ardından geri vitese bastı.
Ordu ise hala İnkar politikalarının esiri. Öyle olmasa bile, kendi başına topladığı cinleri dağıtamayan büyücü gibi. Kontr gerillayı, şovenizmi, faşistleri bizzat kendi besleyip büyüttü. Şimdi bu politikalar artık tecride yol açıp egemenliğin tehlikeye düşürdüğünde, bu politikayı nasıl değiştirip kabul ettireceğini kara kara düşünmektedir.
Barzani ve Talabaninin fiili bir devlet kurması ve gelir düzeyinin yüksekliği, PKK’nın onlarca yıldır yapamadığını Türk devletine yaptıracak duruma gelmiştir. Artık koşullar olgunlaşmış bulunuyor. Artık doğumun olması için bir ebeye ihtiyaç var. Ve öyle görünüyor ki, ABD bu ebeliği yapacak.
Burjuvazi korkaktır dedik. Ama Türkiye’nın gerçek egemeni olan Bürokratik Oligarşi’nin bunu dengeleyen bir özelliği olduğu; aslında burjuvaziden daha esnek ve dönüşümler yapabilme yeteneğinde olduğu unutuluyor.
Hiç unutmamalı, bu bürokrasi daha Üçüncü Selim’lerle, İkinci Mahmut’larla (ki İkinci Mahmut’un yaptıklarının yanında Atatürkün ve İttihat Terakkinin dönüşümleri çocuk oyuncağı gibidir) Fransa’daki burjuva devrimlerinin hemen ardından reform çabalarına girmiştir.
Osmanlıcılık bu devletin bürokratlarınca ortaya atılmıştır. O olmamış, İslam denenmiştir. O tutmamış, Turancılık denenmiştir. O olmamış Ankara Hükümeti günlerinde komünistlik ve Bolşeviklikle flört edilmiştir. Sonra Faşizmin yükselişiyle en gerici biçimlere geçilmiştir. Tek partiden çok partiye geçilmiştir. 27 Mayıs yapılmıştır.
Yani bu bürokrasinin esnekliği hiç de küçümsenmemelidir. Gücü gördüğünde, ayakta kalabilmek için, derhal gerekli dönüşümleri yapabilmektedir. Böylece, egemenliğini bir yirmi otuz yıl daha sürdürme olanağı bulmaktadır. İnönü çok partili hükümete geçmese, 27 Mayıs olmasa, Türkiye’deki ordunun egemenliği çoktan biterdi. Hem de çok köklü bir devrimle.
Yani öyle görülüyor ki, şimdi stratejik dönüş ve hamle yaparak inisiyatifi ele geçirme ve tecritten kurtulma sırası, ABD’nin de katalizatörlüğü ve ebeliğiyle Bürokratik oligarşide.
Bürokratik oligarşi bu dönüşümü yapmadığı takdirde, dünyada ve Türkiye’de olağanüstü tecrit olduğundan, hem bir iç savaş hem de egemenliğini tümden yitirme tehlikesiyle karşı karşıya. Bu baskı altında, tıpkı AKP’nin yaptığı stratejik dönüş gibi bir dönüş yapıp tekrar konumunu uzun yılar için pekiştirmek durumunda.
Stalinizm nasıl bir kişi veya belli bir takım görüşler değil; bir toplumsal kesimin egemenlik biçimi ve çıkarıysa; Kemalizm de öyledir.
Kemalizmi şimdiye kadar hep bir ideoloji olarak tanımlayanların şaşkınlığa döndükleri günler yakındır. Kürtçü bir Kemalizm, bugün saçma ve olanaksız gibi görünebilir. Önce Osmanlıcı, sonra İslamcı, sonra Türkçü, sonra “laik, demokratik ve de batıcı” olan bu kast egemenliğini korumak için, Kürtçü de olur.
Bunu şöyle bir örnekle somutlayalım. Stalin Rusya’da devrimden sonra bürokrasinin önderiydi. Daha sonra gelen ve Stalin’e karşı kampanya yapan Kuruçef de, Brejnev de, Gorbaçov da hep ayni bürokratik kastın çıkarlarını savunuyorlar, ama bunu değişen koşullara bağlı olarak farklı politika ve stratejilerle yapıyorlardı. Yani biz Stalinizmi, bir kişinin egemenliği değil, belli bir gücün egemen olduğu bir rejim ve bu gücün egemenliği olarak tanımladığımızda, ki gerçek doğru tanım budur, en anti Stalinist bilinen Gorbaçov ya da Kruçef de birer Stalinisttirler.
Yani Kemalizm’i bu bürokratik oligarşinin rejimi ve o oligarşiyi sembolize eden bir kavram olarak almak gerekir.  Kemalizm’in Kürtleri inkar ile özdeş olduğunu sananlar, yani onu bir ideoloji sananlar yanıldıklarını göreceklerdir. Kürtçü veya Kürt-Türkçü ve de mozaik bir Kemalizm pek ala mümkündür. Nasıl Gorbaçov’un veya Kuruçef’in temsil ettiği türden bir Stalinizm mümkün ise.
Elbette bu dönüşümlerin her biri, bir iç çatışmayla, yeni duruma ayak uyduramayanların tasfiyesiyle gerçekleşir. İkinci Mahmut yeniçerileri katletmiştir. İkinci Meşrutiyet Padişahları devirmiştir. Atatürk, İttihatçıları sallandırmıştır. 27 Mayıs Eminsu’lardan Talat Aydemirlere bir yığın tasfiye gerçekleştirmiştir.
Elbette bürokrasi içinde bu dönüşüme direnecek güçler çıkacaktır ve bu onlar arasında ciddi çatışmaları beraberinde getirecektir.
Ama böylece bürokratik oligarşi, AK Parti’nin elinden inisiyatifi alacak bu günkü tecrit durumuna son verecek ve önümüzdeki on yıllarda bu topraklar üzerindeki devletin gerçek egemeni olmaya devam edecektir. Ortalıkta pek görülmeyen ama gerçek gücü elinde bulunduran bir egemen.
Bunu yapacak güç ve cesaret AK Parti’de yok. Halbuki tutarlı bir laiklikle; dile, dine dayanmayan bir milliyetçilikle, pek ala Kürtleri ve Alevileri ve şehir orta sınıflarını da yedeğine alabilir ve Ordunun egemenliğine son verebilirdi. O bunu yapacak yerde, korkusundan Alevileri ve şehir orta sınıflarını Kemalist bürokrasinin kucağına iten söylem ve politikalara yer verdi. Alevileri Müslüman saydı; dinle ilgisi olmayan şehir orta sınıflarına İslamiyeti çimento olarak önerdi; Kürtlerin özlemleri karşısında Kürt sorununun hayali olduğunu söyledi.
Laik Burjuvazi ise bir bütün olarak Avrupa ile birleşmekten medet ummaktan ötesini yapacak cesareti gösteremedi.
Öyle görülüyor ki, bu sefer de burjuvazinin korkaklığını ve güçsüzlüğünü, bürokratik oligarşi dengeleyip, gereken adımları atacak.
Böylece hem ABD’nin planlarına uygun bir gelişme gerçekleşmiş olacak, hem de bürokratik oligarşi bu gün içinde bulunduğu tehlikeli tecrit durumundan kurtulup, egemenliğini ve geleceğini uzun bir süre için garantiye alacak.
İşte Öcalan’ın yeniden gündeme gelmesi, özünde bürokratik oligarşinin stratejik bir dönüş ile tecritten kurtulma girişiminin bir parçasıdır.
14 Aralık 2005 Çarşamba




Sevag'ın Annesinin Mektubu ve Türklerin Kötülük Yapma Hakkına Karşı Mücadele

$
0
0

Bu ülkede sadece Sevag cinayetini işleyen bir Türk değildir, bütün cinayetleri işleyenler; bütün hırsızlıkları yapanlar, bütün dolandırıcılar Türktür. Çünkü bu ülkede kötülük yapmak sadece Türklerin hakkıdır.
Ezilen azınlıkların kötülük yapma hakları yoktur. Bir Türk bir cinayet işlerse, adının önüne Türk konmaz. Ama bir Ermeni, bir Rum özellikle bu ülkede dokunulmaz parya muamalesi gören Hırıstiyanlar veya o halklardan olan biri bir suç işlerse adının önüne Ermeni, Rum gibi tanımlar konmadan adı anılmaz. Adının önüne Türk sıfatı konulmadan cinayet işleme, hırsızlık yapma hakkı olanlar sadece Türk ve Müslüman olanlardır.
Bu nedenle ezilen azınlıklardan olan insanlar hep iyi insanlardır. Çünkü onlar iyi olmak zorundadırlar. Çünkü onların kötülük yapma hakları yoktur. İyilik onların biricik silahıdır. Bu ülkede kötülük yapma hakkı sadece Türklerin ve Müslümanların hakkıdır.

Türkler ve Müsümanlar bırakalım İnsan olmayı bir yana, bir parçacık demokrat olmak istiyorlarsa, kendilerinin bu imtiyazına karşı mücadeleye girmeli, Türk ve Müslüman olmayanların kötülük yapma hakkı için savaş vermelidirler. Bunun bir tek yolu var. Her hangi bir cinayet, hırsızlık, dolandırıcılık vs. ne olursa olsun, hangi motiflye işlenmiş olursa olsun, bir Türk ve Müslüman birisi tarafından işlendiğinde ve yapıldığında her zaman adının önüne Türk ve Müslüman sıfatı koyularak anılmalıdırlar. Bütün Türk basınını, Türk gazetecilerini böyle davranmaya davet ediyorum. Türkler kendi kendilerini köle eden imtiyazlarıyla ancak böyle mücadele edebilirler. Hazreti Muhammet savaşların en kutsalı kendi nefsine karşı savaş diyordu. Türkler kendi nefislerine karşı savaşa böyle başlayabilirler.  Ölen Ermeni olduğu için öldürülmüş olmasa bile, ölen bir Ermeni olduğu sürece bütün katiller Türktür ve Türk olarak kalacaktır.
Türklerin bu utançtan kurtulması için, Türk olarak Kötülük yapma imtiyazlarına karşı mücadeleye girmeleri gerekmektedir.
Bir Türk olarak Türkleri kötülük yapma haklarına karşı, kendi imtiyazlarına karşı mücadeleye çağırıyorum.
*
Bugün buraya bir Türk tarafından öldürülen Sevag'ın anısına saygı olarak; unutmamak ve unutturmamamak için Sevag'ın Annesinin Mektubu'nu aktarmaktan başka yapabilecek birşey aklıma gelmiyor.
"Sayın Hâkim ve Savcılar,
İki yıldır, öldürülen oğlumun peşi sıra size güvenerek, gerçekleri göreceğiniz ümidiyle burada hazır bulunduk. Gidiş gelişlerimizde yolu ve coğrafyanın doğusunu sorun etmedik. Çünkü insan canının parçasının ölüm haberini aldığı ilk anda kilitleniyor. Bu yollar her defasında altımızdan akıp gitti ama bizim için zaman, oğlumuzun ölüm haberini aldığımızda donmuştu zaten.
Cinayetin kimin tarafından işlendiğini biliyor olmakla birlikte, “Neden?” sorusunun cevabını bulacağımızı umut ettik. Maalesef bizi tatmine edecek bir yanıt verilmedi. Şayet verilseydi, bu toplumda bir Ermeni olarak değil toplumun geniş kesimine ait bir birey olarak hissedecektik. Aslında bize deniyor ki; sizin oğlunuz 24 Nisan’da, hem Paskalya Bayramı olan hem de Soykırım anma gününde öldürüldü ama haşa, Ermeni olduğu için öldürülmedi. Keşke bu ülkede buna inanabileceğimiz bir zemin olsa. Keşke bu ülkede sırf Ermeni olduğu için birilerini öldürüp ‘kahraman’ olacağını zanneden zihniyet son bulsa. Bizim çocuklarımız da askere kimliğinden dolayı ezilme, aşağılanma, ötekileştirme, fişlenme tedirginliği olmadan gidebilse.
Bu sürede canımın parçası oğlumun yaşam hakkını elinden alan şahısla aynı havayı soluduk. Kâh o tetiği çeken elleri gözümüze takıldı, kâh salon dışında gayet mutlu gülen yüzü bizi oldukça rahatsız etmesine rağmen soğuk kanlılığımızı elden bırakmamaya çalışarak duruşmaları takip ettik. Eğer baba, amca veya dayı iseniz biraz empati yapmanız, bizi anlamanıza yardımcı olacaktı sanırım.
Bir insan suçsuzsa, kazara bir insanın canına kıydıysa neden şahitleri etki altına alır ki? Etki altında olmadan verilen ilk ifadeler neden göz ardı edilir? Bu cinayeti ‘kaza’ olarak nitelendirip, “görevimiz bitti” diyebilir misiniz? Bunları anlamakta zorlanıyoruz.
Neticede anladığım asıl suçlu oğlum; o tüfeğin önünde neden durmuş ki? Durursan, o gün de tesadüf ise, bu cinayetin adına da ister ‘kaza’, ister ‘ecel’, ister ‘kader’ der geçeriz.
Bizi, ‘vatanımızı’, uluslararası platformlarda zorda bırakacak kararlara imza atabilecek organizasyonlara başvurmak zorunda bırakanlar utansın diyerek soruyorum:
Bu ülkede; emeğiyle, sanatıyla, sevgisiyle yaşayan, burada doğup büyüyen bizler mi daha çok vatanseveriz, yoksa bu ülkeyi başka ülkelere rezil eden mi?
Kamuoyu bunu her 24 Nisan’da, bir buçuk milyon artı ikinci kişiyi Kıvanç Ağaoğlu’nun öldürdüğünü bizzat kendisine ve onun gibi düşünenlere hatırlatacaktır.
Sayenizde Sevag birdi, bin oldu.
Beş gün sonra doğum günü olan oğluma hediyesini götürürken, sizin ‘hediye’nizden de bahsetmekten çekinmeyeecğime emin olabilirsiniz.
Bu karardan sonra sizlerle ilgili tek dileğim; çocuklarınıza sarılırken Sevag’ın, annenize sarılırken benim gözlerim aklınızdan çıkmasın.
Sevag, tel örgülerden hâlâ şaşkın; “Abi neden?” diyerek bize bakmaya devam edecek."
*
Demir Küçükaydın
28 Mart 2013 Perşembe

Ortadoğu Devrimi 21 Mart 2013’te Başladı (I)

$
0
0

Ortadoğu Devrimi 21 Mart 2013 tarihinde başladı.
Neden ve niçin 21 Mart?
Neden ve niçin bir bayram günü?
Neden ve niçin Türkiye, Kürt veya başka bir ülke veya ulus adı değil de bir bölge, Ortadoğu?
Niçin böyle çok riskli, kendini gelecek konusuda bağlayan bir önermeyi başlığa koyduk?
Bu niçinler anlaşıldığında niçin böyle riskli bir başlık koyduğumuz da anlaşılacaktır. Veya tersinden bu riskli başlığı niçin koyduğumuz anlaşıldığında, Ortadoğu Devrimi’nin niçin 21 Mart 2013’te başladığı da anlaşılacaktır.
Ama önce biraz sabır.
Oku ileriyefırlatmak için yayı geri germek; İleriye sıçramak için geriye gidip hız almak gerekir. Önce gerilere, çoook gerilere gidelim. Çünkü çok büyük bir hız almak ve büyük bir sıçrama yapmak gerekiyor. Devrimler tarihin birikimlerinden aldıkları büyük hızlarla gerçekleşirler; Devrimleri anlatan teoriler de öyle olmak zorundadır.

*
21 Mart, kuzey yarı kürenin ılıman iklim kuşağında, hem baharın başlangıcı, hem de gece ve gündüzün, aynı uzunlukta bulunduğu bir tarihtir.
Ve bu tarih bir bayramdır?
Neden böyledir?
Bu çakışmanın ardında bir başka zorunluluk vardır. Ama o zorunluluğun ardında da çok başka bir kozmik rastlantı vardır.
Önce 21 Mart’ın (İlkbaharın) nasıl mümkün olduğundan başlayalım.
Dünya kendi etrafında, güneşin etrafında döndüğü hayali düzleme dik değil, 21 derecelik bir eğimle döner. Mevsimler bu nedenle vardır. Gece ve gündüzün uzunlukları bu nedenle hem mevsimlere hem de bulunulan paralel dairesine göre değişir. Eğer bu eğiklik olmasaydı, bütün bu mevsimler, gece ve gündüz uzunluklarının değişimleri olmayacaktı.
Peki, neden ekseni “eğiktir” Dünya’nın?
Bunu bize Ay’ın neden ve nasıl var olduğuna ilişkin teori açıklamaktadır.
*
Ay’ın doğuşuna ilişkin üç teori bulunuyordu. Habbecik Teorisi; Yakalama Teorisi; Çarpma Teorisi. Bunlar içinde en çılgıncasının doğru olduğu son yıllarda kesinleşmiş gibidir.
Habbecik teorisi kabaca, Dünya eskiden daha hızlı dönüyordu ve henüz kabuğu soğuyup katılaşmamıştı, bu henüz sıvı yeryüzünde dönüş esnasında med ve cezir dalgalarının yayılış hızı dönüş hızından daha yavaş olduğundan, bu dalgaların yükselişi üst üste binerek bir habbecik oluşturmuş, bu habbecik de dünyadan kopmuştur biçimindeydi.
Bir küvete veya leğene su koyun, elinizle küçük küçük dalgalar yapmaya çalışın, farklı frekanslarla denerseniz belli bir frekansta o küçük dalgaların, karşı kıyıdan yansıyanlarla da üst üste binip suyun küvet ya da leğenin kenarından taştığını görebilirsiniz. Uygun adımla yürüyen askerlerin köprüleri yıkmasını da açıklayan bu yasaların, Ay’ın oluşunu açıklamadığı bugün artık neredeyse kesinleşmiş bulunuyor. Yani Ay güneşin çekiminin yarattığı med dalgalarının çakışmasının yarattığı bir habbecikten oluşmadı.
İkinci teori, yakalama teorisiydi. Buna göre, Ay, Güneş Sisteminin başka bir yerinde oluşmuş bir küredir. Bir şekilde yörüngesinden fırlamış ve çeşitli gezegenlerin ve güneşin çekim gücü etkisi altında uzayda başıboş dolaşırken ve tesadüfen Dünya’nın yakınından geçerken, Dünya tarafından yakalanmıştır. Bunun da doğru olmadığı artık biliniyor. Çünkü Ay’dan getirilen taşlar, Ayı oluşturan maddenin Dünya’dakiyle özdeş olduğunu gösterdi.
Üçüncü ve en çılgın teoriye göre, Dünyanın oluştuğu dönemin daha ilk başlarında, Merih büyüklüğünde bir gezegen Dünyaya çarpmıştır, bu çarpışmadan uzaya dağılan tozlar Dünya’nın etrafında bir süre döndükten sonra, tıpkı güneşin etrafında gezegenlerin oluşması gibi Ay da oluşmuştur.
Son yıllarda toplanmış bütün veriler ve yapılan hesaplar bu çılgınca teorinin doğru olduğunu kanıtlamaktadır. Ve bu teori aynı zamanda Dünya’nın neden eğik olduğunu da bir yan ürün olarak açıklar. Dünyanın kendi etrafında dönüş ekseninin eğriliği o çarpmanın izidir.
Ve de Dünya eğik olarak döndüğü için mevsimler vardır günlerin uzunlukları değişir.
O gezegen dünyaya çarpmasayrı, dünya eğik olmayacaktı, eğer dünya eğik olmasaydı, yeryüzünün ekvatordan kutuplara kadar bütün paralellerinde her zaman hep aynı ısı bulunacaktı ve dolayısıyla mevsimler olmayacaktı. Çünkü güneşin ışınları hep aynı eğimde  geleceklerdi. Gün ve gece arasındaki farklar hiç değişmeyecekti. Dolayısıyla ne mevsimler olacaktı ne de gece ve gündüzün eşit olduğu istisnai günler bulunacaktı. Deliye hergün bayram gibi, hergün 21 Mart gibi aynı uzunlukta olacaktı.
Hatta şimdiki eğiklikte bile, eğer neolitik devrim ekvator bölgesinde olsaydı 21 Mart’ın özel hiçbir anlamı olmayacaktı. Çünkü orada mevsimler yoktur ve gece ile gündüz de hep aynı uzunluktadır.
Ve de ilk neolitik devrim güney yarı kürede olsaydı (İnkalar orada çok daha sonra Lama ve Patates’e dayanan başka bir Neolitik devrim yaptılar) orada ilkbahar burada sonbahar olduğundan, 21 Mart değil, 23 Eylül bir bayram olacaktı.
Buraya kadar, mevsimlerin ve ilkbaharın niçin ve nasıl mümkün olabildiğini gördük.
Biraz da bayramların niçin ve nasıl mümkün olabildiği üzerine birkaç söz etmek gerekiyor.
Bu da diğer yazının konusu olsun.
Adım adım günümüze ve geleceğe doğru gidelim.
Demir Küçükaydın
29 Mart 2013 Cuma

Ortadoğu Devrimi 21 Mart 2013’te Başladı (II)

$
0
0
21 Mart diye tanımladığımız tarihte, gece ve gündüzün aynı uzunlukta olması ve kuzey yarı küresinde baharın başlaması, fiziksel ve biyolojik bir olgulardır, ama Bayram Toplumsal bir olgudur. Bayram’ın olabilmesi için önce Toplum denen varlık ve hareket biçiminin olması gerekir.
Yanlış olarak, biyolojik bir tür olarak insanın varlığının ortaya çıkışıyla toplumun ortaya çıkışı birbirine bağlı; aynı sürecin iki yüzüymüş gibi görülür. Herhangi bir sosyoloji kitabının giriş bölümünü açın toplumu insanlar arası ilişki olarak tanımlayacaktır. Bu son derece yanlış ve yüzeysel bir kavrayıştır.
İnsan türü (Homo) yeryüzünde yuvarlak hesap üç milyon (3.000.000) yıldan beri var. Bu üç milyon yıl boyunca Homo (İnsan) türünün birçok alt türleri bir arada var oldular. Bunlardan biri de en son yine akılda kalması için yuvarlak hesap üçyüz bin (300.000) yıl önce ortaya çıkan bizim de içinde bulunduğumuz Homo Sapiens bile son otuz bin (30.000) yıl öncesine kadar yeryüzünde birçok başka insan türüyle birlikte yaşıyordu. (Neandertal İnsanı, Florensis İnsanı, Denisova İnsanı gibi farklı insan türleri vardı. Bunları Homo Sapiens’in yok etmesi epey bir zaman almıştı.)
Diğer insan türleri, Toplum’u bilmiyorlardı, sürü olarak yaşıyorlardı ve zaten tam da onun için yok oldular. Homo Sapiens, yani bizimle tümüyle aynı özelliklere sahip tür de yeryüzünde var oluşunun en azından dürtte üçlük ilk bölümünde sürü olarak yaşamıştı. Toplum denen varlık ve hareket biçimi ortaya çıkmamıştı.
Toplum’un ortaya çıkışı, şunun şurası yetmiş bin (70.000) yıl öncesine dayanır. Yani fiziğin konusu olan evren nasıl 13,7 milyar yıl önce “Büyük Patlama”dan beri varsa; Biyolojinin konusu olan canlılar yer yüzüde nasıl dört milyar yıldan beri varsa; Sosyolojinin konusu olan Toplum da yuvarlak hesap yetmiş bin (70.000) yıldan beri vardır.
Taş balta toplumun varlığının bir kanıtı değil; taş balta yapıp kullanabilen bir canlı türünün varlığının kanıtıdır. Taş balta bir üretim aracı değildir. Toplum yoksa Üretim ve Emek de yoktur. (Bu noktada Engels’in “Maymunun İnsanlaşmasında Emegin Rolü”nden söz etmesinin yanlışlığını da görüyoruz.)
Toplum yaşam araç ve yöntemleri değiştiğinde kendi örgütlenmesini değiştiren bir canlı türüdür.
Taş balta var olduğu sürece ise, toplum olmadığından, toplum biçimi değişmemiş ama tam da bu nedenle, canlının, yani homo türünün kendisi, biyolojik değişimini sürdürmüştür.
Taş balta, alet ve ateş, bu türün varoluşunu ve evrimini sürdürdüğü bir Niş (Yaşam alanı) oluşturmuşlardır. İnsan türleri de bu nişte var oup evrilmişlerdir. Bu nedenle Toplum ortaya çıkana kadar insan tür değiştirmiş ve birçok insan türleri ve sürüleri yeryüzünde aynı zamanda var olabilmişlerdir.
Ama Toplum’un ortaya çıkışıyla birlikte, aynı türün toplum biçimini, (toplum türünü) değiştirmesi başlamıştır. Ve sürüden topluma ilk geçenler, Toplum olmanın, yani yepyeni bir hareket ve var oluş biçiminin kendilerine kazandırdığı üstünlükle, bütün diğer insan tür ve homo sapiens sürülerini muhtemelen sadece onların yaşam alanlarını yok ederek değil; onları avlayarak, yiyerek yok etmişlerdir.
Yani bizler hepimiz bu diğer insan türlerini ve diğer homo sapiens sürülerini yok etmiş, bu “jenosit suçunu” işlemişlerin ahvadıyız. Varlığımız diğer insan türlerinin ve topluma geçememiş Homo Sapiens sürülerinin yokluğunu belirlemiştir.
Nasıl canlılık, hayat, fizik varoluştan farkıyla tanımlanabilirse, örneğin kendi benzerini yapan karmaşık moleküllerdir şeklinde, Toplum da ancak diğer canlılara göre farklılığıyla tanımlanabilir. Toplum, yaşam araçlarını ve yöntemleri değiştiğinde organizasyonunu değiştiren bir canlı türüdür diye tanımlanabilir.
Yani Toplum bir canlı türüdür. Ama değişimi başka, yepyeni yasalara bağlı bir canlı türü. Hayat da fiziksel bir varoluş türüdür ama değişmi başka, yepyeni yasalara bağlı bir fiziksel varoluş. (Toplumu bir canlı türü olarak tanımlayan bu tanım, ekoloji ve sosyolojiyi (doğa ve toplumu) aynı kavram sistemi içinde kavramayı ve toplamayı da sağlamaktadır bir yan ürün olarak.)
Sürü ile toplum birbirinden tamamen farklıdır. Sürü bir iş ve güç birliği demektir. Basit toplamdır. Elbette bütün parçalarının toplamından fazla bir şey olduğu için bu fazlayı, bu ek gücü içerir. Ama sürüde, parçanın bütüne tabi olması; eksi ile eksinin çarpımının artı sonuç vermesi gibi, cebirsel bir birlik yoktur. Toplumda ise parça bütüne tabidir. Parçanın bütüne tabi olması, parçaların tek başına var olamaması ve varlıklarını sürdürememesi anlamına gelir.
Doğa parçanın bütüne tabi olduğu cebirsel birlikleri, tam da onların bu üstünlüğü nedeniyle, birbirinden bağımsızca ve bir çok kez keşfetmiştir.
Bizzat bugünkü tek hücrelerin çoğu aslında çok daha basit canlı türlerinin karmaşık ve perçenın bütüne tabi olduğu bir birlik oluşturmalarından başka bir şey değildir. Bugünkü hücre çekirdeği, Mitokondri gibi organeller, bir zaman başka canlılardı.
Bizzat çok hücreli canlıların kendisi, hücrelerin cebirsel birlikler oluşturmalarından başka bir şey değildirler.
Hatta en bilinenleri arı, karınca, termit olan koloniler de de yepyeni bir canlı türüdürler. Yani karınca, termit ve arılar değil, bunların kolonileri, “Devletleri” bir tek canlıdırlar.
Termitler hamamböcekleri ile akrabadırlar ve arılar ve karıncalardan tamamen farklı bir türdürler. Bu iki tür birbirinden bağımsızca keşfetmiştir bu cebirsel birlikleri. Ama sadece bu kadar da değil, doğa memelilerde bile, çıplak köstebek denen Afrika Boynuzu’nda yaşayan memeli hayvanlarda da arı ve termitlerden tamamen bağımsız olarak cebirsel birliği keşfetmiştir. Bu cebirsel birliklerde, tek birey var olamaz. Bunun için de koloni olarak üreme ve koloninin bir tek canlı olması söz konusudur.
Ama doğanın bu keşiflerinin hepsinde ortak olan şudur: biyolojik bir işbölümü, farklı bireylerin farklı uzmanlaşmaları ile cebirsel birlikler var olabilir.
Eğer insanlarda parçanın bütüne tabi olduğu birlik, yani toplum, insan türünün var oluşuyla birlikte ortaya çıkmış olsaydı, biyolojik yasaların etkisi altında böyle bir parçanın bütüne tabi olabildiği varlık, ancak uzmanlaşma ile mümkün olabilirdi. Dolayısıyla Huxley’inCesur Yeni Dünya’sındaki gibi biyolojik ve ruhsal olarak olarak da farklılaşmış, karınca ve arılardaki gibi bir “kast” sistemi olarak var olabilirdi. İşbölümü ve Kastlar ise sosyolojik olarak çok sonraları ortaya çıkmışlardır.
Toplumdaki bütün bireyler, arı, karınca veya çıplak köstebeklerden farklı olarak, aynıdır. Bir işbölümü çok sonra toplumsal bir fenomen olarak ortaya çıkar, biyolojik bir işbölümüne bağlı farklılaşma yoktur. Bu nedenle, insan türünün son 70.000 yıl öncesine kadar sürüler halinde, basit topluluklar halinde yaşadığını söyleyebiliriz ve bütün bulgular da bunu doğrulamaktadır.
Sürülerin elbet kültürleri vardır. Kültür öğrenilebilen ve öğretilebilen özelliklerdir. Neredeyse bütün memelilerde; nisbeten uzunca bir çocukluk ve bakım geçiren canlı türlerinde; yavruların oyun oynadığı (öğrendiği) türlerde kültürden söz edilebilir. Hatta farklı sürülerdeki kültür farklılıklarını bile gözlemlemektedir araştırmacılar.
Muhtemelen insan sürülerinin çok gelişmiş bir kültürleri ve bu kültürü aktarmak için araçları vardı. Zaten insan türünü yaratan, genetik olarak değil, öğrenilebilir ve öğretilebilir olarak aktarılabilir olanın, yani kültürün varlığıdır. İnsanın mimikleri, dili, erken doğumu, uzun bakımı vs. hepsi hem kültürün gelişiminin ürünüdürler hem de kültürü geliştirmişlerdir.
Ama dikkat!..
Kültürün varlığı henüz toplumun varlığı değildir. Sürülerin de kültürü olabilir ve de vardır. Kültür öğrenilebilir ve taklit, dil vs. ile sonraki kuşaklara da aktarılabilir olandır. Genetik aktarmaya göre çok daha hızlı ve esnek bir biyolojik özelliktir. Kültür olmadan ve bu belli bir noktaya gelmeden toplum var olamazdı. Toplum olmadan kültür olabilirdi ve vardır. Kültür, genetik değişiklikler gerektirmeden adaptasyon sağlama ve bunu aktarabilme özelliğidir. Ama bu özellikler henüz toplumun var oluşu, yani cebirsel, parçanın bütüne tabi olduğu bir birliğin, bu yepyeni canlı türünün ortaya çıktığı anlamına gelmez.
Elbet çok karmaşık bir kültürün varlığı olmadan toplumun ortaya çıkışı düşünülemez ve toplum ortaya çıktığı andan itibaren, kendi ortaya çıkardığı yepyeni sosyolojik varlıkların bilgisinin öğrenilmesi ve aktarılmasıyla da kültürün karmaşıklaşıp gelişmesine çok büyük bir atılım yaptırmış olmalıdır. Örneğin hukuku, ahlakı, yasakları, sanatı olmayan bir sürünün kültürü her şeyden önce bu kavramlardan yoksun olur. Ama ihtiyaç olduğunda o kavramları oluşturacak yapı da ortada olmalıdır. Yani örneğin yapısıyla tıpkı bizimki gibi bir dil, ama kavramları henüz toplumsal var oluşun kavramlarını henüz içermeyen bir dil toplum doğmadan önce gelişmiş olmalıdır.
(Yeryüzündeki en ilkel kabilenin en ilkel gibi görünen dili bile, en modern toplumun tüm karmaşıklığını öğrenme ve aktarmayı sağlayacak yapıya sahiptir sadece bu kavramları yoktur. Ama bu kavramları yaratacak potansiyel hepsinde vardır. (Geçenlerde böyle ölü bir kabile dili üzerinden böyle bir deneme de başarıyla yapıldı. Aşağı yukarı Kıvılcımlı’nın “Türkçenin Üreme Yolları” kitabındaki yöntemin benzeriyle.) Toplum ortaya çıkmadan önce de bütün yok olan Homo Sapiens sürülerinin benzer bir durumda olduğu var sayılabilir.)
Özetle, toplum, tıpkı arılar, termitler, çıplak köstebekler gibi, cebirsel bir birlikten oluşan bir canlı türüdür ama bireylerin biyolojik işbölümüne ve uzmanlaşmasına dayanmayan değişik bir canlı türüdür. Yaşam araç ve yöntemlerini değiştirdiğinde, organizasyonunu (sınırlarını ve yapısını) değiştiren bir canlı türüdür.
Peki, biyolojik bir işbölümünün gerektirdiği bir zorunluluk olmadan, parçanın bütüne tabi olması nasıl mümkün olabilir?
Parçanın bütüne tabi olması, yaptırım demektir. Her şeyden önce sınırları çizili bir topluluk demektir. Ama birleştirme ancak ayırmakla mümkün olur. Sınır çizmek, birleştirmek olduğu kadar bölmektir. Bu sınır çizilmeden, toplum var olamaz. Bu aynı zamanda yasak demektir. Yasak (birleştirme -  bölme) ve yaptırım (parçayı bütüne tabi kılma) olmazsa olmaz koşuludur.
Toplumsal bir sınır ise fiziksel veya biyolojik sınırlardan farklıdır. Fiktif bir sınırdır. Ritüeller, dövmeler, acılı topluma kabul törenleri, hasılı bir dine kabul edilme ve toplumsal olmak aynı şeydir.
İşte Din dediğimiz şey tamı tamına budur. Din toplumun sınırlarını çizer, yaptırımları belirler. O halde toplum, Din ile ortaya çıkmıştır. Sanat, Ahlak, Hukuk vs. hepsi din içinde var olabilirler ve anlaşılabilirler. Din toplumsal ilişkilerin örgütlenmesinin ta kendisidir. Yani Marksizm'in şu üstyapı dediği şeyin ta kendisi. Toplumun yaşama araçları değiştiğinde, sınırları ve toplumsal ilişkilerinin örgütlenmesi, yani dini de değişir. Bu örgütlenmesinin dayandığı ilkeler değişir. Bu değişimler de tamı tamına devrimlerdir.
O halde insanı bir zamanlar sürü halinde yaşamış insan türlerinden farklı olarak toplumda yaşayan insanı, bir dinden olan hayvan olarak tanımlayabiliriz.
İnsan düşünen hayvandır, insan sosyal hayvandır, insan gülen hayvandır, insan alet yapan hayvandır gibi bütün tanımlar, sürüler halinde yaşamış bütün insan türlerini ve homo sapiens sürülerini de kapsayan bir tanımlardır. Bunlar biyolojik bir tür olarak insanın özellikleridir. Sosyolojik bir varlık olarak insanın özelliği ise onun bir dininin olmasıdır. İnsan sosyolojik olarak dinsiz olamaz. Yani yasak ve yaptırım olmadan İnsan sosyolojik olarak var olamaz. Ama yasak ve yaptırım, yani din, yani parçanın bütüne tabi olduğu sınırları çizilmiş birlik, yani toplum olmadan insan türü var olabilir ve yakın zamana kadar da vardı.
O halde, iki insan kavramını birbirinden ayırmak gerekiyor. Biyolojik bir tür olarak insan (bunu küçük herfle yazalım) bir de sosyolojik olarak İnsan (bunu da büyük harfle yazalım). Biyolojik olarak insan olmak sosyolojik olarak İnsan olunduğu anlamına gelmez. Sosyolojik olarak İnsan, aynı topluluk sınırları içinde aynı yaptırımlara tabi olandır. Zaten neredeyse bütün dinler de (dinin insanların özel sorunu olduğunu söyleyen dindeki modern toplumun dini dahil) kendi dininden olmayanı insan olarak görmez. Biyolojik olarak elbet insan olduğunu bilir.
Kavramaları böyle tanımladığımızda,buradan şu sonuçleri çıkarabiliriz: Toplum bir soyutlamadır. Nasıl canlılık ya da hayat somut canlı türlerinden oluşursa, toplum da somut topluluklardan oluşur. Somut toplulukların sınırlarını ve iç ilişkilerini belirleyen şeye Din deriz.
Toplumun yaşam araçları ve biçimi değiştikçe onun sınırlarını ve yaptırımlarını tanımlayan ilkeler de değişir. Yani toplumsal organizasyon da değişir. Bu üstyapı ya da toplumsal organizasyon değişimleri din değişimlerinden başka bir şey değildir. O halde, devrimler dinden dine geçişler, din değiştirmeler biçiminde gerçekleşir. O halde tarih her şeyden önce devrimler tarihi ise, her şeyden önce dinler tarihi olmak zorundadır.
Tabii burada tıpkı insan kavram gibi Din kavramının da farklı anlamlarını irbirinden ayırmak gerektiği sorunuyla kaşılaşıyoruz.
Din toplumsal ilişkileri düzenler, topluluğun sınırlarını çizer, tüm üst yapıdır dediğimizde,  dini sosyolojik olarak tanımlamış oluruz. Ama din inançtır, kişinin özel sorunudur şeklinde dini tanımlamak, hukuki bir tanımdır, bir dinin (modern toplumun dininin) bir din olarak kabul edilebilme koşulunu sunar ama bu koşulun kendisi bizzat bir dinin sınırlarını çizer. Yani dini inanç olarak kabul edenler bu topluluğa dahil olabilirler, bu dindendirler demiş olur.
Yani bugün bizler arasında yaygın olarak kabul gören ve bilinen din tanımı, Dinin inanç olduğuna dair tanım, dinin ne olduğunu sosyolojik olarak tanımlamaz, hukuken din olarak  kabul edilebilimenin koşulunu tanımlar. O halde bizler dinin ne olduğunu bilmiyoruz. Dinin ne olduğunu bilmediğimiz için, Tarih’i ve ondaki devrimleri açıklayamıyoruz, anlayamıyoruz; ama yanı zamanda günümüzü anlayamıyaruz demektir.
Din’in ne olduğunun doğru bir sosyolojik tanımı olmadan he tarih ne de sosyoloji bir bilim olamaz. Tarih ve Toplum doğru olarak açıklanamaz. Dolayısıyla da doğru bir program geliştirilemez.
Görüldüğü gibi, tarihin hatta tarih öncesinin derinliklerine gitmek, bizi günümüzün en canlı ve can alıcı sorunlarıyla ve kavramlarıyla karşılaştırdı. Bu ayrıca bize, Tarih’in nasıl anlatıldığının ve kavrandığının aslında günümüzü ve geleceği nasıl kurmak istediğimizi gösterdiğini; bugünün ve geleceğin nasıl şekilleneceğinin, tarihin nasıl anlatıldığına ve anlatılacağına bağlı olduğun da gösterir. Aslında bunca geçmişe gittiğimizde geleceği ve bugünü şekillendirmeye çalıştığımız görülür.
Ama bu yukarıda açıklanan Toplum, Kültür, Din kavramları çok yenidir ve bu anlamda bizim tarafımızdan tanımlanmış ve keşfedilmişlerdir.
Her doğru teori aynı zamanda çözülememiş, çok ilgisiz gibi görünen başka sorunların cevabını da verir. Örneğin ayın var oluşunu açıklayan teorinin dünyanın eğikliğini ve mevsimleri de açıklaması gibi.
Kültür, Toplum, Din kavramlarının bu yeni tanımlaması ve açıklaması, sadece günümüzün sorunlarını çözmez, bugünle çok ilgisiz gibi görünen başka teorik sorunları da çözer.
Bunların bir kaçını sıralayalım.
Son 70.000 yıl öncesine kadar insan türleri bile değiştiği halde, bu türlerin kullandığı taş balta neredeyse değişmeden kalmıştır veya çok can sıkıcı bir ölçüde çok yavaş ve küçük değişiklikler geçirmiştir. Bugünk insan türü olan Homo Sapiens bile 300.000 yıldan beri var olduğuna göre, en azından 300.000 yıldır bizden biyolojik ve ruhsal olarak hiç farklı olmayan bir insan türü yer yüzünde var olmasına rağmen, 70.000 yıl önce ne oldu da ondan sonra aletlerde adeta patlarcasına bir değişim görülmektedir?
Keza sanat eseri denebilecek dizilmiş deniz kabuklarına falan da 70.000 yıldan beri rastlanabiliyor (tabii bu rakam yuvarlak bir rakamdır birkaç on bin yıl ileri ve geri gidebilir). Yani sanat da, (o varsa ahlak vs. de var demektir, müeyyide, dolayısıyla hukuk da vs.) 70.000 yıldan beri ortaya çıkmış bir şeydir.
Ve nihayet, son araştırmalar, yeryüzündeki bütün Homo Sapienslerin, yani bizlerin 70.000 yıl önce yaşamış, “Mitokondriyal Havva”  denen kurmaca bir kadının çocukları olduğunu gösterdiğine göre, 70.000 yıl önce ne olmuştur da, bütün diğer en azından 230.000 bin yıl boyunca yeryüzüne dağılmış bulunan diğer Homo Sapiens’ler yok olmuşlardır?
Bizim, son iki yüzyılda ve özellikle Ortadoğu’da, insanların korkunç acılar çekmesine yol açan ulusun ne olduğunu anlama girişimimiz, buradan ulusun aslında bir din olduğu sonucuna ulaşmamız; sonra dinin ne olduğunu araştırırken asllında Din’in din olmadığnı bulmamiz ve buradan Toplum kavramına ulaşmamız. Toplum’u tanımlamak için çabalarımız; Toplum ve onun somut var oluş biçimini ayırmamız; Kültür ve Toplum kavramlarını ayrıştırmamız vs. Bu on binlerce yıl öncesinin hala çözelemeyen bilmecelerini de bir vuruşta çözmektedir.
Yukarıdaki üç sorun birbiriyle ilgisiz gibi ele alınıp açıklamalar sunulmaktadır arkeolog ve antropologlarca. Örneğin, hepimizin mitokondriyal Havvanın çocukları olmamız ve neredeyse 1000 kişilik bir popülasyondan gelmemiz, şişe ağzı teorisiyle açıklanmaya çalışılmaktadır. Yani bir doğa felaketiyle yeryüzündeki bütün insanlar ölmüş sadece Afrika’nın bir yerlerinde 1000 kişilik bir popülasyon yaşayabilmiştir bu nedenle böyle hepimiz oradan geliyoruz. Bu doğa felaketi olarak da 70.000 yıl önce Endenozya’da patlmış bir Süper Volkan’ın etkileri sayılmaktadır.
Hâlbuki ilk kez sürüden topluma 70.000 yıl önce geçildiğine ilişkin teorimiz (Muhtemelen Afrika’da bir yerlerde (bir olasılık bugün San halkının yaşadığı Güneybatı Afrika’da, “Tanrılar Çıldırmış Olmalı” filmi o bölgede geçiyor ve Sanlar oynuyordu. Sanların dili ve genleri bu yönde veriler sunuyor) hem bunu hem de sanat eserlerinin çıkışını ve aletlerin hızlı gelişmesini de açıklayabilmektedir. Toplum ortaya çıkmıştır 70.000 yıl önce, bu “patlama” yok etmiştir bütün diğer homo Sapiensleri ve diğer türleri. Bu patlama ortaya çıkarmıştır bundan sonra aletlrin hızlı evrimini ve sanatı vs..
Din’in ortaya çıkışı; yani Sürü’den Toplum’a geçiş, yani Parçanın bütüne tabi olmasının sağladığı muazzam güç (ruh) ve üstünlük, basit toplamdan öte cebirsel bir toplam; eksinin eksiyle çarpımının artı sonuç vermesi; bu ilk geçen popülasyona bütün diğer popülasyonlar karşısında muazzam bir üstünlük sağlamış, bu da hem diğer insan türlerine ait popülasyonların hem de diğer Homo Sapiens popülasyonlarının yok olmasına yol açmış olmalıdır. Toplum’un kazandırdığı bu güçtür Ruh da özünde.
Bu aynı zamanda, Kıvılcımlı gibi, bu konularda çok düşünmüş ve yazmış büyük bir Marksistin de Din’in köklerinin insan beyninin derinliklerinde olduğunu söyleyen (İhsan Eliaçık’ın da benimsediği) önermesinin yanlışlığını da göstermektedir.
Dinin kökleri insan beyninin derinliklerine değildir, yani bir Din geni yoktur. Hikmet Kıvılcımlı, Totem ve Tabu’yu, yani ilk yasakların ortaya çıkışını insan türünün ortaya çıkışına götürerek oradan yasaklar aracılığıyla bilinç, bilinç altı zıtlığı üzerinden insanın ortaya çıkışını açıklamaya çalışmıştır. Dolayısıyla bu zıtlığın, insan beyninin biyolojik yapısında bir karşılığı olduğun var saymıştır. Buradan hareketle dinin köklerinin İnsan beyninin derinliklerinde bulunduğunu söyler. Ama bu teoriyi hiçbir olgu desteklememektedir.
Kıvılcımlı’nın Din’i anlama çabası, Din’in ortaya çıkışını birkaç milyon yıl öncesine götürürken, bizim çabamız, 70.000 yıl öncede açıklamaktadır. Din, biyolojik değil, toplumsal bir olgudur ve toplum ve din birlikte ortaya çıkmıştır. Toplumsuz Din, Dinsiz Toplum olamaz.
Bu sonuç aynı zamanda günümüzü ve ulusları ve ulusçuluğu da açıklamaktadır.
Dinsiz toplum olamaz ise, bu günkü toplumun bir dini olmalıdır. Bu din nedir? Modern toplumun dini, din olmadığını söyleyen, Din’in insanların inancı olduğunu söyleyen bir dindir. Çünkü İnanç kavramı sosyolojik değil bir hukuki kavramdır. Yani ancak dini inanç olarak kabul edenler (Kişisel bir sorun olarak kabul edenler) bu dinden olabilir demektedir.
Ama inanç (Özele ilişkin) diye bir hukuki kategorinin olabilmesi için, Özel ve Özel olmayan (Politik) diye normatif bir ayrımın olması gerekir. O halde Modern toplumun dini, her şeyden önce özel ve politik ayrımıdır.
Bu ayrım olmadan da Politik olanı bir ulusla tanımlamak da, yani ulusçuluk ve uluslar da mümkün olamaz. Aydınlanma bu ayrımla yeni bir din kurarken; ulusçuluk, bu ayrıma dayanarak politik olanı ulusla; ulusu da bir dil, etni, ırk, tarih vs.ile tanımlayarak bu din içinde bir karşı devrim gerçekleştirir. Yani uluslar ve ulusçuluk, bu dinin en gerici biçimidir. Karşı devrimci biçimidir.
Burada teori ve kavramlar harika bir biçimde hem günümüzün en can alıcı sorunlarını açıklamakta; hem de günümüzle hiç ilgisiz gibi görünen on binlerce yil öncesinin; insan türlerinin yok oluşu; sanatın ortaya çıkışı; aletlerideki hızlı değişimin başlaması gibi olguları da açıklamaktadır. Tıpkı modern fizigin kavramlarının atom altı parçacıkları da galaksileri ve kara delikleri de açıklaması gibi.
Başlığımızdaki “Ortadoğu Devrimi ve 21 Mart 2013’te Başladı”önermesi, ancak bu teorik derinliklerde anlaşılabilir.
İlk yazımızda, “devrimler (Şimdi bunların dinden dine geçişler olduğu sonucuna da ulaştık, yani dinden dine geçişler de denebilir) tarihin derinliklerinden aldıkları büyük hızla gerçekleşirler; Devrimleri (Dinden dine geçişleri) anlatan teoriler de öyle” demiştik.
Devrimler dinden dine geçişler olduğuna göre, teori de dinleri ve onların çıkışını ve geçişleri açıklayan bir teori olmalıdır.
Din ve ortaya çıkışı anlaşılmadan Devrimler ve Ortadoğu Devrimi anlaşılamazdı.
Yayı germeye, ileri atlamak gerilemeye ve için hız almaya devam edelim.
Demir Küçükaydın
30 Mart 2013 Cumartesi
Kitapları İndirmek İçin:
Videolar:

Ortadoğu Devrimi 21 Mart 2013’te Başladı (III)

$
0
0
Din aracılığıyla Toplum, ilk kez yetmiş bin (70.000) yıl önce ortaya çıktı ama Toplum, Bayram denen şeyi bunun altmış bin yıllık döneminde bilmiyordu, tasavvur bile edemezdi. Çünkü bayramlar düzenli bir artı ürünü var sayarlar 60.000 yıl boyunca Toplum hep bir kıtlık içindeydi. Toplum’a geçişle birlikte aletler hızla gelişme, çeşitlenme, karmaşıklaşma ve mükemmelleşmesine rağmen, avların çeşitliliği artmasına büyük hayvanlar da avlanabilir olmasına rağmen avcılık ve toplayıcılıktan başka bir şey bilinmiyordu. Her an açlıktan yok olabilirdi küçük topluluklar. Kıtlıkta ise bayram mümkün değildir, ama şölen hem mümkün hem de gereklidir.
Şölenler tesadüfî artı ürünlerin tüketilmesinin ve bu tüketim esnasında topluluğun birliğinin pekiştirilmesinin araçlarıdırlar. Bir bakıma şölen kıtlığın egemen olduğu toplumların rastlantısal olarak oluşmuş artı ürünleri tüketmeleri ve kutlamalarıdır denilebilir. Dönemsel değil rastlantısaldırlar. Emek üretkenliği o kadar düşüktür ki, çalışılmayan günlerde yaşamayı sağlayacak düzenli bir artı ürün yoktur. Bu nedenle tesadüfî olarak elde edilmiş artı ürünün, günlük ya da kısa dönemli olağan tüketimden fazlasının, çürümekten, bozulmaktan, yok oluştan kurtarılması ve vücutta kıtlık günleri için rezervler oluşturulması şölenlerin temel özelliği ve var oluş nedenidir. Bu bakımdan Şölenler, Bayramlara tamamen zıt bir özellikten; artı ürün yokluğundan, kıtlıktan kaynaklanırlar.

Elbet şölen bir başka işlevle, kıtlık ortadan kalktıktan sonra da devam etmiştir, ama artık Platon’un Şölen’inde de olduğu gibi, işlevi ve yapısı tamamen başkalaşmış; genellikle üst sınıfların aşırı bolluğunun ve eğlencelerinin bir aracı haline gelmiştir.
Düzenli bir artı ürünün yokluğu, bu artı ürünü saklama diye bir problemin yokluğuna, bu yokluk da, ihtiyaçlar bütün keşif ve icatların temeli olduğundan, rastlantısal artı ürünü saklayacak araçların (çömlekçilik) yokluğuna neden olduğundan, o rastlantısal artı ürünü saklama ve biriktirme imkânı da yoktur. Tek yol, şölenler ile o rastlantısal artı ürünü bir an önce en verimli bir biçimde tüketmektir. Ama bunu aynı zamanda küçük kabilenin dayanışmasını bozmayacak ve güçlendirecek bir şekilde yapmaktır.
İnsanlığın avcılık ve toplayıcılıkla geçirdiği altmış bin (60.000) yıl boyunca sürekli kıtlık vardı. (Yeryüzündeki tüm toplumlarda görülen kurbanın kökeninde, topluluğun yaşaması için topluluğun bir üyesinin kurban edilmesi, yani kıtlık olmalıdır. Bu kurban da muhtemelen avcı ve toplayıcı yetişkinler ve bilgi ve tecrübesine büyük ihtiyaç duyulan yaşlılar değil;  çocuklar olabilirdi. Neredeyse yeryüzündeki bütün toplumlarda geçmişte çocuk kurbanının izleri vardır ve bizzat Kurban Bayramı, Hallowen gibi bugünkü bayramlar bile bunun bir kalıntısıdır. Bu bayramların öyküleri bile bunu doğrular aslında.)
Bayramlar ise dönemseldirler, düzenli olarak kutlanırlar. Bu ise her şeyden önce, çalışılmayan bayram günlerinde yaşamayı sağlayacak bir artı ürünü ve bu artı ürünün düzenli olarak temin ediliyor olabilmesini var sayar.
Yuvarlak hesap on bin yıl önce, insanlar buğdayı, koyunu vs. ehlileştirdiler. İlk kez sürekli kıtlık tehlikesini atlattılar; Avcı ve toplayıcılıktan çiftçiliğe ve hayvancılığa geçtiler. Düzenli bir artı ürün onları korumayı gerektirdi; artı ürünleri saklayacak, çömlekçilik keşfedildi, yerleşik hayata geçildi, köyler, evler vs. keşfedildi.
Bu devrim ilk önce, Verimli Hilal” denen (İran’daki Zagros dağları, Güneydoğu Torosları ve Amanoslar’dan bugünkü Filistin-İsrail’e giden yay ve özellikle bunun etekleri) denilen ve büyük bölümü bugün Türkiye denen devletin topraklarında veya bugün Kürdistan denilen coğrafyada gerçekleşti.
Hayvan ve bitkilerin ehlileştirilmesi, öylesine büyük bir emek üretkenliği artışı idi ki, neolitik devrimi yapan kabilelerin nüfusunun hızla artmasına ve yayılmasına yol açtı. (Bugün ismiyle pek de müsemma olmayarak İndo-Avrupa (veya Germen) dil ailesindekiler, bu devrimi yapan kabilelerin, çiftçi ve hayvancılık yapan torunlarıdır. Birkaç bin yıl içinde, Atlantik kıyılarından Hint alt kıtasına kadar hızla yayıldılar. Bugün bu yayılma bölgesini tek bölen yer Türkiye’dir. Türkiye’de fatih azınlığın dili egemen dil olduğundan genler ve dil arasında bir çakışma yoktur. Popülâsyon genetik olarak bu devrimi yapanların torunlarıdır ama dilleri Altay Ural dil ailesindendir. Yerliler fatih azınlığın dilini konuşur olmuştur.)
Bu muazzam hızlı yayılış karşısında, daha önceden yayılınan coğrafyada bulunan avcı ve toplayıcı toplumlar büyük bir hızla yok olmuşlardır. Sadece Bask, Kafkaslar, Hindistan’ın Güneyi (Dravidler) gibi yayılışın merkezine en uzak ve engelli yerlerde yok olmadan, muhtemelen bu devrimin kazanımlarını taklitle veya öğrenerek edinecek bir zaman da bularak, yok olmaktan kurtulmuşlardır. Bu halkların dilleri, Neolitik Devrim öncesinden kalmadır. (Basklıların Çerkezlerle akraba olduğu hikâyelerinin ardında böyle bir ortaklık bulunmaktadır. Bunlar sonradan indogermen dilleri konuşanların ele geçirdiği bölgelerdeki, neolitik devrim öncesinden kalan halkların daha eski ve dolayısıyla bugün bilinen büyük dil ailelerine dahil olmayan dilleridir.)
Homo Sapiens ise aşağı yukarı 300.000 yıldır var. Neolitik devrim ise, ilk kez yuvarlak hesap 10.000 yıl önce gerçekleşti. Yani bizlerle tamamen aynı fiziksel ve ruhsal özelliklere sahip Homo Sapiens yeryüzündeki 300.000 yıllık varlığının yüzde doksan yedisinde, toplayıcılık ve avcılıkla tam bir kıtlık içinde yaşadığına göre, düzenli bir artık ürünün, yani bayramların mümkün oluşu, şunun şurası dünkü bir gelişmedir diyebiliriz.
(Daha sonra Neolitik devrim birbirinden bağımsızca birçok kez, (yanlış hatırlamıyorsak Amerika kıtasında üç kere, Asya’da iki kere, Afrika’da üç kere ve bir de Yeni Gine yüksek yaylalarında) yapıldı. Bunların her birine de aynı şekilde yapanların ve ilk yayıldığı yerlerdekilerin dillerinin hızlı yayılışı eşlik eder.)
Bayramlar tarihteki büyük devrimlerin kutlanışlarıdır. Ama Newroz, bu kutlanabilir oluşun da bir kutlanışı sayılabilir. Çünkü Bayramları (Düzenli bir artık ürünü ve periyodik olarak çalışılmayan günleri) mümkün kılan devrimin bayramıdır.
Neolitik Devrim bölgede iki büyük bayramla kutlanmaktadır. Biri Newroz’dur. Muhtemelen özellikle tarımla geçinen halklardan çıkma olmalıdır. Çünkü güneş ve mevsimler tarımsal üretim için hayati önemdedirler. Kutlanışı da güneş takvimine göredir zaten. Her yıl gün ve gecenin aynı uzunlukta olduğu tarihte, baharın gelişinin sınırında, 21 Mart’ta kutlanır. Hıdrellez, Paskalya vs. de bu bayramın farklılaşmış versiyonları olsa gerektir.
Diğeri Kurban Bayramı’dır. Muhtemelen hayvanlılıkla meşgul göçebe ve çoban kabilelerden çıkmış olmalıdır. Kutlanışı da Ay takvimine göredir, bu nedenle her yıl on gün oynar. Göçebeler, hayvancılıkla yaşayanlar, denizci ve balıkçılar için Ay genellikle daha işlevsel bir takvimdir.
İnsanlık tarihinin bu gelmiş geçmiş bu en büyük devrimi ilk kez bir bakıma tam da bölgenin birliği çağrısı ile günün politik mücadelelerinde bir paradigma değişiminin ilanı olan yerlerde yapıldı.
Her şeyden önce, paradigma değişiminin kendisi bir devrimdir. Son iki yüzyıldaki bütün devrimler, ulusal devletleri veri kabul edip, bu devletin içinde bir sınıf veya iktidar değişimini hedefliyordu. Ulusun kendisi ve devleti değil, devletin kimin elinde olduğu ve yapısı tartışılıyordu. Devrimler ve devrim çağrıları ulusa karşı değil, ulus için ve ulus içindeydi. Bu sefer devrimci olan, devrimde devrim olan, devrimin ve devrim çağrısının ulusa karşı olmasıdır. Bu çağrı elbet henüz olgunlaşmış ve tüm sadeliği ve açıklığıyla ortaya çıkmamıştır. Hatta ulusal anlam kazanmış bir bayramda, bir ulusal baskıya karşı bir ulusun özgürlük mücadelesinde, bunun sembolü olan bir bayramda ilk ifadesini bulmuştur. Bütün bunlar onun bu yeni olan, esas devrimci olan yanını örtmektedir. Ama önemli olan paradigma değişimi ve bunun yapılmış olmasıdır. Zamanla elbet taşlar yerine oturacak, anlaşılırlık ve sadelik bugünkü karmaşık dilin ve belirsizliklerin yerini alacaktır. Ortadoğu Devrimi bu nedenle ve bu anlamda 21 Mart 2013’te başladı. Bu anlamda bir semboldür.
Yoksa biz bu devrimin programını daha 2004 yılında Açılım adlı bir dergi projesinin çıkış bildirisi olarak yazmış bulunuyorduk. Ama ne o dergi çıkabiliyor ne de o program girişimcilerden bir yankı görüyordu.
Aynı programı bir yıl sonra 2005 yılında Büyük Ortadoğu Projesi ve Sosyalist Strateji adlı sempozyumda, Ragıp Zarakolu, Ertuğrul Kürkçü, Haluk Gerger’e karşı öneriyor ve savunuyor onların bildirileriyle aynı kitapta yayınlıyor ama ne bu konuşmacılar tarafından üzerine bir tek söz bile edilmiyordu. Konuşmacılar kendilerinin bildirileri bulunan bu kitaptan neredeyse utanıyorlardı.
Daha sonra bu programı defalarca, Çatı Partisi Girişimi’nde, Demokrasi İçin Birlik Hareketi Kongresinde, Halkların Demokratik Kongresi kuruluş kongresinde, ön hazırlıklarında vs., defalarca sunmamıza rağmen, ne bir komisyonda bile adının anılmasını ne de kongrelerde bir alternatif program olarak gündeme alınması bir yana zikredilmesini bile sağlayamıyorduk. Elbet bunda etkisi iyice artmış Öcalan’ın İlkel milliyetçi dediği Kürtler ile aslında birer gerici milliyetçiden başka bir şey olmayan ve küçük gruplarını korumaktan başka bir hedefi olmayan bürokratikleşmiş küçük örgütlerin çıkar ortaklığı içindeki Türk Sosyalistlerinin engellemeleri belirleyiciydi.
Ama şimdi, olayların dayatması, sadece binlerce, milyonlarca insanı Kürtlerin kurtuluşunu Ortadoğu’nun kurtuluşu çerçevesinde ele almaya zorluyor ve bizim programımız karşısında onun adını bile anmamak için direnenleri bile hizaya sokuyordu.
Bu nedenle paradigma değişimine Devrim Anlayış ve Çağrısındaki devrimci niteliğinden dolayı Devrim’de Devrim denebilir.
Newroz ise, sadece bir bayram değil, bayramları mümkün kılan neolitik devrimin bayramı olduğundan, bayramların bayramı sayılabilir.
Bu bakımdan Devrim’de Devrim, Bayramların Bayramı’nda başladı diyebiliriz.
*
21 Mart 2013, Devrimlerin Kutlanışlarının devriminde gerçekleşen bir devrimde devrimdir: bu devrim, paradigmanın ulus içinde ve ulus için değil; ulusa karşı olarak değişmesindedir.
Tabii hangi ulus ve ulusçuluk, ne kadar karşı, gerçekten karşı mı yoksa onu kurtarma çabası mı? Gibi bütün sorular da elbet ortada durmaktadır.
Farklı güçler ve sınıflar için bütün bunlar farklı anlamlar ifade ediyor, ama tartışmanın ve mücadelenin ekseni, Ulus İçin’den Ulus’a Karşı’ya kaymış bulunmaktadır, bu paradigma değişimine Türk Devleti Ulus’u kurtarmak için girmiş olsa bile.
Bu zamanla daha iyi ve net olarak ortaya çıkacaktır.
Soruyu doğru sormak çözümün yarısıdır. Önceden soru yanlıştı, doğru cevap verme olanağı yoktu.
Eskiden soru: “Türkiye Nasıl Kurtulabilir?” veya “Kürtler veya Kürdistan Nasıl Kurtulabilir” şeklindeydi.
Şimdiki soru, Türkiye’nin ya da Kürtlerin kendisinin kurtulamayacağı varsayımından hareket etmekte veya bu varsayımı kabul etmeyi zorlamaktadır.
Şimdi soru Ortadoğu kurtulmadan Türkiye veya Kürtler veya Araplar, Farslar, Aleviler, Müslümanlar, Hıristiyanlar vs. kurtulamaz varsayımından hareket etmekte, Ortadoğu nasıl kurtarılabilir biçiminde ortaya koyulmaktadır.
Devrim bu anlamda 21 Mart 2013 tarihinde Diyarbakır’da başladı.
Bu nedenle Yazımın başlığı Türk veya Kürt veya Türkiye veya Kürdistan devrimi değil, bir coğrafya parçasını tanımlamaktan başka bir işlevi olmayan; hiç bir ulusa veya devlete hiçbir gönderme taşımayan Ortadoğu Devrimi.
21 Mart 2013’te başlayan devrim, Türkler ve Kürtler tarafından başlatılsa bile, Türklere ve Kürtlere karşı bir devrim olmak zorundadır. Kürtlere ve Türklere karşı bir devrim, Türklüğün veya Kürtlüğün (veya diğerlerinin) hiçbir politik anlamının olmadığı; tıpkı gerçekten laik bir ülkedeki bir din gibi, kişilerin özel sorunu olduğu; bir futbol takımı tutmaktan farksız olduğu bir devrim demektir. Ortadoğu devrimi böyle olacaktır ve olmak zorundadır. Aksi takdirde en kanlı boğazlaşmalar içinde çürüyüp gidecektir.
(Bu yazı serisine her biri bağımsız bir yazı olan ama birbirini tamamlayan yazılar olarak devam etmeyi planlıyorduk. Ama okuyuculardan bu biçime karşı şikâyet geldiğinden, yazıyı burada bitiriyoruz. Devamını, devamı gibi değil ama bağımsız yazılarda ve aktüel gelişmelerle bağlantı içinde ele almaya devam edeceğiz. Böylece okuyucu arkadaşların da istekleriyle kendi planımız arasında bir orta yol, bir optimum çözüm bulmaya çalışacağız.)
Demir Küçükaydın
31 Mart 2013 Pazar

Yanlış Tartışma: Başkanlık ve Eyalet

$
0
0

Kürt Özgürlük Hareketi bir süredir yanlış bir tartışmayı canlandırmış ve o tartışmaya girmiş bulunuyor. Başkanlık ve Eyalet tartışmasını bugünkü egemenlerin koyuş biçimi içinde tartışıp, bu tartışmanın kendisini tartışma konusu yapmıyor. Dolayısıyla halkın demokratik eğitiminden fiilen kaçmış oluyor.
Bunun için açıklamaya alfabesinden başlamak gerekiyor.
Gerçek Radikal Demokrasi bu sorunu nasıl koyar?
Gerçek Radikal Demokrasinin temel ilkeleri nelerdir?
Birincisi, Türkiye, hiçbir şekilde demokratik bir ülke değildir. Türkiye’de demokrasinin zerresi yoktur. Türkiye’de bütün iktidar merkezi bürokratik bir aygıttadır ve yurttaşların garanti edilmiş hiçbir gerçek hakkı yoktur. Bugün hak gibi görülenler sadece bu yokluğun görülmesini engelleyen, bu ayıbı örten asma yapraklarıdır. Meclis’ten seçimlere kadar hepsi böyledir. Zaten devlet uygun gördüğünde bütün bunları geri alabilmektedir ve buna karşı aslında fiili hiçbir güç bulunmamaktadır.

İkincisine gelince.
Öncelikle şunu bilmekte yarar var. Bugün dünyadaki hiçbir ülke yeterince demokratik değildir. En ideal gibi görünen ABD, İsviçre ve Kuzey Avrupa ülkeleri bile yeterince demokratik olmaktan çok uzaktırlar. Bunları hiç biri günümüzün demokrasi mücadeleleri için örnek olamazlar.
Çünkü hem onlar kuruluşlarında egemen sınıf olan burjuvazinin ezilenlerden korkusu nedeniyle yeterince demokrat değildirler; hem de kuruldukları tarihsel koşulların etkileri nedeniyle geçmişle aşırı damgalıdırlar.
Örneğin ABD demokrasisi, Kralların İmparatorların egemen olduğu bir dünyada kurulmuştu bu nedenle Başkan’a adeta seçilmiş bir kralın yetkilerini veriyordu.
Öte yandan ABD demokrasisi, burjuva devriminin ideallerinin Protestanlık, Püritenlik gibi dinsel biçimlerinden (İngiltere), din dışı tanımlanış biçimlerine (1791-1793 Fransız Devrimi Dönemi) geçiş döneminin izleri taşır. (Örneğin hala dinsel yeminler ve sembollerin kullanılışı vs.. Din’in aynı zamanda politik olanın tanımlanmasındaki etkileri vs..)
Bugünkü Radikal Demokrasinin dünyada savunması gereken demokrasiye en yakın sayılabilecek ülkeler Kuzey Avrupa Ülkeleridir. Çünkü orada demokrasi tarihsel koşulların sunduğu, Komün’den uygarlığa kapitalizmle birlikte ve çok geç geçmeleri nedeniyle, adeta bir bayrak yarışında gibi, komünal gelenekler, burjuvazi ve işçi sınıfının eliyle kurulduğundan böyledirler.
Önce komünal geleneklerin güçlülüğü ve derinliği, Şark devletçiliğine, mutlak iktidarı elinde bulunan merkezi devlete ve Kral’a, firavunluğa ve nemrutluğa olanak tanımamıştır. Bunun en güzel örneği, bizzat bugün demokrasinin doğuşu olarak görülen Magna Karta’dır. Orada Aşiret Şefleri, Kral’a Nemrutlaşmak, Firavunlaşmak isteyene, dur demiştir.
Yine aynı komünal geleneklerin gücü Asya Devletçiliğinin Ruh-ül Habis’i Katolik Kilisesi’ni tanımayarak, daha sonra da Püriten Devrimi’ni yaparak. Asyalı merkezi devleti ve onun yayılışını, ilk kez kuzeyin okyanus kıyılarında durdurabilmiştir.
Asyalılık, Firavunlar Nemrutlar devleti ve devletçiliği, ilk yenilgisini, uygarlığa ve merkezi devlete tam bulaşmamış; Roma istilasıyla bulaşmışlığı da sonra Norman (Viking) akınlarıyla tekrar yıkanıp temizlenmiş Britanya adalarında tatmıştır. Bu yenilgi üzerinden orada daha sonra demokrasi kurumlaşıp kapitalizm gelişebilmiştir.
Burjuvazinin Protestanlık-Püritenlik biçimindeki partisi tüm demokratik ve devrimci gücünü yitirip gericileştiğinde ise tarih sahnesine Demokrasinin en temel savunucusu olarak genç ve dinamik İşçi Sınıfı çıkmıştır. Çartistler (İşçi Sınıfının Partisi) genel oy ve sosyal adalet politikalarının savunucusu olmuştur. Neredeyse bütün Kuzey Avrupa ülkelerinde benzer süreç görülür. Bu nedenle biraz paradoksal bir şekilde dünyadaki bütün köklü demokrasiler birer krallıktır. Ama o krallıklarda, kralların Şark’ın bir jandarma veya polis karakolundaki jandarma veya polis kadar olsun insanların kaderi üzerinde etkisi ve yetkisi yoktur.
Doğu ve Batı’nın farkı her şeyden önce merkezi ve mutlak egemen devlet ile böyle bir devlet cihazının yokluğunda toplanır.
Kuzey Avrupa ülkelerine nispetle Amerika ve İsviçre gibi ülkeler bile, bu nedenle, modern işçi sınıfı hareketinin, demokrasi bayrağını alışından yoksun kaldıkları için; demokrasileri sadece komünal geleneklere (Örneğin İsviçre’deki kantonlar bu komünal geleneklerin göstergesidir. Hatta Papa’nın askerlerinin İsviçreli olması bile bunun bir görünümüdür. Uygarlık Komün’ü aynı zamanda her zaman Ücretli Asker olarak kullanır. İngilizlerin Gurka’larından, Şark sultanlarının Deylemli, Çerkez ve Türkmenlerden oluşan birliklerine; T.C’nin köy korucularına kadar) ve burjuvazinin dinsel muhalefetine dayandığından, demokrasileri arkaik ve köylü özellikler taşır. İkisinde de Modern İşçi hareketi ve partisi, eksikliği demokrasinin arkaik özelliklerinin nedenidir.
ABD’de Batı’daki boş topraklar İşçileri köylüleştirdiği ve bir işçi hareketi ve geleneğine imkân tanımadığı için; İsviçre’de ise İşçi sınıfı dağınık ve esnaf karakterli olduğu için (İsviçre saatleri de;  İsviçre’deki anarşizmin geleneği ve derin kökleri de hep bu yarı esnaf karakterle ilgilidir.) buralarda güçlü bir işçi hareketi ve partileri olmamıştır.
İşçi Sınıfı, 19. Yüzyıl boyunca, İşçiler ve emekçilerden korkan ve bu nedenle iyice gericileşen, Prusya gerici-şark devletçiliğinin ve benzerlerinin arkasına saklanan burjuvazi karşısında, demokrasinin en radikal ve tutarlı savunucusu olmuştur. Bugün batı Demokrasisi denen şey varlığını İşçilerin mücadelesine borçludur. Ve işçi sınıfı iktidara geldiği yerlerde en tutarlı demokrasiyi uygulamaya koymuştur. Bugünkü en ileri demokrasilerin kenarına bile varamadıkları gerçek bir demokrasi kurmuşlardır.
Ne var ki, bu işçi iktidarları Paris’te 100 gün ve Ekim Devrimi’nde de bir köylü denizinin ortasında, bir savaşta ve açlık içinde olmanın yarattığı korkunç sınırlılıklarla birkaç yıldan fazla ayakta kalamamış, ezilmişler ve karşı devrimlerle olmamışa dönmüşlerdir. Bugün dünyanın sosyalizm diye bildiği “sosyalist” rejimler, devrim bayrağıyla yapılmış karşı devrimci şark devletçiliklerinden başka bir şey değildir. Ne demokrasiyle, ne işçi hareketiyle, ne sosyalizmle zerrece ilgileri yoktur ve olmamıştır.
Peki, İşçi Sınıfının siyasi biçime ilişkin talepleri, radikal demokratik talepler, yani bir demokratik cumhuriyet nedir?
Bunları Marks, Engels Gotha ve Erfurt programlarının eleştirilerinde teorik olarak, bütün siyasi mücadelelerinde de pratik olarak somutlamışlardır. Sonra Lenin’in bunları Devlet ve Devrim’de bir sistemleştirme çabası olmuştur. Ancak daha sonra Stalinizmin karşı devrimiyle bütün bunlar unutulmuş ve unutturulmuştur. Kimi sosyalistler Stalinist karşı devrimi sosyalist harekete verdiği zararla ölçerler; Stalinizm esas zararı demokratik hareket ve program ve geleneklere vermiştir.  İşçi hareketi bütün demokratik geleneklerini ve programını unutmuştur.
Bir kere sosyalistler, yani radikal, devrimci veya gerçek demokratlar merkeziyetçilik ve ademi merkeziyetçilik problemini farklı koyarlar.
Bunu önce paradoksal önermelerle formüle edelim. Duyan hem ulusalcıların hem de liberallerin; hem AKP’lilerin hem de CHP ve MHP’lilerin tüylerini diken diken edecek önermelerle ifade edelim.
Ama önce, Türkiye’de saçma ve yanlış bir şekilde yürüyen tartışmaların diliyle.
Sosyalistler, yani radikal veya devrimci veya gerçek demokratlar, “Üniter Devlet”ten yanadırlar. “Tek Bayrak, Tek Ulus, Tek Devlet” sosyalistlerin de parolasıdır.
Sosyalistler en geniş “Ademi Merkeziyetçilikten” yanadır. İsteyen köy, mahalle, bölge, eyalet, hatta belli bir yerde yoğunlaşmamış insan grupları, diller, kültürler vs. istedikleri birlikleri kurup, istedikleri bayrakları seçip istediklerini yönetici yapabilirler. Örneğin Çerkezce Konuşanlar, istediği bayrağı seçer. Her türlü birlikler kurup istediklerini yönetici seçebilirler.
Yani Sosyalistler, hem merkeziyetçiliğin hem de en geniş ve gerçek ademi merkeziyetçiliğin savunucusudurlar.
Bu nasıl oluyor? Bu bir çelişki değil mi? Değil. Problem yanlış koyulup tartışıldığı için bu anlaşılmıyor.
Bunu sosyalistlerin tüylerini diken diken edecek önermeyle şöyle de formüle edebiliriz.
Demokratik bir cumhuriyet, ulusların kendi kaderini tayin hakkını reddeder.
Demokratik bir cumhuriyette bir köy hatta bir mahalle bile isterse ayrılabilir ve bu kararı engelleyecek herhangi bir mekanizma bulunmaz.
Bu ne demek? Bunları birbirine karşı koymaya alışmış dar kafalı gerici milliyetçiler, liberaller, şu ortalığı kaplamış bayağılığı standart edinmiş dar kafalı, birer milliyetçi veya liberalden farkı olmayan sosyalistler bunu anlayamazlar. Hepsi hafıza kaybına uğramış, bildiklerini bile unutmuşlardır. Bunları bizzat Marks-Engels-Lenin söylerler. Ama zamanında onları okuduklarında anlamamışlardı ki unutsunlar da denebilir tabii.
Neden anlayamazlar?
Çünkü onların kafasında ulus, bir dile, tarihe, dine göre tanımlanmış, zaten var olan ve nihayet siyasi biçimine kavuşmuş bir şeydir.
Radikal bir demokrat, bir sosyalist için ise ulusun böyle kavranışı, gerici ulusçuların bir ulus kavrayışıdır. Karşı devrimcidir. Demokratik bir ulusçuluk ulusu, böyle tanımlamaya karşı tanımlar.
Yani demokratik bir ulusun dili, dini, etnisi, soyu, sopu, ırkı, tarihi olmaz.
Yani şu gerici ulusçuların ulussuzluk dediği şey gibi bir şeydir demokratik ulusçuluk. Çünkü ulusçuluk politik olan ile ulusal olanın çakışması ilkesini savunmaktan başka bir şey değildir.
Ama ulusal olanın neyle tanımlanacağı, burada gerici, karşı devrimci ulusçuluk ile demokratik ulusçuluk ayrımını yaratır.
Ulusal olanı (yani politik olanı) bir dil, din, etni, tarih, soy, sop ile tanımlayanlar gerici ve karşı devrimci ulusçulardır.
Ulusal olanı (yani politik olanı) böyle tanımlamalara karşı tanımlayanlar demokratik ulusçulardır.
Daha da somutlayalım. Demokratik bir ulusta, hiçbir resmi dil olmaz, Demokratik bir ulusta, herkesin ana dilinde eğitim görme ve istediği dili ana dil olarak seçme hakkı olur.
Ama demokratik bir ulusta herkes ana dilinde nasıl aynı biyoloji, fizik, astronomi, matematik kitaplarını okursa, yine herkes aynı tarih kitabını okur. Yani ulusların tarihi olmadığına dair, bunun gerici ulusçuluğun bir yalanı olduğuna dair bir tarih kitabı okur.
Yani demokratik bir ulusta tarih kitabını tüm uluslardan, dillerden, dinlerden, ırklardan vs. insanlar eşit olarak temsilcileriyle oturup birlikte yazarlar. Böyle bir kitap ister istemez fiilen ulusların bir tarihi olmadığına dair bir tarih olur.
Yani demokratik bir ulusta Kürtler Kürtçe Kürt tarihi, Türkler Türkçe Türk tarihi, Ermeniler Ermenice Ermeni tarihi, Çerkezler Çerkezce Çerkez tarihi okumazlar. Herkes ana dilinde ama aynı tarihi, ne Kürt, ne Türk, ne Çerkez, ne Ermeni, ne Rum, ne Zaza, tarihi olmayan aynı tarihi okur. Yani pratik bir çözüm olarak, bir Türk, bir Kürt, bir Ermeni, bir Çerkez, bir Zaza’nın bir araya gelip ortaklaşa yazdığı bir tarih kitabını kendi ana dilinde okur.
Elbette ulusu (devleti, yani politik olanı) böyle tanımlamış bir ulus, özerklik olursa bölünme olur diye bir korku duymaz. Çünkü özerklik, özerk olunan bölgede, çok korkulan örnekle verirsek,  okullarda Kürtçe mecburi olacaktır ve Kürt Tarihi okunacaktır diye karar alamaz. Ya da Tersinden, çoğunluğun Türklerde olduğu yerlerde, okullarda Türkçe mecburi dil olacaktır ve okullarda Türk Tarihi okutulacaktır diye bir karar alamaz.
Bu kararı aldığı an ne mi olur?
 Demokratik Cumhuriyet, bunu insanların ana dilinde eğitim alma hakkına bir tecavüz, bir karşı devrim olarak görür ve derhal bu kararı alan bölgeye, eyalete, köye, kasabaya savaş ilan edip, orayı işgal eder ve tekrar isteyenin istediği ana dili seçme hakkının olduğu, okullarda fiilen Ulusların tarihi olmadığına dair bir tarihin okutulduğu demokratik düzeni tekrar kurar. Ayrılan bölgenin veya bu kararı alan bölgenin çoğunluğu öyle istemiş ve bir karar almış olsa bile. Gerçek bir demokraside çoğunluk insanların haklarına karşı karar alamaz. İnsanların ana dilinde eğitim hakkı temel insanlık hakkıdır.
Amerikan İç Savaşı’nda kuzey eyaletleri, tam da böyle Güney Eyaletlerine karşı savaştı. Orada ayrılma hakkı anayasal bir haktı. Ama ayrılanlar, yurttaşları bir ırkla tanımlaması bir hak değildi ve ayrılanlar yurttaşları bir ırkla tanımlıyorlardı. Hem de o ayrılan bölgelerin büyük çoğunluğu ırkçıydı da. Yani ırkçılar demokratik olarak çoğunluktaydı. Ama gerçek bir demokraside, demokratik olarak insanların demokratik haklarına karşı karar alınamaz. Eğer Amerika bu ayrılanlara savaş açıp onları ezmeseydi veya Güney bu savaşta galip olsaydı, ABD bugün en kötü Güney Amerika ülkesinden bile daha kötü bir durumda olurdu.
Elbet isteyen Kürt Tarihi da okuyabilir, Türk tarihi de okuyabilir eğer Kürtlerin veya Türklerin bir tarihi olduğuna dair bir inancı varsa. Ama bunu tıpkı gerçekten laik bir ülkedeki din eğitimi gibi, okul dışında istediği Kürt Kültürü ve tarihi veya Türk kültürü ve Tarihi derneklerinde yapabilir. Kürt, Türk, Çerkez, Alevi, Sünni olmanın Beşiktaşlı, Fenerbahçeli veya Galatasaylı olmaktan farkı olmaz demokratik bir cumhuriyette.
Ama nasıl insanların bir takim tutmama hakkı varsa, aynı şekilde kendilerini ulussuz ve dinsiz sayma hakları da olur. Aynı şekilde Kürtlerin veya Türklerin tarihi olmadığına dair görüşlerini yayma, bunun için birlikler kurma hakları da olur. Devletin tek yapacağı bu hakları garantiye almak ve savunmaktır. Çünkü bütün bunlar hep fikir ve inanç özgürlüğünün konusudurlar.
Şimdi böyle bir demokratik cumhuriyette, isterse bir köy, hatta bir şehrin bir mahallesi bile ayrılabilir. Yeter ki insanların ana dilinde eğitim yapma haklarına dokunmasın. Yeter ki, okulları ayırmasın. Bir ırk, dil ya da dinden insanların tarihini okumaya zorlamasın. (Bu olmadığı sürece de, zaten birleşme günümüzde ekonominin bir zorunluluğu olduğundan bu durumda fiilen bir ayrılma olmaz.)
Ama sadece bu kadar da değildir. İşin bir de örgütlenme kısmı var.
Böyle bir Demokratik Cuhuriyet’te tüm idari birimler, tam bir fikir ve örgütlenme özgürlüğü ortamında seçilmiş organlardan oluşur. Hiç biri merkezi olarak atanmaz veya Merkezin bunları atama ve değiştirme yetkisi bulunmaz. Tüm mahalli emniyet güçleri bu seçilmiş organların emrinde olur.
Evet, işte bu tamı tamına “üniter devlet”tir. Tüm devlette aynı haklar, aynı görevler geçerlidir. Bir yerde herkesin ana dilinde eğitim hakkı öbür yerde Türkçe eğitim zorunluluğu gibi saçmalıklar olmaz. Bu devlet demokratik tek biçimliliğini (üniterliğini) savunur.
Ama aynı zamanda bu devlet tamamen ademi merkeziyetçidir. Ulus bir bakıma tamamen kendi kendini yöneten komünlerin, mahalli birimlerin gönüllü birliğinden oluşur ve isteyen ayrılabilir temel haklara dokunmadığı sürece. Mahalli birimler gücü istedikleri alanlarda ancak gönüllü olarak merkezi birliğe devrederler.
Yani örneğin, iktisadi ilişkiler gerektirdiği için, bu daha rasyonel olacağı için, ortak bir paramız olsun, para politikasının belirlenmesini bu ortak merkezi organa aktaralım diyebilirler. Bir eğitim sistemini kurmak ve yaşatmak tek tek her kasaba, köy, eyalet için çok masraflı hatta olanaksız olacağından, bunu ortaklaşa organize edelim diyebilirler.
Merkezi aygıt kendi bileşenlerinin verdiği yetkiler kadar merkezidir. Demokratik cilalı gerici bir cumhuriyette, merkezi bir organ mahallilerin haklarını ve sınırlarını belirler. Demokratik bir Cumhuriyette; mahalli olanlar merkezin haklarını ve sınırlarını belirler.
Şark devletinde, merkez belirler bölgesel olanı; demokratik cumhuriyette mahalli olanlar belirler neyin ne kadar merkezi olacağını.
Türkiye’de henüz doğru dürüst demokrat yok böyle radikal bir demokrasiyi savunacak. Onun için de demokrasi yok.
Kimse hala merkezi devlet cihazına dokunmayı aklıdan bile geçirmiyor. Bu merkezi devlet cihazı parçalanıp, demokratik bir devlet cihazı kurulmadan Demokrasinin D’si bile gelmez bu topraklara.
Kimse hala, ulusun bir dille, dinle, tarihle tanımlanmasına karşı; anadilde eğitim hakkını (anadil eğitimi değil) savunmuyor.
Demokratik bir cumhuriyette anadilde eğitim hakkı olan yurttaşlar, diyelim ki, pratik yararlılığını göz önüne alarak, derslerin üçüncü sınıftan sonra İngilizce verilmesine karar verebilirler. Bu resmi bir dil anlamına gelmez. Haklar bakidir, pratik ihtiyaçlarla, tıpkı belli işleri merkezi bir organa devretmek gibi, pratik bir çözümdür. Siyasi bir konu değildir bu. En çok karıştırılan konulardan biri de budur. Elbet isteyen hayır ben ana dilimde eğitim göreceğim diyebilir. Bun devlet ona sağlamakla yükümlüdür. Ama bu ona fiilen bir avantaj sağlamayacağından insanlar siyasi bir zorunluluk nedeniyle değil, bütünüyle pratik ihtiyaçlar nedeniyle başka bir dilde eğitim yaparlar.
Hala özerklikten Kürt milliyetçileri, Kürtlerin çoğunlukta olduğu bölgelerde Kürtçenin resmi dil olmasını ve okullarda Kürt tarihi okutulmasını, ama azınlıkların da ek derslerde kendi dillerini öğrenebileceklerini; Türk Milliyetçileri de Türklerin çoğunlukta olduğu bölgelerde, Türkçenin resmi dil olmasını, azınlıkların ek derslerde kendi dillerini öğrenmesini anlıyor. Bu anlayışın demokrasi ve demokratik cumhuriyetle ilgisi yoktur. Bu iki gerici ulusun ve ulusçuluğun biraz reforme edilmiş bir ittifakından başka bir anlama gelmez..
Bunun nasıl ilk krizde katliamlara yol açacağını Balkan ulusları defalarca gösterdi. Böyle bir cumhuriyet Demokratik Bir Cumhuriyet DEĞİLDİR.
Bu nedenle Sosyalistlerin ve Wilson’un savunduğu Lenin’in formüle ettiği “Ulusların kendi kaderini tayin hakkı” gerici milliyetçiliğin bir talebidir. Bu nedenle Marks’ın “ezen bir ulus özgür olamaz” parolası, ulusları dille, dinle, tarihle tanımlanmış birimler olarak anladıkları için, gerici milliyetçiliğin parolalarıdır.
Radikal demokratın, gerçekten sosyalistin parolası: “Ulusu bir dille, bir dinle, bir tarihle tanımlayan ulusları ve ulusçuları ezen bir ulus ancak özgür olabilir”dir.
*
Şimdi bu ön bilgiler ışığında başkanlık sistemi tartışmasına veya Eyalet Tartışmasına bakalım.
Demokratik bir Cumhuriyet’te isteyen bölgeler istedikleri biçimde birlikler kurabilirler. Çay üretiminde yoğunlaşmış iller Çay üretenler eyaletini kurabilirler. Bütçelerinden bu ortak birliğin masrafını karşılayacak fonlar ayırabilirler.
Demokratik bir Cumhuriyette, eyaletlerin var olup olmayacağını bir anayasa belirlemez. İstediğiyle istediği birlikleri kurmaya her birimin zaten hakkı vardır. Nasıl her vatandaş istediği birliğe girebilir, ayrılabilirse öyle.
Demokratik bir Cumhuriyette, eyalet sistemine merkezi idare karar vermez. Kimlerle birleşerek bir eyalet oluşturacaklarına bizzat mahalli birimler kendileri karar verirler.
Keza hangi köyün hangi ilçeye, hangi ilçenin hangi şehre bağlanacağına da öyle. Bugünkü keyfi, bürokratik ve saçma idari bölünmeler de ancak böyle ortadan kalkar.
Şimdi böyle bir Cumhuriyet’te, gerçek yetkinin seçilmiş organlarla yönetilen birimlerde olduğu bir cumhuriyette, ortaklaşa merkezi yönetim organında bir bakanlar kurulu mu olacak yoksa bir başkanın yönetiminde danışman bakanlar mı olacak sorunu bütünüyle ikincil bir sorun olarak ortaya çıkar. Aslında pratik bakımdan her ikisinin de kendine göre avantajları ve dezavantajları vardır.
O demokratik Cumhuriyetteki yurttaşlar ve onların seçtikleri temsilciler, tam bir fikir ve örgütlenme özgürlüğü ortamında bunun hangisinin daha pratik olacağına tartışıp karar veriler. İstedikleri zaman da denemelerine göre kararlarını değiştirebilirler.
Ama ne fikir ve örgütlenme özgürlüğü varken, ne ulusun tanımı demokratik olarak yapılmışken, ulus hala Türklükle ve Türklük te fiilen bir ırkla ve dinle tanımlanmışken; merkezi, Firavun ve Nemrutlar çağından kalma devlet olduğu gibi yerinde duruyorken; merkezi yapı bütün kaymakam, vali ve tüm diğer memurları atıyorken, eyalet ve başkanlık tartışmasına girmek, ezilenlerin gözüne kül atmaktır.
BDP de maalesef bu oyuna ortak olmakta hatta kendi ayağına böylece kurşun sıkmaktadır.
Başkanlık ve Eyalet tartışmasını tartışmaya açmalıdır
Bu tartışmanın gerici karakterini göstermekte yoğunlaşmalıdır.

Demir Küçükaydın
02 Nisan 2013 Salı


Bir Tükenişin İki Resmi: Birinci Resim: “Din teorisi ve Pratiği Sempozyumu

$
0
0
Gerek dünyada gerek Türkiye’de sosyalist hareketin çoktan tükendiği bir sır değil. Bu tükeniş sanılanın aksine sosyalist hareketin gücü ve etkisiyle ilgili değildir.
Güçsüz olursunuz ama sorunu koyuşunuz, ortaya koyduğunuz fikirler yepyenidir, onlarla karşılaşanların gözleri parlar; “hah işte!” derler; birden bire bunu başkalarına anlatma ve mücadele azmiyle dolarlar; özellikle kadınlar ve gençler ilgi gösterirler; fikirleriniz karşısında onları yok sayıp ne olursa olsun bilinmesin, gözden kaçsın diye bir suç ortaklığı içinde tartışmaktan kaçınırlar vs., vs..
Bu gibi birçok gösterge aslında sizin çok güçlü olduğunuzun, yepyeni şeyler söylediğinizin birer belirtisidir.
1960’larda Türkiye’de sosyalist hareket çok güçsüzdü. Ama böyleydi. Gençliğini soluyordu, soruları, kavramları, tartıştıklarıydı esas yeni ve devrimci olan. Bunlar “Gündemi belirliyor”du. Sosyalistlerin gücü buradan geliyordu.
Şimdi ise sosyalistler, bırakın yeni bir soru sormayı, bırakın eski sorulara yeni bir cevap sunmayı, soru sormaktan bile korkuyorlar. Merak duygusunu bile yitirmişler.
Eskiden en ileri olanlar, en zekiler, en entelektüeller, en yırtıklar, medeni cesareti en yüksek olanlar, tabularla sorunu olanlar sosyalist olurdu; şimdi ise en bürokrat kafalılar, en korkaklar, en “aman acaba ne derler” diye düşünenler; tabularla sorunu olanlar değil, tabuları savunanlar…
Yanlışlıkla bu ördek yavrularının arasına düşmüş böyleleri olursa, ördekler ve yavruları bu kuğu yavrularının dokusunun kendilerinkine uymadığını fark edip hemen kovuyorlar, dışlıyorlar,  atıyorlar. Hemen anlıyorlar kendilerinden olmadığını; hamurunun farklı olduğunu.
Bu tükenişin belirtileri için öyle uzaklara gitmeye gerek yok. Şu soru ve bunun cevabı yeter:
Şu son yirmi yılda diyelim, bir tek olsun yeni sorular soran, hadi o olmadı, eski sorulara başka bir ışık altında yeni cevaplar veren sosyalist bir yazar, bir kitap, bir deneme var mı?
Yok.
Hatta ortada tarihin ve toplumun genel gidiş yasalarıyla ve temel kavramlarıyla ilgili yazılmış kitap bile yok.
Bektaşi babası gibi Türkiyeli Marksistlerin namazı çoktan kılınmış. Ya da kabalacılar gibi de söylenebilir. Güneşin altında yeni bir şey yoktur. Söylenecek her şey söylenmiştir. Sadece o söylenmişlerin manasını anlamak yeter. Kimisi bunu harflerin ve rakamların bağlantılarından; kimi komplo teorilerinden çıkarmaya çalışır. Son yıllarda komplo teorilerinin böylesine yaygınlaşmasının ardında genelleme ve teori yeteneğinin bu yitirilişi de bulunmaktadır. Engels yanılmıyorsam, anti-semitizme enayiler sosyalizmi; komplo teorileri de enayi teorisyenliğidir.
Türkiye’de son yirmi yıldaki yayınlara bakın, tarihin ve toplumun genel gidiş yasaları ve bunlardan çıkarılacak program ve stratejiyle ilgili yeni bir şeyler söyleme gayretinde olan iki kişi vardır; iki istisna var bu koca çölde.
Birisi Abdullah Öcalan, diğeri bu satırların yazarı Demir Küçükaydın.
Sadece bu ikisi, tarihin ve toplumun genel yasaları üzerine bir şeyler söylemeye, bunlardan günümüzün tıkanıklıklarını aşmaya çalışan bir takım program ve stratejiler geliştirmeye çalışıyorlar.
İkisi de Sosyalist, ikisi de Sosyalizm içindeki Marksist gelenekten geliyorlar. Hatta ikisinin de Kıvılcımlı gibi büyük bir teori ve eylem adamından, Türkiye’nin yetiştirdiği neredeyse, yeni sorular sorup yeni cevaplar arayan biricik teorisyenden el aldıkları görülüyor.
Ama kökendeki bu benzerlik ve yakınlıklara karşın farklı bir evrim geçirdikleri görülüyor.
Abdullah Öcalan, Marksist kavramları eleştirip, terk edip, günümüzün yaygın post modern fikir akımlarının kavramlarını alarak, Aydınlanma’ya yaklaşarak bir teorik sistem kurmaya ve buradan programatik, stratejik ve politik sonuçlar çıkarmaya çalışıyor.
Demir Küçükaydın ise, Marksist kavramlara dayanarak, ama onları eleştirip geliştirerek, Marksizm'i içindeki Aydınlanma’nın kalıntılarından arındırarak, Marksizm’i yeniden kurarak,  bir teorik sistem kurmaya ve buradan sadece Türkiye ve bölge için değil, tüm dünya için programatik, stratejik ve politik sonuçlar çıkarmaya çalışıyor.
Bunların ikisinin de kavramları kökten farklı olmalarına rağmen, hem aynı soruları sorup aynı sorunlarla meşgul olmalarından doğan bir yakınlıkları vardır; hem de kimi programatik, stratejik, politik sonuçları birbirine yakındır.
Bu nasıl olmaktadır, bu yakınlık nereden çıkmaktadır?
Bunu biyolojiden bir örnekle gösterebiliriz. Toplumsal ve doğal yasalar her yerde aynıdır. Her yerde aynı olduğu için, evren milyarlarca kere, galaksileri, yıldızları, gezegenleri keşfetmiştir.
Yasalar her yerde aynı olduğu için, gezegenlerin gözlenebilir olmasıyla birlikte, milyarlarca kere hayatı da keşfettiği ilerde görülecektir.
Keza, yeryüzündeki canlılar, defalarca birbirinden bağımsız olarak benzer çözümleri bulmuşlardır. Örneğin, Arılar ve Termitler, birbirinden bağımsızca, öyle karmaşık organizmalara dönüşmeyi bulmuşlardır. Göz’ün canlılarca en az kırk kere birbirinden bağımsızca keşfedildiği bilinmektedir.
Ve tam da böyle olduğu için, yapıları tamamen farklı organizmalar, tamamen farklı yapılarına rağmen aynı yasalara karşı hemen hemen hep aynı çözümlerde buluşurlar. Örneğin, balıkların suyun direncini minimuma indiren ve suda hareket etmeyi sağlayan biçimini, dinozorlar ve memeliler balıklardan tamamen bağımsızca yeniden keşfetmişlerdir. Örneğin uçmayı sağlayan kanatları, böcekler, sürüngenler, dinozorlar (kuşlar) ve memeliler (yarasalar) birbirinden bağımsızca ve tekrar tekrar keşfetmişlerdir. Buna biyolojide konvergenz (yakınlaşma) denilmektedir.
Ama örneğin bu kanatların yapıları onu keşfeden canlının türü ve yapısına bağlı olarak tamamen farklı mekanizmalarla çözümler bulmuşlardır. Yani görünüşteki yakınlaşma ve benzerliğe, benzer çözümlere rağmen yapıları, anatomileri farklıdır.
İşte, Öcalan ve Küçükaydın, benzer şekilde, tam da bu mekanizmayla, kavramsal araçları (görüşlerinin anatomileri, yapıları) tamamen farklı olmasına rağmen; aynı sorunlarla cebelleştikleri için, benzer çözümlere varmaktadırlar. Bundan dolayı bu konulara en yabancıların bile dikkatini çeken yakınlıkları ve ortaklıkları bulunmaktadır.
Nedir onların bu ortak sorunları?
İkisi de, ulus ve din sorunuyla meşguller. Bu iki sorun hem bugünkü dünyada ve Türkiye’de çok aktüel olarak gündemi belirlemektedirler, hem de tüm toplum bilimleri bu iki sorunda tam anlamıyla iflas etmişlerdir.
Bu iki sorunu açıklayan tutarlı bir teori ve bundan çıkan bir program, strateji ve politika olmadan, günümüz dünyası ve Türkiye’sinde ezilenler için bir mücadele yürütmek olanaksızdır.
Bu nedenle, ikisi de tüm toplum bilimi ve onun metodolojik sorunlarıyla da yüzleşmekte; yaygın olarak bilinen ve kabul görmüş tüm anlayışları yıkmaktadırlar.
Temel ortaklık tıpkı balıkların ve suya dönmüş memelilerin, suyun direncini minimuma indirmek ve suda hareket etmeye çözümler aramaları gibidir.
Ama anatomileri farklı olduğu için, görünüşteki bu benzerliğe rağmen tamamen farklı mekanizmalarla işlemektedir ve farklı yapılardadır bu çözümler.
Anatomi derken bundan her şeyden önce kavramsal sistemleri ve varsayımları anlıyoruz. Ama bunlar aynı zamanda birer toplumsal hareket için olduğundan, dayandıkları veya dayanmayı hedefledikleri toplumsal güçler de bir sosyal hareket olarak bu yapı çerçevesinde ele alınabilirler.
Bu farkları kısaca koyalım.
Birincisi Öcalan, Marksist kavramları reddetmekte, onlardan bazılarını alıp içeriğini değiştirerek kullanmaktadır. Öcalan tamamen kendine has bir kavram sistemi kullanmakta, bir takım kavramları kendince yeniden tanımlamaktadır. Hatta Öcalan’ın son kitabının ilk bölümleri tamamen bu kavramsal çerçeveye ayrılmıştır. İlk kırk sayfada, “Kavramsal Çerçeve” başlığı altında “Kültür, Dil, Uygarlık, İktidar, Yönetim, Politika, Ahlak, Hukuk, Demokrasi, Ekonomi, Asimilasyon, Soykırım” kavramlarını ele alıp tanımlamaktadır programının dayandığı kavramsal çerçeve olarak.
Küçükaydın ise, Marks’ın kavramsal çerçevesini almakta, önce bunları stalinist, pozitivist çarpılmalardan temizleyip otantik biçimine kavuşturmakta; sonra bu otantik biçimiyle bile aslında bu kavramsal çerçeveye yabancı olan, geçmişin kalıntısı, aydınlanmanın kalıntısı olarak bulunan anlamları analiz edip atarak; kavramsal saflık sağlayarak, tüm kavramaları bu saflık ışığında yeniden tanımlamaktadır. Marksist kavramları dakikleştirmekte, Marksist olmayandan arındırmakta, yeniden tanımlamakta, mantık sonuçlarına götürmekte ve  iç tutarlılığı olan bir kavram sistemi kurmaktadır.
Neredeyse Öcalan’ın tartıştığı bütün bu kavramları (fazlasıyla) Küçükaydın da tartışmakta ve yeniden tanımlamaktadır.
Küçükaydın özellikle Din kavramının Aydınlanma’dan; Ulus kavramının da Aydınlamacı bile olmayan, gerici Alman ulusçuluğundan bir kalıntı olduğunu; bunların Marksist kavramların bünyesinde bir yabancı madde olduğunu, bugünkü çöküşün ardında da bu kalıntılar olduğunu göstermekte; bu kavramları yeni baştan tanımlamaktadır.
Öcalan ve Küçükaydın arasındaki temel farklılıklar teori bazında en kısa böylece özetlenebilir.
Bunun tarihi ele alıştaki yansımaları nasıl olmaktadır?
Öcalan’ın bu tarih ve toplum teorisi kurma çabasına, bir Kürt ulusuna tarih yazma çabası eşlik etmektedir. Bu kavramlar aynı zamanda bu ulusal tarihin inşasına da yaramaktadır.
Küçükaydın ise, tabiri caiz ise, ulusların tarihi olmadığına dair bir tarih yazmaktadır.
Küçükaydın, tarihin dinler tarihi olduğunu söylemektedir. Kendisinin en önemli iki keşfinin dinin din olmadığını; ulusun ve ulusçuluğun da bur din olmayan anlamıyla din olduğunu söylemektedir.
Küçükaydın, Aydınlanma’nın dini “inanç” diye hem epistemolojik hem de hukuki anlamı olan, ama sosyolojik hiçbir anlamı olmayan bir kategoriyle, “akıl ve bilim dışı” ve “özel” bir sorun olarak tanımlayarak, tarihi anlaşılmaz kılmasını Marksizm'in aynen benimsemesinin büyük yanlış olduğunu söylemektedir. Tarih Dinler tarihidir, tarihi ancak dinler tarihi olarak açıkladığında Marksizm gerçek bir bilim olabilir demektedir.
Küçükaydın, Marksizm’in, Aydınlanma’nın bu yanlış tarihine üretim ve toplum biçimleri ve sınıf mücadelesi boyutu getirmesinin bir katkı olduğunu söylemekte ve bu katkıyı korumakta, almakta, benimsemekte ama dinler tarihi olarak tarih içinde o tarihi açıklamak için bu kavramları kullanmaktadır. Gerçekten dinlerin de ortaya çıkışları, biçimleri ve geçirdikleri evrimler ekonomi temeline ve sınıf mücadelesine ilişkin bir boyut olmadan anlaşılamaz. Ama tarih dinler tarihi olmadan hiç anlaşılamaz.
Öcalan ve Küçükaydın arasındaki bu kavram farklılıkları ortaya sadece iki farklı anlayışa dayanan iki farklı tarih anlatısı çıkarmamaktadır; bu tarihlerin kapsamları da farklıdır. Küçükaydın, sadece ulusların tarihi olmadığını söylememekte, aynı zamanda bir dünya tarihi yazmaktadır. Çünkü Dinler bütün tarih boyunca yeryüzündeki bütün toplumlarda, (bugünkü modern toplumun da bir dini vardır) var olmuşlardır.
Öcalan ise bir Ortadoğu Tarihi ve bir Kürt tarihi yazmaktadır.
Tabii anlattıkları tarih ile önerdikleri program ve strateji arasında derin ve hemen kolaylıkla görülebilecek bir ilişki vardır. Öcalan Ortadoğu (veya “Büyük Ortadoğu”, Çin ve Hindistan sınırlarından Akdeniz’e kadar bir alan) tarihi anlattığı gibi, programı da esas olarak bu alanla sınırlıdır. Dünyanın diğer yerleri bu tarih ve programla ilişkisi kadar ve ilişkisi içinde değerlendirilir.
Küçükaydın ise bir dünya tarihi yazdığı gibi, programı da dünya çapındadır. Ve bu dünya çapında program sosyalistlerin alıştığı bütün kavram ve tasavvurları da baştan aşağı değiştirmektedir. Küçükaydın, Tarih’in dinler tarihi olduğunu söylediğinde, bununla iç tutarlılıklar içinde, ekonomi temelindeki değişmelere bağlı üstyapı değişmelerinin, yani Marks’ın tanımına göre devrimlerin özünde din değişmelerinden başka bir şey olmadığını; dinler tarihinin devrimler tarihi olduğunu söylemekte; partilerin (tarikatların, sınıf hareketlerinin) tarihte hiçbir zaman devrimler yapamadığını; bunların ancak bir dine (tabii buradaki din kavramı inanç anlamında değildir. Zaten bütün sorun buradadır) dönüştüklerinde devrim yapabildiklerini söylemekte, sosyalizmin bir parti olmaktan çıkıp bir din olmasını söylemekte; işçileri uluslara karşı savaşa çağırıp İnsan olmaya, yani yeni bir din kurmaya çağırmaktadır. (Tabii buradaki büyük harfle yazılmış İnsan kavramı da alışılmıştan çok farklı,  biyolojik insanla ilişkisi olmayan, sosyolojik bir İnsan kavramıdır; Müslim gibi bir şeydir.)
Böylece sosyalist hareketin dünya devrimi ve dünyayı değiştirme stratejisini de ters yüz etmektedir. Eski anlayışta, tek tek ülkeler sosyalist olup sonra bir Dünya sosyalist cumhuriyetine göre gideceklerdir. Küçükaydın’a göre ise, önce uluslara karşı savaşla bütün uluslar yok edilip bir dünya cumhuriyeti kurulmalı; yani yeni bir din insanlığın çoğunluğunu kazanıp egemen olmalı tüm yeryüzündeki insanların biçimsel ve hukuki eşitliği sağlanmalı, ondan sonra o insanlar kapitalizme mi sosyalizme mi karar verirler kendileri karar verirler; ama önce bu kararın imkan ve koşulları yaratılmalı demektedir. Görüldüğü gibi hem kavramsal sistemi hem sonuçları Marksizm’i reddetmemekte ama her kavramı, programı vs. yeni baştan tanımlamakta, her şeyi ters yüz etmektedir.
Elbet Küçükaydın, Ortadoğu ve Türkiye’deki mücadeleler karşısında ilgisiz değildir. Günün mücadeleleri için de Türkiye ve Ortadoğu için de somut program, strateji ve taktikler önermektedir. Ama bunları hep Dünya çapındaki değişikliğe gidiş için bir ara aşama, hareketi başlatacak, bir ipucu, bir başlangıç noktası olarak ele almaktadır. Öcalan’da kendi başına bir hedef olan, Küçükaydın’da bir bölge için bir başlangıç noktası, bir stratejidir.
Küçükaydın, dünya devrimi için uluslara karşı savaşı önerir;  işçileri ve sosyalistleri İnsan olmaya çağırırken; uluslara karşı savaşın ve İnsan olmaya gidişin ilk aşaması olarak, Ortadoğu’da, Türkleri ve Ortadoğu haklarını; ulusun yani politik olanın, bir dille, dinle, etniyle, soyla, sopla, ırkla ve tarihle tanımlanmasına karşı mücadeleye, yani öncelikle Demokrat olmaya çağırmaktadır. Türklüğün, Kürtlüğün, Araplığın, Farisiliğin, Ermeniliğin vs. tıpkı bir gerçek laik bir ülkedeki din gibi, kişilerin özel sorunu olmasını savunmaktadır. Bunun ulus devletin aşılması veya ulussuzluk değil, ulusçuluk olduğunu ama demokratik bir ulusçuluk olduğunu söylemektedir.
Görüldüğü gibi, Öcalan ve Küçükaydın aynı alanda at koşturmakta ama birbirinden tamamen farklı kavram sistemlerine dayanan tamamen farklı tarihler anlatmakta ve farklı programlar önermektedirler.
Ancak bu farklılıklara rağmen, yakınlık da sanıldığından fazladır. Bunu görmek için şu özel durumu göz önüne almak gerekmektedir.
Birincisi Küçükaydın Öcalan’ın kitaplarını görüşlerini bilmektedir ama Öcalan Küçükaydın’ınkileri bilmemektedir. Sadece çok yüzeysel izlenimleri vardır. Kim bilir belki bilseydi, kavram sistemini daha farklı tanımlayabilir, daha yakın ve daha az eklektik çözümlere ulaşabilirdi.
İkincisi, Evet Öcalan bir Kürt tarihi yazmakta, ulusu Kürtlükle tanımlayıp bu Kürtlüğe bir tarih ve gelenek kurmaktadır. Soyut olarak bakıldığında yaptığı, özünde bir dile, bir kavme dayanan gerici ulusçuluğu yeniden üretmektir. Ancak Öcalan, bu gerici ulusçuluğu ilerici, devrimci ve eşitlikçi bir içerikle doldurmaya çalışmaktadır.
Bunun iyi anlaşılması için Türk tarihi ve tarihçiliğiyle bir kıyaslama yapılabilir. Örneğin Türk tarihi hep kurulan devletlerden, savaşlardan, Türklerin yaptıklarından bahseder. Hatta başkalarının yaptıklarını da Türklere mal ederek anlatır. Örneğin Mevlana’yı Türk yapar, Sinan’ı Türk yapar.
Bu örnekle somutlayalım. Örneğin şöyle anlatmaz, Bizans’ı ele geçiren ve Üçüncü Roma imparatorluğunu kuran İslam’la zırhlanmış Türkçe dilli kabileler, ona bir dinamizm kazandırıp, ta Urartulardan, Hititlerden beri gelen Ermeni taş ustalarının ve mimarlarının binlerce yıllık birikiminin yeniden çiçeklenmesinin yolunu açtı. Böyle bir Tarih, Ermeniliği kendi özünün bir parçası olarak tanımlamış olur. Sadece Ermeniliği de değil, Latin ve Grek Roma'yı da aynı şekilde kendi özünün bir bileşeni kendini bütün bunların mirasçısı görür. Böyle bir ulusçuluk ırkçılığa fazla bir zemin bırakmaz; kültürel bir tolerans ve çeşitliliği besler.
Veya Mevlana ile ilgili olarak, İran yaylarının, Orta doğu ile, Çin ve Hindistan arasındaki yolların uygarlığı olan Farisi-Pers uygarlığı, Önce İslam’la bir gençlik aşısı aldı ve Abbasiler kuruldu. O hızla çürüyünce, Türkmen ve Oğuz kabilelerinin gençlik aşısıyla Selçuklular kuruldu. Bu gençlik aşısıyla, Pers uygarlığı, Akdeniz’in Roma-Bizans imparatorluğunu ta Ege kıyılarına kadar geriletti. Bütün Anadolu’daki Bizans şehirleri, Pers uygarlığının etkisi altında hızla Müslümanlaşmaya başladılar. Bu gençlik aşısıyla eski Bizans topraklarında Pers uygarlığı birçok çiçeklenmeler yaşadı. Bunlardan biri de bu uygarlığın binlerce yıllık birikimine dayanan Mevana’ydı.
Böyle bir tarih anlatıldığında Türklük denen şey, bir ırk ve dil ile tanımlanmış olmaktan çıkar, tüm uygarlıkları ve kavimleri kendi içinde tasavvur eder. Buradan ırkçı bir milliyetçilik çıkma olanağı bulamaz. Daha kültürel, esnek, demokratik hatta sosyalizan ve eşitlikçi bir milliyetçilik olur bu.
Ama Türk tarihi ve milliyetçiliği otomatik olarak faşist yaratan bir milliyetçilik ve tarihtir. Türklerin de bu tarihi reddetmeden ve demokratik bir tarih yazmadan demokratlaşmaları olanaksızdır.
İşte Öcalan’ın yaptığı böyle bir Kürt tarihi yazmaktır. Komün’ün, eşitlikçiliği mi; Oradaki Kadının toplumdaki yüksek yeri mi? Kürt tarihi ve Ortadoğu tarihinin bir parçasıdır. İlk neolitik devrim ve ilk uygarlıklar mı? Bu tarihindir. Nemrutlara Firavunlara karşı mücadele eden reformcu peygamberler, İbrahim’ler, Musa’lar mı bunlar da Kürtlerin ve Ortadoğu’nun tarihindendirler. Yunan filozları mı? Rönesans mı, Aydınlanma mı, sosyalizm mi? Bütün bunları ilerici, demokratik ve eşitlikçi olanı Öcalan Kürt ve Ortadoğu tarihine sokmakta, Kürtlüğü demokratik, özgürlükçü ve eşitlikçi öğe ve kavramlarla doldurmaya çalışmaktadır.
Sadece bu kadar da değil,.
Evet, bir Kürt tarihi yazmakta ve ulusları Kürtlük, Türklük vs. ile tanımlamaktadır. Bunların bir arada yaşamasını ulus devletin aşılması olarak tanımlamaktadır. Ama sadece burada da kalmamakta, Kürtlüğe vs. ulus olarak tanımlamakla birlikte ulusu politik olarak tanımlamaktan çıkarmaya da çalışmaktadır. İşte o bir türlü anlaşılamayan “Demokratik Özerklik” gibi kavramlarla bunu yapmaya çalışmaktadır.
Tabii iç tutarlılığı olan bir kavram sistemi olmadığından, eklektik bir kavramsal yapısı olduğundan bir kafa karışıklığına ve anlaşılamamaya da yol açmaktadır. Aslında yapmak istediği, Ulusal olanın dille, dinle, tarihle tanımlanmasına karşı bir demokratik cumhuriyet, ama artık kişilerin özel sorunu olmuş dile, dine, kavme, tarihe dayanan ulusların birliğidir. Kendisi bir ulus tarihi yazmaktadır ama kurmak istediği Ortadoğu Demokratik Cumhuriyeti’ndeki, uluslardan birinin, tarihinin şöyle veya böyle olmasının politik bir anlamının olmadığı bir Kürt ulusunun tarihidir bu.
Bu tarih ve program aracılığıyla, bir dille tanımlanmış bir ulusun hareketine bir demokratik, hümanist ve eşitlikçi bir içerik kazandırmaya çalışmaktadır.
Bu demokratik içerik ile gerici biçim (bu tarihin bir dille ve tarihle belirlenmiş bir ulusun tarihi olması, ulusların tarihi olduğu varsayımı) arasında bir çelişki vardır.
Mücadelenin gelişimi bu çelişkide hangi tarafın üstün geleceğini belirleyecektir.
Hareket başarıya doğru gider, radikalleşir, bölgedeki diğer halklarda da benzer demokratik eğilimler gelişirse, bu kabuğunu parçalayıp, gerçek bir demokratik ulus tarihçiliğine, yani ulusların tarihinin olmadığına dair bir tarihe ve tarihçiliğe dönüşebilir. Dolayısıyla da politik projesi tam da Küçükaydın’ın önerdiğiyle tıpatıp aynı olup çakışabilir.
Yok, eğer hareket geriler, yenilir, başarısız kayırsa, demokratik öğeleri de yok olur ve sıradan bir gerici ulus tarihçiliğine döner.
İlk otomobiller at arabası gibiydiler, daha doğrusu, at arabasının at yerine bir motor tarafından çekilmesi gibiydiler. Yeni olan öz (Patlarlı motor) eski biçim içinde ortaya çıkmıştı. Sonradan biçim içeriğe uygun hale geldi. Öcalan’ın yazdığı tarih de biraz böyle, onun hümanist, eşitlikçi ve demokratik özü, eski biçim (bir ulus tarihi yazmak) içinde ortaya çıkıyor. Aralarında bir çatışma var. Aynı sorun programa da yansıyor. Hem ulusu tanımlama bakımından hem de devletin örgütlenmesi bakımından. Örneğin Öcalan’ın devletsizlik dediği, devlete karşıyım dediği, bürokratik olmayan bir devlet.
Bu çelişkinin nasıl çözüleceğini mücadelenin seyri belirleyecektir.
Elbet Küçükaydın’ın kavramlar da, ulusların tarihi olmadığına dair tarihi de vs. çok daha tutarlı ve iç sistematiği vardır. Ayrıca programatik olarak da çok nettir. Ama hiçbir gücü temsil etmemektedir. Hem Öcalan’a aslında düşman olan ama bunu Öcalan’a saldıramayacakları için dolaylı biçimlerde dışa vuran, Öcalan’ın “İlkel milliyetçiler” dediği gerici Kürt milliyetçileri; hem de Türk milliyetçisinden başka bir şey olmayan Türk sosyalistleri tarafından zımni ve içgüdüsel bir işbirliği içinde karantinada tutulmaktadır.
*
Bütün bunları Türkiye’de son yirmi yılda az çok yeni sorular sormuş ve cevaplar vermiş iki yazarın söyledikleri hakkında bir fikir sahibi olunması için kısaca özetledik ki bundan sonra söyleyeceklerimiz ve Türkiyeli sosyalistlerin tükenmişliği daha iyi kavranabilsin. Fotoğraflar görülsün. Fotoğraflara bakma sanatı diye bir sanat da vardır.
Şimdi açık Türkiyeli sosyalistlerin son yirmi yıldaki yazılarına bakın, Öcalan ve Küçükaydın’ın bu geliştirdikleri muazzam alt üst edici, yepyeni sorular soran, yepyeni cevaplar veren görüşleri hakkında bir tek inceleme, bir tek tartışma göremezsiniz.
Sanki yoktur böyle bir şey. Hatta bu konularda da bir şey bulamazsınız. Çünkü bu konulara girseler ister istemez bu görüşlerle de karşılaşmak zoruna kalacaklarını sezerler.
Öcalan’ı karnını kaşıyan bir diktatör olarak görüp teorik çalışmalarına zerrece değer vermezler. Küçükaydın, yıllar önce, Öcalan yakalandığında, Öcalan ciddi ve önemli bir teorisyendir, onda teori nosyonu vardır diye yazdığında kendisiyle alay edilmiştir.
Küçükaydın ise, güce tapan Türk sosyalist veya tersinden söylersek milliyetçileri tarafından zaten adam yerine koyulmaz. Bir politik gücü yoktur;  garip şeyler söyleyen, “örgüt düşmanı”, aklından zoru olan biridir diye el altından da böyle bir algıyı yayarlar.
Yani Türkiye’nin sosyalistleri bu iki kişiye ve görüşlerine karşı tam bir “Susuş komplosu” ve psikolojik savaş yürütürler. Tıpkı özel savaş dairesinin yöntemleriyle. Ama bunun aslında bir savaş olduğunu da gizlemek için, adam yerine koymaya değmez, ciddiye almaya değmez, onun için böyle davranıyoruz demeye getirirler.
*
Yıllarca bu böyle gitti. Ama ilk kez, 2013 Newroz’unda, Öcalan’ın program bildirisiyle ve burada ifadesini bulan paradigma (değerler sistemi) değişimi ile onların bu teorik çabaları, hem aktüel bir programatik ve stratejik bir sorun haline geldi hem de doğrulandı.
Bunlar yanlış da olabilirdi ama ilk kez sorun artık Türkler veya Kürtler olarak değil, Ortadoğu olarak gündeme geliyordu. Onlar da zaten tam bunu tartışıyorlardı. Örneğin Küçükaydın daha 2004 yılında Açılım adlı bir dergi projesinin bildirisi olarak daha sonra “Ortadoğu İçin Demokrasi Manifestosu”diye bir Program bildiri yazmış bulunuyordu.
Ortadoğu bütün tek tanrılı dinlerin çıktığı yer oluğu gibi, dünyada ulusçuluğun en çok mahvettiği ve kanattığı yerdir. (Bu ikisi arasında bile derinden bir bağ var. Küçükaydın’ın Ortadoğu İçin demokrasi Manifestosu bunu açıklıyor. Akdeniz’in ticari kolaylığı, ticaret, kavramsal düşünceyi teşvik; seslere dayanan alfabeler, “Barbar akınları” nedeniyle kast sisteminin yerleşememesi ile tak tanrılı dinler ilişkisi ve bütün bunlarla dile, dine dayanan gerici ulusçuluk, bunun çıkmazı ve Balkanlaşma (her dile veya dine bir devlet) ve giderek Lübnanlaşma (Aşiretlerin cemaatlerin politik birimler haline dönüşmesi) karşısındaki savunmasızlık.
Şimdi özellikle 21 Mart 2013 tarihiden sonra, kendisine saygısını, merak ve gerçeklik duygusunu yitirmemiş, Bektaşi babasının bizim namazımız kılında demesi gibi bizim teorimiz hazır demeyen bir sosyalistin, derhal Ortadoğu çapında bir sorun olarak program sorununu başa alması ve yine bu bağlamda din ve ulus sorunlarını gündeme getirmesi gerekir. Dolayısıyla bu iki yazarı, teorik arka planlarını, önerdikleri programları. Çünkü bu iki yazar da bu iki konuda çok önemlidir, hayatidir deyip yeni bir şeyler söylüyorlar.
Ama böyle bir çaba yok. Eskiden belki bunun bir mantığı olabilirdi. Ama 21 Mart 2013’ten beri artık bu tam bir tükeniş ilanıdır
Şimdi bu yok sayarak mücadelenin iki örneğini ve bizzat bu yok sayarak mücadelenin bu mücadeleyi yürütenleri nasıl tükenişe götürdüğün görelim.

Özgür Üniversite ve Türkiye Ortadoğu Forumu vakfı (ve şu destekçiler: Alınteri, Ankara Düşünceye Özgürlük Girişimi, Devrimci Yolda Özgürlük, ÖSP, Özgür Gelecek, SDP, Söz Dergisi, TKP 1920) 6 ve 13 nisan tarihlerinde iki ayrı şehirde iki başlık altında yapılacak bir sempozyum hazırlamışlar.
Başlık: “DİN: TEORİSİ/ PRATİĞİ, DÜNÜ, BUGÜNÜ” SEMPOZYUMU (6 ve 13 Nisan 2013)”
İlk bakışta har şey ne kadar masum ve güzel. Sosyalistler ve özellikle de bunların kendilerini radikal olarak konumlandırmaya çalışanları, hatta biraz teorik çalışmaya yatkın görünenleri din üzerine, ciddi bir tartışma tertiplemişler. “Aferin oğlum Ahmet, sen bu yolda devam et” demenin yeri gibi…
Ama şu ihtiyar diyalektik bize her zaman “gerçeklik somuttur” der. Her durum için geçerli bir hüküm, bir reçete, bir araç yoktur der. Her şeyi somut tarihsel koşullar içinde değerlendirebilirsin ve öyle anlayıp politikanı, stratejini ve taktiğini ancak böyle doğru tanımlayabilirsin der.
Konuların ele alınışını ve alt başlıkları görünce o masumiyet ve güzellik kayboluyor.
Kim bilir belki Endenozya’da bu başlık hala son derece masum ve ileri bir anlam da taşıyabilir.
Ama Türkiye ve hele bugün 21 Mart 2013 sonrası olunca, bu başlık nasıl bir psikolojik savaş ve susuş komplosunun aracına dönüyor görelim.
En yüzeysel ve görünür olanından başlayalım.
Sadece Türkiye’de değil, Dünya’da, Marksistlerin arasında Din konusunda ciddi eserler verip tezler geliştirmiş en önemli Marksist Dr. Hikmet Kıvılcımı’dır. Ayrıca bu konuyu pratiğe uygulamış bir insandır da. Meşhur Eyüp Sultan Konuşması bunun klasik bir örneği sayılabilir.
Ama bu Sempozyum İlanında Kıvılcımlı’yı tartışan, ima eden bir tek sözcük veya başlık bile yok.
Yani Endenozyalılar diyelim ki Kıvılcımlı dillerine çevrilmediği için Kıvılcımlı’yı bilmezler dolayısıyla da Kıvılcımlı’nın adının olmadığı böyle bir toplantı orada sosyalist ve Marksistler için ciddi bir açılım denemesi anlamına gelebilir.
Ama Türkiye’de, en önemli eserlerini yarım yüzyıl önce yayınlamış, “Allah, Peygamber, Kitap”, “Dinin Türk toplumuna Etkileri”, “Türkiye Köyü ve Sosyalizm”, “Osmanlı Tarihinin Maddesi”, “Tarih Devrim Sosyalizm” gibi her biri din konusunu bambaşka açılardan ele alan, Marksizm’e bir katkı olduğu yönünde hem kendisinin hem başkalarının yazıları bulunan Hikmet Kıvılcımlı’nın burada en küçük bir şekilde adının anılmaması, en azından bir başlık oluşturmaması, Kıvılcımlı’ya karşı bir susuş komplosundan başka nedir ki?
Ama sadece bu kadar da değil.
Daha birkaç ay önce, konusu Hikmet Kıvılcımlı olan bir Sempozyum yapıldı. Katılım, çeşitlilik, organizasyon, tartışmalar ve düzeyi vs. bakımından da herkesin takdirini topladı. Bu Sempozyum’da Hem “İslamcı”, hem Marksist hem de akademik sosyoloji açısından Kıvılcımlı’nın bu konudaki görüşlerini ele alıp eleştiren bildiriler de sunuldu. Örneğin Ayhan Bilgen, Kıvılcımlı’nın din konusundaki pratiğinin, ezilenlerin demokratik ve eşitlikçi fikirlere kazanılması ve örgütlenmesindeki önemi bakmadan çok önemli, hatta politik İslam çevrelerinde anlaşılamayıp epeyce tepki de toplayan bir çerçevedeki önemini ele alan görüşler ileri sürdü. Örneğin İhsan Eliaçık, Kıvılcımlı’nın bir Kuran müfessiri olduğundan söz etti ve Kıvılcımlı’nın tefsirinin tefsini yaptı. Kendi tefsiri ile Kıvılcımlı’nın tefsiri arasındaki yakınlıklara değindi.
Demir Küçükaydın bir Marksist olarak, Tarihin dinler tarihi olduğunu ve Marksizm’in tarihi dinler tarihi olarak anlattığında ancak bir bilim ve aynı zamanda din olabileceğini söyledi. Sadece Bugünkü din tanımının (İnanç) değil, bilim tanımının da modern toplumun dini tarafından yapılmış bir tanım olduğunu bilimin tanımının dinsel olduğunu; bilimin bilimsel ve sosyolojik bir kavramının bilimin şimdiki tanımının dinsel olduğunun kavranmasından geçtiğini söyledi. Ama bunun için de Dinin bilimsel yani sosyolojik bir tanımının olması gerektiğinden söz etti.
Bu bağlamda, Kıvılcımlı’nın din tanımının bütün sağladığı ilerlemeye rağmen Aydınlanma’nın din tanımının sınırlarını kıramadığını iddia ederek, Kıvılcımlı’nın katkılarına hem sahip çıktı hem de eleştirdi.
Bütün bunlar aslında şu çöle dönmüş Türkiye’nin fikir ortamında bir kitap olarak da yayınlandı. Ayrıca internete de koyuldu isteyen indirsin diye.
Yani taptaze olarak Kıvılcımlı’nın din konusunda yazdıkları ve hem Marksizm'e hem de İslam'daki Kuran tefsirine bir katkı olarak ilk kez görülmüş ve tartışılmışken, Din ve Marksizm konusunda ir sempozyumda, ne başlıklarıyla ne de konuşmacılarıyla Kıvılcımlı’ya en küçük bir gönderme ve ima bile içermeyen bir sempozyum ne olabilir?
Burada bir parça olsun bilimsel dürüstlük beklenebilir mi? Hayır.
Çok açıktır ki, bilimsel gibiymiş, dini tartışıyormuş gibi yapıp aslında gerçekten tartışılması gerekeni ve tartışmayı gözlerden ve gönüllerden gizlemenin; tartışmayarak özel savaş yöntemleriyle tartışmanın bir aracıdır bu Sempozyum. Çok mu sert bir hüküm? Hayır. Her şeyi mantık sonucuna götürdüğünde başka bir hükme yer kalmıyor
Kıvılcımlı konusu böyle.
Sadece bu kadar mı? Kıvılcımlı’da kökleri bulunan Abdullah Öcalan da var. Onun peygamberler, din vs. hakkında oldukça ilginç görüşleri var. Hiçbir şey yoksa, Hazreti İbrahim’le bağlar kurduğu Urfa Davası Savunması var.
Ayrıca bütün kitaplarında bir yığın değinme ve göndermeler var, her biri derin bir gözlemin ve düşünme sürecinin izlerini taşıyan. Ayrıca bütün bunların pratikteki sonuçları da var. Sivil cumalar vs. gibi. (Ayrıca 21 Mart 2013’teki mesajında peygamberlere yaptığı göndermeler, dar kafalı pozitivist ve eserleri hakkında zerrece fikri olmayanlarca PKK-İslam kardeşliğine mi dönüyor diye oradan buradan işlenirken bütün bunlar karşısında susmak nedir?)
Açıktır ki, yine burada Öcalan ve Öcalan’ın din konusundaki görüşleri de tıpkı Kıvılcımlı gibi gündemin ve tartışmanın dışında tutulmaktadır.
Düşünün Endenozya’da değil, Ortadoğu’da bir ülkede bu Marksizm ve din konusunu işleyen bir toplantı yapıyorsunuz. Bu ülkenin topraklarında en azından üç büyük dinden ikisi buradan çıkma sayılır.  İbrahim buralıdır (Urfalı - Edesa). Hıristiyanlığı esas kuran ve bir Yahudi tarikatı iken yeni bir din haline getiren Antakyalı Paulus (Saint Paul - Saulus) buralıdır. Siz böyle bir ülkede Marksizm ve Din üzerine tartışacaksınız ama bütün bu konuları ele alanlar ve bunların görüşleri hiçbir şekilde orada olmayacak.
Türkiye’nin radikal sosyalist görünenleri, çok sınıfçı ve antiemperyalist görünenleri aslında birer gerici milliyetçidirler. Bu öznitelikleri nedeniyle de özellikle Kürt Hareketi içindeki Öcalan’a karşı gerici milliyetçilerle bir ittifak ve yakınlık içinde bulunurlar. Bütün bunlar tesadüf değildir. Barzani’nin görüşlerine yakın olan ve Öcalan’ın demokratik ulusçuluğuna karşı İtibarını hep gerici milliyetçilerden yana koyan Beşikçi’nin bu Sempozyumu tertipleyen çevrelerle yakın ilişkileri hiç tesadüf değildir.
Ve nihayet kendimize gelelim. Biz Marksizm'in kullandığı din kavramanı eleştirip, bunun aydınlanmacı olduğunu söyleyişimiz, 2004 yılı İsmail Beşikçi’yi eleştirdiğimiz kitaba kadar gider. Bir iki yıl sonra, Marksizm'in Marksist Eleştirisi diye bir kitap yayınladık. Arada onlarca makale ve deneme var. Birçok konferans verdik. Bütün bunlarda bıkmaksızın, kendi Marksist Din teorimizi ve bunun sonuçlarını açıkladık. Yani iddialı bir tez ortaya koyduğumuz gibi, bunun gerçekten çok önemli ve yeni görüşler içerdiğine dair de bir sürü yazı yazıp bunları örneklerle göstermeye çalıştık. Marksistlerin dikkatini çekmeye çalıştık.
Haydi kıvılcımlı ölmüş, Öcalan Hapiste, Peki Demir diye biri, yıllardır bu konuda yazıyor çiziyor, Marksist olduğun söylüyor, en azından onun görüşlerin eleştirmek gerekmez mi, söz konusu etmek; değersizse değersizliğini göstermek gerekmez mi?
Açık ki, aslında aynı susuş kumkuması devam etmektedir.
Neden?
Bizzat konuların tanımlanması bunu göstermektedir.
Çünkü bizim eleştirimiz bizzat dini bu sempozyumdaki başlıklar altında ele almanın modern toplumun dininin din tanımıyla dini tanımlamak olduğunu, dinin anti Marksist bir tanımlamasına dayandığını göstermektedir.
Defalarca yazdık Din kavramıyla üç farklı aslında birbiriyle ilgisiz şeyleri kastederiz. Bunları karıştırmamak gerekir diye.
Bir inanç olarak Din. Bu aydınlanma’nın din tanımıdır. İnanç kavramı da iki farklı anlama sahiptir. Biri Epistemolojik anlam, burada bilimin karşısında aklın karşısında kanıtlara dayanmadan kabul anlamında kullanılır. Bir de hukuki anlamı vardır. Kişinin özel sorunu, politik olmayan anlamında. Bunların hiç biri bize dunun ne olduğunu sosyolojik olarak açıklamaz.
Bu kavramlar, modern toplumun dininin din olarak seni hukuken kabul edebilmesi için ortaya koyduğu normdur. Normatif bir tanımdır. Bir sosyolojik tanım değildir. Marksizm'in dine ilişkin en büyük hatası ve programı dini bu çerçevede ele almasıdır.
Din’in ikinci bir anlamı daha vardır, Marksizm Aydınlanma’nın tarih anlayışını ele alıp nasıl ona bir sınıf mücadelesi boyutunu eklediyse bunun dindeki yansıması, dinin sınıf mücadelesinde bir araç , bir bayrak olarak kullanılmasıdır. Marksizm’i aydınlanmadan ayırıp da biraz daha derine götüren dinin bu boyutudur. Ama burada da din aslında bir din değil, bir parti, bir tarikat, bir ideoloji, yani bir sınıf mücadelesi görünüşü anlamındadır. Sınıf mücadelesinin bir biçimi, aracı bayrağı anlamındadır. Mark ve Engels’in dine ilişkin söyledikleri, kalpsiz dünyanın kalbinden, Köylü Savaşlarına kadar hepsi bu anlamda, bir parti bir sınıf mücadelesi aracı, bir ideoloji olarak din kavramı çerçevesindedirler. Ama bu da din değil, bir tarikat (parti)dir.
Çünkü din sınıfsız toplumlarda da vardı. Dinsiz toplum yoktur. Bütün toplumlarda din vardır. Eğer varsa modern toplumun dini nedir? Sınıfsız toplumlarda niçin din vardır. Dinin sosyolojik tanımı bunları da içermeli ve bu sorulara cevap vermelidir. İşte burada modern toplumun dininin, dini inanç olarak tanımlamak olduğu ortaya çıkar. Budur esas büyük devrim, Marksist teoride. Neden böyle tanımladığını da yine bu teoriyle, Marksist kavramsal araçlarla açıklar.
İşte bu anlamıyla din, gerçek sosyolojik bir kavram olarak din yoktur söz konusu sempozyumda.
İkinci günün programında da yoktur.  Bu sefer yine din değil, bugünkü modern toplum içinde dinin bir parti olarak ele alınması söz konusudur. Yani aslında Marksizm ve Din’i tartışmıyorlar. Bu konudaki ortaya atılmış tezleri tartışmadan kaçıyorlar ve tartışırmış gibi yaparak susuş kumkumasına getiriyorlar.
Din’i sadece bir parti, ve sınıf mücadelesi aracı olarak ele alarak, tipik ulusalcı reaksiyonu çok daha rafine biçimde diye getiriyorlar. Ulusalcılığın alâmetifarikası, sosyal eşitlik ve sınıf mücadelesini öne çıkararak, biçimsel ve hukuki eşitliği gündemden kaçırmak ve demokrasi mücadelesinden ileriye gider gibi yaparak keskinlik çok sınıfçı görünerek kaçmak ve  en gerici milliyetçilere el ve bel vermektir.
Bu baylar, bizlerin Din konusunda yazdıklarımızı ve tezlerimizi görmezden gelerek, tartışma ve gündem dışına iterek aslında bize karşı bir mücadele yürütüyorlar. Ama açık ve şövalyece değil, özel savaş yöntemleriyle yokmuş gibi yaparak, Susarak.
Aslında öyle yaparak kendi çürümüşlüklerini ele veriyorlar ve kendilerini gericiliğe mahkûm ediyorlar.
Çürümenin ve tükenişin birinci resmi budur.
İkinci Resim de, “Sosyalist yeniden Kuruluş/ Partisi”
Onu da gelecek yazıda ele alalım.
05 Nisan 2013 Cuma
Demir Küçükaydın

Devrimci 24 Nisan – Karşı Devrimci 1 Mayıs (24 Nisan’ı 1 Mayıs Yapalım)

$
0
0
(“Bir Tükenişin İki Resmi” serisinin devamı olarak: “İkinci Resim: Sosyalist Yeniden Kuruluş Partisi”ni yazacaktık ikinci yazıda. Ancak bu arada bir rahatsızlık nedeniyle yazma işinden uzak durmak zorunda kaldık. Ve bu arada 24 Nisan kapıya dayandı, 1 Mayıs yaklaşıyor. Bu durumda, hem bu konuları ele alalım hem de bu bağlamda somut bir örnek olarak tükenişin ikinci resmini yavaş yavaş somutlayalım.)
Gerçeklik somuttur. Yani değişen koşullara göre, doğru her an değişebilir. Buradaki doğru kavramı, elbette ezilenlerin kurtuluşuna azami katkı; ezilenlerin genel ve tarihsel çıkarına uygunluk anlamındadır. Yoksa ezenler açısından doğru farklıdır, ezilenler açısından farklı.
Evet, bugünün Türkiye’sinde 1 Mayıs karşı devrimci, 24 Nisan devrimcidir.
Neden böyledir?
Çünkü 1 Mayıs, bugünün Türkiye’sinde sınıf ve enternasyonalizm diyerek gerçekte demokratik görevlerden kaçmanın; böylece Türk Devletinin ve ulusunun, varoluşunu, Türklüğünü ve doğuşunu gündemden düşürmenin, dolayısıyla onun devamına hizmet etmenin bir aracı haline gelmiştir.
Bugünün Türkiye’sinde en temel sorun demokratikleşme, demokratikleşmenin en temel sorunu da devletin ve ulusun Türklükle tanımlanmış olmasıdır.
Savaşın altın kuralı güçlerin en irisini düşmanın en yaralanabilir yerine yığmaktır.
Türkiye’deki sosyalistlerin güçlerini en iri biçimde bir noktaya yığabildikleri yer ve zaman 1 Mayıs’ta İstanbul gösterileridir.
Bu gösteriler yıllardır, en radikal olduğu zamanlarda bile, yani Taksim için mücadele ettiği zamanlarda bile, savaşın bu altın kuralını ihlal ediyorlardı.
Çünkü Türkiye’de bu rejimin en yaralanabilir yeri, varlığıdır, varlığını ise Ermeniler ve Rumlar ve diğer Hıristiyanların yokluğuyla mümkündür. O yok olanlar yok oldukları için artık bunu gündeme taşıyamayacaklarına göre, Türkiye’nin Demokratikleşmesinin tek yolu, Türklerin kendi varlıklarını bu yokluğa borçlu olduklarını görüp, bu borçlarını ödeyerek, onları yeniden var ederek, Türklüğü yok etmeye yönelmeleri gerekmektedir. Türklüğü yok etmek, Türklüğü kişilerin özel sorunu yapmak, ulusun ve devletin Türklükle tanımlanmasını ortadan kaldırmak demektir.
Türk ulusu, Hıristiyanların katli ve sürülmesiyle kalan ve bu eyleme katılan Müslüman ahaliden yaratılmıştır. Müslümanlar, Hıristiyanları katlederek, sürerek, mallarına konarak Türk olmuşlardır. Bu nedenle Türkiye’nin demokratikleşmesi, Türklerin Türklüğü karşı mücadeleye girmeleri olmadan mümkün değildir. Yani ulus hiçbir şekilde Türk dili ve tarihiyle tanımlanmamalıdır. Tabii kategorik olarak herhangi bir dille, dinle, etniyle, soyla, sopla, tarihle tanımlanmamalıdır. Türkler bunun için mücadeleye girmedikçe, yani Türk devletini ortaya çıkaran tarihe karşı mücadeleye girmedikçe bir demokrata dönüşemezler; Türkler birer demokrata dönüşmedikçe de bu ülkede en küçük bir demokratikleşme olamaz.
O halde, bu sorun en temel, rejimi ve devleti en can alıcı yerinden yaralayabilecek, güçlerin en irisinin yığılabileceği ve yığılması gerektiği sorundur.
Bütün sosyalist strateji, bunu gündemleştirme üzerine yoğunlaşmalıdır.
İşte 1 Mayıs’lar ise tam da bunu yapmayarak, gözlerden kaçırarak, unutturarak hem kendi varlığıyla gün olarak, 24 Nisan’ı ikinci plana iterek; hem içeriğiyle (yani enternasyonalizm, isçi sınıfı, sosyalizm türünden söylemiyle); hem de biçimiyle (bir tür karnavala dönüşmüşlüğü ve bu gerici devletin demokrasi vitrininin mankeni oluşuyla) bu stratejiye uymamaktadır.
(Bu yıl Taksim’e izin verilmeyeceği söylendi. Şimdi kimileri esas tartışmayı ve vuruş yönünü bu yasağa çekerek aslında İktidarın ve devletin oyununa ortak olmuş olurlar. Çünkü, Taksim 1 Mayıs’ındır diye yürütülecek bir mücadele ki bütün sosyalistler buna teşne görünüyor, sadece 24 Nisan’ı gündemden düşürmekle kalmaz, aynı zamanda başarıya ulaşsa bile, bu anti demokratik rejime demokrasi mankeni olabilme mücadelesinden başka bir anlama gelmez. 1 Mayıs’ta taksim yok mu, biz de 1 Mayıs’ı kutlamıyor 24 Nisan’da kutluyoruz diyerek İktidar kendi oyununa getirilebilir. Harika bir fırsattır aslında 24 Nisan’ı Türklüğün doğuşunu; Hıristiyanların yok oluşunu gündemleştirmek için. Ama Türkiye’nin sosyalistlerinde o feraset nerede. O halde biz de 1 Mayıs’ı 24 Nisan’da yapıyoruz deyin hemen yan ürün olarak bu devletin size 1 Mayıs’ta Taksim’in kapılarını açtığını görürsünüz.)
Kimileri, canım, bunları alternatif olarak koymak anlamsız, 1 Mayıs’ta 24 Nisan’ı sloganlaştırırız diyebilir. Hayır, bu mümkün değildir ve şu an eldeki sınırlı güçlerle yapılabilecek olan tek şey, bunları alternatif olarak, birbirine karşı koymak olabilir. Çünkü fiilen öyledirler.
1 Mayıs’ın esas olarak zaten büyük bölümü ulusalcı olan Türk sosyalistlerinin egemen olduğu damgasını vurduğu ortamı içinde, birkaç akımın 24 Nisan’dan da söz etmesi, hiçbir etki bırakmaz ve arada kaybolur gider.
Yanlış bir strateji içinde doğru işler yapılamaz.
Yapılması gereken stratejik bir dönüş olmalıdır. Demokratik görevlerden kaçmayan sosyalistler, radikal demokratlar 1 Mayıs’ın artık somut olarak karşı devrimci bir işlev gördüğünü; 24 Nisan’ı ikinci plana atmak; demokratik görevleri mücadele hedefinden uzaklaştırma işlevi gördüğünü söyleyip, “Türkiye’de 1 Mayıs 24 Nisan’dır” sloganıyla harekete geçmelidir. Ancak bu takdirde 24 Nisan ve demokratikleşme gündeme taşınabilir. Ancak bu takdirde, sınırlı güçler efektif olarak kullanılıp düşmanın en yaralanabilir yerine yığılabilir.
Evet, karşı devrimci 1 Mayıs’a karşı, devrimci 24 Nisan.
24 Nisan’ı 1 Mayıs yapalım.
Bu öneriyi son yıllarda defalarca yaptık ve gereken neredeyse bütün argümanları sıraladık.
Aşağıya bu yazılarımızı koyuyoruz. Yazının sonunda da tam bu konu bağlamında tükenişin bir resmi olarak Sosyalist Yeniden Kuruluş’un örneği gösterilecektir.

24 Nisan’ı 1 Mayıs yapma ya da 1 Mayıs’ı 24 Nisan’da yapma önerimizi ilk kez 1 Mayıs’ın izinli kutlamasından sonra dolaylı biçimde şöyle yapmıştık:

1 Mayıs’a Katılacak Sosyalistlere İki Somut Öneri

“On yıl hapis, çeyrek yüzyıl da sürgün yaşayınca Türkiye’de kitlesel olarak kutlanabilen bir 1 Mayıs’a ilk kez geçen sene katılabilmiştim.
İlginç bir rastlantı sonucu uzun yıllar sonra ilk kez Taksim’de kutlanıyordu. Katılan kitlenin genel karakterini anlayabilmek için bir tek yerde durmayıp Mecidiyeköy’den Taksim’e hızlı yürümüş, sonra da diğer yönlerden gelenleri ve alanda bekleyenleri gözlemeye çalışmıştım. Sonuç olarak izlenimim, 1 Mayıs kutlamasının aslında, sosyalizm ve enternasyonalizm ardına gizlenerek demokratik görevlerden kaçmanın, kaba veya rafine bir ulusalcılığın bir biçimi olduğu sonucuna ulaşmıştım. Güneş’in altında henüz yeni bir şey yoktu. Türkiye’nin solcuları ve sosyalistlerinin gerici milliyetçiliğe teslim olmuşluğu, tüm 1 Mayıs’a katılan kitleye damgasını vuruyordu. Hem sloganlarıyla, hem de katılanların sınıfsal konumlarıyla böyleydi bu.
Bir süre önce Newroz’a da katılmıştım. İstanbul’un en yoksul proleterleri ise Newroz alanında Zeytinburnu’nda bulunuyordu. Gerçekten demokrasi ve enternasyonalizm o ulusal bayramda çok daha fazla bulunuyordu. Tabii gören gözler için.
O günden bugüne değişen bir şey yok.
Üç örnek verelim, yeter.
1)    DTP’nin desteklediği bağımsız adayların veto görmesi üzerine Taksim’de yapılan ve Aksaray’a kadar giden sonunda gaz bombalarıyla dağıtılan protesto gösterisine katılan sosyalist bir arkadaş on bin kişi kadar katıldığını söyleyince, içimden, DTP Türkiyeli sosyalistleri aday gösterdi belki ondan dolayı biraz sosyalistler de katıldığı için böyle kalabalık olmuş olabilir diye düşünüp, “Türk sosyalistleri ne kadardı” diye sorduğumda, “en fazla üç yüz, beş yüz kişiydi” cevabını aldım. Görülüyordu ki Ertuğrul, Sırrı Süreyya ve Levent’in adaylıkları, en liberalleri bile ayağa kaldıran bu haksızlık karşısında Türkiyeli sosyalistlerin Kürtlerin yanında kitlesel bir katılımını sağlamaya yetmemişti.
2)    Birkaç gün sonra yanılmıyorsam Grup Yorum’un konseri olmuş ve ona yüz bin kişinin katıldığından söz ediliyordu. Bu Konser’den birkaç gün sonra da, Facebook’ta yıllar sonra Türkiye’ye dönmüş birisi, Aksaray’da Polis’in Kürtlerin direniş çadırların yaptığı saldırıları anlatırken, birkaç gün önce Grup Yorum’un konserinde yüz binler vardı, burada Polisin saldırısı karşısında Kürtlerin yanında onların binde biri yoktu diye yazıyordu.
3)     Bunlardan birkaç gün sonra da 24 Nisan’dı, Ermenilerin kitlesel katlinin ve bu katliam ile Anadolu’nun Müslüman ahalisinden Türk ulusunun ortaya çıkışının ve yaratılışının yıl dönümüydü. Aslında gerçek demokratik özlemleri yansıtan, sosyalistlere yakışan 1 Mayıs, 24 Nisan’a katılmaktır. Bu devletin, bu ulusun şeref verici nefretini ve şiddetini üzerine çekmektir. Ama sosyalistler, 24 Nisan anması yerine AKP’nin Nükleer santral yapmasına karşı Kadıköy’de eyleme gitmişler. İşin kötüsü, DTP’nin desteklediği sosyalist bağımsız adaylar da 24 Nisan anmalarında olacak yerde, Kadıköy’e gitmeyi tercih etmişler.
4)    Ve 24 Nisan’a gitmeyen sosyalistler şimdi 1 Mayıs’ta Taksim’e akacaklar. Bunun adı da enternasyonalizm ve “emekten yana” olmak olacak!
Şimdi bu emekten yana ve enternasyonalist Türk sosyalistlerine iki önerimiz olacak.
Elbette, 24 Nisan gibi, şu son derece netameli, “iyi saatte olsunlar”ın hışmını insanın üzerine çekme sonucu doğurabilecek; sonra çoğunluğu oluşturan Müslüman kitleler ve milliyetçi orta sınıflarla ters düşme, onlardan tecrit olma gibi bir sonuca yol açabilecek, dolayısıyla onlara sosyalizmi anlatma imkanını ortadan kaldırabilecek konulardan uzak durmayı anlıyoruz. Ne de olsa “kitle çizgisi”, ya da “Suda balık” olmak gibi bir şeyler var. Sudan çıkmış balığa dönmemek gerekir. “Her şeyin zamanı ve yeri vardır”. Hele şu “üçüncü kutup” oluşturulup kitlelere sosyalizm anlatılsın, o zaman bu Ermeni ve Kürt sorunları zaten yan bir ürün olarak kendiliğinden hallolacaktır.
Kürtlere gelince, onlar da zaten Terörist ve de Stalinist, ayrıca Kürt sorunundan söz etmek de, sosyalistleri Türk milliyetçisi Türk işçilerinden ve orta sınıflarından tecrit edip onlara sosyalizmi anlatma imkanını ortadan kaldırır.
Bu gibi kaygıları anlıyoruz. Hatta Kürtlerden ve Ermenilerden uzak durup, Kürtlerin ve Ermenilerin adını anmamayı çok zekice düşünülmüş bir taktik olarak görüyoruz.
Bu nedenle işin içine Ermenileri ve Kürtleri katmadan, hem enternasyonalizmin sembolü ve kanıtı hem de milliyetçiliğe karşı başka bir pratik ve somut bir öneride bulunacağız.
Biliniyor, Türkiye’de yüz binlerce, belki de birkaç milyon, Doğu Avrupa’dan, Afrika’dan ve Asya’dan gelmiş, hiçbir hakkı olmadan, köle gibi boğaz tokluğuna çalıştırılan bir Göçmen İşçiler kitlesi var. Bunlar Türkiye Proletaryasının en alt, kölelik şartlarında çalışan ve yaşayan kesimini oluşturuyorlar. Ne hukuki, ne siyasi, ne sosyal hiçbir hakları olmadığından en kötü koşullarda çalışıyorlar.
İşçi hareketinin ve Enternasyonalizmin klasik temel sloganlarından biri, işgücünün serbest dolaşımı ve bulunduğu ülkedeki tüm siyasal, sosyal ve hukuki haklardan yararlanmasıdır. Bu hem işçilerin arasındaki bölünmeyi kaldırır, hem de iş gücünü, hiçbir hakkı olmayan bir işgücünün “haksız rekabet”inden korur ve işçilerin gelir ve hayat seviyelerinin yükselmesini sağlar.
Bu durumda hem enternasyonalist hem de işçici ve emekten yana şu sloganı bütün 1 Mayıs’ta Taksim’e gelecek sosyalistler yüz binler halinde haykırabilirler:
Türkiye’de bulunan tüm göçmenlere Türk vatandaşlarına has tüm hukuki, siyasi ve sosyal hakların derhal tanınması. Göçmen İşçilerin Köleliğine son!
Hem Enternasyonalist, hem emekten yana, hem işçici, hem Kürtleri ve Ermenileri işe karıştırmıyor, sonra öyle bölünme tehlikesi falan da yaratmıyor. Yani tam da sınıfçı ve de enternasyonalist Türk sosyalistlerinin yüreğine ve ağzına ve 1 Mayıs’a layık bir slogan.
Bu sloganı yüzlerce pankarta, flamaya, bayrağa yazıp yüz binler olarak Taksim’e aktığınızı bir düşünün. Çılgın bir hayal kurun! Çılgınlık sadece burjuvaziye has olmamalı, işçiler ve sosyalistler de çılgın olmalı ve bu çılgın olma hakkını kullanabilmeli.
Afrikalı, Doğu Avrupalı ve Asyalı göçmenlerin kalbinde ve o ülkelerdeki emekçilerin aklında, Fethullahçıların devlet destekli okullarından bin kat daha derin izler bırakırsınız. O çok şikayet ettiğiniz Fethullahçılığa karşı böylece geçekten dünya çapında bir mücadele de yürütmüş olursunuz.
Fehullahçılar o ülkelerin burjuvalarını ve yüksek bürokratlarını ve Türk devletinin iş birlikçilerini yetiştiriyor. Türk sosyalistleri de onların karşısında o ülkelerin işçilerinin içinde enternasyonalist bir örnek aracığıyla sosyalist ve enternasyonalist bir eğitim başlatmış olur.
Ve emin olun, eğer bunu yapabilirseniz, gelecek 1 Mayıs’larda yüz binlerce Göçmen İşçi Taksim’e akacaktır. Taksim’deki 1 Mayıs, gerçekten, burjuvazinin dünya şehri yapmak istediği İstanbul, buna layık, dünya işçilerinin şehri olur ve enternasyonal bir İşçi Bayramı kutlar hale gelir.
İkinci öneri de bu taleple bağlantılı.
Biliniyor Festus Okey diye bir Afrikalı göçmen İşçi Türk Polisince Keyfi bir biçimde öldürüldü ve Türk mahkemeleri bu cinayetin üstünü örtmek ve cezasız bırakmak için elinden geleni ardına koymuyor.
Bu sefer lütfen, Denizlerin, Mahirlerin ve diğer şehitlerin resimleri isimleri ile yürümeyin. Herkes bir sembol olarak Festus Okey’in resmiyle yürüsün. On binlerce Festus Okey resmi olmalı.
Bu da enternasyonalist bir şehit anlayışını yerleştirecektir. Festus Okey de ne Kürt ne de Ermeni. Yani korkacak bir şey de yok, “kitlelerden tecrit olmaya” yol açmaz.
Ayrıca Hem Mahir’i Hem Deniz’i tanımış bir insan olarak, sizi temin ederim ki, onlar bunu kendi anılarına en uygun davranış olarak göreceklerdir, eğer bir öte dünya varsa ve oradan Taksim meydanına bakıyorlarsa. Ektiğimiz tohumlar nihayet yeşerdi diyeceklerdir.
Özetle, çok basit, hem enternasyonalist hem de emekten yana, hem işçi hareketinin geleneğine uygun, hem bugünkü globalleşmeye, hem AKP’ye hem Fethullahçılara, hem de Türk Milliyetçiliğine karşı, hem de Kürtleri ve Ermenileri işe karıştırmayıp, sosyalist yapacağınız kitlelerdeki ön yargılara takılıp sizi tecrit de etmez.
Yani bir taşta on sosyalizm ve enternasyonalizm kuşu vurabilirsiniz.
Çok basit Festus Okey’in resimleri ile ve Türkiye’deki tüm göçmen işçilere derhal Türk vatandaşlarının sahip olduğu tüm sosyal, ekonomik, hukuki ve siyasal hakların verilmesi pankartları denizi.
Bu kadar basit.
Haydi bakalım “Emekten yana”, “Sosyal Cumhuriyet”çi, “Enternasyonalist” Türk Sosyalistleri!
Gösterin kendinizi!
Mahcup edin size şu milliyetçi, ulusalcı diyenleri.
Ve en başta beni.
28 Nisan 2011 Perşembe”
Bu öneri tam bir görmezden gelme ve susuş ile karşılaştı.
Ertesi yıl önerimizi bu sefer direk olarak başka bir yazının içinde şöyle yaptık:

Sosyalistlere Bir Öneri

“23 Nisan çocuk bayramının, kendisinin unutturulması için koyulduğu ve çocukların masumiyetinin de kendisine kurban edildiği 24 Nisan Ermeni Katliamının yıl dönümü yine geliyor.
Sol veya Sosyalist örgütler, artık kendilerinin bile “görücüye çıkmak” diye tanımladıkları, 1 Mayıs gösterileri için kimin nerede nasıl yürüyeceğine, nasıl güçlü ve etkili görüneceklerine ilişkin ince hesaplar ve pazarlıklar yaptıkları toplantıları sürdürüyorlar. Ama 24 Nisan bunların içinde hiçbir yer tutmuyor. Belki bir iki küçük sol örgütün ve birkaç bireyin bir uğraşı olarak kalıyor.
Aslında Türkiyeli sosyalistlerin ve İşçilerin, 1 Mayıs’ın da tıpkı 23 Nisan gibi, 24 Nisan’ı unutturmanın, gizlemenin, gündemden düşürmenin ve bizzat 1 Mayıs’ın kendisini anlamsızlaştırmanın bir aracı haline dönüştüğünü görüp, 1 Mayıs’ı 24 Nisan’da yapmaları ve 1 Mayıs’ı gerçek 1 Mayıs’ın özünde bulunan mesaja tekrar kavuşturmaları beklenirdi. Ama onlar böyle “milliyetçi” dalaşmalarla uğraşmayacak kadar derin “Enternasyonalist”lerdir.
Marksizm’e göre gerçeklik somuttur. Bu her şeyin her an kendi zıddına döneceği, bugün doğru olanın bir anda en büyük yanlış olacağı veya olabileceği anlamına gelir.
Artık 1 Mayıs’ı 1 Mayıs’ta kutlamak, kendi zıddına dönmüş, Türkiye’deki demokrasi, hak ve eşitlik mücadelesine hizmet etmekten çıkmış bulunuyor.1 Mayıs artık açıkça 24 Nisan’ı örtmenin, gündemden düşürmenin, bilinçlerden uzak tutmanın bir aracına dönüşmüşken; 24 Nisan egemenler ve anti demokratik güçler için 1 Mayıs’tan bin kere daha patlayıcı bir özelliğe sahipken; 1 Mayıs’ı 1 Mayıs’ta kutlamakta ısrar etmek, bu politikanın basit bir aracı olmaktan başka bir sonuç vermez.
1 Mayıs’ı 24 Nisan’da yapmalı. En azından demokratlar, sosyalistler, “24 Nisan Ermeni Katliamı en azından vicdanlarda mahkum edilmedikçe, bu topraklarda bir matem ve utanç günü olarak anılmadıkça, 1 Mayıs’ı 1 Mayıs’ta kutlamak bizlere haram olsun” diyerek 1 Mayıs’a gerçek politik anlamını, işlevini; enternasyonalist, demokratik ve eşitlikçi anlamını tekrar kazandırabilirler.
Bu vesileyle tüm Türkiye’nin sosyalistlerini bu konuyu tartışmaya, gündeme almaya ve böyle davranmaya davet ediyorum.
Şu an belki çok geç. Ama hala yapılabilecek bir şeyler olabilir.
Örneğin bu 1 Mayıs’ta 1 Mayıs’ın bütün sloganları, 24 Nisan katliamı üzerine yapılabilir. Örneğin, “Bugün 1 Mayıs değil 24 Nisan!” diye bir slogan bu 1 Mayıs’a damgasını vurabilir. Ve gelecek yıllardan itibaren 1 Mayıs gösterileri 24 Nisan’larda yapılabilir.
*
Ermeni katliamı, kimin ne ölçüde demokrat olduğunu anlamak ve ölçmek için en sağlam ve şaşmaz mihenk taşıdır. Bu nedenle, Türkiye’deki demokrasi mücadelesi, ancak bu katliamın damarı üzerinden yürüyebilir.
Tarih tarihle ilgili değildir. İnsanlar Tarih aracılığıyla bugünün mücadelelerini yürütürler ve geleceğin toplumunu kurarlar. Ermeni katliamını gündeme taşımadan, onun nedenlerini açıklamadan ve bunları mahkûm etmeden, böyle bir tarih okullarda okunur bir tarih olmadan Türkiye’de demokrasiden söz etmek, bir kandırmacaya katılmaktan veya alet olmaktan başka bir anlama gelmez.
O demokratik ülkede ve tarihte, örneğin Türkiye’de Sosyalist ve Komünist hareketin tarihi 1920’de TKP’nin Bakü Kongresi’nde başlamayacaktır, Taşnak, Hıncak, Selanik İşçiler Birliği vs. nin kuruluşu ile başlayacaktır. Mustafa Suphi’lerin yerini Balkanlı sosyalistler, Varteks Efendi’ler, Tigran Zevan’lar alacaktır. Modernleşme ile gelen Demokratikleşme mücadelesi Şinası, Namık Kemal, Ziya Paşa vs. ile değil; Velensinli Rigas ile başlayacaktır örneğin. İlk roman, ilk tiyatro, ilk sinema, Müslümanlık ve Türklük üzerinden değil; Osmanlı’da en azından Tanzimat’tan beri, tüm yurttaşlar kanun önünde eşit olduğuna göre, İlk Rum veya Ermeni veya Balkanlı yazarların eserleri ile başlayacaktır.
Böyle bir Tarih olmadan, bir demokrasi hareketi ve demokratik bir ülke düşünülemez ve de Kürt ve Türklerin birbirini boğazlamasının önüne geçilemez. Türkler ancak birer Türk olmaktan çıkıp birer Demokrat haline dönüştüklerinde Türkiye denen yerlerde Demokrasi olabilir.
Bunun ilk koşulu da, Türklerin kendi Türklüklerine karşı mücadelesidir. Hz. Muhammet’in dediği gibi, kendi nefsine karşı savaş, savaşların en kutsalıdır ve en zorudur. Türklerin kendi Türklüklerine karşı savaş ta böyle kutsal ve zor bir savaştır. Ve bu savaş, her şeyden önce Tarih ve Kavramlarda verilir. Türkler Türklüğe karşı bir savaş içinde demokrat olabilirler.
Ve bu savaş sadece Tarih’te olmaz. Kavramlarda da yürütülmek zorundadır. Evet kavramlarda.
O tarih ile birlikte dilin ve kavramların da değişmesi gerekir.
Ermeni Katliamı, Ermeni Katliamı değil, İttihat Terakki’nin Babıali Darbesi ile (hatta Askeri Bürokratik oligarşinin 1908 ile) başlayan Demokrasinin yok edilmesi savaşının, karşı devriminin en zirve noktasıdır, demokrasinin son kalıntılarının ve toplumsal dayanağının katledilmesidir. Yani sadece bir katliam değil, bir karşı devrimin; halk hareket ve örgütlenmelerinin ezilişinin zirvesidir. O zaman Tarih: 1908, Babıali Darbesi, Ermeni Katliamı şeklindeki bir karşı devrimler zinciri olarak görülür. Buna bağlı olarak, bir karşı devrim olarak tanımlanmaya başlar örneğin.
“Ermeni Diasporası” “Ermeni Diasporası” değil; Anadolu’nun Diasporası’dır, bizlerin, bugünkü Türkiye’nin diasporasıdır örneğin. Her sözün, her kavramın yeniden tanımlanması gerekecektir.
Sosyalistler tekrar eski itibarlarına ve toplumun gündemini belirleme güçlerine ancak böyle radikal bir demokrasinin teorik ve kavramsal öncüleri olarak; politik öncüleri olarak yeniden kavuşabilirler. Ama bütün bunları yapabilmeleri için de önce Türklüklerine karşı mücadeleye girip, demokrat olmaya başlamaları gerekiyor. Sanılanın aksine, Türkiye’nin anarşistleri de, komünistleri de, kendi öznel yargıları ve özlemleri tersi olsa bile, nesnel olarak demokrat bile değillerdir. Hepsi Türk milliyetçisidir.
Onlar öylesine gerici bir milliyetçilik anlayışına sahiplerdir ki, örneğin Ermeni katliamının tanınmasını veya Kürtlerin ayrı devlet kurmalarının veya bireysel haklarının tanınmasının veya bir Türk tarafından savunulmasının milliyetçilik olmadığını düşünürler.
Onların anlamadıkları şu basit gerçektir, uzun vadeli Türk ulusunun genel çıkarlarını düşünen bir Türk milliyetçisi de pek ala Kürtlerin haklarını savunabilir ve bunun için mücadeleye girebilir. Bunun milliyetçilikle çelişen hiçbir yanı yoktur. Bir ulusun çıkılarlarının daha akıllıca savunusundan başka bir şey değildir bu. Bu henüz demokrat olmak bile değildir.
Ermenilerden özür dilemek Türk milliyetçiliği ile çelişmez aksine ancak Türk milliyetçileri sorunu böyle koyarlar. Ve zaten bunu isteyenler Ermeni ve Türk milliyetçileridir. Bunun demokratlıkla ilgisi yoktur. Demokrat sorunun böyle koyulmasının milliyetçilikle çelişmediğini gören ve gösterendir.
Demokrat olmak için önce ulusun veya ulusların bir dille, bir dinle, bir soyla tanımlanmasına karşı mücadele etmek gerekir. Yani Demokrat olmak için örneğin Kürtlerin haklarını veya Kürtlerin ayrı bir devlet kurmasını savunmak yetmez; Türklüğün politik bir anlamı olmaktan çıkmasını; yani ulusun Türklükle tanımlanmasına karşı bir mücadele içinde olmak ve bunu reddetmek gerekir.
Böylesi yok. Bu nedenle Türkiye’de demokrasi ve demokrat da yok. Bu nedenle sosyalistler de Anarşistler de aslında birer milliyetçidirler. 21. Nisan. 2012, (Demir Küçükaydın, (Sarkis Hatspanian’ın “Hocalı Katliamı” ile İlgili Yazısı, Gazi Katliamı, Ergenekon, Gün Zileli ve Milliyetçilik Üzerine)
Bu öneri de görmezden gelindi. Bırakın tartışmayı, kimse adını bile anmadı.
Geçen senenin sonuna doğru Sosyalist Yeniden Kuruluş denen örgüte girdik ve orada bu öneriyi tekrar şöyle yaptık:

Politik Bir Profil İçin Öneri: “24 Nisan’ı 1 Mayıs Yapalım”

“Değerli Arkadaşlar,
Geçen Çarşamba (21.11.2012) Kadıköy’de yaptığımız toplantıda bazı arkadaşlar, bizlerin diğer sol örgüt ve akımlardan ayrılığımızı ve politik profilimizi gösterecek bir şeyler yapmamız gerektiğini; örneğin kampanyalar yapmamız gerektiğini belirttiler. Ancak konu üzerinde özel bir gündem olmadığından elbette görüşülmedi ve bu eksiklik ve istek belirtilmekle birlikte somut bir öneri de gelmedi.
Bunun üzerine benim bu konuda bir önerim var, düşünelim ve tartışalım, Olgunlaştıralım dedim ve kısaca önerimi “24 Nisan’ı 1 Mayıs Yapalım” parolasıyla ifade edip, bunun hem bu amaca hizmet edeceğini hem de Türkiye’deki demokrasi mücadelesine büyük katkısı olacağını ifade ettim.
Bunun üzerine Erdal Kara arkadaş, bu konuyu daha ayrıntılı yazmamın iyi olacağını söyledi.
Ben de şimdi aşağıda bu önerimi, şimdi kısaca özetleyip, tartışılmak ve olgunlaştırılmak üzere, bütün SYK kamuoyuna iletiyorum. Tartışılması dileğiyle. Gelen itirazlar ve tartışmalara göre görüşümü daha ayrıntılı açıklarım ve hep birlikte olgunlaştırabiliriz.
Niçin “24 Nisan’ı 1 Mayıs Yapalım” ya da “1 Mayıs’ı 24 Nisan’da yapalım” kampanyası?
Şu nedenle, bizler bu parolayı ortaya atıp solun ve Türkiye’nin gündemine soktuğumuz ve tartıştırabildiğimiz noktada herkes bize karış çıksa ve küfretse bile biz kazanmışız; gündemi biz belirlemişiz demektir. Ve bu gündem, Türkiye’deki mücadelenin boğayı boynuzlarından yakalaması; güçlerin en irisini düşmanın en can alıcı yerine yığması anlamına gelir. Ve stratejik olarak da çok doğru bir hamle anlamına gelir.
Bugünkü gücümüzle, (sadece fiziki güçten, örgütsel güçten söz etmiyorum; entelektüel ve teorik güçten de söz ediyorum) Türkiye’de büyük etki sağlama; solun gettosunun dışına çıkma şansımız yoktur. Hatta o gettoda bile ciddiye alınma şansımız azalmaktadır. Onların günlük gazeteleri var; bu yayınlar atılım üstüne atılım yapıyorlar (Birgün yeni atılımda; Sol günlük çıkmaya başladı; Evrensel ve Hayat TV bir şekilde oturmuş gidiyor). Ayrıca Şehir küçük burjuvazisi giderek Kürtlere yaklaşıyor ve muhalefetini sertleştiriyor.  Zaten bu hareketlerin de Kürtlere yaklaşması ve atılımları bunun bir ifadesi olarak da okunabilir. Bütün bunlar da onlara yeni ve taze güçle getiriyor. Yani ne entelektüel ve teorik gücümüz var; ne politik, ne de örgütsel? Ertuğrul Kürkçü de olmasa aslında sıradan bir sol örgütüz arada bir yerlerde.
Ama bugünkü gücümüzle, bu sorunu Türkiye’nin sosyalistlerinin ve sol kamuoyunun gündemine ve tartışmasına sokabiliriz. Onları bu öneri karşısında tavır almaya zorlayabiliriz. Bunu yaptığımız an zafer kazanmışız demektir. Zafer sizin önerinizin kabul edilmesi değildir; sizin önerinizin veya sizin tartışılmanızdır.  Herkes size karşı çıksa hatta küfretse bile size karşı çıkıyor ve küfrediyorsa ve siz esas olarak doğru bir pozisyondaysanız, siz kazandınız demektir. Gerisi zadece basit bir zaman sorunudur.
Bu mümkündür. Bunu yaptığımız an. Hem sosyalistler olarak Türkiye’deki Demokrasi mücadelesinin önüne geçmiş; bu mücadeleyi liberallerin tekelinden kurtarmış oluruz; hem de ulusalcı sosyalistlerle ve sosyalizmle ciddi bir mücadeleye başlamış oluruz. Onları köşeye sıkıştırırız.
Ulusalcı sosyalistler (EP’den TKP’ye, Halk Evleri’ne ve ÖDP’ye kadar) bu öneri karşısında sustukları veya karşı çıktıkları takdirde anti demokratik, ulusalcı nitelikleri; kendileri hakkındaki iddialarıyla gerçek tutumları arasındaki çelişki ortaya çıkar. Buda onların çoğunda patlamalara yol açar.
Ama bu aynı zamanda, liberallerin elindeki silahı alır. Çünkü liberaller gerçekten demokratik özlemliler üzerindeki hegemonyalarını sosyalistlerin demokratik mücadeleye karşı ilgisizliklerinde hatta karşı duruşları sayesinde sürdürmektedirler. Bu ikisi arasında aslında zımni bir çıkar ve kader ortaklığı vardır. Bizlerin sosyalistler olarak demokratik bir mücadelenin önüne geçmemiz, liberallerin silahlarını elinden alır; onları açmazda bırakır.
Liberaller ve Ulusalcılar, eğer pratik olarak önerimizi destekler ve yanımıza gelirlerse; yani 1 Mayıs’ta alanları dolduranlar 24 Nisan’da alanlara akarlarsa; Türkiye’de gerçekten zihinlerde devrim gibi bir şey olur. Demokratik mücadele müthiş bir yol kat etmiş olur. Ulusalcılar ve Liberaller aslında ellerinde olmadan demokratik mücadelenin aracı işlevi yüklenmiş olurlar nesnel olarak.
Ama gelmezlerse ve karşı çıkarlarsa, bu sefer kendi gerici ve anti demokratik yüzleri ortaya çıkar ve şimdiye kadar sürdürdükleri oyunları bozulur.
Böylece hem sosyalist hem de demokratik mücadelenin öncüsü bir profil elde edilmiş olur.
Ancak bu aslında bir yan üründür. Esas olarak tahmin edilemeyecek kadar büyük başka kazanç ve ilerlemeler olur.
Bir kere, böyle bir öneri, ister istemez Ermeni katliamını gündeme getirecektir. Bu konunun sadece gündeme gelmesi bile müthiş bir devrimci ve demokratik bir potansiyele sahiptir. Çünkü bu konu tüm kavramları ve tarihi yeni baştan tanımlamayı gerektirir. Bu ise entelektüel hayatın gündemini belirlemek demektir. Yani ideolojik egemenlik demektir. Herkes bize küfretse, önerimize karşı çıksa bile, bizim dediğimizi tartıştığı için, ideolojik egemenliğiniz altına girmiş olur. Böylece sol ve demokratik güçler tekrar etki entelektüel ve yaratıcı gücünü kazanmaya; entelektüel ve teorik hayat üzerindeki ölü toprağını atmaya başlar.
Böyle bir kampanya, bir demokratik hareketin şekillenmesine ve radikal bir demokratik hareketin programının gerçekten ne olması gerektiği tartışmasına yol açar. Bu dinamizm bir süre sonra Kürt hareketi üzerinde etkisini gösterip, orada da Türkiye’de bir demokratik hareketin yokluğu nedeniyle tek ayakla yürümek zorunda kalmış; gerici milliyetçilerin elinde bir rehin durumunda bulunan demokratik kanadın tekrar güçlenmesine ve canlanmasına yol açar. Bu da karşı olarak buradaki demokratik harekete güç verir.
Ama asıl önemlisi, böyle bir öneri ve tartışma karşısında; CHP ve AKP; Burjuvazi ve Askeri Bürokratik Oligarşi; Ulusu İslam’la tanımlayan Gerici Milliyetçilik ile Ulusu Türklükle Tanımlayan gerici milliyetçilik tek bir cephe olacaklardır. Bu öneri karşısında bütün gerici yüzleri ortaya çıkacaktır. Bu durumda biz biricik demokratik muhalefet odağı olarak kalırız.
Yani bu öneri, sadece sosyalistlere karşı bizim profilimizi pekiştirmez; Bütün diğer büyük partiler karşısında da bir alternatif kutup olarak öne çıkmayı sağlar.
Bu fiilen Türklerin Türklükle mücadeleye başlayıp birer demokrata dönüşmesi anlamına gelecektir.
Türkler demokrat olmadan; yani ulusun Türklükle tanımlanmasına karşı mücadeleye; kendi imtiyazlarına karşı mücadeleye girmeden; yani Türklüğün hiçbir politik anlamı olmayan özel bir sorun olmasını savunmadan birer demokrat olamazlar ve demokrata dönüşemezler. Böyle bir kampanya aynı zamanda bu dönüşümün; Türklerin kendi nefislerine karşı mücadelesini başlatıp Türklerin demokratlara dönüşmesinin yolunu açar.
Türkler demokrat olmadan ise ne Türkiye demokrat olabilir ne de Kürtlerin demokrat olması için yol açılabilir. Türkler demokrata dönüşmeden ise bir Kürt Türk boğazlaşması kaçınılmaz olmaktadır giderek ya da bu boğazlaşmayı askeri bürokratik oligarşi kurtarıcı gibi gelerek engeller ve ömrünü bir elli yıl daha uzatır.
Ama sadece bu kadar da değil. Böyle bir kampanya aynı zamanda bir strateji ve program tartışması; tarih tartışması başlatır. Türkiye’nin entelektüel hayatı tekrar canlanır.
Ama esas önemlisi, bizleri eğitir; bizleri dönüştürür. Bizim bütün programatik, stratejik, örgütsel sorunlarımızı aşmamızın yolunu açar.
*
Bu vesileyle aşağıya aklıma gelen birkaç başka argümanı koyayım. Zamanım olmadığımdan şimdilik bir başlangıç olarak. Tartışma zemini olsun diye.
1 Mayıs’ın anlamını yitirmesine karşı da bir argümandır.
1 Mayıs artık, gerçek politik anlamını yitirmiş; solun “görücüye çıktığı” bir gün olmuş; bir karnaval veya festivale; Türkiye’deki sistemin anti demokratik özünü gizleyen; o sistemi korumanın ve sürdürmenin bir aracına dönüşmüş bunmaktadır.
Nasıl İstiklal Caddesi bir vitrinse, orada her gün yürüyüş yapanlar bu vitrindeki “demokrasi mankenleri” olmaktan öteye gidemiyorlarsa öyle. 1 Mayıs, “İstiklal Caddesi Demokrasisi” oyununun tüm sosyalistlerin oyuncu olarak katıldığı bir tek günde yoğunlaşmış biçimidir. Bu oyuna katılmamak ve onu bozmak boynumuzun borcudur.
Bu oyunu bozmanın, teşhir etmenin bir tek yolu var. Türk devletini ve Türklüğü var oluşundaki katliamla yüz yüze getirmek. Suskunluğu kırmak. Ermeniler ve Rumlar ve diğer Hıristiyan halklar katledildiği için Türkler ve Türklük var.
Öte yandan ulusun Türklükle tanımlanmış olmasına karşı savaşmadan bir demokratik hareket oluşamaz ve bir Kürt-Türk savaşı ve katliamlar engellenemez; hatta Orta Doğu’nun giderek tümüyle Lübnanlaşması engellenemez.
*
 1 Mayıs’a gerçek mücadeleci anlamını vermek; Demokrasi ve sosyalizm mücadelesinin bir aracı yapmak.
1 Mayıs’ı 24 Nisan’da yapmaktan daha fazla, 1 Mayıs’ın ruhuna ve anlamına uygun ne olabilir?
Enternasyonalist dayanışma ise eğer 1 Mayıs’ı anlamı, bundan daha enternasyonalist ne olabilir?
*
Bir tarih tartışması başlatmak ve demokratik bir tarih yazmak!
Her hareket, her din, yani bir gelecek ya da toplum tasavvuru, her program önce bir geçmiş, yani Tarih kurar. Yani öncelikle yeni bir tarih yazar ve o tarih üzerinden bir program ve toplum tasavvuru ve gelecek kurar. Gelecek geçmişte kurulur. Geçmişi kurmadan geleceği kurmak mümkün değildir.
Kaos, Kronos, Zeus üzerinden bir tarih ile diyelim ki Hıristiyanlık egemen olamazdı. Önce kendi tarihini yazmıştır: Adem, Havva, Habil, Kabil, Nuh, İbrahim, Musa, İsa diye. Bu tarihin zihinlerdeki adım adım egemenliği Hıristiyanlığın egemenliğini getirmiştir. Bütün din kitapları aslında bir tarih kitabıdır ve tam da bu nedenle yeni bir düzen ve gelecek kurabilmişlerdir. Kuran da öyledir.
Aydınlanma egemen olabilmek için, Peygamberler ve Kutsal kitaplar tarihi yerine, Antik Roma ve Greklerin aydınlığı; Ortaçağın karanlığı türünden başka bir Tarih yazmış; bu tarihin zihinlerdeki egemenliği ile modern toplum düzenini ve egemenliğini oturtabilmiştir.
Ulusçuluk egemen olmadan önce ulusların tarihini yazar; ulusları yaratır ve öyle egemen olur. Türklerden önce Türk Tarihi kurulmuş, bunun üzerinde Türk Ulusu ve Devleti oluşmuştur. Aynı şey şimdi Kürtlerde görülmektedir. Medlerden, Karduklardan, Selahhatin Eyyübilerden gelen bir Kürt tarihi yazılmakta ve Kürt devleti ve ulusu oluşturulmaktadır.
Abdullah Öcalan’ın neredeyse yazdığı bütün kitaplarının Tarih kitabı olması bir rastlantı değildir. Abdullah Öcalan’ın yazdığı Kürt tarihinin diğer Kürt tarihlerinden veya Türk ulusunun tarihinden farkı; Kürt tarihinin içini demokratik unsurlarla doldurmasındadır. Savaşlarla, devletler kurmakla vs. övünen Türk ve diğer Kürt tarihçiliğinin aksine; Öcalan’ın tarihi Kadınların komündeki konumuna; neolitiğe; peygamberlerin eşitlikçi ve reform anlamına gelen düzenlerine, Rönesans’a, aydınlanmaya, sosyalizme sahip çıkarak bir tarih yazar ve demokratik özünü böyle ifade etmeye çalışır. Bütün sahiplenip öne çıkarmak istediği bu demokratik özüne rağmen; bir Kürt tarihi olarak kalır ve Kürt Hareketinin bütün çelişkisini dışa vurur bu tarihçilik. Demokratik bir özü gerici bir biçim altında verme çabası.
Ne var ki, Türkiye’deki demokratik ve Sosyalist hareketin de bir demokratik tarihi yoktur. Türkiye’deki demokratik muhalefetin de yaptığı özünde aynı türden bir tarihçilik olmaktan öteye gidememiştir. Türk tarihini, Baba İshak, İlyas, Bedredettin  gibilerle halkçı ve eşitlikçi bir özle doldurma çabasıdır ama bu tarihçilik de bir Türk tarihçiliği olmaktan çıkmaz. Hatta bu tarihçilik çok cılız ve çapsız olduğu için bütün cılızlığını ve çapsızlığını Türkiye’deki Demokratik ve sosyalist harekete de vurur.
Kıvılcımlı’nın Tarih Tezi bile, bir tarih yazımının aracı olduğunda o metodolojik değerini yitirip, Türklüğe ilkel komünizm aşısı yapmaktan öteye gitmez. Hatta Öcalan’ın yazdığı tarihin esin kaynağı bile budur.
Yani Türkiye’de demokratik bir Tarih yoktur, yazılmamıştır ve bu nedenle de demokratik bir hareket yoktur veya yok kertesindedir. Sosyalistlerin tarihçiliği ise; Türk tarihine eşitlikçi veya sosyalist bir renk vermekten ve Türk tarihçiliği olmaktan öteye gitmez.
Sosyalist ve Marksist hareket de, bir program ve gelecek tasavvuru olarak çıkarken, önce bir tarih olarak ortaya çıkmıştır. Tarihsel Maddeciliğin; yani başka bir tarih anlatısının Marksizm’in diğer adı olması bir rastlantı değildir. Marksizm de bir Tarih olarak doğmuştur. Alman İdeolojisi, bir tarih anlatımıdır. Daha doğrusu bunun yöntemidir. Komünist Manifesto, söze, “Şimdiye kadar bütün toplumların Tarihi” diye başlar, bir tarih anlatır. Ve bir tarih anlattığı için; bir tarih anlatabildiği ölçüde geleceği kurmaya başlar.
Marksizm’in itibarını ve entelektüel gücünü yitirişi bu tarihin artık yetersiz olmasıyla da ilgilidir. Sık sık, bir ütopyamızı olmadığından söz edilir oldu, programsızlığın ifadesi olarak; ama bu söz “Ütopya”nın tarihte yazıldığını bilemeyecek kadar tarih bilincinden yoksun olduğundan, aslında  “Bir tarihimiz yok” demesi gerekirdi.
Sosyalist hareket ancak, Marks ve Engels’lerin yazdığını da kapsayan ama onu aşan bir tarih yazmaya başladığında; yani başka bir tarih anlattığında ancak tekrar eski gücünü ve geleceği kurma kapasitesini kazanabilir. Marksizim geleceği kurma yeteneğini geçmişte yitirmiş; geçmişi kuramadığı için geleceği de kuramaz hale gelmiştir. Bu nedenle tarihe ve metodolojisine ilişkin sorunlar aslında geleceğin nasıl kurulacağına ilişkin sorunlardır.
Türkiye’de Demokratik bir tarih yok; Dünyada sosyalist bir tarih yok. Bu nedenle Türkiye’de demokratik bir hareket bile yok; Dünyada sosyalist bir hareket yok. Ve tam da bu nedenle demokratik bir program ve sosyalist bir program ve hareket yok.
*
Marksizm Aydınlanma’nın tarihine karşı başka bir tarih yazmamıştır. Aydınlanma’nın anlattığı tarihi kabullenip onun içine sınıf mücadelesini katmakla yetinmiştir. Yani Öcalan’ın ya da Türk sosyalistlerinin Kürt ve Türk tarihi içinde yaptıklarını veya yapmaya çalıştıklarını; Aydınlanma’nın yazdığı tarih içinde yapmaya çalışmıştır. Aydınlanmanın yücelttiği Antik Yunan ve Roma’ya Kölecilik; karanlık Ortaçağa Feodalizm; Aydınlanma’ya da Kapitalizm demiş ve İşçi Sınıfın koymuştur ama bu tarih anlatısının kendisini sorgulamamıştır. Zeus’un yerini Allah ve Ademin alması türünden; veya peygamberler tarihinin (Ahdi Atik veya Kuran) yerini Klasik uygarlıklar Ortaçağ karanlığı ve tekrar Aydınlanma tarihinin alması türünden bir kökten değişiklik değildir bu. Anlatılan tarih ve paradigmaları sorgulanmaz; sadece içeriğe başka anlamlar yüklenir.
Bunun yetersizliğini sezen Kıvılcımlı’nınki gibi çabalar da bu tarih anlatısını aşamadığı gibi; işin kötüsü; Türklüğü ve Türk tarihini sorgulamadığı; demokratik bir tarihçilik olmadığı için; Türk Tarihine eşitlikçi ve halkçı bir aşı vurmaya kalkmaktan ötesine gidememiştir. Ve bu nedenle bir rastlantı değildir, bu tür tarihlerden faşizme yakın kimi hareketlerin çıkması.
Örneğin Türklerin Müslüman olmasından; Orta Asya’dan gelen Türk boylarının fetihlerinden söz ederek başlar Kıvılcımlı. Aslında anlattığı bir Emin Oktay tarihidir. Bütün sosyalistler de aynı tarih kavrayışındadır. Ama Türkler Müslüman olmamıştır; zaten olamaz da, böyle bir şey mümkün değildir, çünkü masa ahlak olamaz. Böylesine bir kategorik yanlıştır. İnsanlar bir dinden diğerine geçebilir ama bir dili konuşmayla veya belli bir yaşam tarzını sürdürmekle ilgili bir kategoriden başka bir kategoriye; dine geçemez.
1071’de Türkler Anadolu’yu feth etmemiştir, çünkü o zaman Türkler yoktur. Binlerce yıldır süregelen Akdeniz ve İran Uygarlık anlarındaki imparatorlukların gel gitleri vardır. Selçukluların barbar aşısıyla ve İslam’la gençleşmiş Pers uygarlığının tekrar Roma’yı Ege kıyılarına kadar geriletmesi vardır. Daha sonra aynı taze aşıyı alan Roma’nın; Pers uygarlığını Şimdiki İran Türkiye sınırına kadar sürmesi gerçekleşecektir.
Osmanlı Bir Türk devleti değildir; Üçüncü Roma’dır.
Meşrutiyet bir devrim değil bir karşı devrimin başlangıcıdır.
Bütün bunlar uzatılabilir.
Ama bizlerin tarih anlayışı, Türk ulusçularının yazdığı tarihin ötesine gitmemiştir.
Neden böyledir, Marksizm’in bir ulus teorisi olmadığından ulusal tarihleri aşamamış; bir de Din teorisi olmadığından; Aydınlanma’nın tarihçiliğini aşamamıştır. Yani bugün ne demokratik bir tarih vardır Türkiye çapında mücadeleyi ve programı yerleştirecek; ne de sosyalist bir tarih, tarihi dinler tarihi olarak anlatan bir tarih vardır dünyada sosyalizme yeniden güç verecek ve bir program oluşturmayı sağlayacak.
İşte “24 Nisan’ı 1 Mayıs yapalım” kampanyası; bir demokratik tarih yazımının; bunu toplumun gündemine getirmenin; ve bunu yaparken bizlerin de bir demokratik tarihin ne olduğunu öğrenip onu yazmaya başlamamızın; yani Demokratik bir hareketi ve programı oluşturmaya başlamamızın arcı olabilir.
Ulusçuluğun tarihini reddeden ve sorgulayan Demokratik bir tarihi yazmaya başladığımızda da ister istemez Aydınlanma’nın tarihini reddeden ve sorgulayan bir sosyalist tarih yazmaya başlamak zorunda olduğumuzu göreceğiz ve onu da yazmaya başlayacağız.
Şimdi bütünüyle Politik profil oluşturma sorununa ilişkin bir öneriye böyle Tarih ve Zeuslarla başlamak garip gelebilir ama işte tam da anlaşılmayan ve teori ve politika ilişkisinin koptuğu yer burasıdır.
Bugün Türkiye’deki bütün sosyalist hareketler demokratik bir karakterden yoksundur. Çünkü demokratik bir tarih kavrayışları yoktur. Bu nedenle demokratik değillerdir.
Ulusu bir dil, din, etni, soy, sop ile tanımlamış bir demokrasi olamaz. Bir ulusu, bir dille, dinle, soyla, tarihle tanımadığınız andan itibaren; o topraklar içinde o tanıma uymayanları fiilen baskı altına almış olursunuz.
O halde demokratik bir program her şeyden önce; insanların dili, dini, etnisi, soyu, sopu, tarihi vs. ne olursa olsun en azından biçimsel olarak eşit olmasını savunmayı gerektirir.
Türkiye ve Orta Doğu’da demokratik bir hareketin olmazsa olması budur. Demokratik bir hareket ve eşitlik olmadan da sosyalist bir hareketin olması; işçilerin birliğinin sağlanması olanaksızdır. Bir takım insanların dilinden, bir kısmının dininden; bir kısmının cinsinden vs. ezildiği bir ülkede işçiler birleşemez.
Ama bunu savunabilmek için de önce demokratik bir tarih yazmak gerekir. Yani Türklerin tarihi olmadığına dair bir tarih gerekir. Türklerin tarihinin Türk devletinin Yirminci yüzyılın başında kurulmasıyla ve Ermeni ve Rum katliamlarıyla başladığına dair bir tarih gerektirir.
İşte “1 Mayıs’ı 24 Nisan’da yapalım”, başka bir tarih yazımını başlatacaktır. Ulusçuluğun tarihine karşı demokratik bir tarih; Ermenilerin; Kürtlerin; Türklerin tarihi olmayan; başka kategorilerle yazılan bir tarih.
Ama bu “Başka kategoriler” aynı zamanda sosyolojik temel kategoriler olacaktır. Bu kategorilerin ne olduğu üzerin bir tartışma Marksizm’in anlaşılmasını ve geliştirilmesini getirecektir.
Böylece teorik eğitim bakımından da müthiş önemi olduğu ortaya çıkar bu önerinin.
Keza sosyalist hareketin tarihi de Mustafa Suphilerle başlayan; Bakü Kongresi ile Başlayan bir tarih olmaktan çıkıp; yani Türk sosyalistlerinin tarihi olmaktan çıkıp; Demokratik bir tarih; Velensinli Rigas, Selanik İşçileri; Blagoev, Varteks Efendi, Tevfik Fikret vs. ile başlayan bir demokratların tarihi olmaya başlayacaktır. Sosyalistler Türk olmaktan çıkıp demokrat oldukça daha sosyalist olmaya başlayacaklardır.
25 Kasım 2012 Pazar”
Bu öneriyi Sosyalist Yeniden Kuruluş ne gündemine aldı, ne de gündeme getirmeye çalıştı. Aksine bürokratik bir keyfilikle engelledi, görmezden geldi.
Bir parça demokrat, bir parça devrimci, bir parça henüz ruhunu şeytana teslim etmemiş, konformistleşmemiş, bir parça sosyalist bir önderlik, bu önerinin üstüne atlar, burada sayılan olanakları görür, tüm örgütü bunu tartışmaya çağırır, bu konuyu tartışma gündemine sokmak için çaba harcardı böylece kendi üyelerinin sosyalist ve demokratik eğitimini de sağlamış olurdu, kabul edilirse de aynı şeyi bütün sosyalist ve demokratların gündemine ve tartışmasına getirmek için girişim üstüne girişim yapardı.
Bu takdirde şansı hiç de az olmazdı. Ertuğrul Kürkçü gibi vekiller, HDK aracılığıyla diğer sosyalistlerle ve Kürt Hareketiyle bağlar müthiş bir avantaj oluşturuyordu.
Ama bu küçük örgütlerin başına geçmiş bürokratlar oligarşisi, bu ruhsuzlar sanki böyle bir öneri yokmuş gibi yapıp üzerini örtmeyi kar bildiler.
Yine de yılmadık. Bu sefer ikinci bir yazı yazdık, belki derdimizi anlatamamışızdır diyerek.

SYK’nın Politik Profili İçin Bir Kampanya Önerisi Hakkında Ek Açıklamalar

“24 Nisan’ı 1 Mayıs Yapalım” şeklinde bir kampanya ve tartışma başlatma önerisi yapmıştım. Buna şimdiye kadar hiç kimseden bir itiraz gelmediğine göre; sükût ikrardan gelir diyerek kabul görüyor diyelim.
Ancak bu öneriye ilişkin bazı konuşmalardan önerimin yeterince anlaşılmadığını daha doğrusu benim iyice açıklayamadığımı fark ettim. Bunda yaygın ve üzerine düşünülmemiş kabullerin de bir etkisi var tabii. Söylediklerim ve önerilerim var olan ve yaygın paradigmalar içinde değerlendirildiğinden anlaşılamayabiliyor.
Bu nedenle bazı açıklamalar yapmam gerekiyor.
Mesela bir toplantıda işçiler içinde çalışan bir arkadaş; “biz orada soykırımdan falan söz edemeyiz” demiş.
Bu yaklaşımın doğruluğu yanlışlığı ayrı bir sorun olmakla birlikte, ben böyle bir öneride bulunmadım.
Benim önerimi özü, sosyalistleri, demokratları, entelektüelleri, 1 Mayıs’ı 24 Nisan’da yapma üzerine bir tartışmaya çekmektir. Bunun yapılıp yapılmaması bile değildir. Hatta yeterince güç yoksa yapılmayabilir. Bu devletin bu konuda nasıl ezici bir tavır takındığı bilinmeyen bir şey değildir. Savaşı elbette düşmanın istediği koşullarda değil; kendi istediğimiz koşullarda yapmalıyız.
Benim önerimin özü, böyle bir tartışma aracılığıyla konuyu gündeme getirmektir. Tartışmaya sokmaktır.
Bu hayati bir halkadır.
Bir taşta birçok kuş vurmayı sağlar.
Birincisi, daha önce belirtmediğim bir yan. Bütün sol ve aydınlar aynı konuyu tartışır olacaktır. Bu Türkiye’de 60’lardan beri olmayan bir durumdur. Son yıllarda, günlük aktüel politika konusunda ortak tartışmalar yapılıyor ama bunlar diyelim ki şimdi milletvekillerinin dokunulmazlığı; geçen haftalarda açlık grevleri vs. idi. Ama solun kendisi ortak bir strateji ve program tartışması yapmıyor.
1960’larda ise, sol hem ortak tartışma konularına sahipti, hem bu ülke gündemini belirliyordu. Tam da bu nedenle siyasi ve teorik seviye hızla gelişim kaydediyor; herkes sosyalistlere saldırsa bile genel bir hegemonya oluşturuyordu sol.
Şimdi ise bizlere saldırılmıyor bile. Bizler polisin saldırısıyla uğraşıyoruz genellikle. Esas aydınların, gazetelerin vs. bizlere saldırmasını sağlamak gerekiyor.
Böyle bir tartışma gündeme sokulabilirse, bu ortak tartışma örgütlere göre bölünme çizgilerini kesen başka bölünmelere yol açar. İşte o zaman tekrar sol farkına varmadan ortak sorunlar karşısında bölünerek; örgüt çizgilerine denk düşmeyen çizgilerle bölünerek birleşmiş olur. Bundan sonra fiili bir birleşmenin koşulları yaratılmış olur. Gerçek birleşme ve kaynaşmalar böyle olur, yoksa örgütlerin bir araya gelmeleriyle değil. Onlarla belki bir başlama vuruşu yapılabilir.
İkincisi, sosyalist hareketin tarihini ve bunun ulusçulukla ilişkisini sorgulama olanağı yaratır. Bu da sosyalistlerin teorik olarak gerçekten Türk milliyetçiliğinin izlerinden kurtulmasını sağlar.
Şunu unutmayalım ki, 24 Nisan’da İstanbul’da alınan aydınların önemli bir bölümü sosyalist idi. Bunlar sadece Ermeniler değil; sosyalistlerin kurbanları olarak da görülmelidir. Mustafa Suphilerin ölümü her yıl anılıyor. Onlar Türk’tü hatta bir kısmı Türk milliyetçisiydi. Komünist hareketin tarihini Suphilerle, Bakü ile başlatan sosyalist tarihçilik, Türklüğü ve Türk milliyetçiliğini yeniden üretir. Katledilen Ermenileri, sadece Ermeni olarak değil aynı zamanda sosyalist olarak anmaya başladığımızda; tarihimizi oradan başlatmaya başladığımızda yavaş yavaş Türk olmaktan çıkıp birer demokrat olmaya başlayabiliriz. O zaman milletin ve milliyetçiliğin ne olduğunu anlamaya ve anlatmaya başlayabiliriz.
Böylece 1 Mayıs, bu topraklardaki gerçek anti ulusçu özelliğine kavuşmaya başlar.
Üçüncüsü, benim önerimde hedef, Ermeni soykırımının tanınması; Ermeni katliamına soykırım denmesi gibi liberallerin öne çıkardığı ve aslında aynı zamanda son derece gerici; liberallerin ve gerici milliyetçiliğin amacına hizmet eden tartışmalar değildir. Aksine önerimin bir hedefi, tartışmaları bu çıkmazdan kurtarmak ve bu tartışmaların da gerici; düzeni yeniden oluşturucu özelliğini teşhir etmek ve bunun için fırsat yaratmaktır.
Yani Türklerin özür dilemesi gerici bir taleptir, çünkü Türklüğü yeniden üretir. Ulusların dışında başka bir varoluş ve paradigma olabileceğini kabullenmez.
Soykırım tanınsın veya densin gerici bir taleptir. Çünkü sosyolojik bir sorunu hukuki bir tanım çerçevesinde tartışmaya hapseder. Soykırım Hukuki bir kavramdır. Hukuki kavramlar ise var olan düzenin savunusunun ve yeniden üretilmesinin araçlarıdır.
Bu gibi itirazlar uzatılabilir. Ama bizzat bu itirazlar, konuyu, var olan gerici ulusçuluğu sorgulamayan liberal ufku da sorgulayıp; bizzat ulusların ve gerici ulusçuluğun eleştirisini; onunla bir hesaplaşmayı ve onların oluşturduğu ideolojik hegemonyayı kırmayı amaçlar.
Şunu unutmayalım. Ermeni katliamı ile bu toplum hesaplaşmadan; bunu bir karşı devrim; bütün çıkmazın; geriliğin ve gericiliğin en temel nedeni olarak görmeden, demokrasi yolunda bir adım bile atılamaz; bırakalım sosyalizmi bir parçacık demokratik bile olunamaz. Bu da katliamların önüne geçilemez demektir.
İnsanların canını kurtarmak; katliamları engelleyebilmek için bile bu konuyu ne yapıp yapıp toplumun gündemine getirmeliyiz. Önerim bu yolda sadece küçük bir başlangıçtır.
Bunun nasıl planlanacağı; nasıl adımlar atılabileceği; bunun her aşamasının özgül örgüt ve mücadele biçimleri vs. gibi konuları ilerde ele alırız ama önce bir ses verelim lütfen.
Karşı ve başka öneriler var mı? Neler? Belki daha akıllıca öneriler vardır bu amaçlara hizmet eden?
30.11.2012”
Bunu birkaç birey dışında kimse tartışmaya değer görmedi.
Hatta böyle önerilerde bulunmamız rahatsızlık yarattı ve sonra kendi koydukları kuralları ayaklar altına alarak aralarında yerimiz olmadığını söylediler.
Haydi, bunlar anlaşılabilir. Çünkü bu örgütlerdeki genç kuşaklar ne marksizmi bilirler ne de bir devrimci yükseliş görmüşlerdir. Politik mücadeleye girip örgütsel hareketlerde yer aldıklarından beri gördükleri hep bir gericilik döneminin beslediği ideolojik ve politik atmosferde yaşayıp öreyebilen küçük grupların bürokratik bir oligarşi oluşturmuş yöneticileridir.
O bürokrat yöneticilerden de bir şey beklenemez, çözümün değil sorunun kendisidirler zaten.
Ama aynı örgütte bulunan, en azından 68’lerin havasını solumuşlardan Ertuğrul Kürkçü’lerin, Mahir Sayın’ların, Kenan Kalyon’ların, bütün bu öneriler ve önerene yapılanlar karşısında susarak, insanların geri yanlarına karşı mücadele etmeyip onları okşayarak yaptıkları, hoş görülebilir ve affedilebilir değildir.
Şimdi bu öneriler karşısında susanlar 1 Mayıs’a nasıl katılacakları,  ne gibi armaları, flamaları olacağı, nasıl en güzel temsil edilecekleri ile ilgili öyle bir coşkuyla tartışıyorlar ki, tükenişin ve çürümenin bundan daha açık bir kanıtı olamaz.
Konuşmalarının özü aslında, bir zamanlar çürüyen aristokrasinin, bu mevsim balosunda nasıl giyinip en etkili kıyafet ve mizansenlerle orada görüneceklerini konuşmalarından hiç de farklı değildir.
Aynı çürümüşlükle maluldurlar.
Tartışılan politik bir strateji değildir, nasıl görünüleceğidir.
Yani nasıl daha güzel medya maymunu oluruz diye tartıştıklarının farkında değiller.
Nasıl daha güzel demokrasi mankeni oluruz diye tartıştıklarının farkında değiller.
Buyurun tartışmalar hakkında örneğin SYKP’nin baş bürokratı Tuncay Yılmaz neler yazıyor görün:
“SYKP olarak bulunduğumuz hemen her yerde yoğun bir 1 Mayıs çalışması sürüdürüyoruz. Bir yandan kuruluş çalışmalarını hızlandırıp diğer yandan pratik faaliyetlere hazırlanmak kimi aksamalara neden oluyor elbette. Henüz mekanizmalarımızın istediğimiz hale gelememiş olması bazı işlerin zamanında tamamlanamamasına yol açabiliyor.
1 Mayıs materyalleri de isim ve logo/bayrak tartışmalarının azizliğine uğradı biraz. Örgütlerimizin afiş, stikır, bildirigibi materyallere ihtiyacı olduğunun farkındayız ancak, bu materyallerde isim ve logomuzun da olması isteği gecikmemize yol açtı. Ancak örgütlerimizin bu materyallere bağlı kalmadan da çalışmaları sürdürdüğğünün, yoğunlaştırdığının farkındayız.

Afiş ve stikerlar ancak hafta başı matbadan alınabilecek. Bildiriler cumartesi günü kargoya verilebilir durumda. Bayrakları ise önümüzdeki hafta sonuna yetiştirebileceğiz.
Tüm yoldaşlarımızın bu 1 Mayıs'ın SYKP için kendini gösterme, sürecin etkin bir öznesi olduğunu ispat etme günü olduğunun bilincinde olduğunua yürekten inanıyoruz. Hepimiz özellikle birebir, yüz yüze ilişkilere öncelik vererek en kitlesel şekilde 1 Mayıs'a katılımı ve siyasetimizin alanlara güçlü bir şekilde yansımasını sağlamak için var gücümüzle çabalamalıyız. Türkiye çapında alanlara çıkmış 10 bin SYKP'li dosta umut, düşmana kaygı verecektir.” (Bazı sözcükleri yukarıda söylediklerimizin doğrulanması olduğu için; çürümenin çapını itiraf anlamına geldiği için biz vurguladık)
Bütün bu satırların son duruşmada, nasıl daha etkili demokrasi mankeni oluruzdan başka bir anlama gelmediğini görmeyip, medya maymunluğu yarışına girmekten başka bir anlama gelmediğini görmeyip bu durumdan rahatsız olmamak ancak o tükenişin bir öznesi olmakla mümkündür.
Politik stratejiye ilişkin bir öneri hakkında susup ondan rahatsız olanların ve öneriyi getirenler gidince rahatlayanların, yukarıdaki satırlarda ifade edildiği gibi “logo ve bayrak” (dikkat edin içerikle ilgili bir şey yok hep medyatik araçlar) üzerine büyük bir şehvetle tartışmalarından daha başka ne gerekir tükenişi görmek ve göstermek için?
Aynı şekilde, bir program tartışmasından kaçanların, bundan rahatsız olanların aynı şehvetle günlerce logo ve isim tartışması da bir rastlantı değildir.
1 Mayıs, sosyalist ve sol sosyetenin yıllık balosudur.
24 Nisan ise demokrasi savaşının alanı.
19 Nisan 2013 Cuma
Demir Küçükaydın


Nail Satlıgan’ın Ardından

$
0
0

Daha bir gece önce Ergun’a (Aydınoğlu) Nail’in durumunu sorduğumda, “Doktoru yakında kaybedeceğimizi söylemiş” demişti. Bu gece yarısı, yatmadan önce maillere baktığımda, kaybettiğimizi öğrendim.
Uyku tutmadı. 2001 yılında yapılmış Kıvılcımlı Sempozyumu video ve resimlerinden Nail ile ilgili olanları derleyip paylaşarak, onunla ilgili anıları hatırlayarak bir “veda töreni” yapmaktan başka bir şey gelemezdi elimden.
Cenaze yapılacağını sanmıyordum. İç tutarlılığa değer veren bir Marksist olarak muhtemelen cesedini bir üniversitenin tıp fakültesine kadavra olarak bağışlayacağını tahmin ediyordum. (Az önce Sami (Sarı) öyle olduğunu söyledi.) Tanıdıkları ve dostları bu vesileyle bir zaman baskısı olmadan, insanların zamanlarını ayarlayıp veda edebilecekleri bir toplantı tertiplerler mi? Bilmiyorum. Olsa da yetişme şansım pek yok. Bu durumda Nail’e bir yazıyla veda etmekten başka şansım yok gibi görünüyor.
*
Nail’i Dev-Genç’te uzaktan bilirdik. Herkes bir şekilde birbirini bilirdi. Bölünmede Beyaz Aydınlık tarafında olduğunu biliyorduk. Zaten bütün eli kalem tutan ve ağzı laf yapanların hepsi Doğu Perincek’in Beyaz Aydınlık takımında yer almamışlar mıydı? Şahin Alpay, Cengiz Çandar, Oral Çalışlar, Gün Zileli, Erdoğan Güçbilmez, Halil Berktay, Atıl Ant vs..
Kıvılcımlı Beyaz Aydınlıkçılar için boşuna “genellikle kırmızı yanaklı, iyi besili çocuklar” diye boşuna dememişti. (Bu “kırmızı yanaklı” imgesinin doğuşuna yol açan da yine eski DÖB’lü (Devrimci Öğrenci Birliği) ve daha sonra Filistin’de İsrail komandolarınca yapılan baskında öldürülen Ahmet Özdemir olmalıydı.)
Beyaz ve Kırmızı Aydınlık ayrılığı aslında MDD safları içindeki burjuva sosyalizmi ve küçük burjuva sosyalizmi ayrılığı idi. Çoğu insan bu iki sosyalizm çeşidini ayırmaz. Ama neredeyse bütün ayrılıkların kökeninde bu sınıfsal ayrılık vardır. Burjuva sosyalizmi politika yapar ama reformisttir, metodolojik olarak daha metafizik bir yapısı vardır ama daha moderndir. Küçük burjuva sosyalizmi veya devrimciliği ise burjuva sosyalizminin reformizmine bir tepkidir, kendisine karşı mücadele ettiği burjuva sosyalizminin ufkunu aşamaz. Aşamadığı için de bağımsız bir teori ve program geliştiremez ve politik olamaz. Bu nedenle de ayrılığını mücadele biçimlerindeki bir radikallikle, sembollerdeki bir radikallikle gösterir. Metodolojik olarak skolâstiktir. Modern bir kültürden ziyade antik, memur, esnaf ve köylü bir karakter sergiler.
Bu genel özelliklere uygun olarak, Dev-Genç’in Kırmızı Aydınlık tarafında kalanlar, genellikle memur veya esnaf çocuklarıydı ve radikallikleri mücadele biçimlerinde yansıyordu.
Yalnız bu arada şunu belirtmeli ki küçük burjuva sosyalizminin de şehirli ve köylü biçimleri birbirinden ayrılır ve aralarında kültürel bir uzlaşmazlık vardır. Dev-Genç’in esas kadroları, şehir çocuklarıydı, “şehirli fırlamalar”dı. Örneğin Devrimci Öğrenci Birliği’nin neredeyse bütün esas kadrosu İstanbul’un liselerinden gelmeydi (Haydarpaşa Lisesi, Erkek Lisesi vs.).
Köylü radikaller bu şehirli fırlamaların kültürüne ve davranış kotlarına duydukları tepki ile, Doğu’nun saflarında kalmışlardı ama bir süre sonra aralarındaki sınıfsal zıtlık onların da Doğu’dan kopmalarıyla sonuçlanacaktı.
İşte, Nail uzaktan bizlerin gözünde, bu genel kanavaya da uyan bir Beyaz aydınlıkçı idi. İyi yetişmiş, burjuva kültürü almış bir aileden geldiği, halinden, tavrından, konuşmasından, yazmasından belli oluyordu.
Nail ile yakından tanışmam 12 Mart döneminde İstanbul Dev-Genç davasından tutukluyken Davutpaşa Kışlası’nda oldu.
Davada tutuklananların çoğu, ilk kuşak Fikir Kulübü kurucuları olduğu ve okulu bitirip eşi ve işi bulunduğu veya THKO ve THKP-C’nin içinde yer almadığı için, binlerce yıllık tecrübesiyle devlet, bir yandan bu Dev-Gençlileri tutuklarken, diğer yandan da onlara belli ayrıcalıklarla davranıyor ve sisteme dönüşleri için kapıları açık tuttuğunun sinyallerini veriyordu.
Davutpaşa Kışlası’nda yatıyorduk ama tutuklandığımızda hemen hiç birimiz işkence görmemiştik örneğin. Bizlere iyi davranılıyordu. Bizler hapishane bahçesinde top oynar güneşlenirken, bizleri bekleyen askerler, miğferleri, ellerinde ağırlaşan silahları, asker elbiseleri içinde ve yakıcı yaz güneşi altında bizlerden çok daha kötü koşullarda bulunuyordu. Biraz yatılı okul havasında günler geçiyor, davanın başlamasını bekliyorduk. Diğer THKP-C ve THKO gibi davalardan aynı zamanda Dev-Genç sanığı olanlar da buraya geldiklerinde bu imkânlardan yararlanmış oluyor biraz olsun soluklanıyorlardı.
Tabii Cezaevinde aramızda birçok teorik ve politik konularda tartışmalar yapıyorduk. Benim neredeyse her gün tartıştığım insan Nail’di. Kategorileri karıştırmayan, söylenenleri anlayan, mantıki olarak kendi içinde tutarlı argümanlar getiren, fikirlerini çok güzel artükile eden bir insandı. Nail ile ne kadar sert tartışsak ve zıt pozisyonları savunsak da tartışmak zevk veriyordu. Yanlış anlamaların, mantık yanılgılarının, olgular hakkındaki yarım yamalak ve yalan yanlış bilgilerin çıkmaz sokaklarına hiç sapmadan ve esas hedefi yitirmeden yapılan tartışmalardı bunlar. Bu nedenle zevkli ve verimliydi.
Tartışmalarımızın esas yoğunlaştığı nokta, Çin Devrimi ve Mao idi. Ben Mao’nun bir köylü devrimcisi olduğunu; Marksist bir teorisyen olmadığını; onun olsa olsa Marksizm’in Çin kültürüne uygun bir popülarizasyonunu yaptığını savunuyordum.  Modern işçi sınıfı ve modern burjuva kültürünün birikimi olmadan bir modern sosyalizm ve Marksizm’e bir katkı olamayacağını söylüyordum. Çin’in ise özellikle Kültür Devrimi’nde bu kültürü eleştirerek aşmak bir yana, bir köylü tepkisiyle reddettiğini dolayısıyla ondan bile daha geriye düştüğünü savunuyordum.
Nail ise Mao’nun devrimciliğine, radikalliğine ilişkin argümanlar getiriyordu.
O zamanlar tartışmalar insanlar arasında değil, fikirler arasında olurdu. En ağır gibi görünen ithamları bile kimse kişisel olarak algılamaz (zaten böyle de söylenmezdi. Kimse kimsenin iyi niyetini, inancını, cesaretini ve fedakârlığını sorgulamazdı) en sert tartışmalar bile ilişkilerde bir kırılmaya yol açmazdı.
Bu arada Nail’e çok da takılırdık. Nail Pekin doğumluydu yanlış hatırlamıyorsam. Ailesi Rusya’da devrim olunca Çin’e kaçmış, Çin’de devrim olunca da Türkiye’ye kaçmıştı. Yani aslında komünizmden kaçan bir ailenin komünist olmuş çocuğu idi. Hatta bir anekdot anlatırlardı, Nail’in annesi bir gün Taksim’de Galatasaray taraftarlarının bir kutlamasına rastlıyor. Tabii onların ne olduğunu anlamıyor ama kırmızı rengin baskın olduğu bu gösteri yine kızılların bir gösterisi olduğunu sanmasına yol açmış, koşarak eve gitmiş, “komünistler buraya da geldi haydi toplanın gidiyoruz” demiş. Sonra anlaşılmış Komünist kızılların Galatasaray taraftarları olduğu.
Taksime değil ama ailenin içine girmişti “Kızıllar.” Oğulları kızıl olmuş ve dört bir yandan kuşatılmıştı aile.
Bu nedenle sık sık Nail’e takılırdık. “Sizin gittiğiniz ülkede devrim olduğuna göre, demek burada da devrim olacak, bakalım o zaman nereyle gideceksiniz? En iyisi Amerika’ya gidin de orada da bir devrim olsun, kısa yoldan kurtulsun insanlık” derdik.
*
Bu arada tahliye için dilekçeler yazıyor, tutukluluğumuza itiraz ediyorduk. Cezaevine o aralar bakan, sanırım istihbaratçı ve kurmay olmayı düşünen bir yüzbaşı vardı. Sık sık gelir bizlerle laf açıp sohbet etmeye ve bilgi toplamaya çalışırdı. Hatta bu denemelerinden birinde Mao Faruk’un, Şair Eşref’in “evvelce devri istibat idi konuşturmazlardı adamı, şimdi devri hürriyet, önce konuştururlar adamı sonra bellerler ananı” beytiyle bozmasına da muhatap olmuştu. (Sanırım bunu Harun Karadeniz de bir yerlerde anlatmıştı.)
İşte bu yüzbaşı bir gün gelmiş ve Nail’i sormuştu. Sormasının nedeni Nail’in dilekçesinin sıradan bir dilekçe olmaması, güçlü ve mantıki argümanlarla biçim ve içerik olarak dikkati çekecek kadar öne çıkmasıydı. İstihbaratçı yüzbaşı, merakını yenememiş, dilekçeyi yazanı daha yakından tanımak istemişti besbelli.
Nail bu dilekçesini yazdıktan bir süre sonra tahliye oldu. Doğru dürüst tartışacak kimse ve tartışmaların eski tadı kalmamıştı.
Nail’in çok etkileyici bir sesi ve vücut dili vardı. Bu iki özellik bilgi ile mantıki olarak tutarlı argümanlarla birleşince elbette son derece etkileyici bir sentez çıkıyordu ortaya. Bütün bunlara bir devrimci olarak yaşamak ve davaya bağlılık da eklenince çok az bulunan bir insani ve sosyalist kaliteye ulaşılıyordu. Nail tamı tamına böyleydi.
*
Bir süre sonra ben de tahliye oldum. Fabrikalarda çalışmaya devam ettim ve tam 12 Mart dönemi biterken Kıvılcımgazetesini çıkarmaya başladım. Bir gün Aksaray’daki gazete bürosundan Cağaloğlu’ndaki matbaaya, çok sevdiğim Çınaraltı ve Sahaflar üzerinden gidiyordum.
Çınaraltı’nda Nail’in oturduğunu gördüm, selam verdim. Nail “sana teşekkür etmek istiyorum” dedi. “Ne oldu” dedim. “Beni Maoculuktan sen kurtardın. Cezaevindeki tartışmalar benim gözümü açtı” dedi. Takıldığını, beni makaraya aldığını sandım. “Bırak gırgır geçmeyi” dedim. “Yok, vallahi samimi söylüyorum. Ciddiyim. Ve seninle karşılaşıp teşekkür etmek istiyordum” dedi.
Şaşırmıştım. Hiç böyle kafasını karıştırdığıma dair bir izlenim edinmemiştim oysaki. Demek tartışmalar orada kalmamış, söylenenler üzerine düşünmüş ve görüşlerini değiştirmişti. Ne kadar mutlu olduğumu anlatamam. Demek açıkça savunmak, doğrudan fikir mücadelesi yapmak, başlangıçta hiç etki yaratmazmış gibi görünse de uzun vadede insanlar üzerinde etkiler bırakıyordu. O an olmasa bile uzun vadede, onlar üzerine düşünülüyordu. Sonraki bütün hayatımda defalarca bunun doğrulandığını gördüm. O nedenle o zamandan beri bana ne derler diye düşünmeden, direk fikrimi ve eleştirilerimi söylemeye daha fazla dikkat ettim. Benim bu tartışma stilimin yerleşmesinde Nail’in Maoculuğu bırakmasının ve teşekkürünün bir etkisi yoktur diyemem.
Nail ile bu karşılaşmamızdan bir iki gün sonra tutuklandım, on yol hapis ve yıllar süren sürgünlük yıllarında zaman zaman orada burada yazılarına rastladığımda onun da Troçkist görüşleri benimsediğini görünce çok mutlu olmuştum. Ben de Nail’den bağımsızca benzer bir evrim geçirmiştim. Dev-Genç ve Doktor geleneğinden geldiğim için Türkiye’nin Troçkistleriyle hem siyasal kültüre ilişkin, hem metodolojik genlerimizde bir uyuşmazlık vardı. Bir de buna troçkistlerin genellikle Burjuva Sosyalisti yapıları eklenince onlarla hiçbir zaman ortak bir nokta bulamıyordum. Ama diye düşünüyordum, Nail muhtemelen onlara benzemiyordur. Ne de olsa 68’in yükselişini yaşadı, Dev-Genç7e bulaştı. Başka bir politik kültürden geliyordur. Ayrıca Doktor’u 70’te okumuş kuşaktandır. Doktor’u okumuş olmak, Ertuğrul Kürtçü ve Abdullah Öcalan’da da görüldüğü gibi insana başka birtakım özellikler kazandırır.
*
Sonra 2001 yılında Almanya’da bir Hikmet Kıvılcımlı Sempozyumu düzenledik. Nail de gelenler arasındaydı. Hislerim ve öngörülerim yanılmamıştı. Nail bir troçkistti ama aynı zamanda Kıvılcımlı Sempozyumu’na geliyordu hem de sağlık ve maddi olarak birçok zorluğu göze alarak. Bu diğer troçkistlerde pek görülemeyecek bir özellikti.
Sempozyum’da birbirinden değerli değinmeler yaptı. Özellikle Finans-Kapital’i anlatırken, Vedat Türkali’nin Mihri Belli’ye dönüp  “Mihri dinle dinle” deyişleri unutulamaz. Vedat Türkali’nin çok beğenisini kazanmıştı. Kendisinin bir türlü derleyip toparlayıp anlatamadığı konuları Nail, anlaşılır bir biçimde açıklıyordu. Bu nedenle Mihri’ye, bak ben anlatamıyordum ama burada ustası anlatıyor anlamında, “Bak dinle Mihri” deyip duruyordu.
Benim bildiri sunuşumdan sonra da yukarıda aktardığım gibi, kendisinin Maoculuğu terk etmesine yol açışımdan da söz etti. Bana yönelik eleştirisi ise benim eşitsiz ve bileşik gelişmenin bütün tarihte var olduğunu öne sürmem onun ise bunun sadece kapitalizmde olduğunu savunmasıydı. Ben hala eşitsiz ve bileşik gelişmenin bütün tarihin bir yasası olduğunu düşünüyorum ve eleştirisini kabul etmiyorum. Ama bunu geniş bir şekilde tartışma olanağımız olmadı zamanın sınırlılığı nedeniyle.
*
Ama benim sunduğum bildirinin esas tartışılması gereken yeni olan yanlarına hiç değinmemesi, kendisini hep bilinen klasik problemlerle sınırlaması ve bu konularda söz alıp konuşmasıydı esas dikkatimi çeken. Nail‘de de bilinmeyen sulara açılmak ve oralarda yanlış yaparak, yolunu yitirerek boğulup veya kaybolup gitmek korkusu seziliyordu. O bildiği sahillere yakın, emin sularda kulaç atıyordu. Ben ise, tıkanıklığı aşmanın o sığ sularda sahilden yol alarak mümkün olamayacağını söylüyor sürekli açık denizlere açılıyordum. Korkmuyordum. Elimde pusulam var, yönümü bulabilirim diye düşünüyordum. Onlar ise sahili, bildikleri kerteriz noktalarını gözlerden yitirmemeye çalışıyorlardı.
Aramızda, dayandığımız Kıvılcımlı ve Troçkist gelenek ortaklıklarına rağmen, temelde böyle giderek derinleşen ve büyüyen bir uçurum oluşuyordu.
Buna ek olarak ben politik olarak Kürt hareketini apaçık destekliyor ve “Kürt Sorunu”nu öne çıkarmayı görev biliyordum. Kürt hareketi içinde de Öcalan’ın ve PKK’nın çizgisini destekliyordum. Nail ve benzerleri ise, bunu adeta sınıfsal çelişkileri ve perspektifi gözden yitirmeye yol açan “Marksist’i bozacak” bir konu olarak görüyorlardı.
Bu her politik ve taktik durumda yansımalarını buluyordu. Ben örneğin herkesin Öcalan’ın teslim olduğunu söylediği, Kürt hareketinin yenildiğini bittiğini söylediği zamanlarda, Öcalan’ın çok zekice ve çok önemli bir stratejik manevra yaptığını, bunun meyvelerini birkaç yıl sonra toplayacağını söylüyordum.
Ben Demokratik Cumhuriyet, projesini bütün belirsizliğine rağmen destekler; ileri bir adım, öngörülerimin bir gerçekleşmesi olarak görür ve Marksist bir Demokratik Cumhuriyet tanımı içinde kendi Demokratik Cumhuriyet Programımı ortaya koyar ve savunurken, Nail örneğin, bunu klasik Troçkist problematikler içinde Stalin’in aşamalı devrim anlayışına geri dönüş olarak değerlendirip, benim adeta troçkizmin en temel önermelerini terk etmiş olduğumu gibi sonuçlar çıkarıyordu.
Benim bakış açımdan Nail ve benzerlerinin çizgisi giderek ulusalcılarınkine yaklaşan; sınıf sınıf diyerek, demokratik görevleri ikinci plana iten; Ortodoks Marksizm’i savunmanın veya savunuyor görünmenin demokratik görevlerden kaçmanın örtüsü olduğu bir noktaya doğru kayıyordu.
Onların açısından ise ben, Kürt hareketinin kuyruğuna takılmış, Marksizm’i terk etmiş, hatta Stalinist aşamalı devrim teorisine geri dönmüş olarak görülüyordum. Ama bunu ne açıkça bir eleştiri olarak yazıyorlar ne de tartışıyorlardı. Aksine, görüşlerime ve tezlerime karşı tam bir suskunluk egemen oluyordu.
Marksizm’in Marksist Eleştirisi”nin önsözü olarak yazdığım “Tarihsel Maddeciliğin Tarihine Katkı” aslında Nail Satlıgan, Ertuğrul Kürkçü gibi arkadaşların bu tavırlarının metodolojik köklerinin bir eleştirisiydi de,  (Kürkçü Kürt hareketi ile daha yakın ilişkiye girdikten sonra, en azından politik olarak nispeten daha iyi bir noktaya geldi ve demokratik görevlere fiilen ayaklarıyla oy verdi, söylemiyle hala eski yerinde dursa da.) Bunu kendileriyle tartışmak istiyordum. Ama kabul etmediler ve mümkün olmadı.
Türkiye’ye geldiğimde “Marksizm’in Marksist Eleştirisi” de yeni yayınlanmıştı. Özellikle Nail Satlıgan ve Ertuğrul Kürkçü’nün okumasını ve onlarla tartışmayı çok istiyordum.
Ertuğrul, okuması yönündeki ısrarlarıma, sonunda bir gün, “Biz Marksizm’in eleştirilerini değil Marksizm’i okuyoruz” diyerek cevap vererek son vermiş ve bir tartışma olanağının yolunu kapamıştı.
Benzeri Nail’den de geldi. Gelir gelmez kendisini aramış ve büyük bir heyecanla kitabı verip tartışmak istemiştim. Buluştuğumuzda, kitabı vermeye kalkınca, “ben zaten çıkar çıkmaz aldım” demişti. Çok sevinmiştim. “Okudun mu?” diye sormuştum hemen. “Okudum” demişti. “Peki, ne diyorsun, konuşmaya tartışmaya ihtiyacım var” deyince de. Ben “sosyolog veya felsefeci değilim iktisatçıyım” diyerek konuya girmeyi ve tartışmayı reddetmişti.
Bunlar elbette gerekçe değildi, bunu kendisi de biliyordu. Ama tartışmak, o konulara girmek, bildiği sahillerin emniyetli sularını terk etmek istemiyordu.
Bundan sonra pek bir diyalog geliştirme olanağımız olmadı. Hâlbuki ne kadar umutluydum Türkiye’ye dönerken nihayet dediklerimi anlayabilecek; Marksist arka planı olan birileriyle tartışabileceğim diye.
*
Nail’in ağır hastalığını biliyor ve kendisiyle son bir kez olsun buluşmayı çok istiyordum. Ama çok yakınındaki bazıları dışında kimseyi kabul edemeyecek kadar hastaydı. Bu nedenle son kez telefonla konuşabildik ve bir de kısa bir mail yazışması oldu.
Kıvılcımlı Sempozyumu’na gelemese bile bir yazılı bildiri sunmasını çok istiyordum. Çok istediğini ama yapacak durumda olmadığını söyledi.
Bunun üzerine 2001 Sempozyumundaki konuşmalarını özellikle İnternete yerleştirdim. En azından insanlar bir önceki sempozyumda Nail’in söylediklerini bilsinler ve o temelde tartışsınlar diye.
*
Kapital çevirisini Almancadan düzeltip tamamlaması bir bakıma Nail’in “opus magnum”udur. Ama Das Kapital ve çevirisi aynı zamanda açık denizlere açılmadan, bilinen sahillerde oyalanmanın da bir aracıdır Nail’de kanımca.
Yani dünya çapında devrimin temel teorik ve politik sorunlarından ve Türkiye’de de demokratik görevleri ve özellikle ulus sorununu gündeme almaktan kaçmanın bilinen emniyetli sularda yanlış bir şeyler yapmaktan korkarak zaman doldurmanın da bir aracıdır.
Bardağın yarısı dolu olarak, en azından Marksizm’e bağlı kaldı, Marks’ın temel eserini Türkçeye kazandırdı. Keşke herkes bunun yüzde birini yapsa da denilebilir.
Ama bardağın yarısı boş olarak, gerçeklik somuttur, her durum için geçerli bir doğru yoktur, Marksizm bir eylem kılavuzudur, Türkiye’de demokratik görevleri sınıf veya kapitalizm diyerek öne çıkarmamak ve tartışmamak; dünyadaki temel programatik sorunları yeniden tanımlamak ve tartışmaktan uzak durmak somutta kendi zıddına döner; Marksizm’in nesnel inkârı anlamına gelir de denebilir.
Bunların ikisi de doğrudur
 Nail bunların ikisidir de.
Ama bu sadece Nail’in karşılaştığı bir sorun değildir. Çok değer verdiğim bir Kürt sosyalisti arkadaşım, pozisyonu kendisini en tutucu Kürt milliyetçileriyle yan yana getirince, onların kabul edemeyeceği Ermeni katliamında Kürtlerin rolü üzerinde yoğunlaşmıştır örneğin. Onun “Kapital çevirisi” de Ermeni katliamı konusuydu. Tıpkı Nail’in Kapital çevirisi gibi ve sonunda iyi bir eser çıkarmış oluyordu. Bu çorak memlekette bu bile çok büyük bir işti ve küçümsenemezdi.
Bir başkası kendini felsefe ve sanat alanına vakfederek benzer bir sığınak buluyor.
*
Ama bu çorak ülkede, bu çorak iklimde, içkiye, boş vermişliğe, komplo teorilerine, ezoteriğe vs. sığınmanın egemen olduğu bu dünyada, yanlış bir şeyler yapmaktan çekinerek Kapital çevirisine sığınmak bile kıyısına pek ulaşılamayan bir düzey, bir ütopya, bir örnek olarak kalmaktadır.
Sevgili Nail, seni tanımış olduğum için kendimi çok şanslı görüyorum.
Ama seninle yeterince yakın ve yoğun bir ilişkim olmadığı için de çok şanssız.
Demir Küçükaydın
29 Nisan 2013 Pazartesi

Marksizm “Sınıf Mücadelesi Kuramı” mıdır?

$
0
0
İşçi Hareketinin yükseldiği 1960’lı yıllarda Türkiye’nin aydınları, gençleri, işçileri büyük bir açlıkla Marksizm’i öğrenmeye çalışıyorlardı. Şimdi Marksizm’i öğrenen ve bilen yok. İkinci el kitaplardan bayağı klişeler Marksizm diye öğreniliyor. Eskiden kalanlar ise öğrendiklerini bile unutmuş bulunuyorlar. Bunu somut ve basit bir örnekle gösterelim.
Geçenlerde, “Devrimci 24 Nisan – Karşı Devrimci 1 Mayıs” diye bir yazı yazmıştık. O yazıda, 1 Mayıs’ın kutlanmasının bugünün Türkiye’sinde, 24 Nisan’ı gölgeleyen, somut olarak karşı devrimci bir işlev gördüğünü yazmış ve Türkiye’nin bütün işçi ve sosyalistlerini 24 Nisan’ı 1 Mayıs veya 1 Mayıs’ı 24 Nisan yapmaya çağırmıştık. Bu öneri ve önermelerin somutluğu (Bugünün Türkiye’si ve somut olarak 1 Mayısların gördüğü nesnel işlev) göz ardı edilerek, 1 Mayıs’a kategorik olarak karşı devrimci dediğimiz türden, aslında hiç de söylemediklerimizi bize atfeden eleştiriler yapanlar oldu. Bunların üzerinde durmuyoruz. (Kaya Karan’ı bu eleştirisi yazının altında yer alacaktır.)
Bu eleştirinin yapıldığı yazıda , “Demir Küçükaydın'ın (…) yazılarında toplumların tarihlerini belirleyen ana temanın sınıf savaşları olduğu kuramı Marksizm'in dışına düştüğünü (…) görüyoruz” diye bizi eleştirirken aynı zamanda bir Marksizm tanımı da yapılmış oluyor.
Buna göre Marksizm: “Toplumların tarihlerini belirleyen ana temanın sınıf savaşları olduğu kuramı” imiş.
Bir “tema”nın toplumların tarihlerini nasıl belirleyeceği ayrı bir konu ve çok temel kategorik bir yanlış olmakla birlikte, bunun üzerinde de durmayalım, esas vurgulamak istediğimiz konuya gelelim.
Marksizm’i bir sınıf mücadelesi öğretisi olarak tanımlamak çok yaygın bir görüştür. Yukardaki satırlarda da bu yaygın, ama gücü yüygınlığından gelen  yanlış görüşün tekrarlandığını görüyoruz.
Yeni kuşaktan kulaktan dolma Marksistlere veya eskiden biraz Marksizm öğrenmiş de artık bildiğini unutmuş olanlara garip gelebilir ama Marksizm'in Sınıf Mücadelesi Öğretisi olduğu görüşü veya tanımı baştan aşağı yanlış bir Marksizm tanımı ve anlayışıdır.
Marksizm bir sınıf mücadelesi öğretisi değildir. Ya da toplumun tarihini sınıf mücadelesiyle açıklamaz veya daha dakik olarak formül edersek, böyle açıklamak onun ayırt edici özelliği değildir.
Ne Marks, ne Engels kurdukları bilimi, yani toplumun ve tarihin hareket yasalarını inceleyen bilimi, bir sınıf mücadelesi öğretisi olarak tanımlamamışlardır.
Aksine onlar öğretilerinin ayırt edici özelliğinin bu olmadığını her zaman vurgulamışlardır.
Örneğin Engels’in, Marks’ın ölümünde, mezarının başında yaptığı ve Marks’ın teorik katkısını özetlediği konuşmasında bir tek sınıf sözcüğü geçmez. Katkıyı şöyle özetler:
“Nasıl ki Darwin organik doğanın gelişme yasasını bulduysa, Marks da insan tarihinin gelişme yasasını, yani insanların, siyaset, bilim, sanat, din, vb. ile uğraşabilmelerinden önce, ilkin yemeleri, içmeleri, barınmaları ve giyinmeleri gerektiği; bunun sonucu, maddi ilksel yaşama araçlarının üretimi ve böylece, bir halk ya da bir dönemin her iktisadi gelişme derecesinin, devlet kurumlarının, hukuksal görüşlerin, sanatın ve hatta söz konusu insanların dinsel fikirlerinin üzerinde gelişmiş bulundukları temeli oluşturdukları ve buna göre, bütün bunların şimdiye değin yapıldığı gibi değil, ama tersine, bu temele dayanarak açıklamak gerektiği yolundaki, daha önce ideolojik bir saçmalıklar yığını altında üstü örtülmüş bulunan o temel olguyu buldu.” (Engels bu konuşmada bir de Ekonomi Politik alanındaki Artı Değer’in kaynağına ilişkin teorik katkısından söz eder.)
Engels böyle.
Peki, Marks öğretisini nasıl tanımlamış? O da öğretisini ve onu o yapan özelliği sınıflar ve Sınıf Mücadelesi olarak tanımlamayı reddetmiştir. Örneğin meşhur satırlarında öyle yazar:
"Ve şimdi bana gelirsek, modern toplumda sınıfların varlığı ya da bunlar arasındaki mücadeleyi keşfetme onuru, haliyle bana ait değildir. Benden çok daha önce burjuva tarihçileri, bu sınıf savaşımının tarihsel gelişimini, burjuva iktisatçıları da sınıfların ekonomik yapısını açıkça anlatmışlardır. Benim yeni olarak tanıtladığım şey: 1) sınıfların varlığının ancak üretimin gelişmesindeki belirli tarihi aşamalar ile sıkı ilişki içerisinde bulunduğu 2) sınıf mücadelesinin zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne varacağı, 3) bu diktatörlüğün kendisinin de sadece, bütün sınıfların ortadan kalkması ve sınıfsız topluma geçişten ibaret bulunduğu gerçeğidir." (Karl Marks)
Görüldüğü gibi, Marks’ın öğretisini Sınıf Mücadelesi Öğretisi olarak kavramak, aslında Marksizm'in burjuvazinin ufku çerçevesindeki bir kavranışından öte bir anlama gelmez.
Bunu da biz demiyoruz. Lenin diyor.
“Marks'ın öğretisinin özü, sınıf mücadelesiymiş. Durmadan söylenen ve durmadan yazılan şey, budur. Ama, bu doğru değildir. Ve Marksizm’in oportünist çarpıtmaları, onu burjuvazi için kabul edilebilir bir duruma getirmeye yönelen çarpıtmalar, kolayca bu yanlışlıktan kaynaklanırlar. Çünkü sınıf mücadelesi öğretisi Marks tarafından değil, ama Marks'tan önce burjuvazi tarafından ortaya konmuştur; ve bu öğreti, genel olarak, burjuvazi için kabul edilebilir bir öğretidir. Yalnızca sınıf mücadelesini kabul eden biri, bundan dolayı bir Marksist değildir; henüz burjuva düşüncesinin, burjuva politikasının çerçevesinden çıkmamış biri olabilir. Marksizm’i sınıf mücadelesi öğretisine indirgemek, onun kolunu kanadını kırpmak, bozmak, onu burjuvazi için kabul edilebilir bir şeye indirgemek demektir. Ancak, sınıf mücadelesinin kabulünü, proletarya diktatörlüğünün kabulüne dek genişleten kişi bir Marksist’tir. Marksist’i bayağı küçük (ve büyük) burjuvadan temelden ayırt eden şey, işte budur. Marksizm’in gerçekten anlaşılıp kabul edildiğini, işte bu denektaşı ile sınamak gerekir“ (Lenin; Devlet ve Devrim; 2 ciltlik Seçilmiş Eserleri, C. II, s. 182, Berlin 1955, Alm.).
Peki, Proletarya Diktatörlüğü nedir?
Sanılır ki Proletarya Diktatörlüğü diktatörce bir yönetimdir. Burada daha sonra Bürokrasinin kendi diktatörlüğünü bir proletarya diktatörlüğü olarak tanımlarken yaptığı ucuz bir hile vardır.
Diktatörlük kavramının bir sosyolojik, bir de politik anlamı vardır.
Sosyolojik olarak her demokrasi bir diktatörlüktür.Örneğin, demokrasinin kendisi bile demokrasiye karşı olanlar, örneğin diktatörlükten yana olanlar ve diktatörce bir yönetim karşısında bir diktatörlüktür. Demokrasinin temeli olarak yurttaşların eşitliğini savunmak,  yurttaşların eşit olmadığı bir düzen ve anlayış özerinde diktatörlüktür ve diktatörlük olmak zorundadır. Tersi de aynı şekildedir. Yani insanları eşit görmeyen bir düzen de eşit görenler üzerinde bir diktatörlüktür.
İslam bunu Allah’a Şirk koşmama biçiminde ifade etmiştir.  Yani bir toteme tapıyorsanız, bir aşiretin hukukunu kabul ediyorsanız, Allah'a tapmıyorsunuz Allah’ın hukukunu ve ilişkileri düzenleyen kurallarını kabul etmiyorsunuz demektir. İkisi bir arada bulunamaz. Allah’ın kuralları ve hukuku geçerliyse, aşiretlerin, putların, totemlerinki geçerli olamaz.
Bütün insanları eşit kabul eden bir düzen, insanları eşit kabul etmeyen bir düzen ve anlayışla bir arada olamaz. Bunun tersi de geçerlidir. Yani bunlar birbiri üzerinde diktatörlük olmak zorundadırlar.
Özetle Proletarya Diktatörlüğü, sosyolojik anlamıyla İslam’ın Allah’a Şirk koşmamak dediğinin, bu sosyolojik ilişkinin ve bağın modern siyasetin kavramlarıyla ifadesinden başka bir şey değildir.
Bu diktatörlük kavramının, siyasi bir kavram olan, bir rejim biçimini tanımlayan, demokrasinin zıttı anlamındaki diktatörlük kavramıyla ilişkisi yoktur.
Ama aynı sözcüğün kullanılmış olması, Bürokrasinin kendi egemenliğini Marks’ın teorisine uygun davranıyormuş gibi göstermesini de kolaylaştırmıştır.
Özetle Sosyolojik olarak Proletarya Diktatörlüğü ve Proletarya Demokrasisi özdeştir.
Politik olarak Diktatörlük ve Demokrasi zıttır.
Peki, Proleter Demokrasisinin Burjuva Demokrasisinden farkı nedir?
Proletarya Demokrasisi, Burjuva demokrasisinin hala hiçbir ülkede bile tam anlamıyla uygulanmayan tüm özelliklerine sahiptir, bunun üstüne, üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin kaldırılmasının sağladığı ek eşitleyiciliği de koyar.
Yani burjuva demokrasisinde zenginlikler belli ellerde toplandığından dolayı örneğin, fiili olarak burjuvazinin bir üstünlüğü olur. Bunu ortadan kaldırır. Yani biçimsel eşitliğe sosyal eşitliği ekler. Ama bu biçimsel eşitliği yok etmez, önemsizleştirmez, aksine onu sonuna kadar da götürür.
Marksizm biçimsel eşitliğin veri olduğu varsayımından hareket eder. Bunun üzerine sosyal veya iktisadi eşitliği de getirmeye çalışır.
Ama ya biçimsel eşitlik yoksa?
Bugünkü dünyada yoktur? Çünkü insanların eşitliğinin yerini ulusların eşitliği almıştır.
Ulusların eşitliğinin egemen olduğu bir dünyada, insanların eşitliği mümkün değildir. Ulusların eşitliği insanların eşitliği üzerinde bir diktatörlüktür.
İnsanların eşitliğini sağlamak, yani ulusları ve ulusal sınırları yok etmek ise, uluslar ve ulusların eşitliğine dayanan sistem üzerinde bir diktatörlüktür.
O halde Proletarya Diktatörlüğü, uluslar ve ulusal devletler ve ulusların eşitliği üzerinde bir diktatörlük olmak zorundadır. Yani politik bir birim olarak ulusu kabul etme üzerinde bir diktatörlüktür Proletarya Diktatörlüğü.
Peki Marksizm her şeyden önceproletarya Diktatörlüğünü kabul etmek ve bunun için mücadele etmek olduğuna göre; var oan devlet cihazı, yani ulusa göre tanımlanmış devletler sınıfsız topluma gidişin araçları olamayacağına ve parçalanması gerektiğine göre, Marksist olmak, uluslara ve ulusal devletlere karşı savaşı en baş görev olarak öne almak demektir.
Tekrarlarsak, İnsanların eşitliğini sağlamak için ana şart, ulusları yok etmektir. Ancak böylece biçimsel eşitlik sağlanabilir.
Yani Proletarya Diktatörlüğü öncelikle biçimsel eşitliği sağlamak zorunda olduğundan ancak Dünya Cumhuriyeti olabilir. Yani Proletarya Diktatörlüğü için savaş, uluslara ve ulusal devletlere karşı savaş olmak zorundadır. Çünkü ancak uluslar ve ulusal devletler yıkıldığında, bir tek dünya cumhuriyetinin yurttaşları arasında gerçek bir biçimsel eşitlik sağlanıp sosyal bir eşitliğin koşulu yaratılmış olabilir.
Yani 1 Mayıs, her şeyden önce, eğer Marks’ın öğretisine uygun davranılacaksa, uluslara karşı bir gün olmalı ve insanları uluslara karşı mücadeleye ve ulusal devletleri yıkıp bir tek Dünya Cumhuriyeti kurmaya çağırmalıdır. Bunun da ön koşulu, herkesin öncelikle “kendi” devletine ve ulusuna karşı savaşması ve insanları bu savaşa kazanmak için mücadele etmesidir.
Ne Türkiye’deki ne de dünyadaki başka 1 Mayıslarda böyle bir acil hedef ve temel parola görülmemektedir. Bu biçimsel eşitlik yokken sanki varmış ve mümkünmüş gibi insanları ulusal devletler çerçevesinde kapitalizme karşı savaşa çağırmak (Şimdi yapılan bütün 1 Mayıslar böyledir) sadece ham hayaller yaymak değildir ayın zamanda anti Marksist bir anlayışı savunmak ve uygulamak demektir.
Türkiye’ye gelirsek. Durum daha vahimdir.
Ulusların eşitliği insanların eşitsizliğinin temelidir ama bir de ulusların içinde, ulusu bir dille, dinle, etniyle, tarihle, ırkla tanımlayan uluslarda, ulusların içinde de biçimsel eşitlik yoktur. Yani bir ulus içindekilerin eşitliği de yoktur. Örneğin Türkiye’de Ermeniler, Süryaniler, Kürtler vs. Aleviler, Ezidiler, Hıristiyanlar vs. Türklerle ve Sünnilerle eşit değildir.
Böyle bir ülkede de en azından asgari olarak işçilerin savunması gereken, ulusun bir dille, dinle, soyla, ırkla, kültürle, tarihle tanımlanmasına karşı çıkmak, bütün bunların politik alının dışına atılması için mücadeledir.
Yani Türkiye’de 1 Mayıs’ta işçilerin yapması gereken, işçilerden ve işçi haklarından söz etmek değil; bütün bu ulus içinde bile eşitsiz olanların sorunlarını ve eşitsizliğini bayrağına yazıp bunun için mücadele etmektir.
Ancak o zaman Müslüman ve Türk işçiler birer Demokrat haline gelmeye başlarlar.
Sanılanın aksine, işçiler işçilerin sorunlarıyla ve ekonomik mücadeleyle ilgilenirlerse sosyalist olmazlar. Onlar toplumdaki tüm gayrı memnunların sorunlarıyla ilgilendikleri zaman sosyalist olabilirler.
Yani Kürtler, Ermeniler, Süryaniler, Aleviler, Ezidiler, Hıristiyanlar, kadınlar, Eşcinsellerin eşitliği için mücadele edip birer demokrat olduklarında işçiler ancak gerçekten sosyalist olmaya başlarlar.
Lenin’in Ne Yapmalı’da anlattığı hep budur.
Proletarya Partisi işçi partisi olmaz. Devrimcilerin, tüm gayrı memnunlardan ve sınıflardan devrimcilerin partisi olur.
O halde, gerçek bir sosyalist, gerçek bir devrimci, gerçek bir işçi için, Türkiye’de ulus Türklükle ve Sünni Müslümanlıkla tanımlanmış olduğundan, buna karşı mücadele ve bunun önemini vurgulamak, programlaştırmak için, sembolik olarak 24 Nisan’da 1 Mayıs yapmak, tamı tamına Marksist öğretiye uygun davranmaktır.
Bizi “sınıf mücadelesi öğretisi” olan Marksizm'i reddetmekle eleştirenlerin kendileri vulgar Marksistler bile değildirler.
13 Mayıs 2013 Pazartesi
Demir Küçükaydın
Yazıları e-posta ile otomatik olarak almak isterseniz şu adrese boş bir e-mail yollayınız.
Twitter:
Bloglar:
Kitapları İndirmek İçin:
Videolar:

*
Kaya Karan’ın Bizi eleştiren Yazısı:
Merhaba,
Kuyerel'e gönderdiğimiz yazı, yanıt, açıklamalar her ne hikmetse yayınlanmıyor. Açıkcası çok da umurumuzda değil, 3-5 kardeşimiz bu web sitesinde yazılar yazsalar dahi, katliamcı sermaye devletinin ABD-AB desteğinde AKP'nin-MİT'in, göstermelik "açılımlar"la göz boyadığı özünde ise yok saydığı, adam yerine koymadığı anadolu halklarına, hristiyan, alevi topluluklarına, emekçi sınıflara kitlesel olarak ulaşamayan bir sitede yazılarımızın yayınlanmasınının bir kıymeti harbiyesi yoktur. Ancak farklı kanallardan da tarafımıza ulaşan konu ile ilgili yazınız ve diğer yazılarınız, yine Demir Küçükaydının "Devrimci 24 Nisan – Karşı Devrimci 1 Mayıs" yazısı, ile Robert Koptaş'ın "24 Nisan ve 1 Mayıs" yazılarına yanıtımızı diğer dostlara ulaşabilmesi için kuyerel üzerinden, ve karbon kopya olarak HYELÝST hyelist@yahoogroups.com, demirden-kapilar+owners@googlegroups.com, Diyarbekir@yahoogroups.comüzerinden de gönderiyoruz
İzliyebildiğimiz kadarıyla, Demir Küçükaydın'ın yazılarının özgünlüğünün yanısıra, yazılarında toplumların tarihlerini belirleyen ana temanın sınıf savaşları olduğu kuramı Marxizm'in dışına düştüğünü hatta Marxizmi açıkca eleştirdiğini görüyoruz. Elbetteki her şey eleştirilebilir ve Demir Küçükaydın'ın yazılarının genel bir eleştirisi de bu yazımızın konusu değildir; ancak, 1 Mayıslar da milyonlarca emekçi İşçi Sınıfıi komunistlerin öncülüğünde Kapitalizme, sömürü düzenine, zulme karşı verilen mücadelede her yıl alanları dolduran kadın, gençlik örgütleri, düzenin dışladığı her gruptan, ırk, milliyet ve dinden insanların Birlik Dayanışma ve Mücadele günü 1 Mayıs'ıKarşı Devrimci olarak yaftalamak çok büyük haksızlıktır, yakışıksızdır. Bu tanım AKP şefi Tayyip Erdoğan'ın "Faşist olan devletin polisi değil, Taksime çıkmak isteyen marjinal gruplardır" ve benzeri saldırgan sözleriyle de örtüşmektedir.
Elbette ki 1 Mayıs alanlarında Ermeni ve kürt Halkının kitlesel katliamının, soykırımın dile getirilmemesi büyük bir eksikliktir, Bu konuda yazanlar çizenler yerden göğe kadar haklıdırlar ama unutmamak gerekir ki İşçi sınıfının emekçilerin Kapitalizme karşı Birlik-Dayanışma- Mücadele günü 1 Mayısların tarihi çok daha eskilere dayanan ve yüzyıllardır emekçilerin, komunistlerin katledildiği, sakat bırakıldığı zindanlara doldurulup zulme maruz kaldığı şanlı direnişlerin tarihidir. O nedenle AKP şefinin ağzına bal süren malum dönek liberal solcularla hiç bir zaman aynı kefeye koymadığımız Demir Küçükaydın'ın "Karşı Devrimci 1 Mayıs" yaftalamasını kendisine yakıştıramadık.
Her zaman ki gibi 2013 1 Mayıs'ında da sokak sokak devletin faşist polislerine militanca direnenler ve saldırıya uğrayanlar Sınıf devrimcileri komunistler olmuştur. 1 Mayıs'da eski Halkın Kurtuluşu Partisinden kimilerinin saf tutması, yer yer Türk Bayraklarının olması, CHP, IP gibi Ulusalcı faşist partilerin katılması gibi görüntüler üzerinden AKP şefi Erdoğan tarzı eleştiriler 1 Mayısın devrimci anlamına gölge düşüremez.
Dostca selamlarımla,
Kaya Karan


Viewing all 946 articles
Browse latest View live